Biz herşeyin iyi olmasını istemiştik...

20 Şubat 2016

Yağmur yağacak diyorlar.Hava kapayacakmış yine.Bahar yağmurları başlayacak...Belki şu an bir yerlerde yağıyordur bile.‘Yağar ki sokaklara bir uzun yağmur,Islanırım ıslanırım anlamam.Sanki nedir yağmurun güzel olması,Sahi bir yağmurun güzel olmasıYağarken kendine severek bakmasından’Edip Cansever’in şiirinden.Yağmuru gördüm mü aklıma gelir bu mısra.‘sahi bir yağmurun güzel olması, yağarken kendine severek bakmasından’***Bir zamanlar biz de yağmur gibiydik, yaşarken kendimize severek bakardık.Yoksa hiç mi bakmadık kendimize severek?Yoksa bakıp da mı vazgeçtik?Ya da yaşadığı bütün acılardan sonra ‘ben her şeyin iyi olmasını istemiştim’ diyen Madam Bovary gibi miydik?Her şeyin iyi olmasını isterken bir çok şeyin kötü olduğunu görünce mi bıraktık kendi peşimizi?Nedense böyle oldu hayat, değil mi?Büyüdükçe oldu sanki.Kendimize severek bakmaktan vazgeçtik.***Oysa ki biz her şeyin iyi olmasını istemiştik.O yüzden yaptık pek çok şeyi…Beni gerçekten sarsan bir cümle bu;‘Ben herşeyin iyi olmasını istemiştim.’İnsan, bunu söyleyenin içindeki isteğin gerçekliğini ve masumiyetini hissediyor bu cümleyi duyduğunda.Ama susuyor…Karşısındakine bu cümlenin ardına gizlenmiş o soruyu sormamak için susuyor.Peki niye kötü oldu her şey?Her şeyin iyi olması için sen ne yaptın?Ne yaptın da her şey kötü oldu?***Hayatın hep kendi dışında bir hedefi, bir amacı olduğuna inanıyoruz sanki.Her şey iyi olsun istiyoruz.Ama ne yaparsak yapalım her şey iyi olmuyor.Her şey iyi olmayacak da…Bazı şeyler iyi olacak, bazı şeyler çok iyi olacak, bazı şeyler de kötü olacak.O bol işlemeli, renkli düşüncelerle, dövüşmelerle zenginleştirmeye çalıştığımız hayatın temeli, aslında yaşadığımız gündelik hayat işte, ne kadar dirensek de bu böyle.Ama bunu kimse öğretmiyor bize.Şu küçümsediğimiz, aldırmadığımız, sıkıcı bir gölge gibi peşimiz sıra sürüklediğimiz gündelik hayatımızı bir türlü sevemiyoruz.Hiç kimse şu basit gerçeği söylemiyor birbirine ‘hayat yaşanmak içindir.’Bunu belki hiç öğrenmediğimiz , belki de öğrenip sıkca unuttuğumuz için bunaldık.Vazgeçtik kendimizden…***‘Sahi bir yağmurun güzel olması, yağarken kendine severek bakmasından’Sahi bir hayatın güzel olması, yaşarken ona severek bakmamızdan…

Devamını Oku

Kim öldürüyor bizi?

