Ak Parti bir “kadro hareketi” olarak doğdu. “Kadro”yu oluşturanlar, Refah Partisi’nin Erbakan dışındaki “A takımı”ydı ve partilerinin toplumsal ve siyasal tıkanmasını görmüşlerdi.Bu kadro, 28 Şubat sıkıntısı ve ekonomik kriz devam ederken herkese demokrasi ve ülkeye istikrar vaadiyle halkın önüne çıktı ve 2002 seçimini kazanmasının ardından kendisini kimine göre yavaş kimine göre hızlı bir şekilde inşa etti.Ak Parti kendisini inşa ettikçe orta ve alt sınıfların çekim alanı oldu. Ekonomiyi büyüten, orta ve alt sınıflara birçok alanda toplumsal ve ekonomik gelişme, sosyal politikalarının başarısı tartışılmaz bir siyasi parti olarak bu kesimlerde büyük ölçüde kök saldı. Bu sayede 2015 seçim başarısızlığı bile yüzde 41’le sınırlı kaldı.İlk sütununu, orta ve alt sınıfın ekonomik ve sosyal beklentileri üzerine kuran ve onlara sürekli cevap vererek bu sütunu güçlendiren Ak Parti, Avrupa Birliği tam üyelik adayı olarak da demokratik bir hedefi yine halkın önüne koydu. Bu da daha çok ekmek ve daha çok özgürlük isteyen orta ve alt sınıflar için ikinci sütunu oluşturdu.Bu hamlenin vazgeçilmez devamı da “askeri vesayet” konusunda halkın korku ve endişelerinin giderilmesiydi. Ak Parti “askeri vesayet”in canlandığı her durumda dik durdu, referandumlarla halka sorup olumlu cevaplar aldıkça da üçüncü sütununu yerleştirdi.Darbe davalarında Tayyip Erdoğan “savcıyım” demişti, ama sonra bu davalar tümüyle aklanmayla sonuçlanınca Ak Parti’nin üçüncü sütununun “devletle uzlaşma” adına buharlaşıp buharlaşmadığı sorusu da ortaya çıktı.Üçüncü sütun sağlam bir şekilde dururken, “çözüm süreci” veya “kardeşlik projesi” Ak Parti’nin dördüncü sütunu olarak ortaya çıktı. Orta ve alt sınıflar bu sütunun tam desteği olurken, Kürler de oldukça kuvvetli şekilde barış tarafında yer aldılar.Ak Parti’nin 2001’de başlayan ve 2013’te dört sütun üzerine yerleşen çok kuvvetli bir siyasi iktidar olmasına kadar olan süreç budur. Bu doğru ve objektif bir özettir.2015’e bugüne geldiğimizde, orta ve alt sınıfların Ak Parti’yi terk etiğini söylemek mümkün değildir. Sütunların birincisi, ekonomik ve sosyal olanı yerli yerindedir ve halk bunu görmektedir.İkincisi, yani Avrupa Birliği standartları hedefinde eksikler çoktur, ama bu eksikler sütunun arlığını ortadan kaldıracak nitelikte olmadığı gibi az zahmetle bile tamamlanabilir.Üçüncüsüne, askeri vesayete gelince, “devlet benim devlet biziz” üslubunun yarattığı “farklı bir uzlaşma mı var” sorusunun dışında aşırı “güvenlikçi” eğilimlerin yarattığı ciddi bir kuşku bulunmaktadır.Ve dördüncü sütun şu anda yerle birdir ve tekrar kurulabilmesi için bayağı kuvvetli bir irade ve kararlılık ve zihin açıklığı ve de ülkeye yukardan bakabilme yeteneği gerektirmektedir.Ak Parti’nin bugünkü büyük kongresinde bunlar konuşulmayacak, sadece genel başkanın konuşmasında ve yeni yönetim listesinde bunlarla ilgili ipuçları aranacak. Ama Ak Parti’de de çevresinde de bunlar konuşulmakta ve “direksiyon ayarı” ihtiyacı tartışılmaktadır.Ak Parti’nin dört sütunlu yapısını onarması ve yenilemesi şu anda demokrasinin geleceği açısından da belirleyici bir önem taşımaktadır.
