Adını İmralı koydum

14 Şubat 2013

14 yıl önce bugün PKK lideri Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Ülkeyi DSP lideri Bülent Ecevit’in başbakanı olduğu azınlık hükümeti yönetiyordu. Öcalan’ın teslimi DSP ve Ecevit için tam bir doping etkisi yaptı. Çünkü iki ay sonraki genel seçimlerde DSP büyük bir çıkış yapıp yüzde 22 oyla birinci parti oldu, Ecevit de MHP ve ANAP ile birlikte kurulan koalisyon hükümetinde yeniden başbakanlığı üstlendi.Ecevit’in “Öcalan’ı ABD bize neden teslim etti, anlamış değilim” demiş olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz bir başka şey daha var: ABD neden teslim etmiş olursa olsun Ecevit, Öcalan’ın devletin elinde olmasını kalıcı çözüm için bir fırsat olarak görüp gereğini yapmadı, yapmaya da kalkışmadı. Bunun yerine Öcalan’ı PKK’nın yeni eylemlerine karşı bir tür “koz”, daha açık söylemek gerekirse “rehine” gibi kullanmaya çalıştı.Öcalan üzerinde asker tekeliDSP-MHP-ANAP koalisyonunun ardından tek başına iktidara gelen AKP’nin de benzer bir stratejiyi benimsediğini gördük. Her geçen gün daha fazla iç içe geçen PKK ve Kürt sorunlarını kalıcı bir şekilde çözmek yerine bunlar yine halının altına süpürüldü. Öcalan genellikle seçim dönemlerinde, örgüte “ateşkes” talimatı vermesi için hatırlandı. Nihayet bu yılın başından itibaren Öcalan’ın Kürt siyasi hareketi üzerindeki gücü açıkça kabullenilip İmralı Adası’nın ana üs olduğu yeni bir süreç için start verildi.“Seçimle işbaşına gelmiş hükümetlerin Öcalan realitesini kabul etmelerinin önündeki en büyük engel nedir?” diye sorulacak olursa, herhâlde tereddütsüz “asker” cevabı verilir. Cevap doğru olabilir ancak bazı tanıklıklardan, aynı askerin Öcalan realitesini çok iyi bilip kabullenmiş, onun üzerinden gerek Türkiye’de, gerekse bölgede birtakım manipülasyonlara kalkışmış olduğunu da öğreniyoruz. (Umarım bu tanıklıklar iyice artar ve belli bir sistemle derlenir de “İmralı’nın gizli tarihi” hakkında daha fazla bilgi sahibi oluruz.) Dolayısıyla 14 yılın büyük bölümünde TSK’nın Öcalan’ı tekeline almak ve seçilmişlerin ona ulaşmasını engellemek istediğini söyleyebiliriz.BİRAND’IN SÖZLERİEvet, bir süredir durum değişti ancak hâlâ bazı sorunlar mevcut. Örneğin hükümetin bazı önde gelen isimleri Öcalan’a aşırı bir anlam yükleyip Kürt siyasi hareketinin diğer öğelerine karşı son derece dikkatsiz bir üslup benimsiyor. Garip olan, Öcalan’a bu kadar merkezi bir misyon biçip ona çok dar bir meşruiyet alanı tanıyor olmaları. Düşünsenize ondan adıyla bile söz etmiyorlar. Ne zamandır siyasi literatürümüzde “Abdullah Öcalan”ın adı yok, yerine “İmralı” deniyor. Bu gülünç durumun zamanla sona ereceğini düşünüyor ve vefatından kısa süre önce Mehmet Ali abinin (Birand) bir televizyon programında söylediklerini hatırlatmak istiyorum: “En sonunda da Öcalan affedilir. Buna ihtiyaç vardır. O zaman Öcalan bir parti lideri olur. Bu demokrasinin gereğidir. Bugün Arafat olmuştur, Şimon Perez olmuştur. Öcalan da terörist, Arafat da terörist. Öcalan eğer çok gecikilmezse günün birinde Meclis’e de girebilir. Bunu yaparsa ancak Tayyip Erdoğan yapabilir.”*****Kendini iktidara göre ayarlayan medyayla barış gelmezTürkiye’de anaakım medyanın PKK ve Kürt sorunları hakkında bugüne kadar yaptığı haberler içinde yanlış ve/veya yalan olanların sayısının doğru haberlerden açık ara fazla olduğunu çekinmeden söyleyebiliriz. Devletin her söylediğine (çoğunlukla gönüllü olarak) inanma huyu günümüzde de sürüyor. Son olarak Diyarbakır’da panzer tarafından ezildiği iddia edilen Şahin Öner’in ölümünü medyanın bir bölümü, Vali Mustafa Toprak’a inanarak, “atmak istediği bomba elinde patlayınca öldü” diye verdi. Ne var ki otopsi raporuyla yalan haberleri ellerinde patladı.Barış sadece bir tarafın adım atmasıyla gerçekleşemez. Hele kendisini tümüyle siyasi iktidara göre ayarlayan medyayla barış hiç gelmez. Eğer bu son sürecin başarılı olmasını istiyorsak biz gazeteciler eski alışkanlık ve reflekslerden arınmalıyız.

