Irak’ta oluşacak bir Kürt devletinin kaçılınılmaz bir gerçek olduğunu söyleyen Kerkük’ün Kürt valisi Dr. Necmeddin Kerim “Türkiye’nin bundan tedirgin olması gerekmez” diyor.Erbil’de Fethullah Gülen hareketinin 1994’te ilk açılan okulu olan Işık Koleji’nde yöneticilerle sohbet ederken cep telefonuma bir mesaj geldi: “Kerkük Valisi Dr. Necmeddin Kerim saat 2.30’da sizi bekliyor.”Doğal olarak tüm programımızı iptal ettik çünkü Kerkük’ün statüsü konusu öteden beri Irak’ın en kritik sorunlarından biri olagelmişti. Son dönemde Şii ağırlıklı merkezi yönetimle Kürtler arasında gerilimin yeniden tırmanmasının ana nedeni yine Kerkük’tü. Sürekli olarak bombalı saldırı ve çatışma haberlerinin geldiği Kerkük’ü görmek, en üst yetkilisiyle görüşmek yazı dizimiz için olmazsa olmazdı. Sağolsun, Irak’taki cemaat okullarının genel müdürü Talip Büyük, bir jest yapıp arabasını ve kolej çalışanlarından Heriş’i şoför olarak bize tahsis etti. Sonuçta, Heriş, Erbil’den yayın yapan Dewran Radyo’nun Genel Müdürü Bünyamin Şen, foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile Kerkük’e gittik. Kentte ilk olarak Çağ Koleji’ne uğradık, müdür Zeki Akçil’i de yanımıza alarak olağanüstü güvenlik önlemleriyle korunan vilayet binasına gittik. Kerkük Valisi Dr. Necmeddin Kerim’le 2005 yılında Washington’daki Kürt Enstitüsü’nün başkanlığını yaparken tanışmış ve kendisiyle bir söyleşi yapmıştım (http://www.rusencakir.com/Irakli-Kurtler-bagimsizlik-istiyor-/372 ). Aslen nörolog olan Dr. Kerim 1976’da korumalığını yaptığı KDP lideri Molla Mustafa Barzani ile ABD’ye yerleşti ve orada yıllarca Kürtler için lobi faaliyeti yaptı. Yakın zamanda Irak’a dönen Dr. Kerim, iki yıl önce de doğduğu kent olan Kerkük’e vali oldu. Dr. Kerim sorularımızı şöyle cevapladı:- Irak’ta şu anda en kritik görevlerden birini yapıyor olmalısınız...Dr. Kerim: Evet hiç kolay değil. Çok sıkıntı var ve bunlar farklı yerlerden kaynaklanıyor. Öncelikle Kerkük’ün statüsü hâlâ netleşmedi: Kürdistan’a mı verilecek, Bağdat’a mı bağlanacak, başlıbaşına bir bölge mi olacak, Anayasa’nın 140. maddesi uygulanacak mı, belli değil.- Kerkük’ün statüsünün tüm Irak’ın geleceğini belirleyeceğini söyleyebilir miyiz?Dr. Kerim: Kerkük sorununun çözümü Irak’ın geleceğinde çok önemli bir nokta, ama Araplarla Kürtler, Sünilerle Şiiler arasında daha birçok sorun var. Eğer Kerkük sorunu çözülürse Kürtlerle merkezi yönetim arasındaki sorunların epey azalacağı da kesin.- Kerkük’te güvenlik sorunu nasıl aşılabilir?Dr. Kerim: Bu siyasi çözümle doğrudan ilişkili. Ayrıca komşu ülkeler de Kerkük’teki güvensizlik ortamından sorumlu. Örneğin Suriye’deki istikrarsızlık Kerkük’ü kötü etkiliyor; eski Baascı unsurlar özellikle Kerkük’e yoğunlaşıyorlar. Öte yandan Bağdat yönetiminin Dicle Operasyonu Gücü de güvensizlik ortamını derinleştiriyor.- Sizinle 2005’te söyleşi yaptığımızda Ankara’nın Irak Kürtlerine bakışı bugünkünden çok farklıydı. Sizce neler ve neden değişti?Dr. Kerim: Mesela Türk hükümeti Abdullah Öcalan ile görüşüyor. Bizler kimseyi öldürmediğimize göre bizimle niye görüşmesinler ki! Türkiye’de umut ve cesaret verici çok şey oluyor. Erdoğan hükümeti birçok adım atıyor çünkü bu sorundan zor yoluyla kurtulamayacaklarını anlamış durumdalar. Hepimiz sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesine destek vermeliyiz. Bizler çözüm için umutluyuz.- Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti bir ütopya mı yoksa kasçınılmaz bir olgu mu? Eğer olursa bu Türkiye’yi nasıl etkiler?Dr. Kerim: Sanıyorum bağımsız Kürt devleti kaçınılmaz bir gerçek ve Türkiye’nin bundan tedirgin olması gerekmez. 2005’te sizinle konuştuğumuzdan bu yana yaşananlara bir bakalım: Kürt bölgesinin başkanı defalarca Türkiye’yi ziyaret etti. Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve diğer yetkililer buralara geldi, başta petrol olmak üzere birçok konuda anlaşmalar imzalandı. Öte yandan bugün Irak’taki idari sistem büyük ölçüde işlemiyor, Meclis yasama görevini yerine getiremiyor, hükümet Meclis’e danışmıyor, yürütme anayasayı sık sık ihlal ediyor, Sünni ve Şiiler arasındaki gerilim tırmanıyor. İşte bütün bunlar Irak’ın tek bir devlet olarak yoluna devam edip edemeyeceğini belirleyecek.- Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti bu kadar kaygı yaratırken birleşik bir Kürdistan ihtimali Türkiye’de nasıl karşılanır? Sizce bu mümkün mü?Dr. Kerim: Her ülke Kürt sorununu kendi başına çözmelidir. Her ülkenin şartları farklı. Türkiye eğer kendi Kürt sorununu çözerse bölünme kaygılalarından da arınır. Azerbaycan örneği ortada: İran Azerbaycanı’nda daha fazla Azeri yaşamasına rağmen Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti diye onlar da bağımsızlık arayışına girmiş değiller. Eğer İran Azerbaycanı’nda yaşamak istemeyenler varsa Azerbaycan’a gidebilir. Aynı şey Türkiye Kürtleri ile Irak Kürdistanı arasında da yaşanabilir.‘Bölünme ihtimaline hazır olmalıyız’Kerkük’te Vali Dr. Necmeddin Kerim’den sonra Kerkük’teki Türkmenlerin en üst düzeydeki ismi olan İl Meclis Başkanı Hasan Turan’la görüştük. Aslen ziraat mühendisi olan Turan sorularımızı şöyle yanıtladı:- Türkmenler arasında Şii-Sünni ayrımının ön plana çıktığı, bunun da Türkmen hareketinin etkisini azalttığı söyleniyor. Katılıyor musunuz?Turan: Biz Türkmenlerin başına ister eski rejimde, ister yeni rejimde, ne gelmişse milli nedenlerle gelmiş. Zaten tarihe baktığımızda da, Osmanlı’nın buradan çekilip bir Musul sorununun doğmasıyla Türkmenlerin siyasi bir hareket ihtiyaç duymuş olduklarını görürüz. Daha önce böyle bir ihtiyaç yoktu çünkü sanki iktidar bizdik. Saddam döneminde Şii Türkmenlerin evlerinin ellerinden alınıp Şii Araplara verildiği olmuştur. Bu da olayın mezhepsel olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla ister Sünni, ister Şii olalım, biz Türkmenler için en önemli husus milli kimliğimizi muhafaza etmek, milli kimliğimizden politika üretmektir.- Türkiye’nin Irak’ın toprak bütünlüğü konusundaki hassasiyetinin zayıfladığı söyleniyor. Ne dersiniz?Turan: Şimdilik resmi bir kaynaktan bunu duymadım, ama söyleniyor. Esas sorular, Irak’ın bölünüp blünmeyeceği, bölünürse kaç parçaya ayrılacağı ve Türkmenlerin bunların hangisinde yer almasının daha doğru olacağıdır. Bütün seçenekler masada ve bizim de stratejilerimizi bu sorular etrafında belirlememiz gerekiyor. Öte yandan bölgesel denklemin de ciddi şekilde bozulduğunu, özellikle Suriye’de yaşananların Irak’ı çok etkilediğini görüyoruz. Ayrıca Türkiye-İran ilişkileri de Irak’taki tüm grupları doğrudan etkiliyor. İlginçtir, Amerikalılar sadece askeri olarak değil siyasi açıdan da Irak’tan çekiliyorlar. Örneğin Demokratlara en yakın düşünce kuruluşlarından Brookings 118 sayfalık bir rapor hazırlamış ve içinde bir kez bile Irak geçmiyor. Yani Irak ya bölgesel güçlere bırakılacak ya da Iraklılar kendi kaderlerine terk edilecek.- Irak’ın geleceği konusunda Türkmenlerin tercihi nasıl?Turan: Bana göre Irak anayasasını sahiden tatbik edersek Irak’ı parçalanmaktan kurtarabiliriz. Anayasadaki federal sistemi hakiki bir şekilde hayata geçirmek şart. Bağdat hariç 15 il federasyon olursa çok sıkıntı ortadan kalkar.- Bölünme kaçınılmaz olursa Türkmenlerin tercihi ne olur?Turan: Bizim “Türkmeneli” dediğimiz, Telafer’den başlayan, haritası olan bir bölgemiz var. Eğer Araplara, Kürtlere ayrı ülke veya bölge hakkı verilirse Türkmenlere de aynı hakkın verilmesi lazım. Unutmayın, Irak’ın en zengin yerleri Türkmen bölgesinde yer alıyor: Petrol ve doğal gaz var. Çok zengin oluruz, size de petrolümüzü satarız.- Ankara’nın Bağdat ve Erbil ile ilişkilerinde yaşanan değişimler sizi nasıl etkiliyor?Turan: Türkmenler hem Bağdat’taki merkezi yönetimin, hem Erbil’deki Kürt yönetimin kontrol ettiği bölgelerde yaşıyor. Bu iki merkezle Ankara’nın ilişkilerinin iyi olması bizim rahat ve huzurumuz için çok iyi olur.- Mesela Bağdat yönetimi Ankara ile yaşadığı sorunların acısını Türkmenlerden çıkarabilir mi?Turan: Bu Saddam döneminde oldu ama medyanın bu kadar etkili olduğu bir çağda bu tür davranışlar pek mümkün gözükmüyor. Demokrasi iddiası olan Irak yönetiminin “Türkiye yanlış yaptı” bahanesiyle Türkmenlere zulmetmeye kalkması kendisini zor durumda bırakır.YARIN: IRAK KÜRDİSTANI’NDA GÜLEN HAREKETİ REALİTESİ
En son 2004 yılında, PKK’dan yeni ayrılmış olan Osman Öcalan ve arkadaşlarıyla söyleşi yapmak için gelmiştim Irak Kürdistanı’na. Foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile Habur’dan Zaho’ya geçmiş, karayoluyla Süleymaniye’ye gitmiştik. İşgal ve savaş sürüyordu. Aklımda en çok, yol boyu sık sık karşımıza çıkan güvenlik kontrolleri, bir de yoksulluk görüntüleri, ayrıca karmaşa ve belirsizlik hissi kalmış.9 yıl sonra yine İlker ile bambaşka bir Kürdistan’la karşılaştık. Güvenlik önlemleri sürüyor ama gevşemiş; karmaşa azalmış, yoksulluğun yerine refah ve kalkınmanın, hatta lüks tüketimin görüntüleri almış. En önemlisi, belirsizlik büyük ölçüde ortadan