Kürt meselesinde ne zaman işlerin ters gittiği düşüncesi egemen olmaya başlasa birileri hemen sihirli bir çözüm formülüyle ortaya çıkar: Ver kurtul!İlk bakışta ana vurgunun “ver” kelimesinde olduğu izlenimi doğuyor. Öyle ya, kastedilen ülkenin topraklarının bir bölümünün ayrılıkçı bir gruba verilmesi hiç de yabana atılmayacak bir davranış olacaktır. Ne var ki “ver kurtul”cuların esas amacı “vermek” değil “kurtul”maktır. “Ver kurtul” mantığını çözümlemeye kalktığımızda yer yer ırkçılığa varan ayrımcı, çoğunlukçu ve seçkinci bir bakış açısıyla karşılaşıyoruz. Onlara göre zaten sayıca az olan Kürtler birtakım taleplerine ulaşmak için ülkeyi istikrarsızlaştırmakta, zaten ciddi bir katkılarının olmadığı ülke ekonomisini iyice dar boğaza sokmakta ve böylece ülkenin geri kalan kısmının sırtında daha ağır bir yük olmaktadırlar. Görüldüğü gibi “ver kurtul”cuların bütün önermeleri son derece tartışmalı ve itici. Öte yandan Kürt siyasi hareketi içindeki ayrılıkçı akımın ne derece etkili olduğunu tartışmaya bile gerek duymuyor ve neredeyse tüm Kürtlerin ayrılmak istediğine hükmediyor ve nihayet, yine Kürt olmayan kesimlere sorma gereği duymadan, onlar adına ülkenin bölünmesine fetva verebiliyorlar.Sözde özgürlükçülerDaha önce de yazmıştım. “Ver kurtul” yaklaşımı ciddi olarak ilk kez 1990’lı yılların başlarında haftalık Aktüel Dergisi ’nin peş peşe yaptığı dosyalarla dile getirilmişti. Örneğin bir hafta kapaktan “Kürtler Türkleri sömürüyor!” diye ilan etmişlerdi. Bu sonuca, Güneydoğu’dan toplanan vergilerle bu bölgeye yapılan kamu yatırımlarının hızlı bir karşılaştırmasıyla varmışlardı. Dergi yöneticileri ve bazı yazarlarına göre Güneydoğu (ve dolayısıyla Kürtler) Türkiye’nin bir kamburu haline gelmişti. Üstelik içlerinden silahlı mücadele yöntemine başvuran ayrılıkçı bir örgüt de çıkarmışlardı. Onlara göre çözüm, bu parçanın koparılıp atılması ve Türkiye’nin bu sayede daha hızlı ve dinamik bir şekilde modernleşip Batılılaşmasıydı.Aktüelciler “ver kurtul”u, devletin yıllardır izlediği “vur kurtul” çizgisinin, yani Kürt sorununu ve buna bağlı olarak PKK sorununu silahla çözme stratejisinin karşısına çıkarıyorlardı. Bu nedenle de “daha özgürlükçü” ve “Kürt dostu” görünebiliyorlardı. Yıllar sonra “vur kurtul” diyen birçok kişi, kurum ve odağın “ver kurtul” noktasına gelmiş olmasının da kanıtladığı gibi bu yaklaşımın özgürlükçülükle hiçbir alakası yoktu. Hele Kürtlere son derece seçkinci bir üslupla bakan bu kişilerin “Kürt dostu” olarak tanımlanmasının gerçekle hiçbir alakası olamazdı.Samimiyet sorunuİlginçtir, dün Aktüel ve benzeri mecralarda “ver kurtul” tezlerini itinayla işleyenlerle günümüzde “verelim Güneydoğu’yu, görsünler günlerini” diyenler bir süredir tam zıt kutuplarda yer alıyorlar. Örneğin dünün “ver kurtul”cuları esas amacı hiç tartışmasız bu ülkeyi birarada tutmak olan hükümetin Kürt açılımını savunurken, onların ektiği “Türk ayrımcılığı” tohumlarından beslenenler açılımın en büyük düşmanı durumundalar. 27 Kasım 2009 tarihli “Zor zamanda konuşmak” başlıklı yazımı “Siyasi iktidar Kürt sorununu yok sayar; hak arayışlarını her türlü yöntemi kullanarak, kendi yasalarını da ihlal ederek bastırmaya çalışırken Kürtlerin yanında olmak yerine ‘zaten bu Kürtler Türkleri sömürüyor’ küstahlığına sığınıp Tansu Çiller’e güzellemeler düzenlerin, yıllar sonra bir başka siyasi iktidar ne yapıp edip Kürt sorununu çözmeye kalktığında ‘Biji Erdoğan’ diye bağırması bana samimi gelmiyor” diye bitimiştim.Eğer gerçekten samimiyseler, bu ülkede “ver kurtul” mantığını yerleştirdikleri için pişman olduklarını açıkça beyan ederler. Ve buradan hareketle Türkiye’nin tüm vatandaşlarıyla barış içinde birarada yaşaması için günümüzün “ver kurtul”cularıyla mücadele ederler.