Devamını Oku

Deniz Baykal ile “son akşam yemeği”

13 Şubat 2013

Dün Meclis’te partilerin basına açık grup toplantıları alıştığımız ve rahatsız olduğumuz gerginlikleri ve polemikleri pek yaşamadık, daha doğrusu az yaşadık. Bu nedenle dün Meclis’in en önemli olayı CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, kendi talebi üzerine gerçekleşen basına kapalı grup toplantısında partili milletvekillerine 90 dakika konuşmasıydı.Baykal’la, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun katılmadığı toplantıdan kısa süre önce Meclis kulisinde karşılaştık ve uzun uzun sohbet ettik. Çok sayıda gazeteci ve az sayıda CHP’linin katıldığı sohbetin ana konusu hiç kuşkusuz Baykal’ın neden böyle bir konuşma yapmak istediği ve neler söyleyeceği oldu.CHP eski lideri, “Neden?” sorusuna çok net bir yanıt verdi: “Çünkü kamuoyu nezdinde, CHP’nin kritik konularda birlikte hareket etmediği yolunda bir algı oluşturuldu. Bu doğru değil. Bunu bir kere daha göstermek gerekiyordu.”Hangi konuları ele alacağı sorumuzaysa Baykal, “iktidar partisinin yalanlarını” cevabını verdi ve şunları sıraladı: Ergenekon, AB üyeliği, yeni sivil anayasa ve Kürt açılımı.CHP eski liderine göre Başbakan Erdoğan bu konuların hepsini, zamanı geldiğinde rafa kaldırılacak projeler olarak gördü, ama kamuoyuna gerçeği söylemedi ve işi bittikten sonra bunlardan vazgeçti. Ergenekon konusunda Tuncay Güney’in son sözlerini, AB konusunda Şangay Beşlisi çıkışını, anayasa konusunda ise BDP ile birlikte referanduma gitme sözlerini kanıt olarak gösteren Baykal, yeni İmralı sürecinin de Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçiş için kullandığı bir enstrüman olduğu görüşünde.Nitekim Baykal’ın kapalı toğlantıda partisinin milletvekillerine, CHP’nin ana misyonu olarak “ulus devlet”i savunma ve Ortadoğu’nun yeniden dizaynına karşı durmayı gösterdiğini öğrendik. Onun dile getirdiği görüşlerin büyük ölçüde CHP içinde “ulusalcı” olarak bilinen kişi ve çevrelerinkiyle örtüştüğü ortada. Kılıçdaroğlu parti içi tartışmalarda açık ve net bir tavır belirlemediği için Baykal’ın ona zarar verdiğini söylemek ise pek mümkün değil. Bununla birlikte CHP’nin eski liderinin bir tür sahalara dönüş yaptığını söyleyebiliriz.“Sahalara dönmüyorum”Kulisteki sohbetimizin gördüğü yoğun ilgide cesaret alarak Baykal’a şöyle bir soru yönelttim: “Hâlâ çok popüler olduğunuzu görüyoruz. Yoksa birazdan yapacağınız konuşma sahalara döndüğünüz anlamına mı geliyor?”Deniz Bey bu sorum üzerine bir kahkaha attı ve “kesinlikle öyle bir şey yok. Sahalara dönüyor değilim. İlla bir ad vermek gerekirse ‘Hz. İsa’nın son akşam yemeği’ demek daha doğru olur!”Dün Baykal’ı son derece dinç ve dinamik gördüm. Bu nedenle onun “son akşam yemeği” benzetmesine, her ne kadar çok zekice bulsam da, pek itibar edemiyorum. Türkiye’nin içinden geçtiği bu son derece kritik süreçte ana muhalefet partisinin yetersiz performansını düşününce (mesela Kılıçdaroğlu’nun dünkü zayıf grup konuşmasını dinleyince) Baykal’ın önünün epey açık olduğunu görmek ve bu nedenle daha çok konuşma yapacağını, yapabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.Eski manşeti hatırlattıDeniz Bey ile dün Meclis kulisinde eski günleri de yad ettik ve dolayısıyla Temmuz 2007 seçimleri öncesi çıkan “Seçimleri kazanamazsak Rodos’a kadar yüzerim” (http://rusencakir.com/Baykal-Secimi-kazanamazsak-Rodosa-kadar-yuzerim/785) manşetini de konuştuk. Daha doğrusu kendisi hatırlattı.