kalkmış. İlk iki günün izlenimlerinden şu sonucu çıkarabilirim: Irak Kürtleri acele etmemekle birlikte attıkları her adımla bağımsızlığa daha fazla yaklaşıyorlar. İlginç olan, bağımsız devlet yolunda Türkiye’ye çok güvenmeleri, Türkiye deyince de Diyarbakır’dan çok Ankara’yı, ama en fazla da İstanbul’u düşünüyor olmaları.Her yerde Türkiye ve TürklerBu sefer Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan, tıkabasa dolu bir Airbus’la, THY ile Erbil’e uçtuk. Son derece modern ve tabii ki Türk şirketlerin inşa etmiş olduğu Erbil Havalimanı’ndan aynı ölçüde modern, Koç Grubu’nun işlettiği Divan Oteli’ne geçtik.Bindiğimiz ilk takside şoför, buralarda hayli popüler olan Radyo Dewran’ı dinliyordu ve buradan Mahsun Kırmızıgül bize Türkçe “yıkılmadım, ayaktayım” diye sesleniyordu. Unutmadan, Türkçe, Kürtçe ve Arapça müzik yayını yapan Radyo Dewran’ın Fethullah Gülen hareketine ait olduğunu not edelim. Irak Kürdistanı’nda ilk okulu 1994’te açmış olan cemaatin bugün burada 30’a yakın okulu bulunduğunu, bunlarla ilgili röportajımızı ilerki günlerde yayınlayacağımızı da duyurmuş olalım.İlk iki gün boyunca Kürt ve Kürdistan realitesini daha iyi anlamak için attığımız her adımda, yaptığımız her görüşmede Türk ve Türkiye realitesiyle karşılaştık. Irak Kürdistanı’nın Türkiye ile, Irak Kürtlerininse Türkiye’de sadece Kürtlerle değil herkesle yoğun bir ilişki içinde olduğunu veya olmak istediğini gördük. Ama potansiyeli hayli yüksek olan bu ilişkinin çeşitli nedenlerle dört dörtlük yaşanamadığı da muhakkak.“Kuzey Irak” neresi?Neden diye sorulacak olursa, galiba öncelik önyargı, tabu, kaygı ve vehimlerde. Örneğin daha isimlendirmede ciddi sorunlar yaşanıyor. Bilindiği gibi Türk kamuoyu ve devlet, bu bölgeyi hep coğrafi olarak tanımlamak istedi ve adını “Kuzey Irak” koydu. Ancak Irak Kürtleri, “Kuzey Irak” adlandırmasından son derece rahatsız oluyor ve bunu bir tür hakaret olarak görüyorlar. “Eğer” diyorlar “illa coğrafi yönle tanımlayacaksanız buraya ‘Güney Kürdistan’ deyin!”İdari olarak bu bölgenin resmi adı “Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi”. Medyamız ve devletimiz ise bunun yerine “Irak Bölgesel Kürt Yönetimi” demekte ısrar ediyor. Garip olan, daha adını bile tam olarak söyleyemediğimiz bu yapıyla nerdeyse “stratejik” olarak tanımlanabilecek ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştiriliyor.Bu ürkekliğin ardında üç temel kaygı var: 1) PKK’nın Kandil’de üslenmiş olması; 2) Kürdistan tanımlamasının ister istemez Türkiye’nin bir bölümünü de içeriyor olması; 3) Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin oluşması halinde bunun birleşik bir Kürdistan’ın temellerini atacağı, dolayısıyla Türkiye’nin de bölünmesini tetikleyeceğine diar kaygılar.Bu kaygıların ne derece isabetli olduğunu ilerki bölümlerde tartışacağız.Yarın: Kerkük izlenimleri
Dün Teşvikiye Camii’nde toplanan sevenleri, Mehmet Ali Birand’a yakışan bir cenaze töreni yaşandığında hemfikirdi. Durumu en iyi eşi Cemre Birand’ın şu sözleri özetliyor olsa gerek: “Mehmet Ali görse buna bayılırdı. Tam onun istediği gibi bu renkli, çiçekli böcekli ortamdan çok mutlu olurdu.”Her şeyden önce Mehmet Ali abinin cenazesinin Hrant Dink’in anmasıyla aynı güne denk gelmiş olması, ailesinin de ifade ettiği gibi buruk ama her ikisi ve onları sevenler için onur verici bir raslantıydı.Ayrıca, mesela basın ordaydı: Patronlardan, genel yayın yönetmenlerine, köşe yazarlarından muhabirlere, anchorman’lerden kameramanlara kadar. En yakın mesai arkadaşlarından en ciddi rakiplerine kadar medyanın ünlü-ünsüz çok sayıda ismi Birand’a son görevlerini yerine getirdi. Televizyon kanalları da en çok onun meslektaşlarına sordular “Birand’ı nasıl bilirdiniz?” diye. Hatta zamanında ona en büyük kötülülükleri etmiş olduğunu bildiğimiz bazılarının kanal kanal dolaştıklarını da gördük.Devlet oradaydı: Öncelikle tabii ki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. İkilinin tanışıklığı ve dostluğu yıllar öncesine dayanır. Aynı şekilde TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la da öyle.Asker oradaydı: Türkiye’de TSK tabusuna ciddi bir biçimde el atan ilk kişi “Emret Komutanım” adlı çalışmasıyla Birand’dır. Yine Türkiye’de TSK tarafından mağdur edilen gazetecilerin başında da o gelir. Dün cenazede çok sayıda komutan da vardı. Bereket artık ülkemizde generallerin yüzlerini ve isimlerini ezberleme zorunluluğumuz kalmadığı için kim olduklarını bilmiyorum, fazla dert de etmiyorum.Siyasetçiler oradaydı: CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, eski genel başkan Deniz Baykal, Hüsamettin Özkan’ın da aralarında olduğu gibi bir dizi eski siyasetçi, milletvekili...Tabii arkadaşları, dostları da. Ama en önemlisi, belki hayatlarında Birand ile bir kez bile el sıkışmamış, kendisiyle bir dakika bile konuşmamış ama yıllar boyunca onu evlerinde ağırlamış insanlar oradaydı.Beklenmedik ölümü, Birand’ı aslında ne kadar çok, tahminimizin ötesinde sevmiş olduğumuzu görmemizi sağladı. Allah herkese, hele bir gazeteciye, hele popüler bir gazeteciye böyle bir cenaze nasip etmez. O bunu fazlasıyla hak etmişti.