1997 yılı Eylül ayları sonlarında, yani 28 Şubat sürecinin etkilerini yeni yeni hissettirmeye başladığı günlerde Elazığ’a gittim. Les Annales de l’Autre Islam (Öteki İslâmın Günlüğü) adlı Fransız dergisinin, Joyce Blau ve Martin van Bruinessen tarafından hazırlanacak olan “Kürtlerde İslâm” özel sayısında yayımlanacak bir makale için şehirdeki İslami cemaatlerin çoğunun temsilcileriyle yüz yüze görüşmeler yaptım. Bu makale Fransa’dan sonra Türkiye’de de, Birikim’in Mart 1998 sayısında “Elazığ örneği: Türk-Kürt sınırında İslâmÓ hayat” başlığıyla da yayınlandı. (Arzu edenler şu bağlantıdan yazıya ulaşabilirler: http://www.rusencakir.com/Elazig-ornegi-Turk-Kurt-sinirinda-IslamÓ-hayat/286 )Elazığ’da birkaç gün içinde kimi tarikat şeyhi, kimi bir cemaatin yerel sorumlusu, kimi vakıf ve dernek yöneticisi çok sayıda İslami şahsiyetle tanıştım, sohbet ettim, tartıştım ama bunlardan en çok ikisi bende iz bıraktı: Sadi Baba (Özen) ile Hacı Efraim (Yıldırım).İkisiyle de o günden sonra herhangi bir temasım olmadı. Ama birkaç gün önce tesadüfen Sadi Baba’nın geçen yıl, 11 Şubat günü, uzun bir hastalığın ardından 74 yaşında, tabii ki Elazığ’da vefat ettiğini öğrendim. Bu acı haberi doğrulatmak için aradığım Sadi Baba’nın tanıdıklarına Hacı Efraim’i sordum ve onun da 2008 yılında, 63 yaşında hayata veda ettiği bilgisini aldım.Gelenek yıkan şeyhSadi Baba Elazığ’da sayıca epey fazla olan Kadiri şeyhlerindendi. Dedesi ve babası da şeyhmiş ama o “ben gelenekleri sürdürmüyorum, gelenekleri yıkmaya çalışıyorum” diyordu. Gerçekten de öyle yapıyordu. Dergahına “Dar’ül Hazen” (Hüzün Evi) adını vermişti. Şeyhdi ama çok sert ve tutarlı bir şekilde ülkemizdeki tasavvuf anlayışını ve mevcut tarikat yapılarını eleştiriyordu. Mesela “Elazığ’da 30-40 kadar Kadiri şeyhi vardır. Ben de dahil kimse kimseye gitmez. Ben de dahil hiçbirimiz Kuranın potasında erimiş değiliz. Biz yeni yeni Kuran okuyoruz” diyordu.İlk karşılaştığımızda “Ne işin var Elazığ’da?” diye sormuş, “Ne yapalım ekmek parası” dediğimde, “Sen şeyhmisin! Sen yazarsın, ulvi bir iş yapıyorsun. Ekmek parası için şeyhler dolaşır” diye beni azarlamıştı.Sadi Baba’nın en övündüğü hususlardan biri müridlerine kitap okutturmasıydı. Hatta bir ara kendisi de kitapçılık yapmış. Tabii ki yazmış da. Onun imzalayıp verdiği “Emir Muaviye Sahabe mi?” adlı kitabını muhakkak arayıp bulmam lazım.İmanla tebessümHacı Efraim de tasavvuf ehliydi ama şeyh değildi. Elazığ’da Kadirilere kıyasla sayıca az olan Nakşibendiliğin İskender Paşa dergahına bağlıydı. Tanıştığımızda cemaate bağlı Hakyol Vakfı’nın temsilciliğini yapıyordu. Ama aynı zamanda sadık bir Refahçıydı. “Ama” diyorum çünkü bir süre önce İskender Paşa Dergahı şeyhi Prof. Mahmut Esad Coşan, Necmettin Erbakan ile anlaşmazlığa düşmüş ve Refah Partisi ile kelimenin geçek anlamıyla yollarını ayırmıştı. Fakat bazı müridleri şeyhlerinin telkinine itibar etmeyip parti ile değil tarikatla ilişkilerini koparmış veya en alt seviyeye indirmişti. Hacı Efraim ise üçüncü ve zor bir yolu tercih etmişti: Hem parti, hem dergah. Bunu nasıl başardığını sorduğumda cevabı kendisinin de bilmediğini, epey zorlandığını söylemişti. Kibilir belki ilerki dönemde birini seçmek zorunda kalmıştır. Hacı Efraim gübre ticareti yapıyordu. Ama kendini yetiştirmiş, kültürel konulara yakın ilgi duyan, en önemlisi, geleneksel cemaatlerde pek de raslanmayan eleştirel bir yaklaşıma ve entelektüel kaygılara sahip bir kişiydi. Örneğin Elazığ’ı şöyle tasvir ediyordu: “Burada tarikat çok, ama ilme dayalı olan yok. Tarikata meyil çok, ama ortada bir mihrak, bir cazibe merkezi, bir şahsı manevi, bir mürşid yok. Bu yüzden herkes herkese teslim olabiliyor.”Hacı Efraim’le tanıştığımda, onun, işi, şehri, dergahı, partisi kendisine dar gelen bir kişi olduğu fikrine kapıldım, hatta bunu dolaylı bir şekilde kendisine de söyledim ama tabii ki beni onaylamadı.Oğlu Hacı Efraim’in bazı notlarını kitaplaştırdıklarını söyledi ve bana babasının çok sevdiği bir cümleyi aktardı: “Ne mutlu o kimseye ki görünen bu alemden görünmeyen öteki aleme imanla tebessüm eder.”Hem Sadi Baba’da, hem Hacı Efraim’de o tebessümün bulunduğuna şahidim.