Devamını Oku

Başbakan Erdoğan’ın zehir içmesine gerek yok

11 Şubat 2013

DHA’nın geçtiği bir habere göre Başbakan Erdoğan önceki gün Kayseri’de katıldığı bir toplantıda, yeni İmralı süreci üzerine sorulan sorulara şöyle cevap vermiş: “Terörü bitirmek için ne gerekiyorsa yaparım. Terörün bitmesi için zehir içeceksin deseler içerim. Siyasi hayatımın biteceğini de bilsem, öleceğimi de bilsem bu zehri içerim. Yeter ki terör bitsin. Yıllardan beri terör devam ediyor. Terörün bitmesi için ne gerekiyorsa onu yapacağız. Gittiğim her ilde de ‘terörü bitirirsen sen bitirsin’ diyorlar. Bu benim asli görevim.”Erdoğan’ın “terörü bitirmek”ten PKK’nın silahsızlandırılmasını kastettiğini biliyoruz. Ama çok esaslı bir fark olduğu da ortada. O PKK’yı, geleneksel devlet çizgisinin dışına çıkarak, yani “çatışarak” değil de “müzakere ederek”, yani ikna ederek devre dışı bırakmaya çalışıyor.Peki bu uğurda zehir içmesi gerekecek mi? Yeni İmralı sürecinin kamuoyuna açıklanmasından bu yana bir aydan biraz fazla bir zaman geçti ve bu süre zarfında yaşananlardan hareketle kimsenin zehir filan içmesi gerekmediğini, gerekmeyeceğini söyleyebiliriz.İmralı-Kandil hattıYeni İmralı süreci başladığında bunun kaderini üç temel aktörün, yani Başbakan Erdoğan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın belirleyeceğini söylemiş ve her üçünün bu süreçteki artıları ve eksilerini ele almıştık (http://rusencakir.com/Uc-temel-aktor-Ocalan-Fidan-ve-Erdogan/1912).Şu ana kadar üç aktörün de eksilerinin geri planda kalıp artılarının öne çıktığını görüyoruz. Ayrıca gerek devlet, gerekse Kürt siyasi hareketi içindeki ikincil rolleri üstlenmiş aktörler de genellikle sorumluluklarının gereğini yerine getiriyorlar. Bu noktada, İmralı’ya hangi siyasetçilerin gideceği, bunları kimlerin belirleyeceği gibi tartışma ve krizler tabii ki önemli ancak süreci akamete uğratacak ölçüde belirleyici değil.Buna karşılık, ilk günlerde Kandil’den gelen “ne olup bittiğinden haberimiz yok” şeklindeki şikâyetlerle artık karşılaşmıyoruz. Herhalde İmralı’ya giden Ahmet Türk ile Ayla Akat Ata’nın kendilerini bilgilendirmesinin ötesinde bazı başka mekanizmalar da inşa edilmiş, yani MİT, İmralı ile Kandil arasında doğrudan teması bir şekilde sağlamış olabilir. Eğer durum böyleyse, yasal siyasetçilerin İmralı ziyareti, “fonksiyonel” olmaktan çok “sembolik” bir anlam taşıyacak demektir.Kritik haftaAdalet Bakanı Sadullah Ergin’in “Çözüm süreci hızlandıkça sabotaj ihtimali de azalır” sözü hükümetin elini çabuk tutmak istediğinin göstergesi. Bu nedenle içinde bulunduğumuz hafta kritik bir öneme sahip. Öcalan’ın 1999’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinin yıldönümüne, yani 15 Şubat’a kadar, bir mutabakata varılmış olduğunun açıklanması çözüm sürecini alabildiğine hızlandırabilir.Öcalan ile Fidan arasında bir mutabakata varıldığı, Kandil’in de bundan haberdar olup onay verdiği ileri sürülüyor. Eğer bu doğruysa, ki öyle gözüküyor, bir sonraki adım da muhtemelen, BDP’li siyasetçilerin İmralı’da Öcalan ile görüştükten sonra bu mutabakatı kamuoyuna açıklaması olacaktır.Bu aşamada yine “İmralı’ya kim gidecek?” sorusu karşımıza çıkıyor. Galiba bu soru, bir sorun olmaktan çıkmak üzere. Normal şartlarda BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, muhtemelen yine Batman Milletvekili Ayla Akat Ata ile birlikte Öcalan’la görüşmeye gitmesi bekleniyor. Eğer siyasetçiler İmralı’ya gitmezse, o zaman Öcalan ile Fidan’ın mutabakata varmış oldukları yolundaki haberlerin asılsız olduğunu düşünmemiz gerekir. Çünkü tarafların hiçbirinin okyanusu geçip çayda boğulma gibi bir lüksü yok, olmamalı.

