12 Eylül’de yapılacak refeandumun ana konularının Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın yapılarını değiştirecek maddeler olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, başta iktidar partisi olmak üzere paketi destekleyen çevreler, geçici 12. maddenin kaldırılmasının da pakette yer almasını alabildiğine abartıyor, bu arada oylama gününün 12 Eylül’e denk gelmesinden de istifade ederek referandumun 12 Eylül 1980 askeri rejimiyle hesaplaşma anlmaına geldiğini söylüyorlar. Kuşkusuz böyle yaparak, 12 Eylül’den birinci derecede mağdur olmuş Kürtlerin, solcuların ve ülkücülerin de desteğini kazanmaya çalışıyorlar.Olabilir, fakat gerek 12 Eylül rejimini, gerekse onun hazırladığı anayasayı itirazsız kabullenmiş bazı kişi ve çevrelerin, hiçbir özeleştiri girişiminde bulunmadan, pakete “evet” vermeyecekleri “darbeci” olmakla itham etmeleri ne derece inandırıcı?Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde bir mülakat verip “mezardakilerin bile” evet oyu için kaldırılmaları çağrısında bulunan Fethullah Gülen’in 12 Eylül faşizmiyle ilişkisine bir kere daha değinmek istiyorum. Daha önceki yazılarımda Gülen’in 12 Eylül’e övgü ve desteğini kendi kaleminden örneklerle göstermiştim. Bu kez vaktinde Zaman Gazetesi’ne verdiği bir mülakata bakarak Gülen’in 12 Eylül’e nasıl baktığını kendi ağzından dinleyelim.“Şımartılan illegal sol”Gülen’in 12 Eylül’e verdiği desteğin temelinde, onun sıkı bir anti-komünist olması yatıyor. Örneğin şöyle anlatıyor: “O günlerde şımartılan illegal sol, gelişmiş, güçlenmiş, eski soldan çok farklıydı. Hatta iktidara geleceğine inanıyordu. Bu itibarla da, o güne kadar hiç yapmadıkları şeylerle sokağa dökülmeye başlamışlardı. Nice defa şahit olmuşumdur; bu ülkede Marks’ın, Lenin’in resmi olduğu halde nümayişler yapılmıştır.. Ve hele bir iki yerde gördüğüm manzara karşısında -samimi söylüyorum- ben, acaba kabus mu görüyorum dediğim olmuştur. Bir keresinde, Lüleburgaz’dan geçerken, insanın tüylerini diken diken eden acaip bağırış, çağırışları görüp duyduğumda donakalmıştım. Bu nasıl iştir böyle! Türkiye’de hükümet ve devlet yok mu? Ne oldu askere? Polisler nerede? Marks’ın bayrağı altında miting yapılıyor ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardı. O günlerde çok söylenen sözlerdendir. ‘Komünizme selam dur, Türk askerini arkadan vur.’“Gülen’in “çok söylenen söz” dediği sloganın Tükiye’de hiçbir solcu tarafından kullanılmadığını, fakat anti-komünizmin en büyük uydurmalarından biri olduğunu biliyoruz. Solun eylemlerine bakıp “Ne oldu askere?” diye soran Gülen daha sonra gelen 12 Eylül askeri darbesini “Allah’ın işi” olarak niteliyor:“Ancak, Allah bu haince düşüncelerin hiçbirine fırsat vermedi. O rahmetle tecelli edip sebepler yarattı ve milleti kurtardı. Milleti bertaraf etmek isteyenler büyük ölçüde suçüstü yakalandılar ve te’sirsiz hale getirildiler. Evet bu defa dengeli olunmaya çalışıldı. Komünistler saf dışı edilirken, Rusya da bir başka dünyada bunlara arka çıkmadı. Hatta solcu Batılılar da sahip çıkmadılar. Gerçi işkence var diye geldiler, onları himaye etmeye çalıştılar ama, hem sağ hem sol herkesin tokatlandığını gördüler hem de belli kararlılıkla karşılaştı ve istediklerini tam alamadılar.”“Faşist paşalar, faşist generaller”Gülen, darbeci paşalarla kendisininki dahil bazı İslami cemaatler arasında bir tür mutabakat olduğunu da itiraf ediyor: “Bu arada bazı İslamÓ çalışmaları Cenab-ı Hakk onlara olduğu gibi gösterdi. Onlar da, bir kısım endişelerinin vehim olduğunu anladılar.. Aynı zamanda cepheyi genişletmek istemediler. Zaten radikal sol, bunlara her yerde ‘faşist paşalar, faşist generaller’ diyordu. Bir de inanan insanların camilerde ve şurada burada aleyhlerine dönmesine sebebiyet vermesi kâr-ı akıl değildi. Ne var ki, inanan kesime emniyet edip güvenmedikleri de bir gerçekti.”Gülen’in Anayasa’ya zorunlu din dersi koyduğu için Kenan Evren’i neredeyse “cennetlik” ilan etmiş olduğunu biliyorduk, ama aynı mülakatta 12 Eylül faşizmine daha fazla “hayır” atfediyor: “Bu son hareketin mimarları bazı müspet icraatta da bulundular. Toplumu, dirilmesi için bir kere daha silkelediler. Sovyet imparatorluğu yıkılma sath-ı mâiline girdiği bir dönemde maceracı gençlerin Türkiye’yi Sovyetler’in peyki haline getirme oyununu bozdu ve ülkemizin içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklenmesini bilerek veya bilmeyerek önlediler. Bazı kıymetli vatan evlatlarına millete hizmet etme yollarını açtılar. İmam-hatiplerin açılmasına göz yumdu ve mekteplere ahlak, din dersi koymak suretiyle bir tarihi yanılgıyı düzelttiler.”Gülen’in 12 Eylül 1980 darbesini nasıl olumladığı hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler şu linkten yararlanabilir: http://tr.fgulen.com/content/view/3178/157/
