PKK’nın Irak’taki varlığının sorunu derinleştirmek yerine, muhtemel bir çözümü kolaylaştıracağı görülüyor. Daha sonraki aşamalarda silahsızlanma yaşanacaksa adres Irak olacak ve Iraklı Kürt liderler ve onların kurumlarına bu aşamalarda çok ciddi görevler düşecek
Yazı dizimizin ilk bölümünde Türkiye’nin Irak’taki Kürt yönetimine bakışındaki ürkekliğin, dolayısıyla buraya “Irak Kürdistanı” diyememesinin ardında üç temel kaygı olduğunu söylemiş ve bunları tartışmayı ilerki bölümlerde yapacağımızı söylemiştik. Bugü sözünü ettiğimiz üç kaygıyı ele alalım:
1- PKK’nın Kandil’de üslenmiş olması:
Türkiye öteden beri, haklı olarak PKK’nın Irak Kürdistanı’nda üsleniyor olmasından ve PKK’lıların ülkeye genellikle Irak sınırından giriş yapmasından rahatsız olmuştur. Ancak bu sorunun çözümünü Irak Kürtlerine yüklemek, bu bağlamda Mesut Barzani ve Celal Talabani’ye PKK’lıların tasfiyesini dayatmak pek gerçekçi değildi. (Bu noktada, Gülen cemaatinin Irak koordinatörü Talip Büyük söyleşimizi okumayanlara öneririm: http://www.rusencakir.com/Gulen-cemaati-19-yildir-Irak-Kurdistanina-hizmet-goturuyor/1930 )
Kaldı ki yeni İmralı süreciyle birlikte PKK’nın Irak’taki varlığının sorunu derinleştirmek yerine muhtemel bir çözümü kolaylaştıracağı görülüyor. Şöyle ki, ülke içindeki silahlı militanların Irak’a çekilmesi öngörülüyor. Daha sonraki aşamalarda silahsızlanma yaşanacaksa adres yine Irak olacak ve Iraklı Kürt liderler ve onların kurumlarına bu aşamalarda çok ciddi görevler düşecek.
2- Kürdistan tanımlamasının ister istemez Türkiye’nin bir bölümünü de içeriyor olması:
Kürtlerin yaşadığı topraklara Irak ve İran’da resmen “Kürdistan” deniyor. Suriye’de de Esad rejimi devrilirse benzer bir gelişmeye tanık olabiliriz. Bu tanım ülkemizde tam bir tabu. Bununla birlikte Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile her geçen gün gelişen ilişkiler bu tabunun aşınmasını da beraberinde getiriyor. Yine de bu tabunun aşılması, yani bu tanımın Türkiye’de de yaygın bir şekilde kullanımı için galiba epey zaman gerekiyor.
3- Bağımsız bir Kürt devletinin birleşik bir Kürdistan’ın temellerini atacak, dolayısıyla Türkiye’nin de bölünmesini tetikleyecek olması:
Birçok kişi gibi ben de Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin çok geçmeden gerçekleşeceği kanısındayım. Ancak bunun Türkiye Kürtlerini de kapsayacak bir “birleşik Kürdistan”ı zorunlu kılacağını söylemek abartı olur. Irak’ta görüştüğüm farklı kesimlerdeki Kürtlerin böyle bir arayış içersinde olduklarını gözlemedim. Öte yandan Irak Kütleri başta ekonomi olmak üzere birçok alanda Türkiye’yi kendilerine partner ve başka yerlerden gelebilecek tehditlere karşı bir tür koruyucu olarak görüyorlar. Bu nedenle daha güçlü bir Türkiye’yi tercih ediyorlar. Dolayısıyla kendi Kürt sorununu çözmüş, dolayısıyla kendi Kürtlerini yeniden kazanmış bir Türkiye’nin sadece Irak değil, Suriye ve İran Kürtlerinin en büyük dostu olması hiç de hayal değil.
Sonuç yerine
Başlığa da çıkardığım gibi yeni İmralı sürecinin yolunun Irak’tan geçtiğine inanıyorum ve Irak derken sadece kuzeyi yani Kürtleri değil tüm ülkeyi kastediyorum. Çünkü Amerikan işgalinden 10 yıl sonra Irak yeniden farklı güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olacağa benzer. Eğer Ankara, Irak’taki ve buna bağlı olarak bölgedeki dengeleri iyi tartamazsa çok büyük yanlışlara imza atabilir.
Aslına bakılacak olursa yeni İmralı süreci, Irak ve özellikle Suriye’de yapılan vahim hataları telafi edebilmek için apar topar devreye sokuldu. Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi (http://www.rusencakir.com/Kurdistan-sorununun-figurani-degil-basrol-oyuncusu-olma-firsati/1917) bölgede Kürtlerin ve PKK’nın gücünü hafife alan Ankara Suriye’de tam bir şok yaşadı. Suriye Kürtlerini, Irak Kürtleri ve Barzani üzerinden kontrol altında tutmanın mümkün olmadığı anlaşılınca bir yandan İmralı’daki Öcalan, diğer yandan Suriye’deki silahlı İslamcı gruplara başvuruldu.
Gelinen noktada Türkiye’nin, Kürdistan sorununun figüranı değil de başrol oyuncusu olma fırsatını yakaladığını, ancak yeni İmralı sürecinde hatalar yapılması durumunda bu fırsatın kaçabileceğini düşünüyorum.
Bu hataların neler olabileceğini yarın, PKK üzerinden tartışalım.