Sadece siyasi çevrelerde değil, vatandaş arasında da “seçim ertelenir mi” sorusu yaygın şekilde soruluyor.Seçimi ertelemenin gerekçesi olarak terör ve seçim güvenliği henüz “mırıldanma” halinde gündeme getiriliyor. Bir başka “mırıldanma” konusu da HDP’nin seçimde oyunu artırma olasılığıdır.Siyasi partilerin seçim sonuçlarıyla ilgili endişeleri ortaya çıktıkça da erteleme konusu daha çok dillendirilir olacaktır.HDP dışındaki üç siyasi partinin de seçim sonuçlarıyla ilgili endişesi vardır. Ak Parti tek başına iktidar olmayı halen garanti görmediğinin işaretlerini vermektedir. CHP’nin zaten iktidar olma iddiası yoktur, derdi oyunu bir iki puan arttırmaktan ibarettir. MHP de Ak Parti’ye oy kaptırma endişesi içindedir.Güneydoğu’daki seçim güvenliği endişesi ise ciddidir ve bu endişenin gerçekleşmesini isteyenler de gerilime katkıda bulunmaya devam edeceklerdir.Seçime 50 gün kala, seçimin yapılmamasını isteyen kuvvetlerin ortaya yeni “unsurlar” çıkarması mümkündür. Seçimin yapılmaması, zayıf bir seçim hükümetiyle hayatın devam etmesi ve ülkenin sadece terör sarmalı içinde yaşamaya devam etmesidir.Demokrasi tarihimizde birçok “ilk”i bu dönemde yaşadık, yaşıyoruz. Bu “ilk”lere bir de seçim ertelemesi gelmesi durumunda ise yine ilk kez büyük bir gerileme yaşamış olacağız.Bütün sıkıntılara, demokrasinin defalarca askıya alınmasına, askeri darbelere rağmen, demokrasi her seferinde sıkıntıları biraz daha ilerleyerek atlattı. Her seferinde onarım daha hızlı oldu ve demokrasinin kuvveti daha çok ortaya çıktı.Seçim erteleme gibi bir durum ise demokrasinin “dibe vurması”ndan başka bir şey olmaz. Gerekçesi ne olursa olsun seçimin ertelenmesini gündeme getirmek de gerçek anlamda demokrasinin askıya alınmasını istemekten başka bir şey değildir.Türkiye’de seçimler 27 Mayıs ve 12 Eylül’de askeri darbe döneminde ertelendi ve yapılmadı. Askeri darbe dışında seçim ertelemesinin adı da kaçınılmaz olarak “sivil darbe” olacak ve demokrasi ilk kez siviller eliyle askıya alınmış olacaktır.Bunun devamını da herkes şimdiden görebilir.