Devamını Oku

Burak’ı Drogba, Sabri’yi Eboue kamçılamış

10 Şubat 2013

G.Saray dün TT Arena’da, bu sezonun en rahat galibiyetlerinden birini aldı. Oyunun temposunu istediği gibi ayarlayan sarı-kırmızılılar kalelerinde hemen hemen hiçbir tehlike yaşamadılar. Rakip kaleye de pek fazla gittikleri söylenemez ancak her yarıda birer gol atmayı rahatlıkla becerdiler. Üstelik iki haftadır forma şansı bulamayan Burak her iki gole de imza atarak müthiş bir dönüş yaptı. Herhalde onun 90 dakika eksilmeyen hırsında, maçı locadan izleyen Didier Drogba’nın transferi etkili olmuştur.Ama maçın esas yıldızının Sabri olduğu kanısındayım. Hele ilk yarının sonunda kalecinin kurtardığı şut gol olsaydı galiba uzun süre konuşulurdu. O da Afrika Kupası’ndan dönen Eboue nedeniyle hırs yapmış olabilir, bakalım Fatih Terim sonraki maçlarda ikisi arasında nasıl bir tercih yapacak.Dün Sabri’nin başarısında, önünde oynayan arkadaşı Hamit’in katkısı çoktu. Hamit yine gol atamadı ama ilk golü attırdı, daha önemlisi Antalyaspor defansını çok yordu. 2. golü yaratan Amrabat ise takımının ortalamasının altında seyretti. Eğer Amrabat gününde olsaydı, ilk kez ilk 11’de sahaya çıkan Sneijder’le birlikte çok iş kotarabilirdi.SNEIJDER NİHAYETDün tabii ki gözler locadaki Drogba ile sahadaki Sneijder’deydi. G.Saray tribünleri Hollandalı yıldızı çoktan benimsemiş durumda, onun akıl dolu her pası fazlasıyla alkış aldı ve daha tam hazır olmamasına rağmen 80 dakika oyunda kalması sarı-kırmızılı taraftarları sadece Süper Lig değil Şampiyonlar Ligi için de umutlandırdı.Süper Lig demişken, dün Antalyaspor sanki G.Saray’ın ardından 2. olan değil, ortalarda yerini garantilemiş veya kümede kalma umudunu kaybetmiş bir takım gibiydi. Daha önceki deneyimlerden hareketle çekişmeli ve zor bir maç bekleyenler son derece pasif, etkisiz bir Antalya ile karşılaşınca hayal kırıklığı yaşadılar.Sonuçta misafir takım herhangi bir gayret göstermeyince G.Saray da kendisini fazla yormadı ve yorulmadan şampiyonluk yolundaki ciddi bir engeli aşmış oldu. Ama geride çok da heyecanlı ve zevkli olmayan bir maç kaldı.

Devamını Oku

İmralı’ya kim gitsin?