18 Şubat 2016

Bir kurutma kağıdının üzerine bir damla mürekkep damlatsak, o mürekkep damlası tek bir nokta oluşturur.Bu münferit bir damladır.Sonra bir damla, bir damla daha damlatırsak, bu kağıt münferit damlalarla simsiyah kesilir.Türkiye de siyasetin içinden, toplumun içinden, düşmanlarımızın içinden damlayan felaketlerle kararıyor.Her felaketten sonra da “bu münferit bir olaydır” diye açıklamalar yapan devlet büyükleri ise bizleri o simsiyah karaltıyla başbaşa bırakıyor.***Onlarca acının, yüzlerce ölünün üzerine yine Ankara’da patlayan ölüm de “münferit” herhalde.O bombalar nasıl girdi Türkiye’ye, bunu nasıl kimse göremedi?Nasıl kimse haber alamadı?Bunun ihmalkarlığın sorumluları kim?Bunlar konuşulmuyor bile…Konuşana da çok kızılıyor...***Ardındaki gerçeklerin konuşulmadığı bu kaçıncı acı?Her acıyı, her felaketi, her “münferit” olayı, gerginlik, düşmanlık ve tehdit ortamıyla saklamaya çalışmak artık işe yaramıyor...Gerçekleri merak etmemizi, olayları derinliğine kurcalamamızı engelliyorlar belki ama ölmemizi engeleyemiyorlar ne yazık ki...Bizleri ezberlenmiş cümlelere, denenmiş klişelere mahkum etmeye uğraşıyorlar...Bizim artık tek gerçeğimiz var, sürekli ölmemiz ve merak ettiğimiz gerçeklerin hiçbir zaman konuşulmaması ve saklanması.***En basit sorular cevapsız kalıyor.Suriye politikamız doğru mu bizim?Bu basit sorunun cevabı var mı?Ya da Uludere emrini kim vermişti ve bu niye açıklanmıyor?Neden Hrant Dink’in gerçek katilleri bulunmuyor?Ankara, Suruç, Diyarbakır patlamalarında güvenlik zafiyeti neredeydi?Tahir Elçi’yi kim öldürdü?Dilek Doğan’ı vuran polis neden suçlu bulunamıyor?***Bu ülkenin her yanında düşmanlık ve ölüm var artık...Bu olayların hepsi “münferit” olaylar.Uludere münferit.Hrant Dink cinayeti münferit.Reyhanlı münferit.Diyarbakır münferit, Suruç münferit, Ankara münferit...Kimin sorumlu olduğunu bir türlü öğrenemiyoruz acılarımızdan...***Kim öldürüyor bizi, kim?Kim canımızı yakıyor, neden yakıyor?Ve en önemlisi kim durduracak bu kanı?

Devamını Oku

Demir Ökçe...