Pazartesi günü çıkan yazımda Nurcu grupların 12 Eylül’deki referanduma bakışlarını karşılaştırırken yaptığım “Yeni Asyacıların kafası karışık” şeklindeki değerlendirme ciddi bir tartışmaya yol açtı. Daha doğrusu, Fethullah Gülen cemaatinin alıp başını gitmesi sonucu etkisi azalmakla birlikte Nurculuk hareketinin “ana gövdesi” nitelemesini hâlâ hak eden Yeni Asya grubu içerisinde zaten sürmekte olan bir tartışmayı iyice alevlendirdi. İslami kesimdeki “en demokratik” mekanizmalardan birine sahip olan Yeni Asya grubunun referandumda izleyeceği yol 21 Ağustos’ta yapılacak toplantıyla hep birlikte belirlenecek. Fakat o zamana kadar “evet” ve “hayır” yanlılarının yoğun faaliyetleri göze çarpıyor. Eğer 21 Ağustos’ta cemaat üyeleri serbest bırakılmaz da “evet” ya da “hayır”dan herhangi biri benimsenirse, bu karara uymayacak çok kişi çıkabilir, hatta kopuşlar bile yaşanabilir.Her ne kadar İslami kesimde çarpıcı bir benzeri bulunmasa da referandum konusunda iç çalkantı yaşama noktasında Yeni Asyacılar’ın yalnız oldukları söylenemez. Referandumda “hayır” için propaganda yapan CHP ve MHP ile “boykot” çağrısı yapan BDP tabanlarında da kaydadeğer çatlaklar var ve iktidar partisi her türlü imkanını sonuna kadar kullanarak bu çatlakları daha da derinleştirmeye, büyük kopuşlar yaratmaya çalışıyor.12 Eylül edebiyatıTek tek incelemeye ülkücü hareket ile başlayalım: “Evet” yanlısı medya kuruluşları neredeyse her gün bir “ülkücü lider” ile röportaj yapıp bir ülkücünün neden evet demesi gerektiğini uzun uzun işliyorlar. Burada öne çıkartılan argümanların başında hiç kuşkusuz ülkücülerin 12 Eylül 1980 askeri rejimi sırasında yaşadıkları mağduriyetler geliyor. Ardından “hayır” diyerek CHP ve hatta BDP ile (dolayısıyla PKK ile) aynı çizgiye gelineceği teması öne çıkartılıyor. Ülkücü hareketi yakından takip edenler, kendilerine mikrofon tutulan eski ülkücülerin çoğunun uzun zamandır MHP merkeziyle sorunlu olduğunu, hatta bazılarının, yine uzun zamandır AKP çizgisine doğru yönelmiş olduklarını bilirler. Bu arada kendileriyle konuşulan bazı ülkücülerin “hayır” ya da “boykot” yanlısı çıkınca mülakatların yayınlanmadığını da duyuyoruz. Yine de bu kampanyanın hiç etkili olmadığı söylenemez.Benzer bir kampanya Kürt cephesine yönelik olarak da sürdürülüyor. Yine bazı yayın organları, bir kısmı yurtdışında yaşayan “Kürt aydınları”na “evet”in faziletlerini anlattırıyorlar. Burada da sık sık 12 Eylül rejimine ve en çok da meşhur Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelere atıfta bulunuluyor. Fakat “evet”çi Kürtlerin hemen hemen hiçbirinin PKK çizgisinde olmadığı, diğer bir deyişle BDP’nin harekete geçirebileceği kitlelere ulaşma şansına pek fazla sahip olmadıkları dikkat çekiyor. Bu arada tam Kürt açılımının göbeğinde hazırlanan Anayasa paketinde Kürt sorununu doğrudan ilgilendiren hiçbir maddenin neden yer almadığı tabii ki gündeme getirilmiyor.Samimiler ve fırsatçılarSola gelecek olursak, hem sosyal demokrat, hem de sosyalist solda kafaların, kelimenin tam anlamıyla “çorba gibi” olduğunu söyleyebiliriz. “12 Eylül’le hesaplaşma” iddiasının özellikle solda pek fazla inandırıcı bulunmadığı ortada. Bununla birlikte öteden beri 12 Eylül anayasasını değiştirmeyi savunan insanların bir bölümü “yetmez ama evet” sloganından pekala etkilenebiliyorlar. Burada, başta CHP olmak üzere “hayır” diyen yapıların alternatif bir projeyle ortaya çıkmamaları, “statükocu” bir imaj çizmeleri de hayli etkili oluyor.Solcu, ülkücü ve Kürtçü hareketler içerisinde “evet”e doğru yönelenlerin iki gruba ayrıldığını düşünüyorum: 1) Samimi olarak bu ülkenin daha özgür, daha demokratik olmasını arzulayan ve değişim isteyenler; 2) Bulundukları siyasi hareketler içinde bütün çabalarına rağmen belli bir yere gelemeyip referandumu köşe kapmak için bir fırsat olarak görenler.Tabii ki ikinci grubun sesi daha çok çıkıyor ve açıkçası bu fırsatçıların sesleri epey kulak tırmalıyor.
