Geçmiş ağır bir yük insana.Hele yanlışlar yaptığını düşünüyorsan… Geçmişten kendini severek gelmek çok zor, hatta giderek zorlaşıyor artık…Insanın geçmişinden kurtulması kolay değil…Herbirimizin kirli bir geçmişi var bu ülkede, üstelik sadece bu ülkede yaşadığımız için.Hiç düşündüz mü; geleceğimizi geçmişimizinden kurtulmadan nasıl kuracağız? Bugün yaşananlar geçmişimiz olduğunda, ondan arınmadan, sadece geçtiği için temizlenmiş sayılabilecek miyiz kirli paslı yanlarımızdan?Hiç sanmıyorum...Çok ciddi yüzleşmeler, çok ciddi sancılar, çok ciddi vicdan hesaplaşmaları gerekiyor hepimize...Bugünler, bu acılar, bu zifiri karanlık bir gün bitecek...Bitecek ama geçmişin acısı nasıl dinecek?Bu ülke kendi geçmişinden nasıl temizlenecek?Herbirimizin tek tek kendi geçmişlerimize nasıl bir arzuyla, tutkuyla, iştahla bağlı olduğumuzu düşünürsek,toplum olarak içinden geçtiğimiz bu acılardan ilerde nasıl sıyrılacağız acaba?***About Time… Zamanda Aşk diye bir film var,seyretmiş miydiniz?İngiliz yönetmen Richard Curtis’in filmi, çağdaş İngiliz romantik komedisinin en önemli adamlarından biri bence o…“Zamanda Aşk” Curtis’in hem yazıp hem yönettiği filmi.Film babasının, çekingen ve mutsuz oğluna 21yaşına geldiğinde ailenin sadece erkeklerinin bildiği bir sırrı vermesiyle başlıyor, diyor ki oğluna, “Bizim ailenin erkekleri zamanda yolculuk yapma gibi bir yeteneğe sahip.”Ailenin erkekleri başka hayatlara, başka geçmişlere gidemiyorlar ama kendi hayatlarında geriye doğru yolculuk yaparak, geçmişte istedikleri her ana gidip, o anı tekrar kusursuz bir biçimde yaratabiliyorlar...Tüm yanlışları, hataları, korkuları, acıları tekrar o ana giderek düzeltebiliyorlar.***Filmde çekingen genç Tim, aşık olduğu kızı elde etmek, kırdığı potları tamir etmek, havalı olmak ya da daha iyi sevişmek için sürekli geçmişe gidiyor.Ve film o sırada şunu anlatıyor, egonuzu,korkularınızı, endişelerinizi, kontrol etmeyi bıraktığınızda hayatın tadını daha iyi çıkartabilirsiniz.Hayatınızı güzelleştirmek için geçmişinizi değiştirmek değil bugünü iyi yaşamak gerekiyor.Kusursuzluk, bu anı kusursuz yaşamakta.Ve oğlan, filmin en sevdiğim yanı bu işte, mutlu olmak için bu geçmişe yolculuk yapmayı bırakıyor...“Geçmişe dönebilecek olsan neleri düzeltirdin hayatında ” sorusunun cevabı “bu anı iyi yaşardım, yaşadıklarımla o anda yüzleşirdim” olması filmin en çarpıcı yanı zaten...***O küçük, eğlenceli film “geçmişi bırak” diyor, “kurtul geçmişten, bugünü iyi değerlendirmeye bak, geçmişin panzehiri bugünde saklı.”Sanırım biz de geçmişimizi ve geleceğimizi bugün yaptıklarımızla kurtarabiliriz.İlerde utanmamak, tekrar geriye dönüp düzeltme arzularına düşmemek için bugünü, bu anı iyi yaşamamız, doğru yaşamamız gerekiyor.Hepimiz için ortak soru da bu zaten öyle değil mi?Bugünü, ülkenin bugünkü halini, bu anı, ilerde utanmayacak, pişman olmayacak biçimde yaşıyor muyuz?Peki yaşamıyorsak, niye yaşamıyoruz?