16 Şubat 2016

Canım sıkılınca kütüphanenin önünde dolanır, beni çağıran o kitabı bulmak isterim…Ve genellikle canım sıkıldığında eski kitapların o bildik aşinalığına sığınırım ben...Nedenini bilmiyorum ama ben okuduğum bazı kitapları tekrar ve tekrar okumaya, seyrettiğim bazı filmleri tekrar ve tekrar seyretmeye bayılırım.Her defasında aynı heyecan saklıdır o bazı kitaplarda ve filmlerde.Hele iyi yazılmış romanlarda, iyi çekilmiş filmlerde sizi yeniden kuşatacak öyle çok şey vardır ki şaşarsınız okundukça, seyredildikçe eskimemelerine.Geçenlerde yine dolanırken kütüphanenin önünde aslında Demir Ökçe’yi aradığımı fark ettim.Bu kimbilir kaçıncı okuyuşum olacak acaba diye aklımdan geçirip o özlemle çektim rafından.***Bilirsiniz, Jack London bu kitabında devletin kendi düşüncelerine karşı çıkanları, bu karşı çıkanlar devletin içinden bir yerlerden seslerini yükseltiyor olsalar bile nasıl ezdiğini anlatır.Saygıdeğer bir piskoposun bile resmi görüşle çelişince devletin demir ökçesi altında nasıl çiğnenip çöplüklerde dolaşan aç bir zavallı haline getirilişini izlersiniz.Devletlerin demir ökçeleri yüzlerce yıl yeryüzünün her yanında insanların hayatlarını, geleceklerini, ailelerini parçalayıp onları paçavralara çevirerek yok etti.Bu demir ökçelere karşı da ilerici insanlar, hayatları pahasına dövüştü.Dürüstçe söylenmiş her fikri, o fikrin sahibi ile birlikte yok etmek isteyen o meçhul insanlardan oluşan karanlık çarka, korkmadan karşı çıktı.Her dönem dünyanın bir yerlerinde demir ökçeler ve onlarla dövüşen cesur insanlar hep oldu.Bunların romanları yazıldı…Filmleri çekildi…Zamanla gelişmiş ülkelerde demir ökçeler eski güçlerini kaybetti.Ama gelişmemiş yerlerde hala insanı devlete karşı koruyamıyor sistem, demir ökçelerin kanlı izleri etrafta dolanabiliyor.Kendini rahatsız eden fikre karşı toplumu ikna edecek bir başka fikir bulamayınca fikrin sahibini eziyor o demir ökçe…Yok etmek istiyor.Fikirlerle fikirlerin çarpışmadığı her yerde demir ökçeler ortaya çıkıyor.Çünkü fikirlerle baş edemiyorlar...İnsanları ezip yok edebilse de fikirlere bir şey yapamıyorlar.Jack London’ı okurken saldırının vahşeti söylenen fikrin doğruluğu ölçüsünde artıyor diye düşündüm.Sokaklardaki vahşeti gördükçe merak ediyordum, bu şiddeti böylesine tetikleyen ne diye.Fikrimizin doğruluğu.Türkiye yönetimi kaçınılmaz olarak şunu anlayacak, Osmanlı’nın yaptığı hataları aynen tekrarlayarak, cumhuriyeti demokrasiden kopararak, toplumu padişahlık gibi yöneterek toplumsal sorunları çözemezsin.Sosyal sorunları silahla, tomayla, gazla, yükses sesle ortadan kaldıramazsın.Hiçbir ülkenin gücü, Amerika ya da Rusya olsanız da sosyal sorunu silahla çözmeye yetmez.Bu sakin, basit, sıradan bir kuralAma değişmeyen bir kural.Ortada bir sosyal sorun varsa, onu çözmeyi değil bastırmayı tercih eden devletin demir ökçesi kırılır.Ve toplum o sorunu çözer.Toplumsal sorunları şiddetle bastırabileceklerini sananlar, vakit bulduklarında şu Demir Ökçe’yi bir karıştırsınlar.Niye yenileceklerini anlarlar.Ps: Artvin’de direnen cesur insanlar için seçilmiş bir yazı...

Devamını Oku

Mevsimsiz bir gün...

13 Şubat 2016

Bu aralar şubat kendini unutmuş halde...Öylesine sade, öylesine çarpıcı bir güzelliği var ki günlerin...Ne kış, ne bahar, ne yaz, kendi ilan ettiği bir mevsimde sanki şubat...Sakin, sessiz, büyüleyici.İnsan, bu durgun güzelliğe istekle boyun eğiyor.***Başka bir duyguya ihtiyaç duymuyor sanki... Bir sevinç bile istemiyor belki yanında...Öylece ılık bir şubat bütün dünyaya yetermiş gibi...Hiçbir duygu olmasın, hiçbir bir düşünce geçmesin aklından istiyor insan.***Yanından geçenlere gülümserken bile bir an durup konuşurlarsa diye endişe basıyor içini.Bütün varlığından, geçmişinden, hayallerinden bir anlığına da olsa vazgeçmek… Bu sükuneti bozacak her kıpırtıdan kaçınmak istiyor...Ruhun durgun bir su gibi…Hiçbir şey olmamanın, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan kendin olmanın muhteşem sükuneti..***Şu içinden geçtiğimiz mevsimsiz günler insanı olduğu her şeyden soyuyor sanki...Tanrı’nın armağanı gibi...Herkes gibi benim de en çok kurtulmak istediğimden, kendimden kurtarıyor beni...İçimde dolaşıp duran, birbiriyle çatışan, beni bazen eğlendirip bazen yoran bütün o ‘ben’ler susuyor.İçim tam da istediğim gibi ıssız kalıyor...Kendi ıssızlığını da özlüyor insan bazen...Hatta çok özlüyor.***Kendimiz olmayan öyle büyük bir kalabalık var ki içimizde…Öyle de olmak zorunda…Boğulan bebekler, ölen gençler, ağlayan anneler, kederli babalar… Çatışma sesleri, şehit cenazeleri, yıkılmış mahallelerden korkunç resimler…Her yerden ruhumuza akıyor...O acıyı, kederi paylaşmamak mümkün mü?***Bir yandan kendi kalabalığımız, birbiriyle çatışan isteklerimiz, hayallerimiz, hayal kırıklıklarımız...Olmak istediklerimiz, olmaya zorlandıklarımız, olduklarımız…Bir yandan dünyanın kalabalığı…Bazen bir mahşer yeri gibi oluyor içimiz.***Kendimizden, hayatdan yorulduğumuz zamanlar oluyor.Kendinden, kimliğinden, bütün hayattan soyunmak istiyorsun.Mevsimsiz bir gün gibi olmak istiyorsun…Bir anlığına, bir günlüğüne bile olsa bu sükunete bırakmak istiyorsun kendini...***Mevsimsiz bir günde, dingin bir ruh…Biraz sonra geçeceğini bilsen de…İyi geliyor insana işte...