Başbakan Erdoğan ile CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun buluşup buluşmayacakları hâlâ belirsizliğini koruyor. Tahminlerime göre, şu ya da bu şekilde bu buluşma gerçekleşecek. O zaman karşımıza şu soru çıkacak: İki lider ne konuşacak?Aslında bu sorunun cevabı çok basit: Tekrardan tırmanışa geçen terör eylemlerini. Ama bunun da ötesine geçeceklerini tahmin etmek zor değil. “Ötesi” Kürt sorunudur, zira geçen bunca zamanın bize çok iyi gösterdiği gibi, Kürt sorununu ele almadan PKK ve terörü masaya yatırmanın hiçbir anlamı olmuyor.Kürt sorunu gündeme gelecekse, iki liderin, hükümetin yaklaşık bir yıl önce ilan etmiş olduğu “Kürt açılımı”na da değinmeleri kaçınılmaz olacaktır. Kılıçdaroğlu, bugüne kadar yaptığı açıklamalarda, “açılım”a bir MHP gibi, hatta selefi Baykal gibi sert itirazlar yöneltmedi; daha çok hükümetin açılımdan ne kastettiğinin belirsiz olduğunun altını çizdi. Kendisinin son Şemdinli saldırısının ardından “kanı kanla yıkayamazsınız” demiş olduğunu akılda tutarsak, aslında Başbakan Erdoğan ile konuşacak çok şeyleri olduğunu düşünebiliriz. Çünkü yaklaşık bir yıllık ömrü boyunca hükümet ve doğal olarak Erdoğan’ın, açılımın içini dolduramamakla birlikte onun çerçevesini “kanı kanla yıkamaya çalışmaktan vazgeçmek” olarak çizdiğini söyleyebiliriz. Zorlama bir şekilde “ortak noktaları”nın bulunduğunu tespit etsek bile, her şey bir yana Baykal ile Erdoğan’ın yıllardır baş başa görüşmediklerini akılda tutarsak, Erdoğan-Kılıçdaroğlu buluşmasından kısa vadede çok verimli sonuçlar beklemek kuşkusuz hayalcilik olacaktır. Fakat iki liderin bir şekilde ortak resim vermeleri bile Türkiye için epey anlamlı olacaktır. Böylesi bir resim, açılımın ilk ilan edildiği zamanlarda, bunu reddetme temelinde ortaya çıkmış olan CHP-MHP yakınlaşmasının sona ermekte olduğuna işaret edebilir. Kuşkusuz CHP’nin bu sefer AKP ile yakınlaşacağını ileri sürmek fazlasıyla abartılı olacaktır. Bununla birlikte CHP’nin MHP ile arasına bariz bir mesafe koyma ihtimali bile Kürt sorununun çözümü noktasında ümitlerin yenilenmesine vesile olabilir.Peki bu buluşma nasıl verimli olabilir? Bu ancak, Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin Kürt sorunu konusunda özüne dönmesiyle mümkün olabilir. Unutmayalım bu ülkede Kürt sorununu uzun yıllar sadece sol partiler dile getirdi ve bu uğurda nice bedeller ödedi. Özellikle 1980 sonrasında SODEP, SHP, CHP gibi partilerin gerek hazırladıkları raporlar, gerekse Güneydoğu’daki hak ihlallerine karşı yürüttükleri mücadeleler, bu ülkenin namuslu tüm demokratlarının hafızalarında tazedir. Kılıçdaroğlu’ndaki değişimKimileri dünü sırf CHP’yi aşağılamaya malzeme sunduğu ölçüde hatırlıyor ve hatırlatıyor. Ancak amaçlarının üzüm yemek değil bağcı dövmek olduğu ortada. Bu nedenle bu tür eleştirilerin hiçbir değeri yok. Önemli olan CHP’nin dününe sahip çıkması için ve hatta Kürt sorunu konusunda bugün daha ileri bir noktaya gelebilmesi için çaba sarfedebilmektir. Bu noktada Kılıçdaroğlu’dan umutluyum. Evet, kendisi daha ilk günden itibaren “Kürt” bile demedi ve ben de sırf bu yüzden kendisini defalarca eleştirdim. Fakat aradan geçen süre zarfında CHP’nin yeni liderinin bu konuya ısınmaya başladığını gözlüyorum, gözlüyoruz. Zaten Kürt sorununu halının altına süpürerek bir adım bile ileri gidemeyeceğini biliyor, bilmese bile anlamış olmalı. Umarım Kılıçdaroğlu Erdoğan ile bir araya gelir ve onu açılımı başlatmış olduğu için değil, ilk krizde yarı yolda bırakmış olduğu için eleştirir.