İki sitemBirand benim hem meslekten, hem okuldan (Galatasaray Lisesi), hem kulüpten (Galatasaray) büyüğümdü. (Bilmeyenler için, Galatasaray Lisesi’nden mezun olanların hepsi Galatasaraylı değildir)Dün basın camiasının ona son görevini büyük ölçüde yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Ama okul ve kulüp için aynı şeyi söylemem maalesef mümkün değil.Mehmet Ali Abi her vesileyle, Galatasaray’da okumasıyla hayatının olumlu anlamda değiştiğini söylemiştir. Okula karşı borcunu defalarca yerine getirmiş olduğunu da biliyoruz. Gönül isterdi ki Mekteb-i Sultani, ismi kendisiyle özdeşlemiş Birand’a son yolculuğunda sahip çıksın. Detayları bilmiyorum, umrumda da değil. Umarım sorumlular bu durumu telafi ederler.Galatasaraylı futbolcular önceki gün ellerinde Birand’a saygı pankartıyla Kasımpaşa maçına çıktılar, kollarına siyah bant taktılar ve saygı duruşunda bulundular (Bir de yenilmeselerdi çok iyi olacaktı ya neyse!) Fakat dünkü cenazede tabuta iliştirilen bir GS kaşkolunun ötesinde kulübü pek göremedik (ya da ben görmedim).Birand’ın ilkokuldan beri arkadaşı olan Başkan Ünal Aysal, en kısa sürede onun adını yaşatacak adımları atacaklarını söylemiş. Umarım öyle olur. Örneğin haftaya Beşiktaş maçı öncesi Ali Sami Yen TT Arena’ya, oranın müdavimlerinden Birand damga vurur.Bir kez daha Mehmet Ali Abi’ye, “seni çok özleyeceğiz” diye seslenmek istiyorum. Allah rahmet eylesin.Toktamış Hoca’ya da elvedaCenazeye giderken yolda Prof. Toktamış Ateş’i de kaybetmiş olduğumuzu öğrendim. Bir zamanlar çok sık karşılaştığımız Hoca’yı bir süredir uzaktan izleyebiliyordum. Onun toplumun alabildiğine kamplaştığı dönemlerde risk alarak vermiş olduğu barış, hoşgörü ve diyalog mesajları çok değerliydi.Allah rahmet eylesin.
Dün Vatan dahil birçok gazete, Paris’te öldürülen üç PKK’lı kadının Diyarbakır’daki cenaze töreni hakkında Başbakan Erdoğan’ın yaptığı “samimiyet testi” saptamasını manşete çıkarttı. İlk bakışta çok da haksız sayılmazlardı, ama dikkatli bir okumayla, merkez medyanın bu sınavı esas olarak, hatta sadece cenazeye katılacak olanlar için düşündüğü anlaşılıyordu. Halbuki samimiyetini kanıtlaması gereken devlet başta olmak üzere başka kesimler de vardı ve medya da bunlardan biriydi.Nitekim dün Diyarbakır’daki töreni düzenleyenler ve katılanlar, “Aman Habur gibi olmasın”, “provokasyon yaşanmasın” uyarılarının abartılı olduğunu gösterip bu sınavdan başarıyla çıktılar. Ama yüzbinlerce kişinin katıldığı ve barış arzu ve taleplerinin ön plana çıktığı, baştan aşağı haber değeri taşıyan bu töreni görmezden gelen televizyon kanallarımız, tıpkı Uludere/Roboski faciasında olduğu gibi, bu samimiyet sınavından da sınıfta kaldı. Hatta sınava girdiği bile söylenemez.Barış trenine binmekten korkanlarKuşkusuz dünkü gibi olaylar haberciler için risklidir, ama profesyonellik de bu riskleri en aza indirmek, muhtemel bir krizi iyi yönetmek anlamına gelir. Ne var ki bizde medya epey bir zamandır, o bildik tabirle, “demirden korkup trene binmeme”yi ana strateji bellemiş durumda. Yani yanlış yapıp, muhtemel krizleri yönetemeyip siyasi iktidarı ürkütmemek, kızdırmamak adına hiçbir şey yapmamayı tercih ediyor.Medyanın ne olur ne olmaz diye “barış treni”ne de binmemesi, binse bile en ufak tökezlemede trenden atlamak için hazırda beklemesi yeni İmralı sürecinin başarıya ulaşma şansını iyice azaltacaktır. Çünkü bu sürecin hedefine ulaşabilmesi için bu ülkede iyice açılmış olan mesafelerin yeniden kapatılması, hayli aşınmış olan kardeşlik duygularının yeniden kuvvetlendirilmesi şart ve tüm bunlar için medyanın aktif ve pozitif katkısı elzem.Fakat yeni İmralı sürecini, sadece bir tarafın adım atması gereken bir süreç gibi görme ısrarını sürdüren, bütün adımlarını siyasi iktidara göre ayarlayan medyamız barış treninin yolculuğunu ciddi bir şekilde sabote ediyor.