7 Şubat 2013

Geçen yıl bu günlerde İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya, KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner, eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve diğer MİT görevlilerinin ifadelerini alabilseydi ne olurdu? Mesela bugün İmralı’ya hangi milletvekillerinin gideceğini değil, hangi milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılacağını konuşuyor oluyorduk.Tek başına bu örnek bile Türkiye’nin nasıl bir badire atlatmış olduğunu göstermeye yeterli olabilir. Ancak bazı engellerin aşılmış olması, “yeni İmralı süreci” adını verdiğimiz girişimin önünün sonuna kadar açık olduğu, olacağı anlamına kesinlikle gelmemeli. Çünkü içerde ve dışarda, Türkiye’nin, içiçe geçmiş olan PKK ve Kürt sorunlarını çözmesini isteyenler kadar istemeyenler de var ve bu odaklar tahminlerimizin ötesinde güç ve imkanlara sahipler.Çok kırılgan bir süreç şu yaşadığımız. Tarafların birbirlerine güvenleri hiçe yakın bir noktada ki bu hiç de şaşırtıcı değil. Süreci sabote etmek isteyenler de bu karşılıklı güvensizliği tırmandırmak, tarafları birbirlerine karşı kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar, yapacaklar. Diğer bir sabotaj stratejisi de, tarafların kendi içlerindeki farklı görüş ve eğilimleri kızıştırıp bölünmeler, yarılmalar yaratmak: Örneğin süreçten şu ya da bu nedenle rahatsız olan PKK ve devletin güvenlik bürokrasisi içindeki bazı kişileri/grupları ayrı ayrı veya koordineli bir şekilde provokatif eylemlere yönlendirmek.Milletvekillerinin misyonuŞu aşamada gündemimizde, hızla siyasi bir polemiğe dönüşen, Başbakan Erdoğan’ın “İmralı’ya, Abdullah Öcalan ile görüşmeye şu milletvekilleri gidebilir, şunlar gidemez” dayatması var. Acaba buradan sürece zarar verecek bir kriz doğar mı? Bu soruyu cevaplamak için Öcalan’la görüşecek olan milletvekillerine nasıl bir misyon yüklendiğine bakmak lazım. Eğer onlardan sadece Öcalan’ın söylediklerini dışarıya, yani Kürt siyasi hareketinin tabanına, ama özellikle PKK’ya aktarmaları bekleniyorsa pek bir sorun yok demektir. Ancak bu milletvekillerine sürecin yasal boyutunun taşıyıcılığı gibi bir sorumluluk yüklenecekse, o zaman temsil kabiliyeti en yüksek olanların gitmesi gerekir.Herkes risk alıyorBaşbakan’ın, BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak ile DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’u, Şemdinli’de kameralar önünde PKK militanlarıyla kucaklaştıkları için veto etmesi, kendi siyasi kaygıları açısından bakıldığında anlaşılır bir şey. Lakin müzakerelerin merkezine Öcalan’ı oturtup, buna ek olarak PKK yönetimiyle doğrudan görüşme mekanizmaları geliştirip iki milletvekilini “siz teröristle kucaklaştınız” diye masaya oturtmamaya kalkmak bu sürecin ruhuna hiç uygun değil. Kaldı ki iktidar partisi ne kadar siyaset yapıyorsa BDP’liler de bir o kadar yapıyor; AKP’nin “taban ne der” derdinin aynısı BDP’de de mevcut.Normal şartlarda İmralı’ya kimin gideceği tartışmasından çok ciddi sorunlar çıkmaması gerekir. Eğer bu görüşmeler sistemli olarak ve sık aralıklarla yapılacaksa, ki öyle olacağını düşünüyorum, her iki tarafın da hassasiyetlerini gözeten bir ekip oluşturulabilir. Tarafların orta bir noktada buluşmasında Öcalan’ın müdahalesine ihtiyaç duyulabilir.Ancak “İmralı’ya kim gidecek?” tartışmasının ortaya çıkardığı çok daha önemli bir sorun var. Öcalan ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan arasında sağlanmış olduğunu varsaydığımız uyum ve anlayışın izi siyasetçilerde pek yok. Kaba tabirle konuşacak olursak, taraflar birbirlerine güvenmediklerinden olsa gerek, arkalarını kollamaktan önlerine pek bakamıyorlar.Tarafların her biri sadece kendisinin risk aldığını düşünüyor. Halbuki bu sürecin başarısızlığa uğraması halinde her iki taraf da çok ağır, ölümcül yaralar alabilir. Ve bu gerçeği görmemekte inat ettikleri takdirde kendileriyle birlikte bütün ülkeyi de ateşe atabilirler.