Kimi meslektaşlarım “günümüzde artık bir anlamı kalmadı” dese de bir gazeteci olarak seçim mitinglerini çok severim. Mitinglerin bize hâlâ çok değerli gözlem olanakları sunduğunu düşünür ve bilirim. Maalesef bu referandum öncesi ortopedik bir rahatsızlık nedeniyle hiçbir miting izleme şansım olmadı, bundan sonra da olacağa benzemiyor. Bu yüzden liderlerin mitinglerini medyadan izleyip referandumun nabzını böyle tutmaya çalışıyorum. Fakat yazılısı, sözlüsü ve görseliyle medyamızın mitingleri derinlikli bir şekilde izliyor olduğu söylenemez. Öncelikle miting alanlarından, magazin dışı, analitik izlenimlerle pek karşılaşmıyoruz. Bir de tabii liderlerin birbirleri hakkında söyledikleri bazı sözler öne çıkarılıyor. Referandumun konusu olan anayasa değişikliği paketi etrafındaki tartışmalardansa pek eser yok. Medyanın hakkını çok da yememek lazım. Liderlerin de aslında paketin kendisini çok fazla öne çıkarttıkları da söylenemez. Başbakan Erdoğan’ın (ve “evet” yanlılarının) stratejisi çok basit: Bir yandan 12 Eylül günü 12 Eylül 1980 askeri rejimiyle hesaplaşılacağını söylerken diğer yandan CHP, MHP ve BDP’nin aynı çizgide birleştiklerini ileri sürüp her üç parti tabanında rahatsızlık ve kopmalar yaratmaya çalışıyorlar.Büyük aldatmacaBu referandumun 12 Eylül cuntasıyla hesaplaşma gibi bir “temel amacı”nın olmadığını daha önce de defalarca yazdım. Özellikle 12 Eylül rejimine ve onun anayasasına karşı çıkmamış, hatta daha ötesi, kayıtsız şartsız destek vermiş bazı kişi ve çevrelerin bugün, arada asla özeleştiri yapmadan, 12 Eylül’den hesap sormaya soyunmalarındaki samimiyetsizliğin altını birçok kez çizdim, bu ısrarımı daha da sürdürmeyi düşünüyorum.Gelelim üç partinin aynı cephede toplandığı önermesine. Bu kesinlikle doğru değil. Her şeyden önce BDP “hayır” değil “boykot” çağrısı yapıyor. Hatta “boykot”un “evet” yanlılarının işine geldiğini düşünen bazı “hayırcılar”, BDP’nin bu yolla AKP’ye destek verdiğini bile ileri sürüyorlar. Aslına bakılacak olursa bu referandumun kilit partisinin BDP olduğu söylenebilir. Abdullah Öcalan şu noktada haklı gözüküyor: BDP’nin “boykot”tan vazgeçip “evet” ya da “hayır”dan yana tavır alması referandumun kaderini değiştirebilir.AKP (ve onunla birlikte hareket edenlerin bir bölümü) bu çarpıtmaya fazlasıyla bel bağlamış durumdalar. Ama bu yaptıklarının “demokratik açılım”ı muhalefetin, özellikle de MHP’nin “AKP-PKK işbirliğinin ürünü” olarak sunmaktan pek bir farkı yok. Daha önce de defalarca şahit olduğumuz gibi ülkemizde siyasi partilerin hemen tümü, rakiplerini BDP (ve dolayısıyla PKK) ile birlikte hareket ediyor göstermenin pirim yapacağını sanıyorlar.Tıpkı Baykallı günler gibiReferandum kampanyasında CHP’nin kampanyasının da beni fazlasıyla şaşırttığını söylemeliyim. CHP pekala, Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı düzeltmelerden sonra, bunları gerekçe gösterip daha alt düzeyde bir kampanya yürütebilir ve AKP’nin referandum üzerinden iktidarını daha da sağlamlaştırma stratejisini boşa çıkarabilirdi. Fakat Kılıçdaroğlu esas enerjisini ve imkanlarını bir yıl içinde yapılacak genel seçimlere saklamak yerine kucağında bulduğu bu referandumu kendi liderliğinin sınanması için bir fırsat olarak görmüşe benziyor. Ben yanılıyor olabilirim ama bugüne kadar yürüttüğü kampanya, böyle bir fırsat varsa Kılıçdaroğlu tarafından tam olarak kullanılamadığını bana düşündürtüyor.CHP Lideri, iktidar partisini yolsuzluk, yoksunluk ve yoksulluk temelinde sıkıştırma çizgisini öne çıkartarak epey etkili olmuştu, daha da olacağa benzer. Ama bu referandum kampanyasını da esas olarak “Recep Bey” söylemi ekseninde yürüterek fazlasıyla tekrara düşüyor. Tekrarın ötesinde AKP’nin tuzağına düşmekte olduğu bile söylenebilir. Zira son günlerdeki Erdoğan-Kılıçdaroğlu polemikleri yakın geçmişteki Erdoğan-Baykal atışmalarına fazlasıyla benzer bir hal almaya başladı. Geçmişte bu tür didişmelerden esas olarak Erdoğan avantajlı çıkmıştı, eğer tarih tekerrür ederse iktidar partisi ana muhalefetin enerfisini polemik bataklığında yeniden tüketmesine neden olabilir.