*****Seni çok özleyeceğiz Mehmet Ali Abi...Eğer sağlık koşulları elverseydi Mehmet Ali Birand, dün gece 32. Gün’de, cenaze töreninde çok önemli mesajlar vermiş olan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ı konuk edecek onunla hem Paris suikasti ve cenaze törenini, hem de yeni İmralı sürecini konuşacaktı. Anaakım medyanın sembol isimlerinden biri olmakla birlikte sürekli olarak ondan birkaç adım önde giden Birand’a da bu yakışırdı. Ama olmadı...İlklerin adamıydı Birand. Gazeteciler askerlerin önünde düğme iliklerken o “Emret Komutanım”ı yazdı. Yıllar sonra herkes asker tabusuna dokunmada birbirlerini çiğner oldu.Herkesin “teröristbaşı” diye uzak durduğu Abdullah Öcalan ile ilk söyleşiyi o yaptı. Bu yüzden aleyhine çok şey söylendi, başına çok iş açıldı; yıllar sonra devlet aynı Öcalan’ı merkeze alarak Kürt sorununu çözmeye çalışıyor. Türkiye’de evrensel anlamda gazeteciliğin örneklerini veren, dünyada yaşanan her değişimi yerinde, ana aktörleriyle görüşerek aktaran ve en önemlisi bu mesleğe nice değer yetiştiren, sivil, demokrat bir gazeteciydi.CNN Türk’ün kuruluş sürecinde birlikte çalıştığım, sık sık kavga ettiğim ama hep kendisinden bir şeyler öğrendiğim Galatasaraylı Mehmet Ali Abi’yi çok özleyeceğim. Kaybımız çok büyük. Allah rahmet eylesin.
Türkiye’nin gündeminde yeni İmralı süreci, Paris suikastı ve öldürülen 3 PKK’lı kadının cenaze töreni var. Ankara’nın gündeminde de doğal olarak aynı konular, daha yoğun bir şekilde var. Dün Meclis’te hem AKP, hem BDP grup toplantılarını izleyip Başbakan Erdoğan ile BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ı dinledim; her iki partiden çok sayıda kişiyle sohbet etme imkanı buldum. Nasıl bir sonuca vardığım sorulacak olursa, tabii ki öncelikle, herkesin kabul ettiği gibi yeni İmralı süreci çok zor geçecek. Paris suikastı bunu çok açık bir şekilde gösterdi. Ama hiç tereddüt etmeden, sürece yönelik iyimserliğimin arttığını söyleyebilirim.Çünkü gördüğüm kadarıyla PKK’nın silahsızlandırılması sürecinde rol alan aktörler, bunun her iki taraf için belki de son şans olduğunun farkında. Yine temel aktörler, sürecin başarıyla sonuçlanmasını istemeyen odakların ellerinden geleni yapacaklarını da çok iyi biliyor. Her ne kadar iktidar partisi Paris suikastinde “PKK içi hesaplaşma”yı, BDP de “Türk Gladyosu”nu işaret etse de, taraflar, tetiği kim çekmiş olursa olsun, olayın gerçek sorumlularının süreci sabote etmek isteyenler olduğunda anlaşıyor.“4 partiyle yeni anayasa zor”Bu bağlamda, telefonla görüştüğüm Mehmet Öcalan’ın, önceki gün ziyaret ettiği Abdullah Öcalan’ın “Derin güçler yine devrede. Herkes çok çalışmalı. Yoksa bunun ardından başka hamleler de gelebilir. Özellikle cenazelerde sağduyu hakim olmalı” şeklindeki uyarılarını aktarmak isterim. Zaten anladığım kadarıyla bu süreçte Öcalan’a tahmin edebileceğimizin ötesinde kritik bir rol düşüyor: Bir yandan her türlü etki ve manipülasyona açık olan Kürt siyasi hareketini, özellikle de PKK’yı aktif bir şekilde süreçte tutmak; diğer yandan bu hareketin kitle tabanının çözüm umudunu diri tutmak; öte yandan hükümetle belli bir güven ilişkisi tutturmak ve nihayet Türk kamuoyunun kaygı ve hassasiyetlerini gözetmek.Öcalan’ın bu kaygı ve hassasiyetler nedeniyle, örneğin “demokratik özerklik” ısrarından vazgeçmiş olduğunu; benzer bir şekilde yeni anayasada “Kürt” tabirinin geçmesini de talep etmediğini öğrenmiştik. Dün Ankara’da bu konuyla ilgili olarak bir başka şey daha öğrendim: Yeni anayasada en temel sıkıntının Kürt sorunu nedeniyle yaşanacağını, 4 partili ortak komisyonun bu konuda uzlaşamayacağını düşünen Öcalan şöyle bir pratik çözüm önerisi geliştirmiş: Anayasanın Kürt sorunuyla ilgili bölümlerini, iktidar partisine son kongre öncesi katılmış olan ve yönetime giren iki isim, Has Parti eski Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile Anayasa Mahkemesi eski raportörü Osman Can kaleme alsın.Yeniden “analar ağlamasın” çizgisiSürece yönelik iyimserliğimin artmasının bir diğer nedeni dün Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşmaydı. Yine ayrımsız tüm muhalefet partilerine çattığının, hazmı zor eleştiri ve suçlamalar yönelttiğinin; bazı sözlerinin insanları süreç hakkında karamsarlığa sevk etmesinin mümkün olduğunun farkındayım. Bununla birlikte, tıpkı ilk açılım döneminde olduğu gibi, Erdoğan’ın, asker-PKK’lı ayrımı gözetmeksizin tüm anaların acısınasahip çıktığını, yeniden “analar ağlamasın” söylemine döndüğünü görmek sevindirici ve ümit vericiydi.Bir diğer ümit verici nokta, Erdoğan’ın her ne olursa olsun kesinlikle süreçten geri adım atmayacaklarının altını kalın çizgilerle çizmiş olmasıydı. Daha önceki deneyimler nedeniyle, özellikle Kürt siyasi hareketinin ve Kürt sorununun barışçı çözümüne inanan Türk demokratlarının Erdoğan’a epey bir ihtiyatla yaklaştıkları ortada. Olabilir, ancak süreç çok hızlı başladı ve taraflar burdan geri dönüşün isteseler de mümkün olmadığını idrak etmiş durumdalar.