Kimi meslektaşlarım “günümüzde artık bir anlamı kalmadı” dese de bir gazeteci olarak seçim mitinglerini çok severim. Mitinglerin bize hâlâ çok değerli gözlem olanakları sunduğunu düşünür ve bilirim. Maalesef bu referandum öncesi ortopedik bir rahatsızlık nedeniyle hiçbir miting izleme şansım olmadı, bundan sonra da olacağa benzemiyor. Bu yüzden liderlerin mitinglerini medyadan izleyip referandumun nabzını böyle tutmaya çalışıyorum. Fakat yazılısı, sözlüsü ve görseliyle medyamızın mitingleri derinlikli bir şekilde izliyor olduğu söylenemez. Öncelikle miting alanlarından, magazin dışı, analitik izlenimlerle pek karşılaşmıyoruz. Bir de tabii liderlerin birbirleri hakkında söyledikleri bazı sözler öne çıkarılıyor. Referandumun konusu olan anayasa değişikliği paketi etrafındaki tartışmalardansa pek eser yok.
Medyanın hakkını çok da yememek lazım. Liderlerin de aslında paketin kendisini çok fazla öne çıkarttıkları da söylenemez. Başbakan Erdoğan’ın (ve “evet” yanlılarının) stratejisi çok basit: Bir yandan 12 Eylül günü 12 Eylül 1980 askeri rejimiyle hesaplaşılacağını söylerken diğer yandan CHP, MHP ve BDP’nin aynı çizgide birleştiklerini ileri sürüp her üç parti tabanında rahatsızlık ve kopmalar yaratmaya çalışıyorlar.
Büyük aldatmaca
Bu referandumun 12 Eylül cuntasıyla hesaplaşma gibi bir “temel amacı”nın olmadığını daha önce de defalarca yazdım. Özellikle 12 Eylül rejimine ve onun anayasasına karşı çıkmamış, hatta daha ötesi, kayıtsız şartsız destek vermiş bazı kişi ve çevrelerin bugün, arada asla özeleştiri yapmadan, 12 Eylül’den hesap sormaya soyunmalarındaki samimiyetsizliğin altını birçok kez çizdim, bu ısrarımı daha da sürdürmeyi düşünüyorum.
Gelelim üç partinin aynı cephede toplandığı önermesine. Bu kesinlikle doğru değil. Her şeyden önce BDP “hayır” değil “boykot” çağrısı yapıyor. Hatta “boykot”un “evet” yanlılarının işine geldiğini düşünen bazı “hayırcılar”, BDP’nin bu yolla AKP’ye destek verdiğini bile ileri sürüyorlar. Aslına bakılacak olursa bu referandumun kilit partisinin BDP olduğu söylenebilir. Abdullah Öcalan şu noktada haklı gözüküyor: BDP’nin “boykot”tan vazgeçip “evet” ya da “hayır”dan yana tavır alması referandumun kaderini değiştirebilir.
AKP (ve onunla birlikte hareket edenlerin bir bölümü) bu çarpıtmaya fazlasıyla bel bağlamış durumdalar. Ama bu yaptıklarının “demokratik açılım”ı muhalefetin, özellikle de MHP’nin “AKP-PKK işbirliğinin ürünü” olarak sunmaktan pek bir farkı yok. Daha önce de defalarca şahit olduğumuz gibi ülkemizde siyasi partilerin hemen tümü, rakiplerini BDP (ve dolayısıyla PKK) ile birlikte hareket ediyor göstermenin pirim yapacağını sanıyorlar.
Tıpkı Baykallı günler gibi
Referandum kampanyasında CHP’nin kampanyasının da beni fazlasıyla şaşırttığını söylemeliyim. CHP pekala, Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı düzeltmelerden sonra, bunları gerekçe gösterip daha alt düzeyde bir kampanya yürütebilir ve AKP’nin referandum üzerinden iktidarını daha da sağlamlaştırma stratejisini boşa çıkarabilirdi. Fakat Kılıçdaroğlu esas enerjisini ve imkanlarını bir yıl içinde yapılacak genel seçimlere saklamak yerine kucağında bulduğu bu referandumu kendi liderliğinin sınanması için bir fırsat olarak görmüşe benziyor. Ben yanılıyor olabilirim ama bugüne kadar yürüttüğü kampanya, böyle bir fırsat varsa Kılıçdaroğlu tarafından tam olarak kullanılamadığını bana düşündürtüyor.
CHP Lideri, iktidar partisini yolsuzluk, yoksunluk ve yoksulluk temelinde sıkıştırma çizgisini öne çıkartarak epey etkili olmuştu, daha da olacağa benzer. Ama bu referandum kampanyasını da esas olarak “Recep Bey” söylemi ekseninde yürüterek fazlasıyla tekrara düşüyor. Tekrarın ötesinde AKP’nin tuzağına düşmekte olduğu bile söylenebilir.
Zira son günlerdeki Erdoğan-Kılıçdaroğlu polemikleri yakın geçmişteki Erdoğan-Baykal atışmalarına fazlasıyla benzer bir hal almaya başladı. Geçmişte bu tür didişmelerden esas olarak Erdoğan avantajlı çıkmıştı, eğer tarih tekerrür ederse iktidar partisi ana muhalefetin enerfisini polemik bataklığında yeniden tüketmesine neden olabilir.
Kılıçdaroğlu tuzağa düşüyor
Haberin Devamı