Devamını Oku

Hatalar dersi...

11 Şubat 2016

Hayatımızdan taşan acı ve karanlık dolu haberler arasında dolaşırken insan çoğu zaman o karanlığa yeniliyor... İçinden yeni bir ışık yaratabilecek gücü bulamıyor bazen...Dün yine o haberler arasında dolanırken birden Ömer Altan’ın K24 için yazdığı yazıya rastladım.Özlediğim bir ışık çaktı o karanlığın içinde.1974 yılında New York’da İkiz Kuleler arasında ipte yürüyen Philippe Petit’nin kitabını taşımış satırlarına...İçimizdeki karanlığa ip germiş kendi ışığından.İpte yürümeye cesareti olanlara tabii...***Yazıda nefis bir cümleye rastladım:“Okullarımızda müfredata bir de hatalar dersi eklemek çok akıllıca olmaz mıydı? ‘Pekala, salı günü hepinize hata yapmayı öğretmek istiyorum; onlardan öğrenebileceklerimiz var. Numara yok, daha önce yapmış olduğunuz hatalarla gelmeyin.”Hata yapmayı öğrenmek....Hatayı düzeltmeyi de öğrenmek anlamına geliyor...Tabii hata, bir kere yaptığında hata oluyor, onu sürekli tekrarladığında o bir hata olmaktan çıkıyor ne yazık ki...Kendine ya da topluma karşı işlediğin bir günaha, bir suça dönüşüyor.***Türkiye çok hata yapıyor.Yüzlerce yıldır yapıyor.Onun için o hatalar hata olmaktan çıkıp suça ve günaha dönüşüyor.Ölüme, yoksulluğa, acıya, umutsuzluğa, yıkıma dönüşüyor.***Hata hayatın önemli bir parçası, hayat hatasız ilerlemiyor tabii ki.Hata yapmaktan korkan birinin hiç yerinden kımıldamaması, hareket etmemesi gerekir.Oysa ancak hata yapmayı göze alabilirseniz hayat sizi başarıya taşıyor...Ama hatayı bir alışkanlık haline getirirseniz başarıya ulaşma şansınız hiç yok.Hatadan korkmadan ama hatadan ders alarak yaşamamız gerekiyor sanırım.Ömer’in dediği gibi hatalar dersine ihtiyacımız var...***Neden bizim gibi ülkeler hatalarından hiç ders çıkartmıyor?Galiba, toplum için “hata” olan bazıları için “kazanç” oluyor da ondan.O kazancı kaybetmemek için toplumu çökertecek hataları sürekli tekrarlıyorlar...Buradaki soru, toplum kendi aleyhine hataları tekrarlayanları yüzlerce yıldan beri başında tutma “hatasını” nasıl işliyor?***Bu sorunun kesin cevabını bilmiyorum doğrusu.Belki hata ile doğru olan arasındaki ayırımı kaybettik, neyin hata olduğunu kestiremiyoruz artık.Belki hatalarımıza, suçlarımıza, günahlarımıza alıştık, artık vazgeçemiyoruz.Belki de, “yürüdüğümüz ipin” üzerinden o kadar çok düştük ki sürekli düşmeyi hayatın bir parçası sanıyoruz.***Hatadan korkmamak ama hatadan ders almak gerekiyor.Biz çok korkuyor ve hiç ders almıyoruz.