PKK’nın en dikkat çeken özelliklerinden biri kendisine rakip çıkabilecek hiçbir siyasi güce tahammülü olmamasıdır. Bu nedenle ilk kurulduğu andan itibaren diğer Kürtçü ve Güneydoğu’da varlık gösteren solcu yapıları şiddetle sindirip etkisiz hale getirmiştir. Bu noktada PKK’nın diş geçiremediği yegane örgüt Hizbullah olmuştur. Tıpkı PKK gibi 1970 sonlarında temelleri atılan bu radikal İslamcı grup, yine PKK gibi, sadece Güneydoğu’da değil Kürtlerin yaşadığı Batı bölgelerinde ve hatta Avrupa’da çok güçlü bir sosyal tabana oturdu. PKK başlarda fazla önemsemediği Hizbullah’ı bir aşamadan sonra ciddiye alıp tasfiye etmeye kalktı, fakat devletin de “aktif seyirci” olarak izlediği bu hayli kanlı çatışma sürecinden kimse galip çıkmadı.Devletin ancak PKK ile çatışmayı bitirdikten ve bir daha yeniden başlatmayacağı anlaşıldıktan sonra Hizbullah’ı gündeme alması tabii ki şaşırtıcı değildi. Uzun süre çok az dokunulmuş olan Hizbullah’a yönelik seri operasyonlar ve bunların birinde örgütün kurucu lideri ve “her şeyi” Hüseyin Velioğlu’nun ölmesi; bu süreçte kamuoyunun haberdar olduğu domuz bağları, işkenceli sorgular, bunların videolara kaydedilmesi, örgüt evlerinin bahçelerinden çıkarılan çok sayıda ceset gibi çarpıcı olgular nedeniyle Hizbullah’ın belinin kırıldığı düşünülmüştü.Ama öyle olmadı. Velioğlu’na misilleme olarak Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve korumalarını şehit eden örgüt, yediği bütün darbelere rağmen varlığını korudu. Geçmişte Hizbullah’ın en belirgin vasfı hiçbir şekilde yasal ve yarı-yasal faaliyetlere itibar etmemesi, tamamen yeraltında varlık göstermesiydi. Öyle ki Hizbullah’a ait en ufak bir yazılı belge, kitap, dergi, hatta bildiriye bile tanık olunmamıştı. Ancak 2000’li yılların ortalarından itibaren örgüt yayınevleri kurup kitaplar bastı, dergi ve haftalık gazeteler çıkardı, web siteleri üzerinden haberleşti ve en önemlisi dernek, vakıf gibi yasal örgütlenmeler aracılığıyla sosyal, kültürel ve siyasal faaliyetler yürüttü. Bunlarda da genellikle başarılı oldu. Örneğin son yıllarda Diyarbakır başta olmak üzere Güneydoğu’da dini vesilelerle (Kutlu Doğumu kutlama, Hz. Muhammed’e hakaret eden karikatürleri protesto etme...) düzenlenen ve binlerce kişinin katıldığı gösterilerin hemen tümünün ardındaki ana güç Hizbullah’tır. Kritik sorularDolayısıyla eğer bugün PKK’yı tartışıyorsak, tartışmak zorundaysak Hizbullah’ı da konuşmamız ve şu soruların cevabını aramamız gerekir:1) Hizbullah-PKK ilişkisi ne durumda? Yeniden çatışma ihtimalleri var mı?2) Devlet Hizbullah’a nasıl bakıyor?3) Hizbullah devlete, özel olarak AKP hükümetine nasıl bakıyor?4) Hizbullah’ın diğer İslami grup ve cemaatlerle ilişkisi nasıl? Bu bağlamda Fethullah Gülen cemaatiyle aralarında gerilim olduğu iddiaları doğru mu?Bir gazetecinin Hizbullah ile ilgili soruların cevaplarını arayacağı ilk yer hiç kuşkusuz Hizbullah’ın kendisi olacaktır. Ben de öyle yaptım ve hareketin içinde olduklarını bildiğim birkaç kişiyle sohbet ettim. Neler konuştuğumuza geçmeden önce bir noktanın altını çizmeliyim: 20 yılı aşkın bir süredir Hizbullah üzerine yazıp çizerim ama bu örgütten herhangi bir kişiyle görüşme imkanım olmamıştı. Başka bir meslektaşımın görüştüğünü de hatırlamıyorum. Görüşme talebinin kendilerinden gelmiş olması ise, Hizbullah’ın yeni dönemde gerçekten bir “açılım” arayışı içinde olduğunu gösteriyor. Şunu da belirtmek isterim: Bir mülakattan değil sohbetten söz ediyorum. Yani bu yazıda o uzun sohbetten kalan izlenimlerimi akratmaya çalışacağım.Sorunları konuşarak hallediyorlarÖncelikle şunu vurgulamalıyım: Hizbullah’ın hiç ama hiç kimseyle çatışmak istemediği izlenimi edindim. Örneğin hem PKK ile farklılıklarının altını çizmede, hem de yeniden bir çatışma ortamına sürüklenmeme kararlılıklarını vurgulamada hayli ısrarlılar. “Herkes halka gitsin, halk kimi beğeniyorsa onu seçsin” diyorlar. Değişik yer ve koşullarda PKK ile karşı karşıya getirilmek istendiklerini, ama bu sorunları doğrudan görüşmeler yoluyla bertaraf ettiklerini anlattılar. PKK ile yeniden çatışmalarının bazı üçüncü şahısların fazlasıyla hoşuna gideceğinin tabii ki farkındalar.Gülen cemaatine yakın bazı yayın organlarında haklarında yapılan çok sayıda olumsuz yayından epey rahatsız olmuşlar, ki bunu zaten kendi yayınlarından da biliyordum. Fakat bu sorunu da doğrudan kendilerini anlatarak, bir ölçüde aşmış olduklarından haberdar değildim. Kendilerini en fazla öfkelendiren hususun, bir şekilde Ergenekon’la irtibatlandırılmaları olduğunu çok net bir şekilde gördüm. Bu tür iddiaları kesinlikle bir “eleştiri”, hatta “suçlama” olarak değil de “itikatlarına yönelik bir küfür” olarak görüyorlar.Devlete gelince: Güvenlik güçleri ve adli mercilerin kimi zaman bazı yasal faaliyetlerinde zorluk çıkardığından; dernek ve vakıf çalışmalarına katılan bazı kişilerin, özellikle de gençlerin rahatsız edildiğinden şikayet ediyorlar. Sık sık ülkede yaşanan demokratikleşmeden kendilerinin de yararlanmak istediğini belirtiyorlar.Daha yazacak çok şey var ancak şimdilik şöyle bir toparlama yapabilirim: Kürtler arasında alabildiğine güçlenmiş olan Hizbullah, şiddet ve vahşetle birlikte daha fazla anılır olmak istemiyor ve Kürt siyasi hareketi içinde meşru ve hatta yasal bir güç olarak tanınmak için çaba gösteriyor. Diğer bir deyişle Hizbullah’ın bir açılım arayışı içinde olduğunu hiç tereddütsüz söyleyebiliriz.