Günlerdir acının kavurduğu ruhlarımızla yaşıyoruz bu garip hayatı.Bodrum kıyılarına vuran çocuk cesetleri... O fotoğraflar...Sadece çocukların değil insanlığın ölümünün fotoğrafları…Büyük,çok büyük, dağlayıcı bir acı içimizde kol geziyor.Tarifsiz bir sızıyla akıyor hayat...Peki hayat, bir kader mi?Her şey baştan belirlenmiş mi?Bunları yaşamak zorunda mıyız?Bizim söz hakkımız, olayları belirleyecek irademiz hiç mi yok?Sadece sürüklenmek mi bizim dünyadaki rolümüz?Gerçekten onu kontrol etme gücümüz hiç mi yok bizim?***Acıyı yaratma gücü olan insanın, o acının yaratılmasını engelleyecek bir gücü yok mu?Hiçbir şey bizim istediğimiz gibi olamaz mı?Hep acıları, kederleri mi yaşamak zorundayız?Çocuklar ölmesin istiyorsak bunu başaramaz mıyız gerçekten?Yaşıyoruz, yönetiyoruz, üzülüyoruz, seviniyoruz, herbirimiz ötekini ondan daha ‘büyük’ olduğumuzu düşündüğümüz için eziyoruz, hırslanıyoruz, her defasında daha fazlası için kavga ediyoruz ama aslındahayatımızı biz yönetmiyoruz...Hayat ne isterse öyle oluyor.Öyle mi?***Bunları o çocuk bedenlerine bakarken düşünüyorum...Ağlamaktan bile utanıyorum...Anlamsız geliyor içimdeki acı, onların acılarını düşündüğümde.Kendi gözyaşımdan utanıyorum.Eğer Tanrı varsa ve hayat “bir imtihansa” nasıl bizim irasemize hiç yer tanımaz?Bizim irademiz olmadan hayat nasıl bir “imtihan” olur?***Tanrı bizim irademize geniş bir yer ayırmış olmalı yoksa kimin cennete kimin cehenneme gideceği belli olmazdı,hepimizin yaptıklarından, hepimizden daha büyük bir güç sorumlu olurdu.Yaşadıklarımızı sadece Tanrı’yla ve kaderle açıklayamayız, bu Tanrı’ya karşı haksızlık olur.Eğer Tanrı yoksa, o zaman zaten kaderden söz edemeyiz, her şey bizim irademize kalır.Hangi yandan baksanız bizim bu hayatta bir sözümüz, bir gücümüz olduğu görülüyor.Kendi sorumluluğumuzdan kaçmanın yolu yok.Aynı hataları sürekli yapıp sürekli aramızdan birilerini kurban veriyoruz.Ve hiç sormuyoruz, “hangi hatalarımızla kendi parçalarımızı ölüme ve acıya kaptırıyoruz” diye.***O zaman hep birlikte kabul etmek zorundayız:Ortak irademizin kurbanları onlar.Onları öldüren biziz…Hepimiziz…Bütün dünya bu suçta eşit…Ama bazıları “daha eşit.”***Bunun sorumlusu ne Tanrı, ne kader.Bunun sorumlusu biziz, yanlış insanları seçtiğimiz, hayatı denetlemek için hiç bir çaba göstermediğimiz, yanlışları gördüğümüz halde onları düzeltmediğimiz, düzeltmek için kılımızı kıpırdatmadığımız, bütün hatalarımızın sorumluluğunu “kadere” yükleyerek içimizi rahatlattığımız için, biziz...Bunu düzeltmek için çaresiz değiliz...Sadece korkaklığımız yüzünden “çaresizliğin” arkasına sığınmaya çalışıyoruz, o kadar!