Ankara’daki saldırının haberini ilk alınca birçokları gibi benim de aklıma ilk olarak El Kaide geldi. Bu son derece doğaldı çünkü:1) El Kaide yıllar önce dünyanın dört bir tarafındaki ABD’li kişi ve kurumları hedef aldığını açıklamış ve çok sayıda saldırı gerçekleştirmişti.2) İstanbul’da 15-20 Kasım 2003 saldırılarını gerçekleştiren El Kaide militanlarının başta İncirlik Üssü olmak üzere Amerikan hedeflerini düşünmüş ama teknik nedenlerle vazgeçmiş oldukları ortaya çıkmıştı.3) Temmuz 2008’de İstinye’deki ABD İstanbul Başkonsolosluğu’na yönelik silahlı saldırının ardında da bir şekilde El Kaide olduğu düşünüldü ama kanıtlanamamıştı.4) Büyükelçilikteki patlamanın bir intihar eylemcisi tarafından gerçekleştirilmiş olması da El Kaide tahminlerini güçlendiriyordu.5) Dünkü gazetelerde yazıldığı gibi Usame bin Ladin’in damadının MİT-CIA ortak operasyonuyla Ankara’da yakalandığı bilgisine de sahiptik.Stratejik hesaplarBütün bu kuvvetli argümanlara rağmen, daha serinkanlı düşününce Ankara saldırısının El Kaide tarafından kotarılmış olma ihtimali çok düşük olduğu kanısına vardım. Çünkü El Kaide son derece stratejik düşünüp hareket eden bir şebekeydi. Usame bin Ladin’in ölümünün ardından ciddi sarsıntı geçirmiş olsa da İslam dünyasının gündemdeki her bölgesinde (Suriye, Irak, Mali...) El Kaide’nin etkin varlığını görüyorduk.11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Afganistan’a sıkışmış olan El Kaide, ABD’nin Irak işgalinin sunduğu stratejik fırsatı değerlendirip önemli bir açılım yapmıştı. Başlangıçta Irak’ın önde gelen aktörlerinden biri haline gelen El Kaide’nin, özellikle El Zerkavi’nin öldürülmesinin ardından hedeflerine ulaşamakta epey zorlandığını, ancak Suriye’de yaşanan gelişmeler sayesinde ölümcül krizini atlatmış olduğunu görmüştük.Bin Ladin’in damadının yakalanması gibi ciddi ama istisnai durumları saymazsak Türkiye, Suriye krizi başladığı andan itibaren El Kaide için bir tür “lojistik cenneti”ne dönüşmüş durumdaydı. Dünyanın dört bir tarafından Suriye’de savaşmaya giden gönüllüler başka ülkelerle birlikte Türkiye’yi de kullanıyordu ki içlerinde azımsanmayacak sayıda Türkiyeli de vardı. Yine Türkiye, El Kaide ile organik ilişki içinde olsun ya da olmasın, benzer ideolojik motivasyonlarla hareket eden gruplara mensup savaşçıların dinlendiği, tedavi gördüğü vb. ülkelerden biri haline gelmişti. Daha önemlisi Ankara, Esad rejiminin muhakkak ve bir an önce yıkılmasına angaje olmuş durumda. Ve bu noktada Washington’un güçlü desteğine sahipti.Hal böyleyken El Kaide’nin, örneğin Mali’de açıkça kendisiyle savaşan Fransa varken, bilerek ya da bilmeyerek Suriye’de önünü açmış olan Türkiye ve ABD’yi birlikte sarsacak bir saldırıya imza atmış olmasının pek mantıklı gözükmüyordu.Paris’ten sonraDolayısıyla Ankara saldırısının ardında El Kaide’den ziyade, Ankara ile Washington’un son dönemde iyice gelişen stratejik işbirliğinden ve bunun bölgemize muhtemel yansımalarından rahatsız olan odakların bulunması ihtimali daha yüksekti. Bu bağlamda, Ankara saldırısının doğrudan ya da dolaylı olarak yeni İmralı süreci ve daha bunun ilk günlerinde yaşanan Paris suikastiyle bir şekilde irtibatlı olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktı.Ve saldırının üzerinden çok zaman geçmeden intihar eylemcisinin DHKP-C’li Ecevit Şanlı olduğu belirlendi. Kuşkusuz DHKP-C de El Kaide gibi ABD’yi düşman görüyor. Yine bu örgüt, yakın zamanda düzenlenen geniş kapsamlı operasyona rağmen eylem yapma kapasitesini koruduğunu göstermek istemiş olabilir ancak bu zamanda böyle bir hedefin seçilmiş olmasının muhakkak bölgesel nedenleri vardır.Sonuç olarak Ankara saldırısından çok hızlı iki sonuç çıkarabiliriz:1) Suriye krizi ve yeni İmralı süreci sürdükçe Türkiye daha çok sarsılır;2) Önce Paris, ardından Ankara saldırıları, yeni İmralı sürecinin olumlu sonuçlanma ihtimalinin yüksek olduğunun birer kanıtı olarak görülebilir.Bitirirken, Ankara’daki terör saldırısında hayatını kaybeden güvenlik görevlisi Mustafa Akarsu’ya Allah’tan rahmet, yaralanan başarılı meslektaşımız ve arkadaşımız Didem Tuncay’a acil şifalar diliyorum. Didem’in en kısa sürede tekrar aramıza döneceğine eminim.
Yeni İmralı sürecinin başlamasının ardından sürecin artıları ve eksilerini tartıştığım yazı dizisi sürerken, Türk milliyetçisi bir siyasetçi aradı ve Türk ve Kürt milliyetçiliklerini birlikte anıyor olmamdan rahatsız olduğunu belirtti. “Neden?” diye sorduğumdaysa “Çünkü Kürtler etnik temelli milliyetçilik, yani ırkçılık yapıyorlar” cevabını verdi.Kuşkusuz “Kürt ırkçılığı” saptamasını (ve suçlamasını) ilk kez bu siyasetçiden duymuş değildim. Kürt milliyetçiliğinin yükselişinden rahatsız olan çok kişi, bir süredir bu saptamayla kendilerini rahatlatmaya çalışıyor ve bu sayede sorunla sahici bir şekilde yüzleşmekten kaçacağını düşünüyor. Halbuki yükseliş hâlindeki Kürt milliyetçiliğinde “ırkçı” olarak tanımlanabilecek pek fazla motif yok. O kadar yok ki Kürt siyasi hareketinde öne çıkan, sosyalist sol geçmişe sahip olan, dolayısıyla milliyetçiliğe antipatik bakan kişiler kolaylıkla “biz milliyetçi değil yurtseveriz” diyebiliyorlar.Sarı Hoca Kürt ırkçısı mı?Mümtaz’er Türköne salı günü Zaman Gazetesi’nde “Kürtlerin Atsız’ı: İsmail Beşikçi” başlıklı bir yazı kaleme aldı ve onu Kürt bile olmamasına rağmen “Kürt ırkçılığı” yapmakla suçladı. Siyaset bilimi profesörü olan ve hem milliyetçiliği, hem ırkçılığı çok iyi bildiğini bildiğimiz Türköne’nin Sarı Hoca’ya “Kürt ırkçısı” demesi, diyebilmesi durumun sandığımızdan daha vahim olduğununu gösteriyor.Yazıyı (http://www.asagidan.org/2013/01/ulus-devleti-asmak/) okuyanların da kolaylıkla anlayacağı gibi Beşikçi’nin yaptığı, “ben ulus devleti aştım” diyen Abdullah Öcalan’ı eleştirip Türkiye Kürtlerinin milliyetçi olmaya ve kendi ulus devletlerini kurmaya hakları olduğunu söylemekten ibarettir. Yazının hiçbir yerinde Kürtlere Kürt oldukları için herhangi bir üstünlük atfetmeyen Beşikçi’ye “ayrılıkçı”, “bölücü” denebilir ama “ırkçı” demek için siyaset bilimi ve insafın sınırlarını hayli aşmak gerekir.Şahsen Beşikçi Hoca’nın Kürtlere milliyetçi olmayı ve ayrı devlet kurmayı telkin etmesini doğru bulmuyorum ama bu düşüncelerin Türkiye Kürtleri arasında her geçen gün daha fazla taraftar bulduğunu, yani onun bu sözlerinin belli bir karşılığı olduğunu da görüyorum.Gördüğüm bir başka husus da, devletin din kozuyla beceremediği Kürt milliyetçiliğinin yükselişini durdurmayı bir süredir Abdullah Öcalan’a ihale etmiş olduğu. Anladığım kadarıyla Beşikçi de bu olgudan hareketle sözünü ettiğimiz, tabulara fazlasıyla dokunduğu için hak ettiği kadar tartışılmayan o yazıyı yazmış.Hassas denge ihtiyacıÇok kritik bir süreçten geçiyoruz: Türk ve Kürt milliyetçilikleri birbirlerini beslemeyi sürdürüyor ve her iki taraf da az (hatta hemen hemen hiç) verip çok (hatta hemen hemen hepsini) istemede ısrarcı. Bir taraf sayıca çok, diğer taraf da yükselişte olduğu için kendine aşırı güveniyor. Halbuki Türkiye’nin bu kritik süreci güçlü bir şekilde atlatabilmesi için taraflar arasında bir dengeyi bulup hayata geçirmesi gerekiyor. Bunun için de herhalde her iki milliyetçilikle doğrudan bir çıkar ilişkisine girmemiş ve girmeye de niyeti olmayan kişi ve kurumlara ihtiyaç var. Aksi takdirde, kendi milliyetçi pozisyonlarından dirhem taviz vermeyip karşısındakini “aşırı milliyetçi”, hatta “ırkçı” olarak suçlamakla bir arpa boyu bile yol gidemeyiz.Güler’e 3 soruYazıyı bitirirken kendisinin Boşnak kökenli Türk vatandaşı olduğunu söyleyip “Ülkemin, babamın memleketi olan Yugoslavya gibi olmasını istemiyorum. Yugoslav ulus yapısı ve sosyalist altyapı ortadan kaldırıldığında, ülke milliyetler mezbahasına döndü. Yapmamız gereken şey, ulusal yapıyı ortadan kaldırmak değildir. Yapılması gereken, ‘uluslaşmanın mevcut sorunları karşılayacak biçimde yeniden inşası için ne yapmalıyız’ sorusu üzerinde düşünmek ve buna çaba göstermektir” diye devam eden CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’e üç soru yöneltmek istiyorum:1) Eğer çoğunluğu oluşturan Sırplar diğer milliyetlerle eşit olmayı kabul etselerdi Yugoslavya yine milliyetler mezbahası olur muydu?2) Son konuşmanızın “uluslaşmanın yeniden inşası” dediğiniz arayışa herhangi olumlu bir katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?3) “Kimlik politikası yapmayalım” inadının solun bir bölümünü faşizan bir milliyetçiliğe (ya da yeni tabirle ulusalcılığa) sürüklediği görüşüne ne diyorsunuz?