Tertip kendi yolunda ve gayet hızlı ilerliyor. Birinci perde terördü, herkesin içini yakan şehit cenazeleriydi, cenazeler gelmeye devam ederlerken ikinci perdeye geçildi.Artık herkes sahneye bütün öfke birikimiyle çıktı. Buna Hürriyet gazetesine saldıran Ak Partililer de, HDP binalarına saldıran, otobüs taşlayan, Kürtleri linç etmeye kalkan Ak Partililer, MHP’liler ve CHP’liler de dahildir.Hürriyet gazetesine saldırıp taşlayanlar attıkları her taşın demokrasinin temelini hedef aldığının bilincinde değiller. Star’a bombalı silahlı saldırı yapanlar da amaçlarına ulaşmış oldular. Medya bir araya gelip kendisine yapılan saldırılara birlikte karşı duramıyor, sadece kendine yapılan saldırıyı saldırı sayıyor.Kaosun ilk adımları bu şekilde atılmaktadır. Şuursuz hesaplaşma duyguları taşlarla sopalarla, linç girişimleriyle kaosun temellerini kurmaktadır.Televizyon ekranları sadece öfkeyle dolmuştur, her cümle “biz ve onlar” ayırımı üzerine kurulmakta, “karşı taraf” ilan edilenlere her şeyi söylemek mubah hale gelmiştir.Kaosun ilk adımı içinde Türklerle Kürtlerin bir arada yaşamasını iyice zorlaştırma faaliyeti önde gelmektedir. Türklerle Kürtler, yüz yıldır süren çatışma ve sorunlara, isyanlara ve devlet baskılarına rağmen bir arada yaşamışlardır. Ama ilk kez bir “iç savaş” koşullarına itilmektedirler.Tertip nasıl yapıldı ve nasıl başarılı oldu? Bu sorunun cevabını tabii ki arayacağız, ama şu anda birinci mesele tertibi boşa çıkarmak için bir şeyler yapılmasıdır.Tertibin ucunda iç savaşı görüyorsak, iç savaş lafı en şuursuz şekillerde tekrarlanıyor, sıkıyönetim çağrıları yapılıyor ve en kaba tahrikler karşılık buluyorsa bir uçurumun veya cehennemin kıyısına gelmişizdir.Toplu halde çıldırdıysak yapacak bir şey de kalmamış demektir, hep birlikte cehenneme yuvarlanmaya veya uçurumdan atlamaya hazırız demektir. Böyle bir savaşın galibi olmaz, uçuruma da hep birlikte düşülür, cehenneme de hep birlikte girilir.
90’lı yıllarda devletin terörle mücadeledeki askeri stratejisinin adı “düşük yoğunluklu savaş”tı. Bunun içeriğini askeri uzmanlar tam olarak anlatır. Ancak biz de bazı tahminlerde bulunabiliriz.“Düşük yoğunluklu savaş” stratejisi var olduğuna göre bir de en azından “yüksek yoğunluklu savaş” olmalı. Buradaki “düşük” ve yüksek” arasındaki farkın bir kısmını da herhalde emniyet güçlerine verilen “Tereddütsüz silah kullanın” talimatı gösterebilir.Hiçbir askeri sorumlu, Dağlıca olayının ardından “yüksek yoğunluklu savaşa geçmeyelim” diyemez, onun görev ve sorumluluğunun gereği budur.TSK, Dağlıca’daki şehit sayısını 16 olarak açıkladı. Şehitlerden biri de tabur komutanı kurmay yarbay.Önceki gece ilk haberlerin geldiği sırada konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan da “savaş stratejisinin değiştiğini” anlatmıştı.“Düşük yoğunluklu savaş”ta hedef terör örgütünün silahları gömmesi veya yurt dışına çıkarması olduğuna göre, “yüksek yoğunluklu savaş”ta hedefin ne olacağını da tahmin edebiliriz.Dağlıca’da bir katliam oldu, bu katliamın karşılığı da mücadelenin yoğunluğunun artırılması olacak. Sonra ne olacak? Şehitler gelmeye devam edecek, çatışmaların ortasına düşen insanlar da ölecek, dur emrine uymayanlar da ölecek ve savaş bir kuşak sonraya da taşınmış olacak.Şu anda şehir şehir sokağa çıkma kararları uygulanıyor, bunun ardından da “tek tek bunlarla uğraşmak yerine olağanüstü hal ilan edelim” fikri gelecek. Askerin olağanüstü hal istemesi çok doğaldır ve bir başka Dağlıca’nın ardından buna da kimse karşı çıkamaz.Kitlesel ölümler dönemine Kobane ile geçtik, Suruç’ta yaşadık, şimdi de Dağlıca ile şiddetin zirve yaptığı noktaya yerleşmiş olduk.Bunun bir “dur” noktası olacak ve siyaset bir türlü “dur” noktasına gidemiyor. Siyaset gidemediği zaman da halk başka türlü düşünmeye başlar. “Bu ortamda seçim olmaz” lafları fazla sık tekrarlandığı zaman da kafalarda başka fikirler oluşmaya başlamış demektir.“Demokrasi içinde olmuyor, işte gördünüz” demek için bekleyenler şu anda kendileri için en uygun ortamı bulmuş durumdalar. Bu ortamı seçim öncesinde biraz da “olgunlaştırmaya” çalışacaklar, sonra da ortaya çıkacaklar.