Şimdi önümüzde üç PKK’lı kadının cenaze törenleri var. Eğer Türkiye bunu kazasız belasız atlatırsa, muhtemelen BDP eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak, DTK eşbaşkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ile birlikte İmralı’ya görüşmeye gidecek ve böylelikle, iktidar partisinden etkili bir ismin saptamasıyla “Paris suikastini düzenleyenlere açık bir cevap” verilmiş olacak. Türkiye pekala bunu başarabilir.
Özellikle 1960’lı yılların sonu 1970’li yılların başlarında uluslarası eroin ticaretinin en bilinen güzergahı Türkiye-Fransa-ABD arasındaydı. Genellikle Korsika mafyası tarafından kontrol edilen bu ağa The French Connection (Fransız Bağlantısı) adı veriliyordu. Ama “French Connection” tabiri, 1971’de William Friedkin’in çektiği, Gene Hackman, Roy Scheider ve Fernando Rey gibi usta oyuncuların rol aldığı 5 Oscar ödüllü Amerikan filmiyle popüler oldu. Dört yıl sonra Hackman ile Rey, John Frankenheimer’in yönettiği The French Connection II’de de rol aldılar. Bu iki filmle birlikte “French connection” tabiri popüler kültüre girdi ve markalaştı.Bu uzun girişten sonra, Paris’te 3 PKK’lı kadının ölümüyle sonuçlanan suikastin ardından yaşanan gelişmeler üzerine kaleme aldığım yazıya neden “French connection” başlığını seçtiğimi izah etmek isterim. Aslında nedeni çok basit çünkü suikastin ardından bu yazıyı yazdığım ana kadar hiç ama hiçbir şey gelişmedi. Geliştiyse bile, Fransız yetkililer olan bitenler hakkında kamuoyunu bir nebze olsun aydınlatabilecek hiçbir açıklama yapmadılar. Bu durum da doğal olarak bu suikastte şu ya da bu şekilde bir Fransız bağlantısı olduğunu düşündürtüyor.Üç vahim zaafBiraz daha açacak olursak, Fransız güvenlik ve istihbarat yetkililerinin üç vahim zaafıyla karşı karşıyayız. Birincisi, tabii ki Paris’in göbeğinde, PKK’nın en önemli kurumlarından birinde, örgütün Avrupa’daki en önde gelen yöneticilerinden biri (Sakine Cansız) ile Fransa sorumlusu (Fidan Doğan) ve yanlarındaki Leyla Saylemez’in profesyonel bir şekilde katledilmiş olması. Normal şartlarda Fransız güvenlik birimlerinin 24 saat kontrol ettiği varsayılabilecek bir büroyla kişilerden söz ettiğimiz için bu suikastin nasıl gerçekleşmiş olduğu bile başlıbaşına bir soru işaretidir.İkinci olarak, diyelim ki Fransız güvenlik birimleri gaflete düştü ve bu suikasti engelleyemedi; şu ana kadar failleri ve olayın arkasındaki gerçek sorumluları saptayamamış olmaları da kesinlikle anlaşılır gibi değil. “Nerden biliyorsun saptamadıklarını?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Kuşkusuz saptamış ve bunu kamuoyundan gizliyor olabilirler ama onların şu ya da bu nedenle eğer ellerinde varsa, böylesine kritik bir bilgiyi açıklamayı ertelemelerinin Türkiye’deki barış sürecine ne kadar zarar verdiğini herhalde biliyorlardır.KuşkularSon olarak, şu ana kadar suikastin faillerinin yakalanamamış olmasının da Fransız güvenlik birimleri için çok vahim olduğunu, vahim olduğu ölçüde şaşırtıcı olduğunu vurgulamak şart.Bazı okurlar, dünyanın dört bir tarafında nice siyasi suikastin aydınlatılamadığını, dolayısıyla Fransız devletinin zaafını abarttığımı düşünebilirler. Ancak benim gibi Fransız kültürüyle yetişmiş, bu ülkede, onu az buçuk tanıyabilecek kadar kalmış ve hükümetler kim olursa olsun Fransız devletinin Kürt sorununa çok yakın ilgisini bilen biriyseniz, suikastin kendisi, sorumluların saptanmaması ve zanlıların yakalanmaması (veya saptama ve yakalamada geç kalınması) gibi hususlardan ister istemez kuşkulanırsınız.Eğer Fransa bu tür kuşkulardan rahatsızsa, bu suikasti bir an önce hiçbir tereddüte yer bırakmayacak ölçüde aydınlatması gerekir. Buna paralel olarak Fransız devletinin, Türkiye’nin Kürt ve PKK sorunlarını çözmek için başlatmış olduğu yeni sürece destek verdiğini de, yine tereddütlere yol açmayacak şekilde beyan etmesi zorunlu.Bir başka zorunluluğuysa şöyle özetleyebiliriz: Yeni İmralı sürecinde kendimizden başka kimseye güvenmemeyi öğrenmek.