Devamını Oku

MİT krizinin birinci yılında bilanço

6 Şubat 2013

Geçen yıl bugün, İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner, eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve iki MİT görevlisini KCK soruşturması kapsamında ifade vermeye çağırmıştı. İddiaya göre Savcı Sarıkaya MİT’çileri PKK ile yapılan görüşmelerle ilgili de sorgulayacaktı. MİT’in PKK ile hükümetin bilgi ve onayıyla görüştüğü bilindiği için savcının bu adımı, yargının yürütmeye müdahale girişimi olarak görüldü. Buna karşılık Başbakan Erdoğan ilk andan itibaren MİT yöneticilerine sahip çıktı; yeni bir yasal düzenlemeyle onları koruma altına aldı.Siyasi tarihimize “MİT krizi” olarak geçen bu olayı özellikle iktidar partisine yakın bazı yazarlar “7 Şubat süreci” olarak tanımladılar. Bu adlandırmada “28 Şubat süreci”nden esinlendikleri kesindi. Nitekim 28 Şubat’ta yürütme üzerinde “askeri vesayet” kurulduğunu, 15 yıl sonra 7 Şubat günüyse bu sefer “yargı vesayeti” kurulmak istendiğini ileri sürdüler.Belli bir haklılık payı olduğu muhakkak, lakin MİT krizinin tam olarak “neden” patlak verdiğini açıklamada bu iddia yetersiz kalıyor. Aradan geçen bir yıl içinde “Neden?” sorusunun cevabının mutlak ve ikna edici bir şekilde verildiğini söyleyemeyiz.Yargı vesayeti arayışıSeçenekleri sırayla ele alalım ve öncelikle sözünü ettiğimiz “yargı vesayeti” iddiasına bakalım: Türkiye’de özellikle yüksek yargı organlarının ordu ile birlikte yürütmeyi bir tür vesayet altına almış olduğunu biliyoruz. AKP hükümeti, özellikle 2007 genel seçimlerinden sonra bu vesayet zincirini kırmak için çok uğraştı ve bu noktada büyük ölçüde özel yetkili mahkemelere güvendi. Nitekim Ergenekon, Balyoz ve benzeri soruşturmalarla askeri vesayet büyük ölçüde geriletildi; 12 Eylül referandumuyla onaylanan anayasa değişiklikleriyle de hem HSYK, hem de yüksek yargı organları yeniden yapılandırıldı.Fakat MİT krizi bize yargının tam anlamıyla hükümetin kontolünde olmadığını net bir şekilde gösterdi. (Gerek Cumhurbaşkanı Gül, gerekse Başbakan Erdoğan’ın TSK mensuplarının yargılanma süreçlerine ciddi itirazları olduğunu da sonradan gördük) Üstelik bazı yargı mensuplarının “hükümete rağmen” hareket etmelerinin tek başına onları “bağımsız” kıldığı da söylenemezdi. Ayrıca aynı yargı mensuplarının Emniyet’teki bazı polis şefleriyle koordineli bir şekilde hareket ettikleri de ileri sürülüyordu. Görüldüğü gibi “yargı vesayeti” iddiası beraberinde yeni bir “derin devlet” veya Ferhat Ünlü’nün tabiriyle “paralel devlet” iddiasını da beraberinde getiriyor. Neden MİT?Diyelim ki amaç “yargı vesayeti” kurmaktı, peki niye MİT hedef alındı? Bir yıl boyunca bu konuda değişik haber ve yorumlarla karşılaştık. Örneğin MİT’in tam da bölge allak bullakken böylesine hedef alınmasında mutlaka bir “dış bağlantı” bulunması gerektiğini savunanlar oldu. Bu bağlamda farklı devlet adları zikredildi.İkinci olarak, MİT’in, güvenlik bürokrasisinde yaşanan tepeden tırnağa değişime ayak uydurmadığı için hedef alındığını iddia edenler de oldu. Ancak genç Müsteşar Fidan’ın, Gül ve Erdoğan’ın çok geniş desteğine sahip olması bu noktada kafaları karıştırdı. “Demek ki bu değişim hükümeti rahatsız ediyor” yorumları ve buna bağlı olarak MİT’e “son kale” yakıştırmaları yapıldı. Nitekim MİT krizinden sonra güvenlik bürokrasisinde yapılan değişiklik ve düzenlemelerin hemen hepsi MİT’in lehine oldu.Üçüncü olarak, MİT’in PKK konusunda bir süredir devlet içindeki “müzakereci” kanadın bir tür merkezi olduğu için hedef alındığı ileri sürüldü. Savcının Oslo görüşmelerini bir suç gibi görmesi de bu iddiaları kuvvetlendirdi. Öte yandan KCK soruşturmaları kapsamında MİT’in PKK içindeki unusrlarının önemli bir bölümünün deşifre edilmiş olduğunun da altı çizildi.Bir yıl sonra baktığımızda Hakan Fidan’ın “en makbul” birkaç bürokrat arasında yer aldığını, ona savaş açanların büyük kısmının kızağa çekildiğini veya etkisini kaybettiğini görüyoruz. Daha önemlisi, bir yıl önce yargının hedef aldığı MİT, PKK ve Kürt sorunlarının çözümü yolunda hayli ümit veren yeni bir süreci yürütüyor ve görüldüğü kadarıyla toplumun büyük bölümünün de desteğini alıyor. Dolayısıyla bir yıl önce patlak veren krizin bugünkü “yeni İmralı süreci”nin önünü kesmek isteyenlerin ürünü olduğunu pekala düşünebiliriz. Toparlarsak, MİT ve Hakan Fidan, bu kriz nedeniyle epey yıprandılar ama sonuç itibariyle kazançlı çıktılar. Peki kim kaybetti?