Türkiye’de ilk serbest seçimlerin yapıldığı 1946’dan bu yana, seçim sonuçlarıyla ilgili ciddi bir şaibe olmamıştır. Zaman zaman ortaya atılan uyduruk iddiaların hiçbiri de doğrulanmamıştır.1946 seçimindeki “şaibe” önce sandık başlarına konulan jandarma ve polis ile başlamıştır. Sandık başlarındaki polisleri ve jandarmayı halk “doğru dürüst ve istenen yönde oy kullanmazsanız başınıza neler gelir” işareti olarak almıştır.Adına “serbest seçim” denilen ama serbest olmayan seçimlerin en açık örnekleri Sovyet bloğu ülkelerinde yaşanmıştır. Burada da her sandığın başına, insanlara kötü kötü bakan sivil polisler konulurdu.Bu örnekler saymakla bitmez, ama buradan çıkarılacak bir sonuç önümüzdeki seçimler için, “sorunlu” bölgelerde her sandığa bir polis, bir jandarma fikrinin oy kullanan insanları, ne yönde siyasi tercihleri olursa olsun rahatsız edeceğidir.7 Haziran seçimleriyle ilgili olumsuz kanaatler en çok iktidar partisi tarafından gelmiştir. En çok ifade edildiği şekliyle “yüzlerce sandıkta HDP’ye silme oy çıkmış olması” bölgede yapılan baskıların sonucu olarak görülmüştür.“Yüzlerce sandık” denildiği zaman, bin sandıkta silme oy çıkmış olsa, toplam seçmen sayısı 200 bin dolayındadır ki, bu da genel sonuçlarda 1 puanlık bir fark bile yaratmaz.Ancak kuşkusuz ilke olarak tek bir vatandaşın bile nereden gelirse gelsin, bir baskıya uğrayarak oy kullanması kabul edilemez. Devlet de bunun tedbirini almakla yükümlüdür.Ancak bu tedbirin “baskı” olarak algılanması da ters yönde etki yaratabilir ve şu anda yaygın olarak ifade edilen seçim güvenliğiyle ilgili endişeleri daha da arttırabilir.Seçimle ilgili kaygılar esas olarak Güneydoğu’da toplanmaktadır ve PKK’nın sağlıklı bir seçim yapılmaması için faaliyet göstereceği endişesi ön plandadır.Eğer PKK seçim öncesi ve seçimde bu tür bir faaliyete girerse de bunun olumsuz sonuçlarının en başta HDP’de görüleceğinden kimse kuşku duymasın. HDP’yi yüzde on baraj altına itecek kuvvet sadece PKK’dır.Seçimle ilgili başta güvenlik olmak üzere bütün kaygıların giderilmesi için de sadece iktidar partisinin değil, muhalefet partilerinin de, başta HDP olmak üzere hassas ve faal olmaları şart görünmektedir.