Yaz bitmeden eylül geldi...Gündüzün ışığı, gecenin rengi, rüzgarın kokusu yavaşça değişmeye başladı artık.Bir iki haftaya kadar akşamın karanlığı erkence çökmeye başlayacak...Sonbaharın belli belirsiz hissedilen serinliği dolaşmaya başladı bile etrafımızda...Az da olsa, üşüdüğümüz günleri hatırlatan ruzgarlar havalandırıyor artık açık kalan pencerelerden tülleri...Yazın hepimizi heyecanlandıran akşamlarının aniden ama aniden, o çok iyi bildiğimiz yarayı aynı yerinden sızlatmaya koyulduğunu hissedeceğiz.***Günler hala belki yaz günlerine benziyor ama kuşlar çoktan havalandı.Öbekler halinde uçarak sıcak yerlere göçüyorlar.O buğulu sıcak günlerin ardından tanıdık bir yüz gibi yağmurlu günlerin yaklaştığını gözlerimizle değilse de tecrübelerimizle seziyoruz.Aklımızda iki kelimelik bir çınlama var:Sobahar geliyor.***Eylül özlediğimiz bir sevgili gibi…Ama bizi üzebileceğinden, yalnızlaştırabileceğinden, yağmurlu günlerde dertlendirebileceğinden endişe ettiğimiz bir sevgili.Aniden sevinebileceğimiz gibi aniden üzülebiliriz de.Sonbahar hep bir aşka benziyor çünkü…İçinde ne taşıdığını, sana ne getirdiğini pek bilemiyorsun.***Keşke, sonbaharları sadece sonbahar olarak yaşayabileceğimiz, sadece sonbaharla ilgili sevinçlerimizin ve endişelerimizin olabileceği zamanlarda yaşıyor olsaydık.Öyle olmuyor.Sonbaharın kendi içinde taşıdığı hüznü, acıya, kedere, öfkeye çeviren olayların içinden geçiyoruz.Gelecek günler nereden bakarsanız bakın ürkütücü gözüküyor.***Bu sonbahar neler olacak acaba?Kişisel hayatımız, yeni yağmurlarla nasıl değişecek?Ortasında durduğumuz kalabalıklar nelerin içinden geçecek?Mutlu olabilecek miyiz?Yoksa sonbaharı bile fark edemeyeceğimiz acıların içinde mi çalkalanacağız?***Bir yaz daha bitiyor.Eylül ışıkları yeni bir mevsimin habercisi olarak sabahları penceleri aydınlatıyor.Hayatımızın yeni bir sonbaharına giriyoruz.Geride kalan yazın anıları…Gelen sonbaharın, yeni umutları ve korkuları…Birbirine karışıyor.***İşte Eylül geldi.Her şey değişiyor.Ümit edelim ki iyi bir sonbahar olsun.Bizi acılarla parçalamasın…Bize şefkatli davransın.***Kışa girerken “güzel bir sonbahardı” diyebileceğimiz bir mevsim diliyorum hepimize.Eylül ışıklarına yakışır bir mevsim olsun.Kara bir fırtınayla hırpalamasın bizi.Dileğim ve umudum bu.Sonbahar hep bir aşka benziyor çünkü...