Başbakan Erdoğan önceki gün TBMM Grubu’nda yaptığı konuşmada, Kürt açılımının sekteye uğramasında, hatta bazılarına göre sona ermesinde birinci derecede etkili olan üç gelişmede hükümetlerinin hiçbir sorumluluğu bulunmadığını, bunların tümünün, bağımsız yargının tasarrufu olduğunu söyledi. Bunlar 1) DTP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması; 2) KCK operasyonları kapsamında çok sayıda belediye başkanı, siyasi parti ve sivil toplum kuruluşu yöneticisinin tutuklanması; 3) Habur’dan giriş yapanların bir bölümünün aylar sonra çıkarıldıkları mahkeme tarafından tutuklanması.Öncelikle şunu vurgulamak lazım: Erdoğan bu olaylar yaşandığında herhangi bir değerlendirme yapmamıştı ve bu da başta BDP olmak üzere bazı çevreler tarafından söz konusu gelişmeleri tasvip ettiği şeklinde yorumlanmıştı. Sonunda Başbakan’ın da bu üç olaydan, rezervleriyle birlikte pek memnun olmadığını gördük. Belki de, açılıma samimi bir şekilde destek veren bazı kişi ve çevrelerin her üç gelişmenin sakıncalarını bıkıp usanmadan tekrarlamaları etkili olmuş, Başbakan da zamanla bu noktaya gelmiştir.AKP DTP’ye sahip çıkmadıHer neyse, Erdoğan’ın önceki günkü sözleri, eğer iddia ettiği gibi gerçekten sürüyorsa, açılımın geleceği için olumlu işaretlerdir. Bununla birlikte onun “yargıya eleştiri” olarak söylediklerinin, her ne kadar kendisi açıkça belirtmese de aynı zamanda bir “özeleştiri” olduğunu da vurgulamak şart. Sözlerimi açmak için her üç olayda hükümet ve ona destek veren çevrelerin tutumlarını mercek altına almak isabetli olacaktır. İşe DTP’nin kapatılmasıyla başlayacak olursak, tam da açılımın Habur etkisiyle durduğu, bir tür “sil baştan”ın söz konusu olduğu bir dönemde Anayasa Mahkemesi DTP’nin kaderini tartışırken, iktidar partisi kapanma kararının çıkmaması için hiçbir açık çaba içine girmedi. Hatta Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek İspanya örneğini hatırlatarak muhtemel bir kapatma kararının meşruiyetine alenen vurgu yaptı. Hükümetin, Anayasa Mahkemesi üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığı tartışılır. Ancak Mahkeme’de AKP’ye en sempatik bakan isimlerden olan Haşim Kılıç’ın da kapatma lehine oy kullanmış olması çok anlamlıydı.KCK-Ergenekon benzerliğiKCK operasyonlarına gelecek olursak, hükümetin burada bütün sorumluluğu yargıya atması, kendisinin hiçbir ilgi ve dahli olmadığını ileri sürmesi hiç de inandırıcı değil. Çünkü çok iyi biliyoruz ki KCK operasyonu Ergenekon soruşturmasıyla büyük ölçüde paralellikler gösteriyor. KCK soruşturmasının ülkenin ne kadar hayrına olduğunu uzun uzun anlatıp savunanların aynı önemi Ergenekon soruşturmasına atfettiklerini çok iyi biliyoruz. Daha önce birkaç kez yazdığım gibi, Kürt sorunu ve PKK konusunu doğru düzgün bilmeyen, anlamayan veya anlayıp da artniyetli davranan bazı kişi ve çevreler hükümeti bu operasyonun son derece isabetli olacağına, PKK’nın önünü kapatıp açılımın önünü açacağına ikna ettiler. Diğer bir deyişle hükümet Ergenekon soruşturması hakkaında ne kadar ilgili ve bilgiliyse KCK için de üç aşağı beş yukarı aynı durum söz konusuydu. Fakat bu operasyonun yarardan çok zarar getirdiği, açılımı kapatıp PKK’nın önünü daha da açtığı kısa bir zaman içinde ortaya çıkınca hükümet de geri adım atmak durumunda kaldı. Bu noktada Diyarbakır’daki bir operasyonun ardından çok sayıda belediye başkanı ve siyasetçinin bilekleri plastik kelepçeli fotoğraflarının polis tarafından çekilip basına servis edilmesinin bir dönüm noktası olduğu açıktır. Yıllardır en büyük iddiası “ülkeyi demokratikleştirme” olan bir iktidar partisinin ve onun sırf bir şiir okudu diye belediye başkanlığını kaybedip cezaevine düşmüş olan liderinin bu fotoğrafla çok büyük bir darbe yemiş olduğu açıktır.Son olarak Habur’dan gelenlerin aylar sonra tutuklanmaları konusunda hükümet çevrelerinin çok kaygılandığını, bunu engellemek istediğini biliyoruz. Ancak mevzuatı aşmak mümkün olmadı. Ne var ki mevzuat, yasalar siyasi konjonktürle birinci derecede ilintilidir. O kişiler ülkeye ilk giriş yaptıklarında da herhangi bir “pişmanlık” göstermemişler ve aynı mevzuata rağmen serbest bırakılmışlardı. Arada değişen tek şey açılımın durumudur, daha doğrusu açılımın durmuş olmasıdır.Özetle, hükümetin yargıya yönelik eleştirileri bir yere kadar doğru olmakla birlikte, özeleştiri içermediği ölçüde anlamsız kaçıyor.
