Geçen yıl bugün, İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner, eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve iki MİT görevlisini KCK soruşturması kapsamında ifade vermeye çağırmıştı. İddiaya göre Savcı Sarıkaya MİT’çileri PKK ile yapılan görüşmelerle ilgili de sorgulayacaktı. MİT’in PKK ile hükümetin bilgi ve onayıyla görüştüğü bilindiği için savcının bu adımı, yargının yürütmeye müdahale girişimi olarak görüldü. Buna karşılık Başbakan Erdoğan ilk andan itibaren MİT yöneticilerine sahip çıktı; yeni bir yasal düzenlemeyle onları koruma altına aldı.
Siyasi tarihimize “MİT krizi” olarak geçen bu olayı özellikle iktidar partisine yakın bazı yazarlar “7 Şubat süreci” olarak tanımladılar. Bu adlandırmada “28 Şubat süreci”nden esinlendikleri kesindi. Nitekim 28 Şubat’ta yürütme üzerinde “askeri vesayet” kurulduğunu, 15 yıl sonra 7 Şubat günüyse bu sefer “yargı vesayeti” kurulmak istendiğini ileri sürdüler.
Belli bir haklılık payı olduğu muhakkak, lakin MİT krizinin tam olarak “neden” patlak verdiğini açıklamada bu iddia yetersiz kalıyor. Aradan geçen bir yıl içinde “Neden?” sorusunun cevabının mutlak ve ikna edici bir şekilde verildiğini söyleyemeyiz.
Yargı vesayeti arayışı
Seçenekleri sırayla ele alalım ve öncelikle sözünü ettiğimiz “yargı vesayeti” iddiasına bakalım: Türkiye’de özellikle yüksek yargı organlarının ordu ile birlikte yürütmeyi bir tür vesayet altına almış olduğunu biliyoruz. AKP hükümeti, özellikle 2007 genel seçimlerinden sonra bu vesayet zincirini kırmak için çok uğraştı ve bu noktada büyük ölçüde özel yetkili mahkemelere güvendi. Nitekim Ergenekon, Balyoz ve benzeri soruşturmalarla askeri vesayet büyük ölçüde geriletildi; 12 Eylül referandumuyla onaylanan anayasa değişiklikleriyle de hem HSYK, hem de yüksek yargı organları yeniden yapılandırıldı.
Fakat MİT krizi bize yargının tam anlamıyla hükümetin kontolünde olmadığını net bir şekilde gösterdi. (Gerek Cumhurbaşkanı Gül, gerekse Başbakan Erdoğan’ın TSK mensuplarının yargılanma süreçlerine ciddi itirazları olduğunu da sonradan gördük) Üstelik bazı yargı mensuplarının “hükümete rağmen” hareket etmelerinin tek başına onları “bağımsız” kıldığı da söylenemezdi. Ayrıca aynı yargı mensuplarının Emniyet’teki bazı polis şefleriyle koordineli bir şekilde hareket ettikleri de ileri sürülüyordu. Görüldüğü gibi “yargı vesayeti” iddiası beraberinde yeni bir “derin devlet” veya Ferhat Ünlü’nün tabiriyle “paralel devlet” iddiasını da beraberinde getiriyor.
Neden MİT?
Diyelim ki amaç “yargı vesayeti” kurmaktı, peki niye MİT hedef alındı? Bir yıl boyunca bu konuda değişik haber ve yorumlarla karşılaştık. Örneğin MİT’in tam da bölge allak bullakken böylesine hedef alınmasında mutlaka bir “dış bağlantı” bulunması gerektiğini savunanlar oldu. Bu bağlamda farklı devlet adları zikredildi.
İkinci olarak, MİT’in, güvenlik bürokrasisinde yaşanan tepeden tırnağa değişime ayak uydurmadığı için hedef alındığını iddia edenler de oldu. Ancak genç Müsteşar Fidan’ın, Gül ve Erdoğan’ın çok geniş desteğine sahip olması bu noktada kafaları karıştırdı. “Demek ki bu değişim hükümeti rahatsız ediyor” yorumları ve buna bağlı olarak MİT’e “son kale” yakıştırmaları yapıldı. Nitekim MİT krizinden sonra güvenlik bürokrasisinde yapılan değişiklik ve düzenlemelerin hemen hepsi MİT’in lehine oldu.
Üçüncü olarak, MİT’in PKK konusunda bir süredir devlet içindeki “müzakereci” kanadın bir tür merkezi olduğu için hedef alındığı ileri sürüldü. Savcının Oslo görüşmelerini bir suç gibi görmesi de bu iddiaları kuvvetlendirdi. Öte yandan KCK soruşturmaları kapsamında MİT’in PKK içindeki unusrlarının önemli bir bölümünün deşifre edilmiş olduğunun da altı çizildi.
Bir yıl sonra baktığımızda Hakan Fidan’ın “en makbul” birkaç bürokrat arasında yer aldığını, ona savaş açanların büyük kısmının kızağa çekildiğini veya etkisini kaybettiğini görüyoruz. Daha önemlisi, bir yıl önce yargının hedef aldığı MİT, PKK ve Kürt sorunlarının çözümü yolunda hayli ümit veren yeni bir süreci yürütüyor ve görüldüğü kadarıyla toplumun büyük bölümünün de desteğini alıyor. Dolayısıyla bir yıl önce patlak veren krizin bugünkü “yeni İmralı süreci”nin önünü kesmek isteyenlerin ürünü olduğunu pekala düşünebiliriz.
Toparlarsak, MİT ve Hakan Fidan, bu kriz nedeniyle epey yıprandılar ama sonuç itibariyle kazançlı çıktılar. Peki kim kaybetti?
MİT krizinin birinci yılında bilanço
Haberin Devamı