Daha önceki dönemlerde de seçimle işbaşına gelmiş hükümetlerin müdahaleleri ve müdahale girişimleri yaşanmış olduğunu biliyoruz. Fakat son YAŞ’ta iplerin tamamen sivilllerin elinde olması asker-sivil ilişkileri, dolayısıyla Türk demokrasisi açısından tarihi bir öneme sahiptir ve tabii ki olumludur. Ülkenin kaderine yıllardır hükmeden askerlerin siyasi etkilerinin her geçen gün daha da azalması içerde ve dışarda çok kişi ve çevreyi şaşırtmışa benziyor. Ancak AKP iktidarı sürecinde, özellikle de son üç yılında yaşanan olağanüstü iktidar savaşlarının ve bunlara bağlı olarak meydana gelen değişim, dönüşüm, altüst oluşların derinlemesine analiz edildiğinde pek de şaşıracak bir şey olmadığı görülecektir.Evet bu yılki YAŞ kararları çok karmaşık, inişli çıkışlı ve sert bir sürecin ürünüdür. Bu süreçte ilk aklımıza gelen gelişmelerden bazılarını sıralayacak olursak: Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalar, AKP’ye açılan kapatma davası, Kürt sorununun yeniden tırmanması ve “demokratik açılım” ile son Anayasa paketiÖ Bu gelişmelerin hemen herbiri derin tartışma ve çalkantılara yol açtı, buna bağlı olarak toplumdaki kutuplaşmalar daha da keskinleşti ve kestirmeden söyleyecek olursak sivil iktidar, bu mücadelelerden büyük ölçüde galip çıktı.Büyükanıt vakası Kuşkusuz sivil iktidar (kısaca AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Gül’ün) bu başarısını birçok şeye borçludur. Öncelikle ordu üst kademesinin kendilerine aşırı güvenmeleri ve AKP’lileri küçümsemeleri bu süreçte çok belirleyici bir rol oynadı. Bu açıdan Yaşar Büyükanıt dönemi çok tipik ve sarsıcı bir örnektir. Görevdeyken Türkiye’nin durumunu “15 Mayıs 1919’dan daha kötü” olarak tanımlayabilmiş olan Büyükanıt, internete koyduğu bir muhtırayla Türkiye’yi “özde laik” yapacağını sanmış ve ordunun etkisizleştirilmesi sürecine çok büyük bir katkı sağlamıştı. Birçok emekli askerin aksine Büyükanıt’ın emekli olduktan sonra neredeyse hiç konuşmuyor olması Türkiye’de bir dönemin kapanmış olduğunun kanıtıdır.TSK üst düzeyinin beceriksizliğine, geleneksel olarak herşeyi ordudan bekleyen “sivil” çevrelerin basiretsizliğini de eklemek lazım. Çok şikayetçi oldukları AKP iktidarını devre dışı bırakma görevini her zaman olduğu gibi TSK’ya yükleyen bu çevrelerin yaptığı, her yeni genelkurmay başkanından umutlanıp kısa süre sonra da “bu da kalıbının adamı değilmiş” diye yakınıp yenisini beklemekten öteye gidemedi. Bu yılki YAŞ’la birlikte TSK üst kademesinin olması gerektiğine uygun bir şekilde sivil iktidar tarafından şekillendirilmiş olmasıyla birlikte bu teselliden de mahrum kalmış durumdalar.Askerin etkisizleştirilmesi sürecinde sivi iktidar içerde ve dışarda çok güçlü destekler aldı ve başarılı her aşamanın ardından bu desteklerin daha da arttığını görüyoruz. Herşeyden önce AKP’nin ülkenin her bölgesinde son derece etkili bir parti olduğunu hesaba katmak gerekiyor. AKP ve yöneticilerin “dindar” kimlikleri, bu partiye yakın olmasalar bile dindar kesimlerin kritik anlarda onlara yardımcı olmalarını sağlıyor. Bunlara ek olarak, son referandum sürecinde olduğu gibi, iktidar partisinin karşısındaki blokta gedikler açabilme imkanlarına sahip olduğunu görüyoruz.Paylaşım savaşları kapıdaTabii bu noktada medya çok kritik bir rol oynuyor. AKP’nin kendisine yakın bir medya yaratma projesi kısmen başarılı oldu. Ama medyada en büyük desteği, doğrudan “AKP’ci” olarak tanımlanamayacak medya kuruluşları ve gazetecilerden aldıkları muhakkaktır. Bu noktada Fethullah Gülen cemaatinin medya imparatorluğuyla Taraf Gazetesi’nin özel bir yer ve rolleri olduğunun altını çizmek lazım.Gülen cemaati demişken, bu grubun, sivil toplum ve medyadaki yapılanmalarına ek olarak, bürokrasideki, özellikle polis, adliye ve nedense pek dile getirilmemekle birlikte TSK içindeki taraftarlarını da hükümetin askeri etkisizleştirme kavgasına aktif bir şekilde katmış olduğunu akılda tutmak lazım. Sonuç olarak şu ana kadarki iktidar savaşlarının galip ve mağlupların iyice şekillendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yeni tür iktidar mücadelelerine, özellikle kazanan (veya kazandıklarını düşünen) taraflar arasında paylaşım savaşlarına tanık olmamız mümkün.