NİZAMETTİN TAŞ’A GÖRE 10 YIL ÖNCE PKK
“Saddam’a karşı Amerikan ordusuyla birlikte savaşacaktık”
9 yıl önce örgütten ayrılan PKK’nın eski yöneticilerinden Nizamettin Taş, ABD’nin Irak işgalinden önce yaşanan tartışmaları, alınan kararları ve Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla PKK’nın silahsızlanmasını nasıl engellediğini de anlattı:
“Gerilla savaşları, Soğuk Savaş’ın çelişki ve ilişkilerinden yararlanarak varlık sürdürüyordu. Sovyetler’in bitişi aslında gerillanın da bitmesi anlamına geliyordu. Ondan sonraki gerilla savaşlarının ömrünü bölgesel dengeler ve konjonktür belirler oldu. Biz de zaten savaşın nasıl devam edeceğini tartışmaya başlamıştık. Öcalan’ın yakalanması bu tartışmaları bitirdi. Çünkü PKK’nin bir ‘önderlik’ hareketi olduğu söyleniyordu. Her ne kadar birey kastedilmiyor dense de önderlikten kasıt Öcalan’dı. Dolayısıyla onun esir düşmesi PKK’nin de esir düşmesi anlamına geliyordu. Onun avukat görüşlerinde söyledikleri ve savunmasında eskisi gibi sınıf ve emperyalizm tahlilleri yoktu, çağın değiştiğini söylüyordu. ‘Bağımsız birleşik Kürdistan’ yerine ‘demokratik cumhuriyet’ tezini savunmaya başladı. Biz de PKK yönetimi olarak bütün bunları çok açık ve özgür bir şekilde tartışıyorduk. Gerilla savaşıyla elde edilecek herşeyin elde edildiğini, bundan böyle siyasetin ön plana geçmesi gerektiğini savunuyorduk.
Aslında siyasi yaklaşım, Turgut Özal dönemindeki ateşkesle öne çıkmıştı ama PKK’nin taktiksel yaklaşması nedeniyle o süreç sabote edildi. Öcalan yakalandıktan sonraysa, ‘artık yasal demokratik yollarla Kürt sorununu çözme imkanı yakalanmıştır’ dedik. ‘demokratik cumhuriyet’ için kimsenin ölmesine gerek olmadığı sonucuna vardık. Buna bağlı olarak ateşkesler sürdürüldü, isimler değiştirildi, en önemlisi PKK sistemini tümden sorgulamaya başladık. PKK’nin sadece taktik bazı değişikliklerle 21. yüzyıla ayak uyduramayacağı sonucuna vardık. Gerekirse sadece ismi değil kendisi de değiştirilerek PKK siyasi demokratik bir partiye dönüştürülmeliydi. Bu PKK’nin hakim çizgisi oldu. Kısmen, eski Marksist çizgide ısrar eden Duran Kalkan ve Mustafa Karasu’nun itirazları oldu.
O dönemde şöyle bir şey olmuştu: ABD’nin Irak’a vuracağı belliydi. Biz ‘bir jest yapalım, ABD’ye bir mektup gönderelim. Belli bir güçle ABD’nin Irak’taki askeri operasyonuna katılalım’ dedik. Çünkü ABD’nin müdahalesinin Irak’la sınırlı kalmayacağını, bütün Ortadoğu’nun değişeceğini düşünüyorduk. Ardından Suriye, İran, hatta Lübnan gelecekti. Şimdiki Arap baharı denen olaya benzer bir değişim bekliyorduk ve bunun taraftarı olalım istiyorduk.
O noktada, bir ölçüde ikilik çıktı. Bazıları ‘ABD emperyalist bir güç, PKK ise anti-emperyalist bir hareket’ dedi. Ama bizim yaklaşımımız genel kabul gördü. Sonra biz ABD ile ilişkiye geçtik, görüşmeler oldu, fakat 1 Mart tezkeresinin kurbanı olduk. Çünkü her ne kadar Amerikan Dışişleri Türkiye yanlısı olsa da Pentagon’da Ankara’ya karşı inanılmaz bir tepki doğmuştu. Onlar PKK’nin silah bırakmasını değil, Türkiye’ye karşı savaşı sürdürmesini istiyorlardı. PKK’yi öne sürerek Türkiye’yi cezalandırma düşüncesi ön plana geçti.
Dolayısıyla bizim tezler açığa düştü. Sonradan anladık ki KYB ve KDP de savaşın durmasını istemiyormuş. Sonuçta bizim çıkışımız zaman açısından denk gelmedi, aslında tarihsel açıdan geç bile kalmış olabiliriz ama bölge dengeleri buna uygun değilmiş.
O dönemde AKP yeni hükümet olmuştu ama iktidara tam sahip değildi, darbe hazırlıkları vardı ve darbe niyetlilerinin savaşa ihtiyacı vardı. Tam bu sırada kongre öncesi hepimiz 13 maddelik bir metin üzerinde anlaşmış ve bunu İmralı’ya yollamıştık. Çok kızmış, ‘nerden çıkıyor bu tür projeler?’ diye öfkelenmiş ve avukatlara ‘PKK yönetiminin hiçbir yetkisi kalmadı, siz benim hem sözcüm, hem avukatımsınız, yönetim sizsiniz’ demiş. Ondan sonra toplantılar yapıldı ve savaş kararı alındı. Aslında Ergenekon savaş kararı aldırttı. Bu karar çıkınca bizim PKK’de kalmamızın da imkanı kalmadı.”
Yarın: PKK-Öcalan ilişkisinin koordinatları