Gelecekten mesaj var!

1 Ocak 2017

Kimi genç dostlarım 2017’yi böyle karşılamaya karar vermişler, ben sadece elçi oldum:‘Yeni yıldan çok yavaş geçmesini ve hep mutlu olmayı istiyorum. Mümkünse (birden olmasa da olur) Türkiye’nin düzelmesini ve internetimizin hızlanmasını diliyorum.’ (12 yaşında)‘Birbirine kırgın veya kızgın olan herkesin barışmasını; insanların ellerindekinin değerini bilmesini diliyorum. Varken bir daha almasınlar lütfen! Küresel ısınmanın durmasını ve daha çok kar tatilinin olmasını da istiyorum.’ (13 yaşında)‘Ülkedeki cinayetlerin sona ermesini istiyorum. Dünyadaki savaş ortamının yerine barış ortamında bulunmayı özlüyorum. Bu sene çok iyi bir liseye girmeyi de istiyorum elbette!’ (14 yaşında)‘2017’den ülke barışı, kedi, legolar vb. şeyler diliyorum. Hayatta asla savaş olmasın. Ama tabii ki hayatta kavgalar olabilir, onlara bir şey demiyorum. Ben dünyada adalet, özgürlük, eşitlik istiyorum.’ (13 yaşında)‘Benim yeni yıldan beklentim herkesin umutlarının gerçek olması. Dünyada haksızlık olmamasını istiyorum. Dünya barışının sağlanmasını da.’ (14 yaşında)‘Herkesin rüyalarının gerçek olmasını isterim. Kimsenin birbirini kırmadığı bir dünya olsa.’ (14 yaşında)Bana da sordular sormasına. Lafı oradan oraya savurup durdum. Ancak galiba 2017’den en elzem dileğim, işimi yapabilmek... Bir başka öğrencimin (20 yaşında) senenin neredeyse son günü elime tutuşturduğu Kazuo Ishiguro’nun Noktürnler’ini okumak da; onun ‘Müziğe ve Günbatımına Dair Öyküler’ini...Müzisyenleri anlatan beş öykü var kitapta. Akşamın gölgeli ışıkları da. ‘Peki bu bir var bir yok ışıklar neyi değiştirir?’ sorunuzu duyar gibi oluyorum. ‘Bir şeyi değiştirmesi gerekmiyordur belki de’ demek istiyorum. Öykülerdeki gibi döne döne ilerlediğimizi kabul etsek, şimdilik yeterli demek geçiyor içimden. Tek parça kalmaya çalışmak, buna rağmen bazen dağılacağımızı bilmek, yine de sakin olmayı öğrenmek, anlamayı denemekten vazgeçmemek ve er ya da geç sabahın olacağını bilmek...Siz sevgili okurlar için dileğimse malum: 2017’de sanatsız, sevgisiz, dostsuz, umutsuz, kahkahasız, çaysız (tamam bu madde arzuya göre değişebilir) tek bir gününüz dahi olmasın.