TÜRKİYE’NİN hafızasız olduğu söylenir sık sık. Doğru bir tespit olduğunu sanmıyorum. Zaten bir ülkeyi oluşturtan tüm vatandaşların herşeyi hatırlaması ne mümkün, ne de gereklidir. Ama bir ülkenin aydınları, kanaat önderleri, o ülkenin tarihini bilmek ve gerektiğinde topluma bunu hatırlatmakla mükelleftirler. Eğer bilmiyorlarsa, hatta bilmek gerektiğini bile düşünmüyorlarsa bulundukları yerin hakkını vermiyorlar demektir. Bir de tabii bilip de gerektiği zaman bunu kamuoyuna aktarmayanlar varÖ Ben onlardan değilim, daha doğrusu olmamaya çalışıyorum. Tarihin, tarihi gerçeklerin şu ya da bu nedenle üstlerinin örtülebileceğine, örtülmesiyle hiçbir şey olmayacağına kesinlikle inanmıyorum. Bu girişi neden yaptım? “12 Eylül’ün hesabını vermeyenler 12 Eylül’den hesap sorabilir mi?” başlıklı bir yazıyla Fethullah Gülen’in ve cemaatinin ne 12 Eylül askeri rejimine ve darbecilerin hazırladığı anayasaya karşı çıkmadıklarını ve aradan geçen 30 yıl boyunca aleni bir şekilde bu konuda bir özeleştiri de yapmadıklarını hatırlatıp günümüzde referandumda “evet” verilmesi için cansiperane mücadele ediyor olmalarındaki çelişkinin altını çizmiştim. Bu yazımın ardından F. Gülen’in www.herkul.org sitesinde bir mülakatı yayınlandı. Gülen belki de hayatında ilk kez bir seçim/halk oylaması öncesi tercihini açık bir şekilde dile getiriyor, “mezardaki ölülerin bile” evet oyu vermeleri için kaldırılmalarını istiyordu. Fakat aynı mülakatta, zamanında 12 Eylül rejimine neden boyun eğmiş, 1982 Anayasası’na neden destek vermiş olduğunu açıklama ihtiyacı hissetmemişti. Devlet babadırGülen’in ardından bir başka Nurcu kökenli cemaat lideri, Erzurumlu Mehmet Kırkıncı da, Zaman Gazetesi’nin dünkü haberine göre “Evet demenin insani, İslami ve vicdani bir borç” olduğunu vurgulamış. Kırkıncı’yı tanımayanlar için bu sözlerin özel bir anlamı olmayabilir, ama onun İslami kesimde 12 Eylül askeri rejimiyle işbirliği yapmanın simge ismi olduğunu bilenler için durum farklı. Kırkıncı ile 1997 yılında İstanbul’da sohbet etme imkanı bulmuştum. Kendisine “ 12 Eylül sizi gözaltına aldı. Ama siz Nurcular içinde 12 Eylül’e sahip çıkmanın başını çektinizÖ” dediğimde şöyle konuşmuştu:“Socrates’a devlet zulmetmiş, ertesi sabah zehirlenecek; gelmişler onu kaçırmaya mışıl mışıl uyuyor. Uyandırmışlar, hadi seni kaçıracağız demişler, olmaz demiş, ‘ben devlete karşı koymam.’ ‘Benim kıymetim, suçsuz olmama rağmen devlete itaat etmemdedir. Devlet babadır, zulmeder ama biz ona itaat etmeye mükellefiz.’ Üstad (Said Nursi) da hapislerde yattı, sürgünlere yollandı, ama öyle bir zat ki içinde kin, düşmanlık hiçbir şey yoktu devlete karşı.”Kırkıncı, Nurcu hareketin ana gövdesi olan Yeni Asya cemaatinden kopmasını da basit bir şekilde “12 Eylül yüzünden ayrıldık yani” diye açıklamış ve şöyle devam etmişti: “Anarşi had safhaya varmıştı ve siyasetçiler bu işin önünü alamıyordu. Askerler bunun için var. Yara neşter vurdular.” Yeni Asyacıların kafası karışıkDaha önce de yazdım: Gülen, Kırkıncı gibi Nurcu kökenli birçok isim 12 Eylül cuntacılarıyla doğrudan ya da dolaylı iyi ilişkiler geliştiriken Yeni Asyacılar askeri rejime ve onun anayasasına alenen karşı çıkmış ve epey bedel ödemişlerdi. Gülen ve Kırkıncı’nın 30 yıl sonra, hiçbir şey olmamış gibi pozisyon değiştirmeleri üzerine “peki Yeni Asyacılar referandumda ne yapacak?” sorusu karşımıza çıkıyor.Bunun cevabını alabilmek için Yeni Asya Gazetesi sahibi Mehmet Kutlular’ı aradım. Bana 21 Ağustos’ta yapacakları bir toplantıda cemaatin eğilimin belirleyeceklerini söyledi. Yeni Asyacılar arasında farklı görüşler ve yoğun bir tartışma olduğu anlaşılıyor. Kutlular’ınsa paketi samimi bulmadığı ve “hayır” çizgisine yakın olduğu izlenimi edindim. Yeni Asyacılar “herkes istediği gibi davransın” şeklinde bir karar alırlarsa şaşırmamak gerek.