“Biz süreci İmralı ile götürüyoruz, nasılsa Kandil ona karşı çıkamaz” yaklaşımı ve bu sırada PKK’nın Kandil’deki lider kadrosuna yönelik olarak benimsenen üslup bu yeni süreci ciddi bir şekilde sabote edebilir.Türk medyası yıllar boyunca, kısmen yasal kısıtlamalar, ama daha çok sistemle iç içe geçmiş olduğu için PKK hakkında enformasyondan çok dezenformasyona, analiz ve yorumdan çok manipülasyona ağırlık verdi. Belli bir normalleşme ve rahatlamanın yaşandığı son dönemdeyse bu sefer, gazetecilikle ilişkileri olmayan ama şu ya da bu odak tarafından medyaya iliştirilmiş bazı isimler, devletin istihbarat birimlerinden aldıkları (veya almış havası yarattıkları) bazı tüyolarla tam bir bilgi kirliliğine yol açtılar. Örneğin PKK içinde, yöneticilerinin doğum yerlerine ve mezheplerine göre fraksiyonların bulunduğu “bilgisi”, bu örgütün felsefesini ve tarihini biraz bilenler için anlamsız ve yanlıştır. İslam dinine zaten mesafeli duran PKK yöneticilerinin Alevi-Sünni diye ayrışmış olmaları nasıl mümkün olabilir?Yeni İmralı sürecini baltalamak isteyen kişilerin yaratmaya çalıştığı türden “örgüt içi bölünme” imajı gerçek olmamakla birlikte PKK içindeki Suriye ve İran’dan gelen militanlar konusunu ayrı ele almak kaçınılmaz. Yine medyada, özellikle Suriye kökenli militanlar hakkında üretilen casus hikayelerini kesinlikle kastetmiyorum ancak Öcalan ile MİT yetkililerinin üzerinde çalıştığı çözüm planının, yıllarca Türkiye dağlarında savaşan, Suriyeli veya İranlı bir Kürde ne sunacağı ciddi bir sorudur. Bildiğimizi kadarıyla PKK’ya Suriye, İran, Irak gibi başka ülkelerden katılan militanlar da Öcalan’ın merkezde olduğu, ağırlıkla Türkçe bir ideolojik eğitimden geçiyorlar. Dolayısıyla onların da Öcalan’a samimiyetle bağlı olduklarını düşünebiliriz ancak bu sürecin kendilerine somut olarak ne önerdiği ciddi bir soru/sorundur.Kandil olmadan mümkün mü?Yeni İmralı sürecinin en kritik ayaklarından birinin, Kandil’in, yani PKK yönetiminin buna dahil edilmesi olduğunu düşünüyordum. Örneğin “Devlet Öcalan’ı, Öcalan da PKK’yı ikna etmek zorunda” ( Yazıyı okumak için tıklayınız ) başlıklı yazımda Öcalan’ın PKK başta olmak üzere Kürt hareketiyle sürdüreceği görüşmelerin zorlu geçmeye aday olduğunu söylemiştim. Irak Kürdistanı’ndaki temaslarım sayesinde Öcalan’ın Kandil’i ikna etmesinin sandığımdan daha önemli ve zor olduğuna kanaat getirdim.Hükümete egemen olduğu anlaşılan ve Başbakan Erdoğan’a en yakın isimlerden Yalçın Akdoğan’ın yazılarına da yansıyan “Biz süreci İmralı ile götürüyoruz, nasılsa Kandil ona karşı çıkamaz” yaklaşım ve bu sırada PKK’nın lider kadrosuna yönelik olarak benimsenen aşağılayıcı üslup bu yeni süreci ciddi bir şekilde sabote edebilir.Hükümetin, sürecin merkezine Öcalan’ı koyması, Kandil’deki PKK yöneticilerinin “dış” müdahalelere açık olmaları nedeniyle anlaşılır ve doğru bir tercih. Ancak sürecin başarıya ulaşmamasını isteyen iç ve dış odakların, aynı PKK yöneticilerinin aklını “Türk devleti Öcalan’la anlaşıp sizi devre dışı bırakacak” ya da “Öcalan devletle anlaşıp sizi harcayacak” türü rivayetletle karıştırmak isteyecekleri (hatta çoktan karıştırmaya başladıkları) kesin.Yazı dizisini bitirirken bir konuda okuyucu bilgilendirmek isterim. Irak Kürdistanı’na gitmişken tabii ki Kandil’e gidip PKK yöneticileriyle de görüşmek istedim. Gerekli adımları da attım ancak Kandil’den “biz de görüşmek isteriz, fakat kış şartları elvermediği için maalesef mümkün değil” cevabı geldi.Kuşkusuz bir Murat Karayılan ve/veya Sabri Ok söyleşisi (hele İlker’in Kandil fotoğraflarıyla birlikte) yazı dizimizi daha zengin kılardı. Ama olmadı. Yapacak bir şey yok.Umarım yeni İmralı süreci hızlı bir şekilde çözüme kapı aralar da o söyleşileri barış atmosferi içerisinde, daha medeni ortamlarda yapmak kısmet olur.BİTTİ
PKK’nın Irak’taki varlığının sorunu derinleştirmek yerine, muhtemel bir çözümü kolaylaştıracağı görülüyor. Daha sonraki aşamalarda silahsızlanma yaşanacaksa adres Irak olacak ve Iraklı Kürt liderler ve onların kurumlarına bu aşamalarda çok ciddi görevler düşecekYazı dizimizin ilk bölümünde Türkiye’nin Irak’taki Kürt yönetimine bakışındaki ürkekliğin, dolayısıyla buraya “Irak Kürdistanı” diyememesinin ardında üç temel kaygı olduğunu söylemiş ve bunları tartışmayı ilerki bölümlerde yapacağımızı söylemiştik. Bugü sözünü ettiğimiz üç kaygıyı ele alalım:1- PKK’nın Kandil’de üslenmiş olması:Türkiye öteden beri, haklı olarak PKK’nın Irak Kürdistanı’nda üsleniyor olmasından ve PKK’lıların ülkeye genellikle Irak sınırından giriş yapmasından rahatsız olmuştur. Ancak bu sorunun çözümünü Irak Kürtlerine yüklemek, bu bağlamda Mesut Barzani ve Celal Talabani’ye PKK’lıların tasfiyesini dayatmak pek gerçekçi değildi. (Bu noktada, Gülen cemaatinin Irak koordinatörü Talip Büyük söyleşimizi okumayanlara öneririm: http://www.rusencakir.com/Gulen-cemaati-19-yildir-Irak-Kurdistanina-hizmet-goturuyor/1930 )Kaldı ki yeni İmralı süreciyle birlikte PKK’nın Irak’taki varlığının sorunu derinleştirmek yerine muhtemel bir çözümü kolaylaştıracağı görülüyor. Şöyle ki, ülke içindeki silahlı militanların Irak’a çekilmesi öngörülüyor. Daha sonraki aşamalarda silahsızlanma yaşanacaksa adres yine Irak olacak ve Iraklı Kürt liderler ve onların kurumlarına bu aşamalarda çok ciddi görevler düşecek.2- Kürdistan tanımlamasının ister istemez Türkiye’nin bir bölümünü de içeriyor olması:Kürtlerin yaşadığı topraklara Irak ve İran’da resmen “Kürdistan” deniyor. Suriye’de de Esad rejimi devrilirse benzer bir gelişmeye tanık olabiliriz. Bu tanım ülkemizde tam bir tabu. Bununla birlikte Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile her geçen gün gelişen ilişkiler bu tabunun aşınmasını da beraberinde getiriyor. Yine de bu tabunun aşılması, yani bu tanımın Türkiye’de de yaygın bir şekilde kullanımı için galiba epey zaman gerekiyor.3- Bağımsız bir Kürt devletinin birleşik bir Kürdistan’ın temellerini atacak, dolayısıyla Türkiye’nin de bölünmesini tetikleyecek olması: Birçok kişi gibi ben de Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin çok geçmeden gerçekleşeceği