Şehit cenazelerinin acı görüntüleri herkesin yüreğini yaralarken başka acı görüntü de ekmek almaya giderken mayının öldürdüğü 12 yaşındaki Kürt çocuk oldu. Ve bir başka görüntü, gülerek elleriyle zafer işareti yapan 12-13 yaşındaki çocuklar.O çocuklar gülerek sonraki ölümlerin haberini veriyorlar. Çocuğu askerde olan her ana baba uykusuz yaşıyor. Mayınlar, bombalar, havanlar can üstüne can alıyor.Bu hiçbir toplumun kabulleneceği bir kader değildir, hiçbir toplum çocuklarının askerde ya da dağda ölmesine tahammül edemez, hiç bir toplum “kader bu” deyip de susamaz.Barış masasının en sağlam şekilde yerleştiğini sandığımız Dolmabahçe görüşmesinde meğer aslında masa kaldırılmış. Bunu anlamamız biraz zaman aldı. Zaman aldı, çünkü hiçbirimiz tekrar kan dökülmesini, olayların bu kadar çığırından çıkmasını beklemiyorduk.Devlet-Hükümet tarafı masanın tekrar kurulmasına ilişkin bir işaret vermiyor, “askeri çözüm” kararının ucu olarak silahların gömülmesi veya ülke dışarı çıkarılması talebini tekrarlıyor.HDP’nin PKK’ya yaptığı silahların susması çağrıları da karşılık bulmadı, Kandil Demirtaş’a aşağı yukarı “sen kendi işine bak” cevabı verdi.Şimdi sorumluluk yine İmralı’ya geçmiş olmaktadır. Abdullah Öcalan’ın PKK’ya müdahale etmesi şart olmuştur.Nisan ayından bu yana tecrit uygulanan Öcalan’ın Kuzey Irak televizyonuna konuşması için izin çıktığı ve bu konuşmanın 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde, yani bugün yayınlanacağı haberi alınmıştır.Herkesin bu konuşmadan beklentisi çok açıktır: Abdullah Öcalan, bütün eylemleri durdurması için PKK’ya çağrı yapmalıdır.Öcalan daha önce, açlık grevlerindeki ölümleri de Kobane protestoları ve çatışmalarındaki ölümleri de bir işaretle durdurmuştur. Bugünkü savaş ortamından çıkılmasını sağlayacak olan Öcalan’ın çağrısıysa, bu çağrı mutlaka yapılmalıdır.İki ay sonra seçim yapılacaktır ve bu giderek çok daha önemli bir seçim haline gelmiştir. Bugünkü savaş ruhlarıyla gidilecek bir seçimin öncesinin de sonrasının da korkutucu olmaktan çıkması şarttır. Önce silahlar susar, seçim sonrası masanın tekrar kurulması için girişimler başlar.
IŞİD, Türkiye sınırları içinde eylem yapmadan çok önce Türkiye’nin sorunu oldu. Önce Batı’dan kuvvetle gelen bir iddia Ankara’yı IŞİD’i desteklemekle suçladı.Bu yoğun kampanyanın belli bir kamuoyunda, hem içeride hem dışarıda ekili olduğunu kabul etmek gerekiyor. Kanaat, Ankara’nın en azından Türkiye sınırları içinde rahat hareket edebildiği şeklinde yerleşti.Suruç katliamının ardından genel ve resmi kanaat de, katliamın IŞİD’in eseri olduğu şeklindeydi. Bunun hemen ardından işlenen iki polis cinayetini nasıl bir mantıkla bir araya getirildiği henüz açıklanmış değil.Ama Suruç katliamının hemen ardından Ceylanpınar’daki polis cinayetleri gelince Ankara’nın tepkisi sınır ötesindeki IŞİD ve PKK mevzilerinin bombalanması oldu. Bombalama IŞİD ile başladı, fazla sürmeden PKK’ya geçildi ve bilindiği gibi yakın günlere kadar devam etti.IŞİD’e karşı Koalisyon güçlerinin son hava harekatında Türk askeri uçakları da yer aldı. Bu operasyonların nasıl devam edeceği henüz bilinmiyor. Ancak şu ana kadar yapılan açıklamaları göre kuvvetlenerek devam etmesi muhtemeldir. IŞİD meselesi, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında son yaşanan hareketler ve sıkıntıların son