Bilindiği gibi, Fethullah Gülen, bir tür resmi web sitesi işlevi gören www.herkul.org’da (isimde bir yanlışlık yok!) yayınlanan mülakatında açık ve net bir biçimde 12 Eylül’de yapılacak referandumda “evet” oyu kullanılması çağrısında bulundu. Onun “Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda ‘evet’ oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da, ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır” sözleri haklı bir şekilde geniş ilgi uyandırdı. Doğal olarak “hayır” için mücadele edenler kendisine tepki gösterdi, örneğin önce MHP lideri Bahçeli, ardından CHP lideri Kılıçdaroğlu “mezardakileri kaldıracağına ABD’den gelip kendisi oy kullansın” anlamında sözler sarf ettiler.Bir gazeteci olarak 25 yıllardır Gülen’i, onun yazıp söylediklerini izlemeye çalışırım. Son mülakatın beni hayli şaşırttığını itiraf etmeliyim. Her şeyden önce şu noktanın altını çizmek lazım: Gülen’in, Nurcu hareketin ana gövdesinden kopup kendi cemaatini örgütlediği 1970 ortalarından itibaren Türkiye’de defalarca seçimler ve halkoylamaları yapıldı ama hiçbirinden önce bu kadar açık bir şekilde tarafını deklare ettiğine tanık olmamıştık. Çünkü Gülen stratejisini “siyasetten uzak durmak” ve “bütün partilere eşit mesafede bulunmak” ilkeleri üzerine oturtuyordu. Daha doğrusu oturttuğunu söylüyordu (ki son mülakatında referandumda bu kadar angaje olmasına rağmen aynı iddiasını koruyor ama MHP, CHP ve BDP’nin aynı kanıda olmadığı kesin) fakat onu ve cemaatini yakından takip edenler, her seçim öncesi cemaatin belli bir tercih içinde hareket ettiğini, bu tercihin de genellikle “en güçlü”den yana olduğunu biliyorlardı.Örneğin Gülen’in 12 Eylül 1980 askeri rejimine muhalif olduğunu asla görmedik, bu bağlamda 1982 Anayasası’na da kesinlikle karşı çıkmadı. Hatta sırf zorunlu din derslerini anayasaya soktu diye Kenan Evren’i nerdeyse “cennetlik” ilan ettiğini de biliyoruz. Ama hemen sonra Turgut Özal’a yakın durdu. Onun gerilemesiyle Tansu Çiller’le çok iyi ilişkiler kurdu ve nihayet Bülent Ecevit ile tesis ettiği samimiyet sayesinde merkez sola da uzandı. Gülen, yıllar boyunca arasının hiç iyi olmadığı Milli Görüş hareketiyle, ancak AKP’nin kurulup tek başına iktidara gelmesiyle yakınlık kurdu.Gülen’in aldığı riskMülakata dönecek olursak, şu soru karşımızdadır: Gülen neden yıllardır epey yararını gördüğü “siyasetlerüstü” görünümünü riske ediyor? Kendisi “demokrasi” diyor ama demokrasinin ayaklar altına alındığı dönemlerde herhangi bir direniş göstermiş olmadığı için bu açıklama tatminkâr değil. Aynı mülakattan, AKP’nin referandumu bir tür “12 Eylül ile hesaplaşma” gibi sunmasından fazlasıyla rahatsız olduğunu da görüyoruz. Onun bu tutumunu “müminler intikam peşinde olamazlar” diye gerekçelendirmeye çalışması da, değil 12 Eylül gibi kanlı darbelerin, darbe planlarının bile en ufak sorumlusuna kadar bulunup hesabının sorulması için ellerinden geleni yapan bir cemaatin başında olduğu düşünülürse fazla tatminkâr olamıyor.Gülen “o paketin içinde milletimizin istikbali için çok önemli maddeler var; bu itibarla da değişiklik paketi bu yönüyle desteklenmeli ve ‘evet’ oyları böyle bir niyetle verilmelidir” derken herhalde kadınlara pozitif ayrımcılığı veya ombundsmanlığı değil HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılmalarını kastediyor.Kendisinin bu maddelere ne kadar önem verdiği ölüleri bile oy kullandırtmaya çağırmasından anlaşılıyor. Ama bu çağrısı aynı zamanda onun referandumun sonucundan pek de emin olmadığını düşündürtüyor. Eğer bazı çevrelerin ısrarla ileri sürdüğü gibi sandıktan “evet” oylarının çıkması kesinse Gülen’in bu araştırmalardan muhakkak haberi olur ve bu nedenle bu tür bir mülakat vermeye gerek duymazdı. Son bir not: Bugün “evet” için gayret sarfedenlerin hatırı sayılır bir bölümünün dün aynı anayasaya coşkuyla “evet” demiş olduğunu hatırlattığınızda (ki ben geçen bir yazımda Gülen’in 12 Eylül’e aşırı desteğini kendi kaleminden aktarmıştım) hemen size “İnsanlar askeri yönetim bir an önce gitsin diye anayasa oylamasında yoğun biçimde ‘evet’ oyu kullanmışlardı” cevabını yapıştırıyorlar. Hal böyle olunca “evet” demiş olan 15 milyon 215 bin kişiyi “demokrasiye geçişi hızlandıranlar”, “hayır” diyen 1 milyon 626 bin kişiyi de “demokrasiye geçişi yavaşlatanlar” olarak tanımlamak gerekir!