Bir türlü kendi kendini temizleyen, kendi içindeki karanlığıaydınlatabilen bir toplum halinegelemiyoruz biz.Nedense, kötülük, süratle büyüyen ve yayılan bir çamura… Haksızlık,insanı çok hızlı yutan bir bataklığadönüşüyor bizim toplumda.Olmaması gerekenler olduğunda, birtürlü onu ezip geçen büyük bir ırmakolamıyoruz…Kirli bir su birikintisi olarakhayatlarımızın bir kıyısında kalıyoruz.Ve önce kendimizi sonra hepimiziküçümsüyoruz.***Babam söylemişti, unutamadığımsözlerinden biridir:‘Annesini küçümseyen kendiniküçümser.’Hissettiklerime bakınca bu söz geliyor yine aklıma...İçinde yaşadığı toplumu küçümseyen kendini de küçümsüyor kaçınılmaz olarak…Yıkanmak ister gibi kurtulmak istiyorinsan üzerine yapışan her duygudan...***Sanırım o yüzden şairlerle, şiirlerleilgili bir şeyler okumak istedim bu yazıyıyazarken, içimi en temizleyecek şeyin, yalansız gerçek hayatlar ve şiirler olabileceğini düşündüm...Yazıyı yarım bırakıp kitapların arasına girdim...Okumak için aranırken, bulunmasıinsanı en sevindirecek isimler arasında olano dört isimle karşılaştım .Tomris Uyar, Turgut Uyar, CemalSüreyya, Edip Cansever...Bu dörtlü hakkında neredeyse yazılmış herşeyi okumama rağmen, büyük bir‘açlıkla’ daldım yeniden hayatlarına ...Üç büyük şair ve aşık oldukları birkadın...***Hiç bitmeyen, sürekli kendini tekrarlayan acılı sorunlarla çorak bir toprak gibikuruyup gidiyoruz bu memlekette...Şairler, yazarlar olmasa, yazdıklarıolmasa, hakiki bir aşkın bile nasıl bir şey olduğunu unutacak haldeyiz...Belki de o yüzden her defasında yeniden yeniliyoruz.Her yeni tuhaflıkla bir kez dahakopuyoruz kendimizden…Toplum çirkinleştikçe çirkinliğingölgesi bizim de üzerimize düşüyor…Topluma güvenmekten vazgeçtikçe,kendimize olan güvenimizi de kaybediyoruz.***Hayatlarını, şiirlerini yeniden büyük bir zevkle okumaya başlayınca, toplumumuzu ve kendimizi küçümsemekten kurtulmanın yolunun gerçekten de sanattangeçtiğini anladım.Uyar’ın ve Süreyya’nın, Cansever’inşiirleri ümit veriyor insana.Bu şairleri içimizden çıkarttıysak,çözümleri bulacak gücü de içimizdençıkartırız diye düşünüyor insan.Sadece ucuzluklar, zulümler, zalimlerçıkmıyor bu topraklardan…Büyük şairler, renkli hayatlar daçıkıyor.***Çok bunalıyorsanız ki bunalıyorsunuz…Bunalmamak mümkün değil…Bizim şairlerimize bir göz atın.Çölleri yaratan Tanrı’nın vahaları da yarattığını hatırlayacaksınız...Eminim sevdiğiniz bir vahadadinleneceksiniz ve bu size iyi gelecek.Çölü geçtiğinizde yeşilliklerle vedenizlerle karşılaşacağınıza da inanacaksınız.
Burada olanları ciddiye alarak acaba gayri ciddi bir iş mi yapıyoruz diye düşünüyorum bazen.Ama insanların göz göre göre öldüğü bir yerde olanları ciddiye almamak da insanı kendisinden bile kuşkuya düşürür doğrusu...Burası tuhaf bir memleket çünkü…Hem değişiyor, hem hep aynı kalıyor…Yıllarca demokrasinin ayarını tanklarla yaptılar bu ülkede…Şimdi de tarifini herkesin kendine göre yaptığı “milli irade” var...Kendi istediklerini yaptırabilmek için “milli irade” lafının arkasına saklanıp, onu bir koz gibi kullanmaya çalışanlar var...***Cumhurbaşkanı, milli iradenin geçtiğimiz seçimde “yeniden seçime gidelim” dediğine karar verdi.Bahçeli daha seçim gecesi milli iradenin bir daha denenmesi gerektiğine karar vermişti zaten.Davutoğlu’nun milli iradeyi nasıl yorumladığını ben pek anlayamadım doğrusu, “milli irade seçim de olsun demiş olabilir, koalisyon da olsun demiş olabilir” türünden bir şeyler söyledi.CHP “milli iradenin” AKP’yle koalisyon yapmasını söylediğini açıkladı.HDP, “bırak milli irade onlara ne demişse demiştir, sen karışma, sonunda gelir hepsi sana vurur” düşüncesiyle kenarda durdu.