kanısındayım. Ancak bunun Türkiye Kürtlerini de kapsayacak bir “birleşik Kürdistan”ı zorunlu kılacağını söylemek abartı olur. Irak’ta görüştüğüm farklı kesimlerdeki Kürtlerin böyle bir arayış içersinde olduklarını gözlemedim. Öte yandan Irak Kütleri başta ekonomi olmak üzere birçok alanda Türkiye’yi kendilerine partner ve başka yerlerden gelebilecek tehditlere karşı bir tür koruyucu olarak görüyorlar. Bu nedenle daha güçlü bir Türkiye’yi tercih ediyorlar. Dolayısıyla kendi Kürt sorununu çözmüş, dolayısıyla kendi Kürtlerini yeniden kazanmış bir Türkiye’nin sadece Irak değil, Suriye ve İran Kürtlerinin en büyük dostu olması hiç de hayal değil.Sonuç yerineBaşlığa da çıkardığım gibi yeni İmralı sürecinin yolunun Irak’tan geçtiğine inanıyorum ve Irak derken sadece kuzeyi yani Kürtleri değil tüm ülkeyi kastediyorum. Çünkü Amerikan işgalinden 10 yıl sonra Irak yeniden farklı güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olacağa benzer. Eğer Ankara, Irak’taki ve buna bağlı olarak bölgedeki dengeleri iyi tartamazsa çok büyük yanlışlara imza atabilir.Aslına bakılacak olursa yeni İmralı süreci, Irak ve özellikle Suriye’de yapılan vahim hataları telafi edebilmek için apar topar devreye sokuldu. Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi (http://www.rusencakir.com/Kurdistan-sorununun-figurani-degil-basrol-oyuncusu-olma-firsati/1917) bölgede Kürtlerin ve PKK’nın gücünü hafife alan Ankara Suriye’de tam bir şok yaşadı. Suriye Kürtlerini, Irak Kürtleri ve Barzani üzerinden kontrol altında tutmanın mümkün olmadığı anlaşılınca bir yandan İmralı’daki Öcalan, diğer yandan Suriye’deki silahlı İslamcı gruplara başvuruldu.Gelinen noktada Türkiye’nin, Kürdistan sorununun figüranı değil de başrol oyuncusu olma fırsatını yakaladığını, ancak yeni İmralı sürecinde hatalar yapılması durumunda bu fırsatın kaçabileceğini düşünüyorum.Bu hataların neler olabileceğini yarın, PKK üzerinden tartışalım.NİZAMETTİN TAŞ’A GÖRE 10 YIL ÖNCE PKK“Saddam’a karşı Amerikan ordusuyla birlikte savaşacaktık”9 yıl önce örgütten ayrılan PKK’nın eski yöneticilerinden Nizamettin Taş, ABD’nin Irak işgalinden önce yaşanan tartışmaları, alınan kararları ve Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla PKK’nın silahsızlanmasını nasıl engellediğini de anlattı:“Gerilla savaşları, Soğuk Savaş’ın çelişki ve ilişkilerinden yararlanarak varlık sürdürüyordu. Sovyetler’in bitişi aslında gerillanın da bitmesi anlamına geliyordu. Ondan sonraki gerilla savaşlarının ömrünü bölgesel dengeler ve konjonktür belirler oldu. Biz de zaten savaşın nasıl devam edeceğini tartışmaya başlamıştık. Öcalan’ın yakalanması bu tartışmaları bitirdi. Çünkü PKK’nin bir ‘önderlik’ hareketi olduğu söyleniyordu. Her ne kadar birey kastedilmiyor dense de önderlikten kasıt Öcalan’dı. Dolayısıyla onun esir düşmesi PKK’nin de esir düşmesi anlamına geliyordu. Onun avukat görüşlerinde söyledikleri ve savunmasında eskisi gibi sınıf ve emperyalizm tahlilleri yoktu, çağın değiştiğini söylüyordu. ‘Bağımsız birleşik Kürdistan’ yerine ‘demokratik cumhuriyet’ tezini savunmaya başladı. Biz de PKK yönetimi olarak bütün bunları çok açık ve özgür bir şekilde tartışıyorduk. Gerilla savaşıyla elde edilecek herşeyin elde edildiğini, bundan böyle siyasetin ön plana geçmesi gerektiğini savunuyorduk. Aslında siyasi yaklaşım, Turgut Özal dönemindeki ateşkesle öne çıkmıştı ama PKK’nin taktiksel yaklaşması nedeniyle o süreç sabote edildi. Öcalan yakalandıktan sonraysa, ‘artık yasal demokratik yollarla Kürt sorununu çözme imkanı yakalanmıştır’ dedik. ‘demokratik cumhuriyet’ için kimsenin ölmesine gerek olmadığı sonucuna vardık. Buna bağlı olarak ateşkesler sürdürüldü, isimler değiştirildi, en önemlisi PKK sistemini tümden sorgulamaya başladık. PKK’nin sadece taktik bazı değişikliklerle 21. yüzyıla ayak uyduramayacağı sonucuna vardık. Gerekirse sadece ismi değil kendisi de değiştirilerek PKK siyasi demokratik bir partiye dönüştürülmeliydi. Bu PKK’nin hakim çizgisi oldu. Kısmen, eski Marksist çizgide ısrar eden Duran Kalkan ve Mustafa Karasu’nun itirazları oldu.O dönemde şöyle bir şey olmuştu: ABD’nin Irak’a vuracağı belliydi. Biz ‘bir jest yapalım, ABD’ye bir mektup gönderelim. Belli bir güçle ABD’nin Irak’taki askeri operasyonuna katılalım’ dedik. Çünkü ABD’nin müdahalesinin Irak’la sınırlı kalmayacağını, bütün Ortadoğu’nun değişeceğini düşünüyorduk. Ardından Suriye, İran, hatta Lübnan gelecekti. Şimdiki Arap baharı denen olaya benzer bir değişim bekliyorduk ve bunun taraftarı olalım istiyorduk.O noktada, bir ölçüde ikilik çıktı. Bazıları ‘ABD emperyalist bir güç, PKK ise anti-emperyalist bir hareket’ dedi. Ama bizim yaklaşımımız genel kabul gördü. Sonra biz ABD ile ilişkiye geçtik, görüşmeler oldu, fakat 1 Mart tezkeresinin kurbanı olduk. Çünkü her ne kadar Amerikan Dışişleri Türkiye yanlısı olsa da Pentagon’da Ankara’ya karşı inanılmaz bir tepki doğmuştu. Onlar PKK’nin silah bırakmasını değil, Türkiye’ye karşı savaşı sürdürmesini istiyorlardı. PKK’yi öne sürerek Türkiye’yi cezalandırma düşüncesi ön plana geçti.Dolayısıyla bizim tezler açığa düştü. Sonradan anladık ki KYB ve KDP de savaşın durmasını istemiyormuş. Sonuçta bizim çıkışımız zaman açısından denk gelmedi, aslında tarihsel açıdan geç bile kalmış olabiliriz ama bölge dengeleri buna uygun değilmiş.O dönemde AKP yeni hükümet olmuştu ama iktidara tam sahip değildi, darbe hazırlıkları vardı ve darbe niyetlilerinin savaşa ihtiyacı vardı. Tam bu sırada kongre öncesi hepimiz 13 maddelik bir metin üzerinde anlaşmış ve bunu İmralı’ya yollamıştık. Çok kızmış, ‘nerden çıkıyor bu tür projeler?’ diye öfkelenmiş ve avukatlara ‘PKK yönetiminin hiçbir yetkisi kalmadı, siz benim hem sözcüm, hem avukatımsınız, yönetim sizsiniz’ demiş. Ondan sonra toplantılar yapıldı ve savaş kararı alındı. Aslında Ergenekon savaş kararı aldırttı. Bu karar çıkınca bizim PKK’de kalmamızın da imkanı kalmadı.”Yarın: PKK-Öcalan ilişkisinin koordinatları