Fethullah Gülen cemaati denince bugün aklımıza ilk olarak medya geliyor. Birden fazla dilde günlük gazeteler, haftalık dergiler, televizyon kanalları (en son Kürtçe yayın yapacak kanal kuruldu), radyo istasyonları ve yayınevleriyle neredeyse bir medya imparatorluğu söz konusu.Ama yıllar önce durum farklıydı. Cemaat, yayıncılık konusunda çok çekingendi ve bu nedenle 1978 yılında yayın hayatına atılan, merkezi İzmir’de bulunan ve “ağlayan çocuk” posteriyle bilinen Sızıntı dergisi çok önemli bir boşluk dolduruyordu. İşte yayınladığımız illüstrasyon Sızıntı Dergisi’nin l989 Mayıs sayısından. Küçük bir hücrede, elleri, ayakları bağlı genç bir adam görüyoruz. Belli ki işkence görmüş ve ölmüş. Sızıntı Dergisi’nde bu resimden kalkarak bir soru soruluyor. Ama bu sorunun muhatabı işkenceci katiller değil. Sızıntı öldürülen gencin imanını sorguluyor: “Burada, böyle hicran ve gurbetle noktalanan hayat, bari ötelere açık olsaydı! Ya değilse...”Bu illüstrasyonu 21 yıl sonra gündeme getirmemin nedeni, Anayasa değişikliği referandumunun, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması maddelerini gizleyip asıl amacın 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle hesaplaşmak olarak sunulması ve tabii ki Gülen cemaatinin bu konuda cansiperane bir mücadele sergilemesi. Asker ve darbe övgüsüTam 25 yıldır bir gazeteci olarak İslami cemaatleri yakından izlemeye çalışıyorum. Konuyla ilgili herkes gibi ben de Fethullah Gülen’in ve cemaatinin 12 Eylül askeri darbesine karşı çıkmadığını, daha sonra kurulan askeri rejimle asla çatışmaya girmediğini ve 12 Eylülcülerin anayasasına da itiraz etmediklerini çok iyi biliyorum. Bir örnek verelim.1980’li yıllarda “M. Abdülfettah Şahin” müstearıyla Sızıntı’da başyazılar kaleme alan Fethullah Gülen “Asker” başlıklı bir yazısında şöyle demişti: “Her milletin tarihinde asker bir tepe varlıktır (...) Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya (...) Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam..!”12 Eylül 1980 askeri darbesini “imalı” bir şekilde destekleyen Gülen başka yazılarda da övgülerini sürdürmüştü. Yine zamanında M. Abdülfettah Şahin adıyla çıkan ama yıllar sonra Fethullah Gülen’in kendi adıyla yeniden basılan “Çağ ve Nesil” adlı kitapta darbe şöyle tanımlanmıştı: “Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi (...) Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâllerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arzediyoruz.” Aslında Gülen de bir askeri darbe mağduruydu. 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından İzmir’de tutuklanıp yargılanması onun hayatında kritik bir eşik olmuştu. 12 Eylül darbesinin ardından da İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi Gülen hakkında soruşturma açtı. Fakat adı arananlar listesine giren Gülen nedense bir türlü ele geçirilemedi. Halbuki kendisinin Türkiye’yi terk etmediği, özellikle Ege bölgesinde cemaat çalışmalarını sürdürdüğü söyleniyordu. Hatta bir iddiaya göre, Burdur’da gözaltına alınmış ama şehrin Emniyet Müdürü ertesi gün Erzurum’a “tayin edilmişti”. İstisnalara dikkat12 Eylül darbecileri “laikliği kurtarma” adına da yola çıkmış olduklarını söylüyorlardı fakat İslami kesime pek fazla dokunmadılar. Zaten bu kesimden kaydadeğer bir direniş de gelmedi. Hatta doğrudan ya da dolaylı olarak cuntacılarla pazarlık genel eğilim oldu. Bu noktada Milli Görüşçülerle Nurculuğun Yeni Asya kolunun birer istisna olduğunu vurgulamak gerek. Onlar da cuntaya boyun eğmeyip bedel ödediler.Demem şu ki: Bugün 12 Eylül cuntasıyla hesaplaşmak iddiasıyla yola çıkanlar mutlak bir şekilde 12 Eylül’de ne yaptıklarının da hesabını vermek durumundalar. Eğer o dönemde yaptıklarını savunamayacak durumdaysalar kamuoyundan ve eğer bir grup vs. söz konusuysa kendi tabanlarından özür dilemelidirler.