Devamını Oku

Mutsuz Müslüman....

9 Şubat 2016

“Gençlerin birlikte olmasını yasaklamak istiyorlar…” dedi büyük bir kızgınlıkla, hemen yanında duran arkadaşı da bir başkasını taklit eden ses tonu ve mimiklerle “böyle konuşma, böyle konuşmak yasak artık, birlikte mirlikte, ne o öyle” dedi...Güldüler... Kızgın olan, onları dinlediğimi ve baktığımı farkedince sessizce yanındakine bir sey söyledi, sustular...Bu geçtiğimiz pazar 16.15 Beşiktaş-Kadıköy vapurunda başıma geldi...Ben onlara baktığım için susmaları, tanımadıkları birinden kaygıyla çekinmeleri o kadar canımı sıktı ki, “merhaba” diyip gençlerle konuşmaya başladım..Ve harika bir hikaye öğrendim.***Uzun zamandır Doğu Expresiyle Kars’a gitmek istiyorum ki yakınlarda bunu yapacağım...25 saat sürüyor tren...Çıldır Gölü’nü, Ani Harabeleri’ni, Türkiye’nin diğer ucunu görmek istiyorum...Gençler bunu yapmış sevgilileriyle, az bir parayla haftasonu macerası olarak Kars’a gitmişler trenle.***“Bunu yapmalısınız gerçekten” dediler, “yolculuk çok güzel, yalnız bazı sorunlar yaşanabiliyor.”Meğerse “gençlerin sevişmesini engellemek istiyorlar”derken o trende yaşadıklarına sinirleniyormuş kızgın olan...Kuşetli gitmişler, bir kompartmanda 4 kuşet varmış...Yer bulamadıkları için iki çift ayrı ayrı kompartmanlara yerleşmişler...Bindikten sonra bir çiftin yanına iki hanım daha gelmiş.Bakmışlar bir erkek var kompartmanda, görevliyi çağırmışlar.Görevli gelmiş ve genç oğlanı yanındaki kız arkadaşından ayırıp sadece erkeklerin olduğu birkompartımana yollamaya çalışmış.***Çift olarak yolculuğa devam etmek için “pulmana”geçmeniz gerekiyormuş kuşetli alsanız da...“Mutsuz Müslüman’a rastlarsanız böyle yani” dedi genç kız. Yanındaki taklitçi arkadaşı da yine o alaycı sesiyle “vallahi alıp götürecekler bunu” dedi.***Ben de, bu manasız, sıkıcı baskı nedir diye içimden tıpkı o kızgın kız gibi söylenmeye başlamıştım.İnsanların “seyahat özgürlüğüne”, özel hayatına karışacak kadar baskılı bir düzene geçmiş olmanın sıkıntısını hissettim.Erkeklerle kadınlar, arkadaş olsalar dahi trenlerde birlikte seyahat edemeyecekler demek artık.Şu basit soru;“Devlet, vatandaşların özel hayatına karışma hakkına sahip midir?”Cevabı da basit…Değildir.***Ama bu ülkede Kemalist Cumhuriyet de buna “Evet, devletin karışmaya hakkı vardır” dedi hep yıllarca...Çünkü “halkın” eğitilmesi gereken bir cahil sürüsü olduğuna yüzde yüz inanmıştı onlar da...Düşünmeyen bir insan sürüsüydük biz onlar için.Şimdi iktidar da hayatlarımıza karışabileceğeni sanıyor...Sadece “neye karışacakları” değişti.Kemalistler kadınların saçlarına akıllarına takmışlardı, illa açık olsun istiyorlardı, muhafazakaların ilgi alanı biraz daha değişik çıktı.***Yasaklar hiç bitmiyor.Kamyonların arkasına yazılan yazılar gibi.“Ömür biter, yasak bitmez.”Ama yine de trenle Kars’a gitmeye değer, ne dersiniz?