PKK eski yöneticisi Nizamettin Taş, İmralı sürecini değerlendirirken “İran’ı küçümseyen çok yanlış yapar.İran kesinlikle bu sürecin bir tarafıdır. Mesela geçen sene yaşanan Şemdinli ve benzeri eylemler aslında adı konulmamış bir Türk-İran savaşı olarak da değerlendirilebilir” dedi.2004 yılında PKK’dan ayrılıp PWD’yi kuranların en meşhuru Osman Öcalan olmakla birlikte, gerçek lider Nizamettin Taş’tı. Uzun yıllar PKK’nın askeri kanadında Botan kod adıyla faaliyet yürüten Taş ile Erbil’de bir lokantada bir araya geldik. Yanında, yıllarca dağda bulunmuş Hıdır Yalçın da vardı. Yalçın’la 9 yıl önce Süleymaniye’de Osman Öcalan söyleşisi sırasında tanışmıştık. Taş’la da, yine kendileriyle birlikte ayrılan Kani Yılmaz’ın Şubat 2006’da öldürülmesinin ardından telefonla bir söyleşi yapmıştım (http://rusencakir.com/PWDli-Nizamettin-Tas-PKK-icinde-daha-cok-kan-akacak-/505 )Erbil’deki sohbetimizde Yalçın çok az konuştu, Taş ise hem PKK tarihi hakkında pek bilinmeyen bazı olayları anlattı, hem de yeni İmralı sürecinin geleceği hakkında görüşlerini dile getirdi. - PKK’dan neden ayrıldınız? Sizden sonra neler oldu?Taş : Hareketin artık Genelkurmay tarafından yönlendirildiği kanaatine vardık ve ayrıldık. Ergenekoncular PKK’nın yeniden savaş ilan etmesinden istifade ederek darbe yapmak istediler ama dünya koşulları buna izin vermedi. AK Parti’yi beğenmeyebilirsiniz ama Türkiye’de temel değişimin esas olarak, biraz Menderes, biraz Özal ve nihayet Erdoğan dönemlerinde yaşandığını görüyoruz. İşte biz, değişimle elde edilen kazanımların gerilla mücadelesi sayesinde olduğunu görüyor ve bunlara sahip çıkmamız gerektiğini söylüyorduk. Mesela TRT Şeş’e niye sahip çıkmayalım? Atılan adımların tümünü AK Parti’nin iyiniyetine bağlamak mümkün müdür? Bunca bedel ödenmemiş olsa AK Parti bunlara mecbur kalmazdı. Sanki hiçbir şey kazanmamış gibi demokratik cumhuriyet için yeniden silahlı mücadele başlatmak kendimizi inkar etmek olurdu. Fakat PKK devrimci bir parti, yıkıyor; yapıcı hiçbir yanı yok. PKK dünyadaki herkesin elinde bir enstrüman, herkes ondan yararlanıyor, mesela Güney Kürdistan varlığını bir ölçüde PKK’ye borçludur, fakat PKK’nin kendisine bir yararı yok. PKK bir akrep gibi durmadan kendisini zehirleyerek tükeniyor.- Son süreç başarılı olabilir mi?Taş : Bugünkü tabloya bakacak olursak PKK, İran, Suriye, biraz Hizbullah, kısmen Çin ve Rusya cephesinde. Yani çağdışı, tasfiye edilmesi gerekenlerin tarafını tutuyor. Türkiye ise, bütün çelişkilerine rağmen ABD, Avrupa, Güney Kürdistan, kısacası statükoyu değiştirmek isteyen güçlerin cephesinde yer alıyor. İlginçtir, normalde statükodan yana olması gereken Türk devleti statükoya karşı dururken, statükoya karşı devrimci bir tavır alması gereken PKK ise ondan yana olabiliyor.- Bu durum değişebilir mi?Taş : PKK’nin şimdiki duruşu nedeniyle olmaz ancak Öcalan devlet ile birlikte başlattıkları bu süreci başarıyla yürütebilirse Kürtler yeniden etkili bir güç olabilirler. Öcalan son derece esnek ve çıkarcıdır, Türkiye ile kolaylıkla anlaşır ve böylece Kürtler de saf değiştirmiş olur. Sancılı da olsa, çok hazzetmese de PKK bu sürece dahil olabilir. Çünkü belirleyici olan hâlâ Öcalan’dır. Fakat bu Kandil’dekilerin önemsiz, etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Öcalan hapse girmeden önce PKK sadece oydu, yönetim organları göstermelikti. Ancak aradan geçen 14 yıl nedeniyle PKK yönetimini yoksaymak mümkün değil. Mesela Silvan olayıyla süreci sabote ettiler, geciktirdiler. Dolayısıyla bu sürecin onlarsız götürülmemesi gerektiği çok açık. Fakat günün birinde Öcalan “ben anlaştım, nihai karar, sonuç bu” derse kimsenin PKK’yi tümden bu sürecin karşısına çıkarma gücü yok. Çünkü PKK yönetimi başından itibaren kendisini Öcalan’a mahkum etmiştir. “Öcalansız yaşam olmaz, irademiz odur, nihai karar gücü ondadır” diyor. Öcalan’a karşı çıkmak isteyenlerse muhakkak ölümü göze almak ve İran’a sığınmak zorundadır, başka şansları yok.‘İranlılar hiçbir şey vermeden PKK’yı kullandı’- Yeni sürecin önündeki en büyük engel İran mı?Taş: İran’ı küçümseyen çok yanlış yapar. PKK kadrolarının İran kadar zorlandığı hiçbir devlet yok. İranlılar siyaseti, diplomasiyi çok iyi biliyorlar ve PKK üzerinde de çok etkililer. İran kesinlikle bu sürecin bir tarafıdır. Mesela geçen sene yaşanan Şemdinli ve benzeri eylemler aslında adı konulmamış bir Türk-İran savaşı olarak da değerlendirilebilir. PKK oralarda sadece İran adına savaştı. Herkes İran’ın öteden beri PKK’ye silah-cephane verdiğini sanır ki bu gerçek değil. PKK İran sınırını ve topraklarını kullanmış olabilir ama şimdiye kadar esas olarak İran PKK’den yararlanmıştır. Ve karşılığında hemen hemen hiçbir şey vermedi, hatta Ermenistan ve Rusya’dan gelen bazı silahlara da el koydu. İran PKK’ye ilk kez geçen sene silah verdi. İran’ın stratejisi hep savaşı başka topraklarda, örneğin Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta sürdürmek olmuştur. Dolayısıyla bu süreci sabote etmek için İran çok güçlü imkanlara sahiptir.- Paris suikastinin arkasında kim var sizce?Taş : Doğal olarak aklımıza ilk gelen İran. Zira İran bu süreci sabote etmek için elinden geleni yapacaktır. Eğer günün birinde PKK içinde bir çatlama yaşanırsa, hiç tereddütsüz İran sorumlu olacaktır. Günün birinde Irak’ta Kürtlerle Araplar arasında bir çatışma çıkarsa bunun planlayıcısı kesinlikle İran’dır. Çünkü Irak ve Suriye’den sonra sıranın kendisinde olduğunu biliyor.YARIN: Yeni İmralı sürecinin Irak boyutu