Ne zaman Kürt ve PKK sorunları söz konusu olsa hemen akla iki tanımlama gelir: Güvercinler ve şahinler. Çünkü Kürt siyasi hareketinin “ılımlılar” (yani güvercinler) ve “sertlik yanlıları” (yani şahinler) olarak nerdeyse ortadan ikiye bölünmüş olduğu düşünülür; özellikle şahin kanadın bazı ülkelerle taşeronluk ilişkisi içinde oldukları ileri sürülür.Güvercin-şahin ayrımının Kürt hareketini anlamada ne kadar işlevsel ve yararlı olduğu yolunda farklı görüşler var. Şahsen, bu ayrımın bir yere kadar anlamlı; güvercin bilinenlerin kolaylıkla şahin, şahin bilinenlerin de kolaylıkla güvercin pozisyonları aldıkları düşünülecek olduğunda pekala kafa karıştırıcı olabileceğini düşünüyorum.Kalpsiz kargalarÖte yandan güvercin-şahin ayrımının sadece PKK değil devlet için de geçerli olduğunu akılda tutmak lazım. Örneğin Kürt sorununun çözümü açısından son derece berbat bir yıl olan 2009’un bitiminde kaleme aldığım yazıda (http://rusencakir.com/Guvercinler-sahinler-ve-de-kargalar/1246), o tarihte yaşadığımız sorunların büyük ölçüde Kürt hareketindeki değil, devlet içindeki “güvercinler-şahinler” ayrımından kaynaklandığını ileri sürmüş ve şöyle devam etmiştim: “Aslına bakılacak olursa bu yanlış gidişatın birinci derecede sorumlularını ‘şahin’ değil de ‘karga’ olarak adlandırmak daha isabetli olabilir. Bunların ortak özelliği, siyasal ve toplumsal hareketleri esas olarak ve bazı durumlarda sadece istihbarat raporlarıyla anlamaya kalkmaları; yerinde ve derinlikli gözlemlere yönelmemeleri; bir analist için en çok elzem olan ‘şeytanın avukatlığı’nı yapmaya asla niyetlenmemeleri ve en önemlisi işin içine hiçbir şekilde kalplerini katmamalarıdır. Diğer bir deyişle gerçekten Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünü canı gönülden istememeleridir.”Daldan dalaDevletin, Abdullah Öcalan’ı merkeze alarak, PKK’nın silahsızlandırılmasını hedefleyen yeni bir süreç başlatmış olduğunun anlaşılmasıyla birlikte verilen tepkileri hatırlayalım: Bir yanda bir çözüm umudu yakalndığını düşünen, temkinli ya da değil bir iyimserlikle sürece destek veren “güvercinler”; karşılarında devletin Öcalan ve PKK ile görüşmesini asla kabullenemeyen, sorunun yegane çözümünün askeri operasyonlardan geçtiğine inanmayı sürdüren “şahinler” ve nihayet suret-i haktan gözüküp, yani müzakere fikrine mutlak bir şekilde karşı çıkmayıp, daha hiçbir şey belli olmadan “boşuna hayale kapılmayın, burdan bir şey çıkmaz” diye kötümserlik pompalayan “kargalar”.Örneğin bir önceki açılım sürecinin ortasında yarı yolda bırakılmanın verdiği kızgınlıkla bazı aydınların bu sefer hükümete mesafeli yaklaşması; kredi verdiğini açıklaması üzerine Başbakan Erdoğan’ın kaba bir şekilde Kemal Kılıçdaroğlu’nu terslemesi gibi normal sayılabilecek olaylar kargaları epey sevindirdi. Ama en büyük mutluluğu hiç kuşkusuz Paris suikastiyle yaşadılar.Öncelikle suikasti PKK içi çatışmaya bağlayıp bunun üzerinden “PKK müzakere konusunda tekvücut değil” propagandası yaptılar. “Yıllarca devlet tarafından muhatap alınmak istenen örgüt neden böyle bir aşamada yan çizsin ki!” gibi itirazlar halinde hemen ikinci senaryoyu devreye soktular: PKK’nın silah bırakmasını istemeyen dış güçler.Yuvaları devlet içindeAslında “dış güçler” ihtimali sürece samimi olarak destek verenler tarafından da büyük ölçüde benimseniyor, ama ortada çok büyük bir fark var: Türkiye’nin ne yapıp edip barışa ulaşmasını isteyenler, her türlü provokasyona rağmen yeni İmralı sürecine destek verirken, “karga” olarak tanımladığımız çevreler kestirip atıyor: “Bu dış güçler o kadar güçlü ki, onlara rağmen bu süreç tamamlanamaz!”Neden böyle yapıyorlar, niye Türkiye’nin kötülüğünü istiyorlar, bilemem. Ama bildiğim bir şey var, “kargalar” hâlâ devlet içinde yuvalanıyor, devletin bazı kesimleri tarafından yemleniyor; hatta bu süreçte önemli sorumluluklar üstlendiğini bildiğimiz bazı kişiler nedense onlarla iyi geçinmeye çalışıyor.Küçük bir hatırlatma: Besle kargayı oysun gözünü!