halkasıdır. Diğer sıkıntı halkalarında da Suriye, Suriye’deki Kürlerin durumu, Irak ve Mısır tabloyu tamamlamaktadır.Seçim hükümeti kurulurken, bu hükümetin “aktif” olmadan seçim sonrasına geçişi sağlaması öngörüldü. Hatta terör meselesinin çözümü konusunda da bu hükümetten radikal veya cesur bir karar beklenmeyecek. Ancak saydığımız dış kaynaklı sıkıntılar ve diğer dış politika sorunları kimseyi beklemeyecek, Türkiye seçim var diye kimse durmayacak.Davutoğlu’nun da hükümeti kurarken Dışişleri Bakanlığı için yaptığı tercih bunu gösteriyor. Dışişleri Bakanlığı’na siyasi bir kişi değil, altı yıldır yürüten bir diplomat, Feridun Sinirlioğlu getirildi.Sinirlioğlu, altı yıldır tümüne hâkim olduğu dosyaları birkaç ay için de olsa Dışişleri Bakanı olarak ele alacak. Sinirlioğlu’nun diplomat olarak Ortadoğu’da bulunmuş olması da belli ki Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından dikkate alınmıştır. Sinirlioğlu’nun seçimden sonra da belki siyasi kimlikle görevine devam etmesi de sürpriz olmayacaktır.Güney sınırımız hâlâ bataklıktır ve bu bataklığın çamurları üzerimize fazlasıyla sıçramakta, Suruç’ta ve Kobane’de olduğu gibi kanla gelmektedir. Ne yaparsak yapalım bir süre daha gelecektir, ama bu süreyi kısaltmak da Ankara’nın siyasi ve diplomatik becerisine yakından bağlıdır.
Aklı selimini kaybetmemiş her vatandaşın cevap beklediği soru aynıdır, şu andaki savaşı kim durduracak, nasıl durduracak?2007 yılına kadar bu sorunun cevabı “güvenlik kuvvetleri” ve “terör yok edilene kadar savaşarak” diye cevap veriliyordu. Bunun dışında bir cevap arayana da verilen en yaygın sıfat “terör işbirlikçisi” idi.2007’den 2015’e kadar başka cevaplar arandı ve içeriği bol bol tartışılan bir barış süreci yaşandı. Bu süreci başlatan dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’dı.Bu cesaretin karşılığı toplumun her kesiminden, Türklerden de Kürtlerden de, alt sınıflardan da üst sınıflardan da “destek” olarak geldi.2010 referandumunun, 2011 seçiminin sonuçları bunu, toplumun talebinin barış ve bütün vesayetlere karşı demokrasi olduğunu gösteriyordu.2003 Gezi olaylarıyla birlikte “ayarlar” bozulmaya başladı, ilk ayarlar bozulunca, başka ayarlar da bozuldu ve 2007 öncesinin “güvenlikçi” ruhu yavaş yavaş öne çıkmaya başladı.Şimdi tekrar soruyoruz: Kim durduracak, nasıl durduracak? Bunu durduracak olan devlet değildir siyasettir. Nasıl durduracağının cevabı da bellidir: Siyasi yöntemlerle durduracaktır.Siyasetin hakimiyeti elinden kaçırmasının birinci maliyetinin, ortaya çıkan boşluğu başka güçlerin doldurması olduğunu hep tekrarlıyoruz.Siyaset duruma hakim olduğu anda boşluğu siyasetle doldurabilir ve bu ağır soruların cevaplarını, daha önce olduğu gibi doğru olarak verebilir.Hiç bir savaş sonsuza kadar sürmez. Savaşların bazılarının da kazananı olmaz. Bunlar tarihin, yakın tarihin bize öğrettiği tartışılmaz doğrular. Ama savaş çığlıkları havayı fazlasıyla doldurduğu zaman bu doğrular aklımızdan çıkıveriyor.Siyasetin tekrar direksiyonu ele alması için de halkın bu talebini kuvvetli bir şekilde göstermesi gerekiyor. Bu, her zaman temenni edilen şekilde olmayabilir, ama halkın verdiği işaretler hiçbir zaman gizli değildir.Kanı durduracak, bu ülkeyi tekrar normalleşme umuduna döndürecek olan sadece siyasettir, silahla değil silahsız yapılan siyasettir.