Devamını Oku

Vazgeçmeyenlerin hikayesi...

7 Şubat 2016

Sanırım Oscar töreni yaklaşırken seyredilmesi gereken tüm filmleri seyrettim...Ve hepsinde ortak tek bir sey gördüm, inandığın şey için vazgeçmeden savaşmak...Üstelik çoğu gerçek hayat hikayelerinden yapılmış filmlerdi...Galiba zaten genellikle o vazgeçmeyenlerin filmlerini yapıyorlar...***Diriliş’te, oğlunun intikamını almak isteyen bir adamın doğayla olan korkunç boğuşmasını izliyorsunuz.Spotlight’ta, Kilise’nin günahlarını, bütün baskılara rağmen ortaya çıkaran bir genel yayın yönetmeniyle, bir gazeteci grubunun macerası var.Bilim kurgu hikayesi olan Marslı’da bir adamın yıllarca bomboş bir gezegende yalnız başına varolma mücadelesine bakıyorsunuz.***Ve, elbette Trumbo.Amerika’da o korkunç McCarthy döneminin “cadı avı” günlerinde inanılmaz baskılarla karşılaşan Komünist senarist Dalton Trumbo’nun gerçek hikayesi.Hollywood’un en çok kazanan, en parlak senaristiyken işsiz, parasız bırakılan, hapislere atılan adamın hayatı...***Günde on sekiz saat çalışarak…Küçücük paralara sahte imzalarla senaryolar yazarak...Sadece kendine değil, kendisi gibi işsiz bırakılan arkadaşlarına da işler bularak…Takma isimlerle yazdığı iki senaryoyla Oscar kazanıp, kendi yazdığı senaryoların Oscar kazanmasını televizyondan izleyerek…Asla vazgeçmeden dövüşen bir adamın hayranlık uyandıracak hikayesi...***Baskılardan çabuk yılan…Korkan…Parasızlığa ve işsizliğe dayanamayan…Teslim olup, biraz para karşılığında isimlerinden vazgeçenlerin ortasında bütün acısıyla parlayan bir adam Trumbo...***Dayanmanın, mücadele etmenin…Ve elbette bu mücadele sonunda kazanmanın hikayesini merak ediyorsanız bu filmi mutlaka görmelisiniz.İnsanlığın ancak böyle adamlarla yol alabildiğini düşüneceksiniz seyrederken siz de...Belki de biraz buruk bir acıyla başınızı öne eğeceksiniz...***Beli ağrıdığı için günün on sekiz saatini sıcak su dolu bir küvetin içinde çalışarak geçiren…Yılmayan, yakınmayan…Teslim olmayan…“Onların sistemini çalışarak yeneceğim” diyen bir adamın hayatının hikayesi, teslim olanların, para karşılığında arkadaşlarını satanların, baskıya dayanamayanların ne kadar utandırıcı bir hayat yaşadıklarını da gösteriyor bu film aynı zamanda tabii...***Bu dünyada güce teslim olanlar, güçlünün adamı olmayı seçenler, korkanlar, arkadaşlarını verdikleri ifadelerle ihbar edenler, bütün onurlarını para karşılığında satanlar da var çünkü...Bir de dürüst ve çalışkan adamlar var.Aradaki farkı gözlerinizi kapasanız bile çok net görüyorsunuz bu filmde...***Yaşarken ne çekerlerse çeksinler…Sonunda dünya ve hayat böyle insanların karşısında saygıyla eğiliyor.Siz de hayranlıkla seyrediyorsunuz.