***Herhalde bu kadar değişik yoruma milli iradenin kendisi de şaşırdı.Bana öyle geliyor ki 7 Haziran’da ne dediğini anlayamayanlara 1 Kasım’da ne istediğini çok net anlatacak.Ben önümüzdeki seçimde bir siyasi deprem yaşanabileceğini düşünüyorum.Bu sefer milli irade çok net konuşacak gibi geliyor bana.***Siyasetçilerimiz milli iradenin ne dediğini anlamaya çalışırken ölümler de artıyor.Şehit cenazeleri peşpeşe geliyor.Toplumda acının ve öfkenin kabardığını hissediyorsunuz.Kalabalıklar gerildikçe geriliyor ve siyasetçiler bu gerginliği hafifletmiyor.Aksine daha da geriyorlar.***Bir yandan da hafif hafif fırtınaya dönüşen ekonomi var.Dünyanın krize doğru kaymasına, Türkiye’nin “milli iradeli” siyaset çalkantısı eklenince bizde de “kriz” diyenler artmaya başladı.Dolar üç liraya, euro üç buçuk liraya yaklaşıyor.“Milli iradenin” iki yakası çok zor bir araya geliyor.***Çok ciddi dertlerimiz var ama bu dertleri ciddiye alan pek yok galiba.Çocukken duyduğum, böyle durumlarla alay etmek için söylenen bir laf vardı, “Avrupa’da durum ciddidir ama vahim değildir, bizde ise durum vahimdir ama ciddi değildir.”Durum vahim ama ciddiye alan pek yok gibi gözüküyor.***Sorunlar çok hızlı artıyor.Bu sorunları çözmemek hatta büyütmek için “milli irade” kozunu kullananlar, 1 Kasım’da çok şaşırabilirler.Durum onlar için hem ciddi hem vahim olabilir.Bana da “milli irade” böyle söylüyor.
Hergün, bir gün öncesinden daha garipleşiyor burada hayat..İşte yine barış isteyenler vatan haini ilan ediliyor...Bu ülkede hiç savaşı övdüğü için, savaşın devam etmesi gerektiğini söylediği için yargılanan yazarlara,politikacılara, hukukculara rastladınız mı?Rastlamadınız değil mi?Ben de...***Ama yıllarca mahkemelerde Kürt sorununun yalnız barışla, demokrasiyle çözüleceğini söyleyenlerin yargılandığını çok gördük.Bu bir tesadüf mü peki?Tabii ki hayır.Bu ülkede bir kesim insan yıllarca savaştan para ve güç kazandı.Barış ve demokrasi kelimelerinden nefret ettiler,bilinçli olarak toplumu da ettirdiler.Bunu da açıkca söylemeyemedikleri için yıllarca savaşla vatanseverliği, barış ve demokrasiyle hainliği bir tutan kurallar, kanunlar, söylemler yarattılar, mitingler,açıklamalar yaptılar.Biz de hepsine boğun eğdik.Barış çağında savaşa dolanan bir toplum olarak yaşadık.***Şu anda da bu eski oyunla yeniden karşı karşıyayız.Sorunları barışla çözelim demek günahların en büyüğü onlara göre...Barış isteyenler ‘PKK ağzıyla konuşuyor’ diye lanetleniyor...Insanlar ölmesin diyenler vatan haini ilan ediliyor...Üstelik barışı lanetleyenler arasında daha üç ay önce barışı göklere çıkartan insanlar da var.Ne oldu, neden barıştan vazgeçtiniz?***Genç insanları göz göre göre ölüme gönderiyorlar...Bir çeşit canlı türü de onları alkışlıyor...Ama bu sefer kalabalıklar barıştan yana çıkıyor.Şehit cenazeleri, “”çocuklar niye ölüyor” diye bağıran acılı insanlarla dolu.Halk, savaşı istemiyor.Bunu da açıkça söylüyor zaten.***Artık hepimiz değilse de çoğumuz biliyoruz, barış korkulacak bir söz değil...Barışın mümkün olduğunu, çocukları ölümden korumanın bir yolu bulunduğunu hepimiz gördük.