Türkiye’nin gündeminde Başbakan Erdoğan ile CHP lideri Kılıçdaroğlu görüşmesi var. Daha doğrusu böyle bir görüşmenin gerekli olup olmadığı; bunun gerçekleşip gerçekleşemeyeceği; olursa neler yaşanacağı ve nihayet bütün bunlardan ne çıkacağı, çıkabileceği tartışması var. Dün TBMM kulislerinde geçirdiğim bir günün ardından şu sonuca vardım: Her iki lider de farklı gerekçelerle bu buluşmayı istiyor, fakat her iki tarafın da yaptığı hatalar nedeniyle bu görüşme pekala gerçekleşemeyebilir.Önce neden böyle bir buluşmayı istediklerini düşündüğümü açıklamaya çalışayım. İlk olarak Erdoğan’ı ele alalım: Başbakan, PKK’nın başlattığı terör kampanyasının çok ciddi sonuçlara yol açabileceğini en iyi bilen isimlerden biri ve tek başlarına bunun önünü almalarının mümkün olmadığının da farkında. Açılım sürecine katamadığı muhalefeti, en azından bir bölümünü, “terörle mücadele” sürecine katması gerekiyor. İktidar partisinin, daha ilk andan itibaren “idam cezası” ve “OHAL” gibi sert önerilerle ortaya atılan MHP ile birlikte yol alamayacağı açık. Buna karşılık Kılıçdaroğlu’nun “Kanı kanla yıkayamazsınız” çıkışı AKP’nin açılım sürecinde dile getirdiği birçok yaklaşımla örtüşüyor.Riskler ve fırsatlarAslına bakılacak olursa Klıçdaroğlu ile buluşmak Erdoğan için bir sürü risk de içeriyor. Kılıçdaroğlu, daha seçilmesinin arifesinde “Recep Bey” diye seslenmeyi tercih ettiği AKP Lideri’ni en hassas ve kırılgan olduğu alanlarda epey zorladı. Buna karşılık Erdoğan onu doğrudan muhatap almamaya çalıştı, hükümet ve partideki kurmaylarını ortaya sürdü. Eğer buluşma gerçekleşirse, Kılıçdaroğlu’nun “ana muhalefet lideri” olduğu iktidar partisi ve Erdoğan tarafından da tescillenmiş olacak. Bu da varolduğu söylenen “Kılıçdaroğlu rüzgarı”nı daha güçlü kılabilir. Ancak dün görüştüğüm birçok AKP’li, CHP liderine puan kazandırma ihtimali olsa da bu buluşmanın gerekli olduğuna samimi bir şekilde vurgu yaptı. CHP cephesine gelecek olursak: Kılıçdaroğlu’nun ilk günden itibaren kendisiyle Baykal arasındaki farkları öne çıkarmada epey başarılı oldu. Şemdinli saldırısının ardından yapıp söyledikleriyle, terörü siyasi malzeme olarak kullanmayacağını kanıtlamış oldu. Cumhurbaşkanı Gül’ün davetine icabet eden ve bu buluşma sırasında ve sonrasında da “yapıcı” tavrını sürdüren Kılıçdaroğlu’nun Başbakan’la görüşme ihtimaline hiç tereddütsüz evet demesi de şaşırtıcı olmadı. Eğer bu buluşma bir şekilde gerçekleşirse Kılıçdaroğlu’nun Baykal’dan epey farklı bir lider olacağı iyice ortaya çıkacak.Erdoğan’ın hatasıFakat engel çok. Her şeyden önce Erdoğan çok büyük bir hata yaptı, asıl amacı Kılıçdaroğlu ile görüşmek olmasına rağmen, herhalde onu fazla onore etmemek için tüm parti liderlerine çağrıda bulunduğunu söyledi. Kılıçdaroğlu da, Erdoğan’ın kendisini Cumhurbaşkanı’nın yerine koyduğunu söyledi ve toplu bir görüşmeye katılmayacağını vurguladı. Ki bildiğim kadarıyla Erdoğan da tüm partilere çağrı yapmakla birlikte, “toplu” değil kabul edenlerle “ayrı ayrı” görüşmeyi planlıyordu. Ama bu kadar polemikten sonra iş neye varır, belirsiz.Anladığım kadarıyla her iki taraf da bir şekilde istiyor olsa bile bu görüşme pekala gerçekleşmeyebilir. Zira iktidar ve ana muhalefet partileri arasında gördüğüm kadarıyla herhangi bir temas ve diyalog mekanizması yok, varsa da yanlış işliyor. Hal böyle olunca taraflar birbirleriyle medya üzerinden temas kurmak durumunda kalıyorlar. İşin içine medya girince de kamuoyuna mesaj verme, kararlı görünme gibi kaygılar devreye giriyor.Halbuki Başbakan Erdoğan, bu görüşme fikri ilk ortaya atılıp Kılıçdaroğlu’ndan olumlu cevap gelmesinin ardından güvendiği bazı isimleri devreye sokup bu buluşmanın altyapısını hazırlatma yoluna gitmiş olsaydı, “davet mi, ziyaret mi?”, “Cumhurbaşkanı mı, Başbakan mı?” tartışmalarıyla enerji tüketilmez ve her iki tarafın da kârlı çıkabileceği bir görüşme hayata geçirilebilirdi.Yine de, bir şekilde iki liderin biraraya geleceğini tahmin ediyorum.