Abdullah Öcalan’ın kardeşi ve eski PKK yöneticisi Osman Öcalan’a göre, PKK kendisini yıllar önce söylediği noktaya geldi. Osman Öcalan “Kandil savaşı sürdürebilecek bir enerjiye sahip değil. Herkesten daha çok barışla isterler” dedi.Bundan yaklaşık 9 yıl önce yine foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile birlikte, yine Irak Kürdistanı’nda Osman Öcalan ile söyleşi yapmıştık. O zaman Musul’da yaşıyordu ama Süleymaniye’de buluşmuştuk, bu sefer Köy Sancak adlı ilçede, ailesiyle yaşadığı evde biraraya geldik. Öcalan ve bir grup üst düzey PKK yöneticisi örgütten ayrılıp PWD adında yeni bir parti kurmuşlardı ve ilk söyleşilerini de bize veriyorlardı.(http://www.rusencakir.com/Osman-Ocalandan-itiraflar-/317http://www.rusencakir.com/Tayyip-Erdogani-takdir-ediyorum-Ozaldan-daha-ileri/319)Geçen süre içinde Osman Öcalan iki kez evlendi, üç çocuğu oldu. Bir ara fırıncılık yapıp iflas etti, arada sırada Türk medyasına konuştu ve kendi deyimiyle umutla bekledi. Arada birkaç kez ölümden de dönmüş olduğu söyleniyor. Kendisiyle yeni İmralı sürecini konuştuk. - 9 yılda ne değişti?Öcalan: PKK önderliği o dönemde bizim bulunduğumuz noktaya geldi. O dönemde biz barışçı siyasi çözüm sürecini başlatmak istiyorduk ama PKK lideri ve yönetimi buna karşıydı. Karşıtlığını da savaşı yeniden başlatarak gösterdi. Bu 9 yıldır süren savaş bizim için hiç anlamlı değil. Her iki taraf için de kayıp yıllar oldu.- PKK 9 yıl önce devlet karşısında kendisini güçsüz hissederken şimdi daha güçlü hissediyor diyebilir miyiz?Öcalan: Fark şudur: O zaman daha dinamiktiler, şimdiyse yorgun düştüler. Gerilla sayısı daha fazlaydı, halk desteği şimdikinden az değildi, siyasi çözüm yolları tıkansa daha meşru bir savaş başlatılabilirdi. O enerjiyi tüketip yorgun düştüler. PKK’nin üst lider kadrosu dağda gerillacılık yapacak enerjiye sahip değil.- Bu arada siz ne yaptınız?Öcalan : Biraz olgunlaştık, bekledik, sonuç vermeyecek siyasi çalışmalarla kendimizi yıpratmadık, kredimizi tüketmedik. Umutlu bir bekleyiş içersinde olduk.- Bir başka parti kurmuştunuz, ne oldu ona?Öcalan : O dönemde gerek İran, gerek ABD, gerekse Irak Kürdistanı çözüme hazır olmadıkları için yeni bir oluşum ve buna bağlı olarak PKK’nın dağılmasını istemiyorlardı. Türkiye’de de AKP yeni hükümet olmuştu ama iktidarı tam olarak kontrol edemiyordu. Ergenekon hâlâ etkiliydi ve çözüm istemiyordu çünkü çözüm AKP’nin hanesine yazılacaktı. ABD de AKP’nin iktidarda tutunup tutunamayacağından emin değildi.- O zaman ABD’ye çok sıcak mesajlar vermiştiniz?Öcalan: Bugün de “ABD dünyanın önder gücüdür, herkes bir biçimde onu hesaba katmalıdır” diyoruz. Avrupa dün çözüm istemiyordu, bugün tereddütlü ama ABD artık çözüm istiyor. Çünkü AKP ile birlikte Ortadoğu’yu yeniden düzenlemek istiyorlar. Bu nedenle son İmralı süreci önemlidir, çünkü düzenleme yapmanın tam zamanıdır. Fazla zaman yok: Suriye rejimi devrilir devrilmez birkaç sene içinde herşey yeniden biçimlendirilmelidir.- Bu sefer olacak mı?Öcalan: Mecburlar, daha fazla bekletemezler. Ortadoğu’yu yeniden şekillendirilirken Kürt sorununun daha fazla Türkiye’nin elini ayağını bağlamasına taham-mülleri yok. Türkiye’de Kürtlerin yüzde 40 civarı devlete karşı kemikleşmiş durumda. Kimse kendisini geri kalan yüzde 60 ile aldatmasın, bu yüzde 40 Türkiye’yi durdurucu bir güçtür.- Bu sürecin başarısını istemeyenlerin başında İran’ın geldiği iddiasına katılıyor musunuz?Öcalan: Evet İran istemez. Ama İran’ın düşmanları çok ve gücü sınırlı, bu daha da azalabilir. Tarihte de görüldüğü gibi İran’ı sınırlandırabilecek olan esas güç, eğer gerekli ittifakları geliştirebilirse Türkiye olacaktır.- Yeni sürecin önündeki en büyük engel nedir sizce?Öcalan: Türkiye’nin mağrurluğu. Sayın Erdoğan yine “Kürt sorunu yok, Kürt kardeşlerimin sorunu vardır” dedi. Kardeşlerinin sorunu varsa Kürt sorunu var demektir zaten. Bu mağrurluğa rağmen çözüm için ideal bir hükümet var, en azından halkın yüzde 50’sinin desteğine sahip. Kaldı ki büyük sorunları hep büyük liderler çözmüştür. Sistem kurucu lider Mustafa Kemal’in ardından gelen Menderes ve Özal dört dörtlük liderler değildi. Sayın Erdoğan ise bir lider gibi davranıyor. Çözüm üretebilir, bunun sitemini kurabilir. Bu güce ve yeteneğe sahiptir.- Karşısındaysa abiniz var...Öcalan: Abim Kürtler içinde liderlik konumunda olan tek kişidir. Öcalan Kürt hareketini sıfırdan yarattı. O bir Kürt uluslaşma süreci başlattı ve bunu başardı. Sadece Türkiye’de değil, İran ve Suriye’de de Kürtlerden büyük destek görür, Irak Kürtlerinde de büyük bir saygınlığa sahiptir. Yani Kürtlerin içinde Erdoğan’dan geri bir konumda değildir. Tek başına karar alıp uygulatabilecek güç ve yeteneğe sahiptir.- O bazı kararlar alsa Kandil buna uyacak mı?Öcalan: Kandil savaşı sürdürebilecek bir enerjiye sahip değil. Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu herkesten daha çok bu sürecin barışla sonuçlanmasını isterler. Ayak sürseler bile bu gösteriden öteye gitmez. Bana göre PKK komple çözüme hazır ve Öcalan’ı dinler. Bunu cezaevleri direnişinde gördük: Bir günde hepsi durdu. Bir kere daha Apo’nun PKK’den birkaç kat güçlü olduğu gördük.- Lider kadro barış ortamına uyum sağlayabilir mi?Öcalan: Mesela bizler epey sıkıntı çektik ama ayak uydurduk, onlar da uyduracaklardır. Önemli olan Türkiye’nin toleranslı davranmasıdır. PKK’nin en büyük gücü şu anda Türkiye’de ve cezaevinde. 8 bin kişi bana mısın demiyor. Devlet sayesinde cezaevleri PKK’nin kadro eğitim alanlarına dönüştü. Onların çıkmasıyla birlikte müthiş bir siyasi patlama olur ve Kürt siyasi hareketi gücünü ikiye katlar. Dağda yorulmuş olanların, Avustralya mı olur yoksa başka bir ülke mi, bir-iki sene dinlenmelerinde fayda var. Silah bırakma tabii ki kademeli olacak, belli bir süre gerekecek.- Ya Öcalan ne olacak?Öcalan: Bu gece bir rüya gördüm: İmralı’nın kendisi ev hapsine dönüşüyor. Bence iki aşama gerekiyor: Önce İmralı’da, ardından ülkenin uygun bir yerinde ev hapsi. Daha sonraki yıllarda da tam özgürlük olmalıdır ve bu da büyük bir talep değildir.- Toparlayacak olursak, umutlu musunuz?Öcalan: Eğer çözüm olmazsa Türkiye bir iç savaşa sürüklenir. Sanırım yöneticiler de bunu görüyor. Başka tercihleri yoktur: Çözecekler, çözecekler, çözecekler. Ya çözüm ya da kıyamet. Ama bu bir mevsim önce olur, bir mevsim sonra olur, o ayrı konu.- Siz ne yapacaksınız?Öcalan: Umutla Türkiye’ye dönmeyi bekliyoruz. Orada doğduk, büyüdük, yaşadık. Umutlu bir bekleyiş içinde Başkan Öcalan’ın çözüm çabalarını destekleyeceğiz. Abim 4 Nisan doğumludur, üçüncü çocuğum geçen yıl 7 Nisan’da doğdu ve adını da Abdullah koydum. Siyasi olarak hayalimse Şanlıurfa’ya belediye başkanı olmak.‘Sakine’yi Rıza Altun öldürtmüş olmalı’- Sakine Cansız’ı tanır mıydınız?Öcalan: İyi tanırdım. Sakine’yi herkes tanırdı ama PKK içinde siyasi ağırlığı yoktu. İnatçı bir kişiliği vardı ve genel eğilimi siyasi çözümdü.