Kısa adı “Ekopolitik” olan Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Derneği belli bir süredir “Türkiye’nin Büyük Çatısı” adını verdikleri bir proje kapsamında peş peşe toplantılar düzenliyor. Dünyaca ünlü çatışma çözümü uzmanı Prof. Vamık Volkan’ın rehberliğinde yürütülen bu çalışmaların temel amacının Kürt sorunu etrafında ortak bir dil, diyalog ve tartışma zemini yaratmak olarak özetleyebiliriz. Bildiğim kadarıyla Ekoplotik’in temelini oluşturan kişiler, bu tür inisiyatiflerin çoğunda karşımıza çıktığının aksine sol değil, sağ siyasi geleneğe daha yakınlar. Belki de bu nedenle toplantılarına sadece Kürt ve sol siyasi hareketlerde öne çıkmış siyasetçiler ve aydınlar değil Türk milliyetçiliğinin aşina birtakım isimler de katılıyor.Hoyrat bir uygulamaEkopolitik İstanbul ağırlıklı çalışıyor ancak Mersin ve Hakkari’de de iki ayrı toplantı gerçekleştirmişer. İşte dün Mersin ve Hakkari toplantılarının yerel katılımcılarıyla İstanbul ve Ankara’da yaşayan farklı siyasi görüşlerden bir grup aydın İstanbul Beykoz’da, yine Prof. Volkan’ın yönetiminde bir araya geldiler. Maalesef bir bölümünü izlediğim bu toplantının son derece ufuk açıcı ve Türkiye’nin giderek daha ciddi bir hal alan “barış içinde birarada yaşama” sorununun çözümü konusunda hayli faydalı olduğunu söyleyebilirim.Toplantı öncesi sohbetler ve toplantı sırasında doğal olarak İnegöl, Hatay gibi bölgelerde yaşanan son çatışmalar da gündeme geldi. Bu sorunların kaynağının ne olduğu konusunda Hakkari’den gelen bir işadamı çok hayati bir noktaya işaret etti: Zorunlu göç. Gerçekten de çatışmaların hayli yoğun olduğu dönemlerde gerek askeri, gerekse sivil yetkililer, PKK’ya bilerek veya zorla yardım ettiklerini düşündükleri köyleri zorla boşaltmışlardı. Köylülerin önemli bir bölümünün taşındıkları bölgedeki ilçe ve il merkezleri alabildiğine şişerken, diğer bir bölümü Batı bölgelerindeki zaten varolan gecekondulaşmayı daha da şiddetlendirmişlerdi. Tabii bu zorunlu göçün bir diğer boyutu da, yine bölgede devletle işbirliği içindeki bazı aşiretlerin, bulundukları yerlerdeki askeri birliklerin şu ya da bu şekilde taşınması durumunda köylerini terk etmek zorunda kalmalarıdır. Fakat korucu aşiretlerin küçük bir kısmı topraklarını terk etmek zorunda kalırken, önemli bir bölümünün, boşaltılan köylerin bazı imkanlarını gasp etmiş olduklarını da unutmamalıyız.İki boyutlu sorunEvet, çok da uzun olmayan bir süre önce “çözüm” olarak görülen ve hoyratça uygulamaya konulan “zorunlu göç” bugün Kürt sorununun her zamankinden daha tehlikeli boyutlarda seyretmesinin temel nedenlerinden biridir. Şöyle ki, yıllar önce köylerinden kopartılan ve böylece daha da yoksullaşan ailelerin çocukları günümüzde Güneydoğu sokaklarında, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin bile denetlemekte zorluk çektikleri bir isyan potansiyelini temsil ediyorlar. Öte yandan Batı’ya göç etmek zorunda kalan Kürtler de, bu bölgelerde zaten tırmanma eğilimindeki ayrımcılığı daha da ateşliyor ve giderek artan sıklıklarda linç girişimlerinin muhatabı olabiliyorlar. Dün sorunun çözümü için Kürtlerin bir bölümünün zorla da olsa topraklarından edilmelerini onaylayan, en azından sessiz kalan, görmezden gelen kesimlerin, bugün yine sözümona “çözüm” için aynı kişilerin zorla da olsa topraklarına döndürülmelerini istemeleri akıl alır gibi değil.