Son bir-iki gündür herhangi bir terör eylemi yaşanmamış olması kimseyi rehavete sürüklemesin, Haziran ayı başından itibaren tekrar eski çatışmalı günlere dönmüş bulunuyoruz ve şiddetin giderek tırmanacağını kestirmek için elimizde çok sayıda veri mevcut. Öncelikle İmralı ve Kandil’den gelen mesajların hemen tümünün çatışmayı teşvik ettiğini hatırlatalım. Örgüt, elindeki en güçlü kart olan silaha başvurarak devleti kendisini muhatap almaya zorlamak istiyor. Başta BDP olmak üzere Kürt siyasi hareketinin yasal kanadının, gelişmeleri izlemekten başka, bu süreçte yapabileceği çok fazla bir şey olduğu söylenemez. Öte yandan KCK operasyonları nedeniyle yasal hareketin çok sayıda kilit kadrosu devre dışı kaldı. Bu kişilerin tutuklanmalarının ana gerekçesi PKK ile yasal hareket arasında “köprü” işlevi görmeleriydi. İddiaların doğru olduğunu, bu köprünün büyük ölçüde tahrip olduğunu kabul etsek bile sonuçta bu operasyonların bazı safların temenni ettiği gibi “liberal Kürtler”in önünü açmadığını, tam aksine PKK’yı ve her türden radikal eğilim ve tutumu daha da güçlendirdiğini, kısacası çözüme hemen hemen hiç katkısı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.İslamcıların farkıGüneydoğu’daki sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerine gelince; kendilerine taşıyamayacakları kadar ağır bir yük yüklemek, onlardan açıkça ve yalnızca PKK’ya karşı çıkmalarını isteyenler var. Bölgedeki bazı İslamcı kişi ve kuruluşlar böyle bir misyona, o da çok dikkatli ve dengeli bir şekilde talip olabilirler, çünkü onlar yaklaşık 30 senedir PKK ve onun zihniyetine karşı durarak, kimi zaman onunla açıkça çatışarak bugünlere geldiler. PKK her ne kadar kendinden başka bir güce tahammül edemese de bölgede kökleri çok derinde olan İslamcıları tasfiye etmesinin imkansız olduğunu biliyor, daha doğrusu deneme yanılma yöntemiyle bunu öğrendi. Ama İslamcı olmayan STK’lardan PKK’ya karşı aleni bir duruş beklemek asla gerçekçi olmayacaktır. Zira bölgede İslamcılık ve PKK dışında farklı sesler ve çizgiler hemen hemen kalmamış durumda; daha doğrusu bunca yılın çatışma ortamında Kürt siyasi hareketinin daha önce mevcut olan farklı sesleri birer birer kısıldı ve hatta yok oldu. Her şeye rağmen etkin olmak isteyenlerse, belki de hiç istemeye istemeye seslerini PKK’nınkiyle aynılaştırdılar. Sonuçta İslamcı olmayan STK’ların neredeyse tümünün, örgüte bakışları ne olursa olsun, meşruiyetlerini büyük ölçüde PKK’dan olmasa bile onun yarattığı atmosferden aldıklarını söyleyebiliriz. Hal böyle olunca onlardan sadece ve sadece PKK’ya çağrı yapmalarını beklemenin hiçbir gerçekçi yönü bulunmamaktadır.BDP’nin durumuSTK’lardan BDP’ye geçelim. Dün DTP’ye, bugün BDP’ye, öncelikle PKK’yı “terör örgütü” olarak tanımlaması dayatıldı, olmadı. Bunun üzerine “madem PKK’ya açıkça karşı çıkamıyorsunuz, bari onları susturun ve siz konuşun” diye özetlenebilecek bir öneri getiriliyor. İlk bakışta makul görünen bu önerinin de gerçekçi olmadığı açıktır. BDP gibi bir partinin PKK’nın “yerine” konuşması asla söz konusu olamaz. Olsa olsa “PKK adına” konuşabilirler ki o da ancak ve ancak İmralı ve Kandil’in kendilerine bu yetkiyi vermesiyle mümkündür.