- Sizce onu kim öldürdü?Öcalan: Bakın, PKK Avrupa’da faaliyetlerini Hollanda merkezli yürütürdü. 2001’de Murat Karayılan Avrupa’da başarılı olamayınca yerine Rıza Altun gönderildi. O ise Fransa’da örgütlenmeyi tercih etti. Hatırlıyorum, biz PKK’den ayrıldıktan sonra bir yerde oturuyorduk, o Nizamettin Taş’a telefon açtı ve “Sizle birlikte hareket etmek için geliyorum, yanımda bir miktar da para getireceğim” demişti. Sonra Rıza gelmedi. Fransa’da ikamet aldığını söylediler. PKK ile arasını da düzeltti. Sanıyorum, geleceğini güvenceye almak için bir kısım örgüt parasını zimmetine geçirdi. Biz de beklediğimiz desteği bulamadığımız için bizlere katılmadı, o parayı da kendine sakladı. Sakine muhtemelen Altun’un bu yaptıklarını tespit etti, üzerine gitti. Bunun üzerine Rıza rahatsız oldu. Biraz çetevari, Mafyavari bir kişiliği olduğu için o suikast gündeme geldi. Tabii elimde herhangi bir belge filan yok. Öte yandan bazı Ergenekon artıklarının yapma ihtimali de bütünüyle yadsınamaz. Ama PKK’nin örgüt yapısı Sakine’yi tasfiye etmez çünkü o hiçbir dönem PKK yönetimine tehlike oluşturabilecek bir ağırlığa sahip değildi.- Tetikçiler PKK içinden olabilir mi?Öcalan: Rıza Altun’un hem Türk derin devletiyle, hem bir dönem İran sorumlusu olduğu için İran istihbaratıyla ve nihayet Fransız istihbaratıyla iyi ilişkileri olmuştur. Dolayısıyla Ergenekon ile İran ve Fransız istihbaratları Rıza üzerinde etkili olmuş olabilirler.YARIN: ESKİ PKK YÖNETİCİLERİ NİZAMETTİN TAŞ VE HIDIR YALÇIN’DAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR
Eğer Irak Kürdistanı’ndaki bir Türk ve Türkiye realitesi varsa ki var, bunda Fethullah Gülen cemaatinin bölgede 20 yıla yakın bir süredir yürüttüğü faaliyetlerin rolü son derece önemli. Olağanüstü elverşisiz koşullara rağmen 1994’te Erbil’de ilk okulunu, Işık Koleji’ni açan cemaatin bugün Kürdistan’da toplam 18 okulu var ki bunlardan biri, ilk öğrencilerini 2008’de almaya başlayan Işık Üniversitesi. (Irak’ın güneyindeyse 12 okul var)Yazı dizimiz için cemaat okullarını ziyaret etmeyi zaten düşünüyorduk ama bu kadar kolay olacağını bilmiyorduk. Çünkü Erbil uçağında üniversitenin önde gelen isimleriyle karşılaştık. Sabah okulların koordinasyonunu yürüten Fezalar şirketinin medya sorumlusu Özgür Küçük, Dewran Radyo’nun genel müdürü Bünyamin Şen’le otelimize geldiler ve o andan itibaren cemaatin Irak Kürdistanı’ndaki tüm kurumlarının kapısı bize açıldı.20 yıl sonra gelen ziyaretHatırladığım kadarıyla bundan en az 20 yıl önce yurtdışındaki okulları gezip röportajlar yapmak için Gülen cemaatine başvurmuş, olumlu cevap alamamıştım. Benim başvurumdan bir süre sonra cemaat önce Orta Asya’daki, sonra diğer bölgelerdeki okullara yönelik çok sayıda gazeteciyi kapsayan organize turlar düzenledi. Bunlardan hiçbirine çağrılmadım, çağrılsaydım da gitmeyi düşünmedim. Yıllar sonra Londra’daki Fethullah Gülen Sempozyumu’nu izlerken, gazeteciler kentteki bir okulu ziyaret etmeye gittiğinde de kendilerine katılmadım. Çünkü cemaatin yurtdışındaki eğitim faaliyetlerini, tabii ki kendilerinin de rızasıyla, ama kendi başıma, kendi imkanlarımla izlemeyi tercih ettim. Nihayet 20 yıl sonra, hem de Irak Kürdistanı’nda Gülen hareketinin okullarını inceleme imkanını yakaladım. Aslında anlatacak fazla bir şey yok. Dünyanın dört bir yanında Gülen okullarının çok rağbet gördüğünü, üst orta sınıfların ve devlet yöneticilerinin çocuklarını bu okullara yolladığını zaten duymuştuk, aynı şey burada da geçerli. Öğrenciler kendi dillerine ek olarak İngilizce ve Türkçe (Zaten Kürtlerde Türkçe bilenlerin sayısı şaşırtıcı derecede yüksek. Son dönemde iyice artan ilişkiler nedeniyle Türkçe bilmek Kürt gençleri için daha cazip hale gelmiş) öğrenebiliyorlar. Bu okullardan mezun olanların çoğu en iyi üniversitelere, bölümlere gitme imkanına kavuşuyor.Gülen hareketi Irak Kürdistanı’nda sadece eğitimle ilgilenmiyor. Örneğin daha önce de yazdığımız gibi Türkçe, Kürtçe, Arapça müzik yapan ve epey popüler olan Dewran Radyo var ve bir televizyon kanalı da yolda. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın üç yıl önce Erbil’de bir Abant Toplantısı düzenleyip Türkiye ve Kürdistanlı aydınları bir araya getirdiğini de biliyoruz.Irak Kürdistanı’nda Gülen hareketi içinde yer alan kişilerle konuştuğunuzda çok şaşırıyorsunuz. Hareketin bulunduğu ülkelerin yönetimleriyle sorun yaşamama ilkesini biliyordum ama burada görüştüğüm kişilerin Kürt sorununa, sadece Bölgesel Yönetim’le sorun yaşama kaygısının da ötesinde özgürlükçü bir perspektiften baktıklarını gözledim. Umarım onların Kürt sorununa yaklaşımı özel olarak Gülen cemaatinde, genel olarak muhafazakâr camiada da benimsenir.Barzani senin PKK’nla niye savaşsın?Irak Kürdistanı’ndaki Gülen hareketinin hizmetlerini 8 yıldır Talip Büyük koordine ediyor. Aslen Trabzon Oflu olan Büyük’le kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. “Barzani PKK ile savaşsın” beklentilerine Büyük, “Türkiye’nin selameti için benim gibi düşünmeyen Kürtlerle savaşıyorum’ nasıl desin? Burada da bir kamuoyu var” diyor.- İlk okul 1994’te Erbil’de açılmış. O tarihlerde burada olağanüstü zor koşullar olmasına rağmen neden okul açma yoluna gidildi?Haklısınız, o tarihlerde arkadaşlarımıza “Herkes burdan kaçarken niye buraya geliyorsunuz? Deli misiniz?” diye sormuşlar. Fakat biz Türkiye’deki okul tecrübesini dünyaya taşımak istiyorduk. Önceliğimiz Orta Asya’yaydı ama burası da Türkiye’ye çok yakın olduğu için seçildi. Savaş bölgesi diye okul açmamaya kalkacak olsak, dünyada sakin yer bulmak zaten zordu, ya Amerika’ya ya da Avrupa’ya gidebilirdik sadece. Kıstas, bir bölgenin eğitime ihtiyacı olup olmamasıydı.- Burası Ankara’nın gözünde bir nevi düşmandı...Evet, Habur’dan çıkıp Türkiye’nin de, Irak’ın da tanımadığı bir yere gidiyordunuz. Bir toprağa basıyorsunu ama resmi olarak dünyada değilsin. O dönemde gerçekten çok sıkıntı yaşandı burda. Mesela bir arkadaşımız yurtdışından askerliğini uzatacak, “Biz öyle bir yeri tanımıyoruz” diyorlar. Ama sen tanısan da tanımasan da var işte.