Devamını Oku

PKK konusunda devlet Hanefi Avcı’nın dediğine geldi

5 Şubat 2013

Önceki gün Savcı Sadrettin Sarıkaya, Devrimci Karargâh Davası’ndaki mütalaasında, eski emniyet müdürü Hanefi Avcı hakkında 49,5 yıla kadar hapis cezası istedi. İşin hukuki yönü hakkında çok şey söylendi, daha da söylenecek. Biz bugün Sarıkaya ile Avcı karşılaşmasının daha sembolik olan bir başka boyutunu ele alalım.Sarıkaya, bildiğimiz gibi, geçen yıl bu tarihlerde, özel yetkili savcı kimliğiyle MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner ve eski müsteşar yardımcısı Afet Güneş başta olmak üzere MİT’in üst düzey yöneticilerini KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırmıştı. Sarıkaya, MİT yetkililerini özellikle “Oslo süreci” diye anılan PKK ile görüşmeler hakkında sorgulayacak, belki de tutuklanmalarını isteyecekti. Siyasi tarihimize “MİT krizi” olarak yerleşen bu olayın bir tarafında PKK ile görüşme yanlısı MİT, karşı tarafındaysa bu stratejiye karşı çıkan Emniyet ve onunla uyum içindeki bazı özel yetkili savcı ve yargıçlar vardı. Dolayısıyla Sarıkaya, devlet içinde Kürt ve PKK sorunları konusunda yaşanan ayrışmada “güvenlikçi” olarak tanımlanan bloğun simge isimlerinden biri oldu.Avcı’nın uyarı ve önerileriHanefi Avcı ise, genellikle MİT’in uhdesinde olduğu düşünülen “müzakereci” çizginin emniyet içindeki önde gelen savunucularından biri oldu. Avcı PKK ve Kürt sorunlarını iyi bildiği iddiasındaydı. Özellikle 1984-1992 yılları arasında Diyarbakır’da görev yapmış olduğu ve PKK’nın ilk ciddi silahlı eylemleri olan Eruh ve Şemdinli baskınlarını 15 Ağustos 1984 günü gerçekleştirdiği düşünülürse bu iddianın mesnetsiz olduğu pek söylenemez. Nitekim Avcı yıllar sonra, “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat” adlı kitabının önemli bir bölümünü iç içe geçmiş bu iki soruna ayırdı.İlginçtir, kitabı çıktıktan sonra Avcı’yı itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapan çevreler ve bunların medyaya iliştirdiği isimler, onun Kürt ve PKK sorunları üzerine yazdıklarını da epey köpürttüler. Ancak Ağustos 2010’da bir karalama kampanyasına malzeme olabilen “Şimdi de ‘Öcalan ve PKK ile görüşülemez’ deniyor. Peki kiminle görüşülecek? Sorun oradaki sıradan halk değil ki. Sorun, davanın şahsında somutlaştığı Öcalan ve örgüttür. Onlarla görüşülmeden hangi sorun halledilebilir? Daha doğrusu onlardan başka konuşacak bir muhatap var mı ki? Bugün muhatap alınacak herkes ancak oradan izin aldığı zaman konuşabilir” türü yaklaşımlar bugün devlet politikası hâline gelmiş durumda.Geç oldu, temiz olsunAvcı kitabında, PKK ve Öcalan’ın o tarihlerdeki duruş ve tavırlarını “Türkiye için bulunmaz şart” olarak nitelemiş ve şöyle yakınmıştı: “Türkiye bu nimetin farkında değildir. Bu savaşın bitmesi için bütün şartlar olgunlaşmış ve her şey hazırdır. Örgüt, devlet istese ve planlasa dahi öngöremeyeceği kadar iyi bir noktaya gelmiş ve çok iyi bir fırsat yakalanmış olmasına rağmen, devlet hâlâ bu fırsatın farkında değildir.”Yeni İmralı süreci ile birlikte devletin, geç de olsa Avcı’nın dediği noktaya geldiğini görüyoruz. “Geç oldu ama temiz olsun” diyelim.Yazıyı bitirirken iki not:1) Kimi birbirine benzeyen, kimi de çelişen “takvim” haberleri dışında yeni İmralı süreci hakkında pek fazla haber çıkmamasını işlerin iyiye gittiğinin işareti olarak görüyorum. Paris suikastına ve bir şekilde MİT ile irtibatlandırılmak istenen Ömer Güney adlı zanlıya rağmen pek bir arıza çıkmaması üzerine en fazla “nazar değmesin” diyebiliriz.2) Dün Hanefi Avcı için “bir yalnız adam” tanımını uygun görmüştüm ama dünkü gazetelerde kendisine gösterilen ilgi, artık eskisi kadar yalnız olmadığının kanıtı. Özellikle MİT krizinden sonra çok şeyin değişimiş olduğu aşikâr. Umarım Avcı bir an önce özgürlüğüne kavuşur ve çok da geç olmayan bir tarihte, bir TBMM komisyonunda kendisine düzenlenen komplolar hakkında tanıklık yapar.