Aradan yaklaşık bir yıl geçti ama daha Kürt açılımının hangi noktada olduğu konusunda bile anlaşamıyoruz. Birçoklarına göre Habur’dan kısa bir süre sonra hükümet açılımı rafa kaldırdı, son terör eylemleri de açılımın tabutunun son çivileri oldu. Öte yandan bazıları aslında açılım diye bir şeyin hiç olmadığını ileri sürüyor. Başbakan Erdoğan ise açılımda kesinlikle bir duraklama olmadığı iddiasında ve yola devam ettiklerini söylüyor. İlginçtir, onu baştan beri bir “yıkım projesi” olarak tanımlayan MHP Lideri Bahçeli de açılımın sürdüğüne inanıyor.Bahçeli daha açılımdan çok önce iktidar partisini PKK, Kürt meselesi (tabii ki o, bu tanımı kullanmıyor) ve Kuzey Irak konularında “dış güçler” le birlikte yanlış planlar uygulamakla, hatta daha da ileri giderek vatana ihanetle suçluyordu. Bu eleştirilerin açılımla birlikte iyice tırmandığı ortadadır ve aslına bakılırsa buna kimse de şaşmamaktadır. Peki bütün bunlardan hareketle MHP’yi açılımın neresine yerleştirebiliriz?İşte bu soru, Kürt açılımının ilk somut adımı olan Ankara Polis Akademisi’ndeki çalıştayda da soruldu ve nedense üzerinde çok fazla durulmadı. Çünkü, her ne kadar içlerinde ülkücü geçmişe sahip kişiler bulunsa da, katılımcıların büyük bir çoğunluğu bu partiye epey mesafeliydi ve Kürt açılımının ancak “MHP’ye rağmen” başarıya ulaşabileceği düşüncesindeydi. Kimin bu konuda ne söylediğini aktarmam, toplantının kuralları gereği doğru olmaz, fakat şahsen, MHP’nin bu süreçten bütünüyle dışlanmasının doğru olmayacağını savunmaya çalışmıştım. Sanıyorum aradan geçen bir yılda yaşananlar bu iddiamı doğruladı.Neden mi? Çünkü eğer hükümet açılımı durdurmuş, rafa kaldırmış veya tamamıyla sona erdirmişse bunun en başta gelen nedeni, ülkenin batısında oy kaybetme endişesidir. AKP’nin bu noktada CHP’den çok MHP’den korktuğunu kestirmek hiç de zor değildir. Zira açılımın yanlış yönetilmesi ülkede zaten varolan Türk milliyetçiliğini daha da güçlendiriyor, MHP ise, hiçbir şey yapmasa bile açılıma öfkeli kesimlerin oylarının gidebileceği ilk adres olarak sivriliyor.Milliyetçilikler çatışmasıAncak ülkede Kürt ve Türk milliyetçiliklerinin birbirlerini besleyerek güçlenmesinin yarattığı atmosferin riskleri de çok yoğun ve epey deneyimli bir siyasetçi olan Bahçeli de bunların farkında olduğunu kanıtlıyor. Bu risklerin en büyüğü, çatışmanın sokağa taşması ve buna bağlı olarak “halkların birbirine düşmesi” dir. İşte Bahçeli, 1970’li yılların acı tecrübelerini de göz önüne alarak uzun bir süredir MHP ve Ülkü Ocakları üye ve sempatizanlarının sokağa çıkıp, “olaya el koyma” ya çalışmalarından ürküp bunu engellemek için elinden geleni yapıyor. Bu bağlamda Bahçeli’nin değişik vesilelerle kamuya yönelik açık ve net mesajlar verdiğini, parti teşkilatlarını sürekli olarak uyardığını biliyorduk. Dün bunlara son bir halka daha ekledi ve yeni bir genelgeyle MHP’lileri bir kez daha uyardı.Onun şehit cenazelerinde aşırılıklardan kaçınılması; kimlerin neden düzenlediği belli olmayan toplantı ve gösterilere katılınmaması; çözümün sokakta değil TBMM’de aranması; kavga ve çatışma ortamları ile muhtemel kutuplaşma ve cepheleşmelerden uzak durulması; yayın, ilan, afiş, pankart ve sloganlarda parti tüzük ve programında yer almayan, izin verilmemiş olanların kullanılmaması gibi uyarıları son derece önem arz ediyor.Bahçeli’nin son terör saldırılarının ardından OHAL’in, idam cezasının geri getirilmesi gibi önerilerinin kabul edilmesi Türkiye’nin demokratikleşme serüveninde çok büyük geri adımlar olur ve asla kabul edilemez. Yine MHP’nin, Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle kalıcı bir çözümüne aktif destek vermesi de mümkün gözükmüyor.Bununla birlikte MHP’nin bu ülkede nasıl bir yere sahip olduğunu görüp bu partiyi ve daha önemlisi onun tabanını mutlaka demokratikleşme süreçlerinin olabildiğince içinde tutmaya çalışmak gerekiyor. Bahçeli sözünü ettiğim genelgede, “Bugün için hepimizin birinci görevi, etnik tuzakları boşa çıkarmak ve bir kardeş kavgasını ne pahasına olursa olsun önlemektir” diyor. Gerçekten yaşanmakta olan gelişmeler ülkemizi, hiçbirimizin arzulamayacağı yerlere sürükleyebilir. Bu noktada MHP’nin ve Bahçeli’nin duruşunun değerini bilmemiz gerekiyor.