- Türk devleti okullara nasıl bakıyordu?O dönemde buralarda bir Özel Kuvvetler, bir MİT, bir de devletin tanıdığı Irak Türkmen Cephesi vardı. Başta biraz önyargılı baktılar tabii. Kürt yönetimi “Bunlar MİT galiba” diye bakarken MİT de o dönemin yaklaşımına uygun olarak “Bunlar irticacı” diyordu. Fakat bu bakış uzun sürmedi. Başka kimse yok, askerimiz ve biz varız. İster istemez birbirimize bakıyoruz. Birbirimizle alakalı görüşlerimiz, tanıdıktan sonra mutlaka değişmiştir.Sizin insanlarınızın Irak Kürtlerine yönelik önyargıları yok muydu?Büyük : Tabii ki “Bunlara bu kadar hizmet fazla” diyenler çıkmıştır ama biz bir hizmet götürürken insanın dinine, etnik kimliğine bakmayız ve karşılığında da bir şey beklemeyiz. Mesela 8 senedir burdayım ama istediğim zaman valizimi alıp gidebilirim.Böyle diyorsunuz ama toplumun bir kesimi “Beklentisi olmadan oralara niye gitsin ki!” demeye devam edecektir.Olabilir ama samimi söyleye-yim, hiçbir beklentim yok. İleriye yönelik mutlaka hayallerim vardır: Buradaki insanlar iyi yetişip iyi bir noktaya gelir ve Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirir... Ama hiçbir zaman biri diğerine egemenlik kursun istemeyiz.- Buradaki okullarda görev yapan arakadaşlarınızla, mesela Orta Asya okullarındaki arkadaşlarınızın Kürt sorunu ve Irak Kürdistanı’na bakışı aynı mı?Mesela ben buraya gelmeden önce Diyarbakır’a sadece bir kere gitmiştim. Diyarbakır’dan ötesini Türkiye olarak da hiçbir zaman algılamamıştım. “Mardin’e gidilir mi?” diyordum. Hele Hakkari, Şırnak, hiç aklımda yoktu. Medyadan ediniyoruz buralarla ilgili fikirlerimizi. Geçenlerde çok yakın bir arkadaşım gelmişti ziyarete. Bana şöyle anlattı: “Buraya gelirken havaalanında dostlarım ‘Sen de Kürdistan’a gidiyorsun’ dediklerinde tüylerim diken diken olmuştu. Korka korka geldim. Bu kadar güzel insanları gördükten sonra ‘Yaşasın Kürdistan’ bile derim.” Yani Kürtlere ve Kürdistan’a bakış algısı, biraz görerek, yaşayarak değişiyor.- Bu algının en temel nedenlerinden biri de PKK. Siz bu sorunu kafanızda nasıl çözdünüz? “Burada iş yapıyorum ama bunlar da teröristi barındırıyor” demediniz mi?Teröristi barındırdıklarını hiç görmedim. Bu algı çok yaygın ama “Barzani neden bunları Kandil’den atmıyor?” sorusu abartılı. Çünkü Barzani zamanında Türk ordusuyla birlikte PKK’ya karşı savaştı ama atamadı, bugün kendi başına nasıl atsın? Şimdi Türkiye’de geniş bir kesim Barzani’nin PKK ile savaşmasını bekliyor. Barzani senin PKK’nla niye savaşsın? O da bir lider, onun da sırtını dayadığı bir halk var. “Ben Türkiye’nin selameti için benim gibi düşünmeyen Kürtlerle savaşıyorum” nasıl desin? Burada da bir kamuoyu var.- Güneydoğu’da PKK’nın hareketinizin faaliyetlerine karşı tavır aldığını biliyoruz, burda da benzer tacizler oldu mu?Hiç olmadı. Burada belli bir huzur ortamı var onların da yararlandığı, belki kendisinin dağdaki huzuru da bozulabilir diye bunu bozmak istemiyorlardır. Biz buranın insanlarına eğitim veriyoruz ve buradaki en üst düzey yetkililerin çocukları bizim okullarımızı seçiyor. Güneydoğu’da PKK’nın halka, gençlere dönük bazı çalışmaları olduğu için bir tür hoşlaşmama olabilir. Mesela siz genci alıp eğitip üniversiteye gönderiyorsunuz. O da genci alıp eğitip belki de dağa gönderiyor. Orda bir çatışma olabilir belki ama burda böyle bir karşı karşıya gelme olmuyor.- Sizin Irak’ın güneyinde de okullarınız var. Kürtlerle Arapları karşılaştırabilir misiniz?Irak’ta kendi toprağı, bayrağı için ölebilecek bir kitle varsa bunlar Kürtlerdir. Türkiye’nin bir dönem sadece Bağdat’ı muhatap alıp Kürdistan’ı baypas etmesi ne kadar yanlış idiyse, şimdi de Bağdat’ı yoksayması o kadar yanlış. Belki Türkiye söylem olarak Irak’ın toprak bütünlüğünü savunuyor ama eylem olarak Irak’ın bölünme ivmesini artıracak bir çizgi izliyor.- Siz bölünmeyi mukadder olarak görüyor musunuz?Bölünür bölünmez, ama buradaki insanların müreffeh bir hayat sürmeleri için bölünme daha iyi olacaksa hayırlı olsun derim. Tabii ki bölünerek değil birlikte kalarak daha güçlü olmaları daha fazla tercih edilir ama bağlar çok zedelenmiş durumda. Mesela biz bugün Bağdat’ı yok sayıyoruz. Peki Bağdat bunun acısını senden çıkaramayınca kimden çıkarıyor? Tabii ki kuzeyden. Kuzey’e vurdukça o da sırtını daha fazla Türkiye’ye dayıyor.- Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin Türkiye’de de benzer bir gelişmeyi tetikleyeceğini düşünenler var.Mutlaka etkisi olur ama önce sen bir kendi Kürt problemini çöz. “Orda Kürtler müreffeh bir hayat sürerse beni kötü etkiler” demek yerine sen de kendi Kürtlerine müreffeh bir hayat sun. Aslında çok zor sorunlar da değil önümüzde olan. İnsanlar kendi dillerini, kültürlerini sürdürmek istiyor. Bunlar rahatlıkla gerçekleştirilir.- Son çözüm sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?İnşallah başarılı olur diye dua ediyorum. Başta Habur süreci gibi sekteye uğratılacak diye çok korkuyordum fakat iki sınavı da, yani Paris’teki o provokasyonu ve onların cenazesini olumlu atlattık. İnşallah olumluya doğru gider. Bu problemin bir şekilde çözülmesi lazım.- Trabzonlusunuz. Trabzon’da bir kahvede “Ben yıllarca Irak Kürdistanı’nda çalıştım” deseniz ne olur?Şöyle bir ters bakıyorlar. Kullanmam gerektiği zaman “Kuzey Irak” demiyor “Irak Kürdistanı” diyorum ama illa içinde “Kürdistan” geçen cümle kurayım da demiyorum. Buranın bir ismi var, bunu böyle kabul etmek lazım. PKK yüzünden belli bir ürkeklik oluşmuş. Bu insanların kutsal bir değer olarak gördükleri bir bayrakları var. Senin için bir bez parçası olabilir, ama bu insan için kutsalsa saygı göstermek gerekir.Okulumuzu akbabalara bırakmayız41 yıl önce kapısından içeri girdiğimde gerçek dünyayla tanıştığım okulum önceki gün yandı. Bu yangının bende ve diğer Galatasaraylılarda yaratmış olduğu acı ve hüznü tarif etmek imkansız. Ama tek bir tesellimiz var, Galatasa-raylılar okullarını rant avcısı akbabalara teslim etmeyecek kadar bilinçli ve duyarlı insanlardır, ne yapıp edip bu yarayı saracaklardır, saracağız.Yarın: Ayrılan eski lider kadroların gözüyle PKK ve yeni İmralı süreci