Devamını Oku

Bir yalnız adam: Hanefi Avcı

4 Şubat 2013

2010 yılı Eylül ayının son günlerinde Ankara’da gözaltına alınan eski emniyet müdürü Hanefi Avcı, polis nezaretinde Esenboğa Havaalanı’nda İstanbul uçağının kalkmasını beklerken cep telefonumdan beni arayıp şunları söylemişti: “Bu yapılan tamamen hukuk dışıdır, benim Devrimci Karargah gibi bir örgütle ilişkim yoktur ve zaten olmasını da kimse düşünemez. Böylesine açık bir komployla ilgili olarak ifade vermeyi asla kabul etmedim. Beni ifadeye ancak zorla götürebilirlerdi ki zaten şimdi de onu yapıyorlar. Ama gittiğimde kesinlikle ifade vermeyeceğim. Hatta avukat bile çağırmayacağım.”Kendisine “Peki ya tutuklanırsanız?” diye sorduğumdaysa “Sanmıyorum, ama olabilir. Ama olsun başıma gelebilecekleri kitabı yazmaya başladığımdan beri biliyorum. Hiçbir şeye bu yüzden şaşırmıyorum. Ama şunu herkes çok iyi bilsin, kesinlikle pes etmeyeceğim. Beni engellemek için her türlü yola başvuruyorlar ama sonuna kadar mücadelemi sürdüreceğim” cevabını vermişti.Vebalı gibiO günden bu yana Avcı içerde. Dün savcı, Devrimci Karargah Davası’nda mütalaasını verdi ve onun için 49.5 yıl ceza istedi. Avcı Odatv Davası’nda da Yalçın Küçük dışındaki tek tutuklu sanık. Ayrıca hakkında çok sayıda irili ufaklı dava açılmış olduğunu da biliyoruz.Evet, Avcı eğilip bükülmedi, kendi tabiriyle “sonuna kadar mücadelesini sürdürdü” ancak pek başarılı olduğu söylenemez çünkü bu süreçte çok yakınındaki birkaç kişiyi saymazsak yalnız kaldı, bırakıldı.Bunun bir nedeni, Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabıyla savaş açmış olduğu odağın olağanüstü bir direnç göstermesi, ona karşı “en iyi savunma saldırıdır” stratejisini hayata geçirmesidir. Öyle ki kitap çıkıp popüler olduktan sonra Avcı’ya ve onunla bir şekilde irtibatlı kişilere karşı yoğun bir itibarsızlaştırma ve etkisizleştirme kampanyası yürütüldü. Özellikle medyada etkisini gösteren bu kampanya sonucunda Avcı vebalı muamelesine tabi tutuldu ve neredeyse Türkiye’nin “bir numaralı halk düşmanı” ilan edildi.Avcı milliyetçi-muhafazakâr bir çevreden geliyordu ama bu kampanya nedeniyle mahallesi büyük ölçüde ondan uzak durdu; sol ise, adının işkenceyle anılıyor olmasından dolayı benzer bir şekilde Avcı ile arasına mesafe koydu. Emniyet teşkilatındaki dost ve sevenlerinin büyük kısmı da benzer bir akıbete uğramamak için ona destek vermeye cesaret edemediler.Cehennem hayatıAvcı’yı kitabı çıktıktan sonra Mirgün Cabas ile birlikte NTV’de Yazı İşleri programına konuk edip, “Suçladığınız kişiler kitaba nasıl tepki verebilir?” diye sorduğumuzda “Bu dünyada bana cehennem hayatı yaşatmak isteyeceklerdir” cevabını vermişti ki kesinlikle haklı çıktı. (http://rusencakir.com/Hanefi-Avci—-26-Agustos-2010-Yazi-Isleri-Ozel/1899)Bununla birlikte Avcı’nın bir “konjonktür kurbanı” olduğunu da söyleyebiliriz. Şöyle ki eğer o kitap, diyelim ki MİT krizinden sonra yayınlanmış olsa Avcı’nın başına bütün bunların gelmesi herhalde imkansız olurdu, hatta tam tersi durumlara bile şahit olabilirdik.Tabii şunu da unutmamak lazım: Geçen yıl bu günlerde birileri, Avcı gibi, kendilerine engel gördükleri isimleri daha önce sorunsuz bir şekilde devre dışı bırakabilmiş olduklarından aldıkları cesaretle, eski ve yeni MİT müsteşarlarını, hükümetin siyasi kararlarına bağlı attıkları adımlar nedeniyle ifadeye çağırabildiler.Dolayısıyla Avcı, bilmeyerek de olsa, hasımlarının ayaklarının yerden kesilmesine ve böylelikle ölümcül hata yapmalarına vesile oldu.

Devamını Oku