Ölümsüz günlerin kıymetini anladık.İçinde genç cenazeler taşıyan tabutlar görmek istemiyoruz.***Halkın büyük çoğunluğunun barıştan yana çıkması, savaşı lanetlemesi, savaşı önlemeyenleri sorgulaması, geleceğimiz için güven veriyor.Savaşı Kürdüyle Türküyle bu halk bitirecek.Çocuklarına ve acılarına sahip çıkarak bitirecekler bu savaşı.Cenazelerdeki çığlıklar bunu bize söylüyor.***Yaşayarak, acı çekerek, bu büyük sorunu çocukları öldürterek çözemeyeceğimizi hep birlikte anlamaya başladık.Sesimizi biraz daha gür çıkartarabilirsek, insanları ölmekten kurtarabileceğiz.Ama sesimizi çıkarmamız lazım…Çünkü o çocukları kurtaracak olan şey sadece ve sadece bizim sesimiz…
Hepimiz ama hepimiz, birbirine düşman olan hepimiz kendimizi ya mutsuz, ya bezgin, ya sıkkın, ya umutsuz, ya şikayetçi ya endişeli ya da kendini köşeye sıkışmış hissediyoruz uzunca bir süredir, öyle değil mi?Neredeyse mutlu olan ya da yakın gelecekte mutlu olabilecekmiş gibi gözüken tek bir kesim yok.Toplum inanılmaz bir uyum içinde aslında...Siz de mutsuz ve huzursuzsunuz, küfür ettiğiniz kesim de mutsuz ve huzursuz...***Tarihimizde az görülmüş bir şekilde birlik ve beraberlik içinde, sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz şu anda.Herkes birbirine karşı ama herkes mutsuz...Mutlu bir azınlık bile yok artık...Büyük bir mutsuzluk ve endişe uyumu var hepimizin arasında ...Hiçbir kesim, hiçbir zümre, hiçbir sınıf mutlu değil...Herkes bir şeyleri kaybettiği için üzgün ama kimsenin kaybı öbürüne yaramıyor.***Öyleyse ortak kaybettiğimiz bir şey olmalı...Hepimizi tedirgin eden ortak bir şikayet noktası olmalı,öyle değil mi?O nedir sizce?Ortaklaşa kaybettiğimiz “şey” nedir gerçekten?***Bölünmek, birbirimize ölesiye karşı olmak hiç birimize iyi gelmedi.Ne kadar ağzımızdan köpükler çıkararak vahşileşsek de aslında sevgiye ayarlanmış bünyelerimiz var bizim...Aslında hiçbirimiz, şu anda hissetttiğimiz gibi kanlı bir nefretle doğmuyoruz birbirimize karşı...Birileri bize bu nefreti öğretiyor.Hepimiz içgüdüsel sevebiliyoruz ancak nefreti öğreniyoruz...Hatta bu nefreti hissetmemiz için birileri bizi zorluyor.Bu, içine düşürüldüğümüz tuzak işte...Bu, insanlığımızı, vicdanımızı, adalet duygumuzu kaybettiğimiz karanlık.***İstanbul’da Emniyet müdür yardımcısının öldürdüğü motosikletli gencin babasını ölüm haberini vermek için karakola çağıran polisin acılı babaya ne dediğini okudunuz mu?“Sana bir iyi, bir kötü haberimiz var, Ahmet öldü morgda,bizimkilerden biri yapmış” demiş polis.Dünyanın neresinde, hangi kesiminde ölüm haberini böyle verir insan?Ölüm haberi ne zamandan beri böyle veriliyor?Böyle bir sevgisizlik, böyle bir vicdansızlık noktasına gelmiş bir toplum mutlu ve huzurlu olabilir mi?***Oğlu ölen bir babaya bunu söyleyebilmek için ya insanlığından vazgeçmek gerekir ya da karşısındakini bir insan olarak görmemek…Ki karşısındakini bir insan olarak görmemek de sonunda insanın insanlığından vazgeçmesine yol açar.Ki Türkiye’de yaşayandan acının tam olarak sebebi de budur bana sorarsanız...***Hep birlikte geldiğimiz nokta bu…Kendimize benzemeyenleri insan olarak görmüyoruz…Bu da bizi insanlığımızdan vazgeçtiğimiz bir noktaya taşıyor.Ortaklaşa olarak insanlığımızı, insanı insan yapan değerlerimizi kaybediyoruz.Eksikliğini hissettiğimiz “şey” sanırım işte bu,insanlığımız.Buna dur demeden kaç tane erken seçim yapsanız bu ülke düzelir ki!