Yeni İmralı sürecinin temel tartışma kavramlarından birinin “haysiyet” olacağı anlaşılıyor. Hatırlayalım: Arkadaşım Osman Bostan’ın Kürt sorununun çözümü için “Türklerin kaygılarını, Kürtlerin haysiyetini gözeten bir denge”nin şart olduğu yolundaki tespitini ilk kez 2.5 yıl önce bir yazımda kullanıp bunu başlığa çıkarmıştım.(http://rusencakir.com/Turklerin-kaygilari-Kurtlerin-haysiyeti/1307) Daha sonra yeni İmralı süreci başlayınca bir başka yazımda (http://rusencakir.com/Devlet-Ocalani-kullanip-atacak-mi/1913) bu tespiti tekrarlayınca, beyaz Türk şovenizminin sözcülüğü misyonuna talip olan Ertuğrul Özkök “Ya Türklerin haysiyeti ne olacak?” diye karşı çıktı ve Bu ülkede ‘Türk’üm’ diyebilmek, ‘Kürt’üm’ demekten daha zor bir hale gelmiştir” diyebildi.Meraklıları Özkök’ün bu sözlerine çok kişinin cevap vermiş olduğunu biliyor. Çok istiyor olabilir ama onunla herhangi bir polemiğe girmenin, ister istemez girilmişse de bunu uzatmanın hiç anlamı yok. Ancak “Kürt sorununu çözmek isterken Türk sorunu çıkartılmasın” şeklinde özetlenebilecek uyarının gerçekçi olup olmadığını tartışmak sürecin selameti için hayırlı olacaktır.Öncelikle bu argümanın yeni olmadığını, AKP hükümetinin Kürt açılımını başlattığında da çok kullanılmış olduğunu, hatta bu itirazla açılıma mesafe alanların bazılarının kısa bir süre sonra “Türklerin kaygılarını” hayli geri plana iten pozisyonlara savrulmuş olduklarını hatırlatalım.Hakların değil imtiyazların terkiPeki Kürt sorunu nasıl Türk sorununa dönüşebilir? Herhalde bu soruya sadece, “Kürtlerin taleplerini yerine getirmek için Türklerin bazı hakları gaspedilirse, Kürt sorunu çözülür belki ama bu sırada Türk sorunu çıkarılmış olur” diye cevap verilebilir. Halbuki ne kimlik temelli bazı haklar talep eden Kürtler, ne de onların bu taleplerine destek veren kişiler, bunların gerçekleşmesi için Türklerin mağdur edilmesini talep ediyorlar. Ama şurası kesin, Kürtlerin (ve sayıca az olan diğer toplulukların) bazı taleplerinin yerine getirilmesi için, kimi durumlarda sayıca çok olan toplulukların bazı “imtiyazları”ndan mahrum edilmeleri gerekebilir. Galiba esas endişe bu imtiyazların sona ermesi ihtimalinden kaynaklanıyor.Dünyanın dört bir tarafında, benzer durumlarda, egemen topluluklar, eşit yurttaşlık mücadelesi veren kesimler yüzünden ellerindeki bazı ayrıcalıklarını kaybetmenin telaşına düşmüş ama bunları sonsuza kadar korumaları mümkün olmamıştır. Eğer hep birlikte bu topraklarda yaşamaya devam edeceksek, bizde de temel hak ve özgürlükler konusunda tüm yurttaşların eşit olması şarttır ve eninde sonunda bu gerçekleşecektir.Hep birlikte kazanmak içinNe zaman Kürt sorunundan söz etsek birilerinin şu tür itirazlarıyla karşılaşıyoruz: “Nedir bu Kürt sorunu, bana anlatabilir misiniz?” “Sahi Kürtler ne istiyor?” “Kürtlerle etle tırnak gibiyiz, düşmanlarımız aramıza nifak sokuyor.” “Birbirimizden kız alıp vermişiz.” “Benim de Kürt arkadaşlarım var.” “Kürtler ne istiyor da olamıyor?”Ülkedeki Kürt realitesiyle yüzleşmemek için üretilen bu tür sızlanmaların zaten varolan Kürt milliyetçiliğini daha da kışkırttığını görüyoruz. Nitekim hâlâ “Kürtler ne istiyor?”dan, “Kürtlerden ne istiyoruz?”a gelinememiş olması nedeniyle ülkemiz hızla tehlikeli bir noktaya doğru savruluyor.Bu açıdan bakıldığında yeni İmralı sürecinin Türkiye için belki de son şans olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu sürecin başarılı olması için, barış ortamıyla birlikte, başta Türkler olmak üzere tüm ülkenin zenginleşeceğini, çünkü Kürt sorununun elimizdeki potansiyelleri verimli kullanma imkanımızı sabote ettiğini tüm topluma anlatabilmek gerekiyor.Özetle, hep birlikte kaybetmek yerine hep birlikte kazanacağımız bir Türkiye istiyorsak, eşit yurttaşlığı tesis etmek zorundayız. Bunun için önce “Türkiye Türklerindir”den “Türkiye herkesindir” noktasına gelmemiz şart. Bu olursa, gerisi de kolaylıkla gelecektir.