Devamını Oku

Gazetecilik bulanık bir nehir gibi...

4 Şubat 2016

Benim çocukluğum gazetelerde, gazetecilerin arasında geçti...Çocukluk hayallerimin münzevi kralları romancılardı her zaman ama yiğit şövalyeleri de gazetecilerdi...Daktilo tıkırtıları, teleks homurtuları vardı o yıllarda...Her an birinin elinde uçuşan bir kağıtla büyük bir haberi birilerine duyurmak için koştuğu, gergin, gürültülü ama benim için her zaman çekici olan binalardı gazeteler...***Hürriyet gazetesinin Cağaloğlu’ndaki binasında gazeteci olmaya karar verdim ben...Çok orijinal bir karar değil biliyorum ama bunu gerçekten oraya gittiğim her seferinde iliklerime kadar hissederdim...Gece muhabirlerinden genel yayın yönetmenlerine kadar geniş bir hiyerarşik yelpazenin bütün renklerini tanıdım, onlarla sohbet ettim.Babam oralardan geçiyordu çünkü, ben de onu ziyaret etmeyi seviyordum...Onları izlemeye bayılırdım...Binlerce yazı, binlerce haber yazıldı yanımda...Hayran olunacak insanlar da gördüm, yolunu kaybetmişlere de rastladım, tiksindiklerim de oldu...Yine de gazeteci olmak istedim.***Ama yıllar geçtikçe çocukluk aşkım coşkusunu yitirdi.O binaları sevmemeye, gazetecilerden hoşlanmamaya başladım...Dürüst insanlar çoktu aralarında ama dürüst olmayanlar daha çoktu. Dürüstlükten uzak olanların kalabalığında gazetecilik ışıltısını kaybediyordu...Eskilerin anlatımıyla Babıali, son 20 senede medya, büyük ve bulanık bir nehir gibi, kendi girdapları, anaforları ve pislikleriyle yıllardan beri akıp duruyor bu ülkede aslında...Hiç temizlenme ve yenilenme ihtiyacı duymadan üstelik…Çünkü herkesin, çünkü çoğumuzun, çünkü hepimizin gözü sadece kendi egomuzun o bulanık nehre yansıyan yalancı aksine takılı...Sadece kendimizi seyrettiğimiz için nehrin sonu nereye akıyor, bizden önce bu nehirden kimler geçmiş, geçenlerin sonları ne olmuş merak bile etmiyoruz...***İnsanın geçtiği yoldan, kendinden önce kimler geçmiş, neler yaşamış diye merak etmemesi yaptığı işi aslında hiç sevmediğini düşündürüyor bana.Belki de o yüzden gazeteciler yani biz yaptığı işi sevmeyen ama o işten dolayı kendini mühim bulan insanlar grubu gibiyiz…Giderek de felaket bir hal alıyoruz doğrusu...***Oscar adayı Spotlight filmini izledim...Pek çoğunuz benim gibi izlemiştir sanırım, izlemeyenlere de mutlaka izlemelerini öneririm.Uzun zamandır bu kadar sarsıcı bir film izlememiştim...İnsan o filmi izleyince gazeteciliği yeniden seviyor.Hatta gazeteci kimdir nasıl çalışır biraz da içi burkularak hatırlıyor...Gücün karşısında ezilmediğinde, güce teslim olmadığında gazeteciliğin nasıl muhteşem bir meslek olduğunu bir daha görüyor.Mutlaka izleyin...

Devamını Oku