Başlıktaki soruya Başbakan Erdoğan hiç tereddütsüz “kesinlikle evet” diye cevap verecektir, zaten veriyor. Hükümetin ve iktidar partisinin önde gelen isimleri de hiç kuşkusuz kendisiyle aynı görüşü paylaşıyorlar. Ve doğal olarak iktidar partisine yakın çevreler, örneğin medya kuruluşları ve gazeteciler de, PKK’nın son dönemde eylemlerini yoğunlaştırmasının ardında AKP hükümetini devirmeye yönelik büyük bir proje görüyor ve ülke içinden ve dışından birçok odağı “PKK’nın müttefiği”, hatta daha ileri giderek “PKK’yı yönetip yönlendiren güçler” olarak tanımlıyorlar.Yaklaşımlarının yanlış olduğunu, bu yanlıştan hareketle de PKK’ya karşı mücadelede yanlış stratejiler geliştirdiklerini düşünüyorum. PKK’nın ilk sarsıcı eylemleri olan Eruh ve Şemdinli baskınları 15 Ağustos 1984 günü yaşanmıştı. O günden bu yana Türkiye çok sayıda hükümet, başbakan, iktidar partileri gördü. Eğer yakın tarihimiz objektif bir şekilde irdelenirse, birçok siyasi parti ve liderin Kürt sorunu ve buna bağlı olarak PKK sorununu çözme iddiasıyla iktidara geldiklerini ve esas olarak da bu iddialarını gerçekleştiremedikleri için iktidardan düştüklerini görülür ki bazı parti ve liderlerden bugün herhangi bir iz kalmamış olması da ayrıca manidardır. Yine yakın tarihimize baktığımızda iktidardaki her parti ve liderin, PKK’nın esasında kendilerini hedef aldığı tezini sık sık işlemiş olduğunu hatırlarız. Ne var ki bu partiler ve liderler zirveden düştükten sonra da faaliyetlerini sürdürüyor olması, örgütün hedefinin “hükümet”ten öte bir şey olduğunu bizlere göstermektedir. PKK’nın AKP’ye bakışıAKP’nin iktidara geldiği tarihten bugüne PKK’ya en azından “sempatik” bakan çok sayıda kişiyle görüşme imkanım oldu. Öte yandan gerek Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmelerin notlarını, gerekse PKK’yı yöneten isimlerin vermiş olduğu çok sayıda röportajı okudum. Örgütün ve Öcalan’ın AKP ve Erdoğan’a bakışlarının, tıpkı daha önceki hükümetler ve başbakanlara olduğu gibi, inişli-çıkışlı bir grafik izlediğini düşünüyorum. Bu noktada AKP’ye yakın bazı gazeteciler tarafından “tartışmasız doğru” olarak görülen bir hususa itirazlarımı kayda geçirmek isterim. Onlara göre Öcalan ve PKK, seçimle işbaşına gelmiş olan AKP ve Erdoğan yerine TSK’yı muhatap olarak görmekte ve buna bağlı olarak “derin devlet”le (diğer bir deyişle Ergenekon’la) işbirliği imkanları aramakta ve zorlamaktadır. Öcalan’ın ve bazı PKK yöneticilerinin kimi sözleri bu önermeyi doğrular gözükmekle birlikte birçok kez de, tam tersine esas olarak ve bazen sadece hükümete seslenmeye çalıştıklarını görüyoruz. Özellikle açılımın ilk günlerinde bu yaklaşım baskındı, fakat Habur’dan sonra hükümetin ayağının frene gitmesiyle ve özellikle de KCK operasyonlarıyla birlikte örgüt ve Öcalan hükümete alenen cephe almaya başladı. Kısacası PKK’nın hükümete yönelik stratejilerini esas olarak hükümetin PKK’ya yönelik stratejilerinin belirlediğini söylemek daha isabetli olacaktır.Gül’ü de gölgeliyorAKP’lilerin PKK’yı sadece kendilerine karşıymış gibi algılamaları çok vahim sonuçlara yol açabilir. Başbakan Erdoğan son terör eylemlerinin tırmanmasının arifesinde, özellikle MHP’nin partisi ve hükümetini PKK ile irtibatlandırılmasına duyduğu öfkenin de etkisiyle, CHP, MHP ve BDP’yi Kandil ve İmralı ile birlikte aynı cephede tarif ediyordu. (Bu arada başta İsrail olmak üzere, dış politikada sorun yaşanan bazı ülkelerin PKK’yı taşeron olarak kullandığı imalarının defalarca seslendirildiğini de unutmayalım.)Erdoğan’ın, peş peşe yaşanan terör saldırılarının ardından tüm partilere birlikte hareket etme çağrısı yapmasını beklerken bu yanlış tutumunu sürdürdüğünü görüyoruz. Onun bu ısrarının Cumhurbaşkanı Gül’ün çabalarını da hayli gölgelediği ortadadır.Evet TBMM’de grubu bulunan partilerin içinde yaşadığımız krizden ortak bir çıkış yolu bulabilmelerinin imkansız olduğu ortada. Fakat iktidar partisinin, bütün zorluklara rağmen, bu imkansızlığı gerçeğe dönüştürme yolunda gayret sarf etmesi daha doğru olacaktır.