Bolero’yu bilirsiniz.Hep aynı melodi sürekli kendini tekrarlar.Ama her seferinde melodinin şiddeti artar.Bazen bu ülkenin müziğinin kanlı bir Bolero olduğunu düşünüyorum ben...***Otuz beş yıldır aynı müzik, aynımelodi.Biraz yavaşlar gibi oluyor sonradaha şiddetli bir şekilde kendinitekrarlıyor.Yirmi dört saatte 12 asker şehitoldu.Ailelerinin acısını görmeye insanınyüreği dayanmıyor.O görüntülerde sanırım ağlamayan isyan etmeyen avazı çıktığı kadarbağırmak istemeyen kimse yok.***Bir de ekranlarda görünmeyen Kürt gençlerinin ölümleri var.Onların da anneleri babaları ağlıyor.Sadece biz görmüyoruz onları.Ama acı orada duruyor.Bir şehit babasının o dayanılmaz acısının içinde inanılmaz bir olgunlukla, “hepsi bu toprağın evladı” dediğini,bütün ölümlere hiçbir ayrımyapmadan üzüldüğünü görünce, buülkenin insanlarına bu acıları yaşatankadere lanet ettim.***“Kader” diyoruz ama…Kader mi bu?Bu ülkenin kaderi her yaştan, her ırktan çocuklarının cenazelerini gözyaşlarıyla toprağa vermek mi?***Bu, kader değil.Bu, insafsız yaşlıların kendi çıkarları için gençleri ölüme göndermesi.Hepsi de yoksul çocuklar.Yoksul gençler.***Öfkeli intikam konuşmalarınıdinlemek bile istemiyorum.“İntikam” dediğinizde de birilerinin ölümünden bahsettiğinizi biliyorumçünkü…Siz onlardan intikam alacaksınız, onlar sizden intikam alacak…Hiç bitmeden…Korkunç bir Bolero gibi…Her seferinde taze kazılmışmezarların başında ağlayan anneler, babalar, sevgililer, eşler, küçükçocuklar olacak.***Bu sorunu silahın çözmeyeceğini neredeyse her aklı başında insan görüyor artık.Ne kadar insan ölürse ölsün, bu sorun çözülmüyor.Çünkü sorun, insanlarınöldürülmesiyle değil yaşatılmasıyla çözümlenecek bir sorun.***Çocukları neyin kurtaracağı belli.Demokrasi bu ülkenin çocuklarınıkurtaracak olan.Daha fazla silah, daha fazla öfke, daha fazla intikam, daha fazla ölü değil.Demokrasi.***Çocuklar ölüyor çünkü yaşlılar bu ülkeye demokrasinin gelmesine izin vermiyor.Demokrasi ülkeye gelecek gibi oluyor sonra yeniden başlıyoruz ölümlere,savaşlara, çatışmalara.Kanlı bir Bolero gibi hiç bitmiyor.***Çocuklar ölüyor…Çünkü biz ülkeye demokrasi getirmeyi beceremiyoruz.Bizim beceriksizliğimizi o gençinsanlar ödüyor.Kanlı müzik hiç bitmiyor.Hep şiddetleniyor, hep şiddetleniyor.Bu acıya daha ne kadar dayabiliriz sizce!