Devamını Oku

Bugün Hayattayız Ya

25 Aralık 2016

‘Köpekler havlar, kediler miyavlar sanki kıyamet günüYürür gider bizim asker unutmuş öldüğünü’Ölü Askerin Destanı, BertoltBrechtAlıntıladığım şiir, ölü bir askerin, komutanı tarafından yeniden askere alınmasını anlatır. ‘Hazırdı artık kahraman asker bir kez daha ölmeye’ diye biten şiir, savaşın acımasız yüzünü, son derece sade bir gerçekçilikle anlatır. Dünyadaki bütün savaşların aynı mantıksızlıkla üretildiğinin altını çize çize. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin...***Yazımın başlığına gelince... O bir kitabın adı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, savaşın insanlığı, bir kez daha tümden ‘nakavt’ ettiği dönemeçte yaşanan bir olayı anlatıyor. Belçika Ardennes bölgesinden geri çekilen Alman askerlerinin kıy kıy bitiremediği ‘düşmanlardan’, yak yak tüketemediği ‘diyarlardan’ sızan kırık bir öykü bu. Özel olarak eğitilmiş ‘asker mi asker’ bir Alman ile küçücük, kimsesiz Yahudi bir kızın diken üstündeki tedirgin iletişimi. Küçük kızı öldürmek yerine, içindeki tanımsız bir yerden gelen sesle, hem onu hem de kendini başka bir düzleme çeken acımasız Alman askerinin, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi, tüfeğindeki tetiği çekmekle çekmemek arasında yaşadığı gerilimle tecrübe etmesinin hikayesi de denilebilir buna. Başka bir deyişle, yaşamdaki yolların nasıl seçildiğinin de ipucunu taşıyan bir kurgu var karşımızda. Renee ve Mathias’ın öyküsü, dünyadaki bütün savaşların kırıldığı yerin de öyküsü, bir bakıma. Belki de en çok kendi içimizdeki savaşların...Nasıl mı? Onun için kitaba emanet edeyim sizi:‘Renee, Mathias’ın önündeydi. Durdu ve bir çiçek koparmak için eğildi. Mathias birdenbire geçmişe gitti; sessizliğin ara sıra duyulan patlama sesleriyle, bir kuzgunun gaklamalarıyla bozulduğu, o soğuk aralık ayı sabahına. Renee’ye nişan almıştı. Kızın sırtı ona dönüktü. Sonra arkasına dönmüş ve ona bakmıştı. Mathias donup kalmıştı, tetiği çekememişti. Bedeni felç olmuştu ama baş döndüren bir düşme hissiyle yüreği hop ediyordu; insanın rüyasında kendisini düşerken gördüğü ve tam yere çakılacakken uyandığında hissettiği yürek hoplaması gibiydi. Kendine geldiğinde çocuk, parlak kara gözleriyle hâlâ ona bakıyordu. Kızdan tarifi mümkün olmayan, olağanüstü ve hükmedici bir şey yayılıyordu. Kız hayattı ve sanki onu tanıyormuş gibi, sanki onu bekliyormuş gibi bakıyordu. Kızı öldürmemeyi seçen o değildi. Bunu kız seçmişti. Ve, bu seçimle (vurgu bana ait) onu geri dönülmez bir şekilde başkalaştırmıştı.’ (hep kitap, EmmanuellePirotte, çev. Bahadırhan Bozkurt)Bu sakin gibi görünen ancak bir o kadar da dehşet satırlarıyla dolu savaş karşıtı kitabı okuduğunuzda, savaşta ölenlerin insan olduğunu bir kez daha, çok yakından fark ediyorsunuz. Sayıların değil insanların öldüğünü-savaşta. Savaşın bir oyun değil, bir taktik silsilesi değil, bir ölüm makinesi olduğunu da. Bir kıyamet olduğunu, savaşın. Sadece kıyamet.

Devamını Oku

Olmak ya da olmamak

25 Aralık 2016

‘Empati kurmayı bilenler bilmeyenlere öğretebilir. Sonuç: Herkesin mutlu olduğu bir dünya olur. Her şey daha kolay olur.’10 yaşındaki bilge dostumdan.***‘Abla sela veriliyor’ dedi genç oğlan. ‘Şehitlerimiz için’ derken ise başını öne eğdi.Bir Pazar günü için, günün o saatinde sebze ve meyvelerin renkli ve taze dünyalarının içinde aramızda gezinen bu hüznün tarifini yapmakta zorlandım. Elimdeki karnabahara bakakaldım. Zihnimden bir sürü düşünce geçti. En çok geçenini cümlelere dökemediğim bir Pazar’dı.Olmak ya da olmamak... Diyebilseydim, devamını da getirebilecektim... Cümlem buydu, ama diyemedim.Elimde karnabahar topu, sözlerim bitmiş, rengin ve o tarifsiz hüznün ortasında dikilip kalmıştım.***Yeni yıla girerken ABD’li yetkililer vatandaşlarını yine uyardı. Sakın ha, Türkiye denilen o diyarda kalabalık yerlere gitmeyin, turistik mekanlarda dolaşmayın gibisinden notlar göndermişler. Ortadoğu ve Türkiye’de yaratılan bu cenderenin neredeyse baş aktörleri iken, kendi vatandaşlarına gösterdikleri bu hassasiyete, yine de, gıpta ediyorum. Bir Pazar gününe sığışan cümlemin ilk sözcüğü onlara gidiyor bu yüzden: Olmak. Her şeye ve herkese rağmen olmak. Oysa bizim de lügatımızda ‘Bring the boys back home’ (Evlatlarımızı geri getirin) biçiminde ağıtlarımız var, yaşama karılmış çok eski sözlerimiz gibi. Yaşama, gençliğe, vatana, en az sizler kadar önem veriyoruz. Ama siz siz olun ABD vatandaşları! Türkiye denilen o diyarda kalabalık yerlere dalmayın fazla. (Kalabalık olmayan nereyi bulabilirseniz artık.)Ve buna karşı bir başka nokta Milli Savunma Bakanı’nın ‘DEAŞ’ açıklaması üzerinde yoğunlaşıyor. ‘Vatandaşına insan nasıl bakar’ın bir başka türü. ‘Ne yani öyle oturup bekleyecek miydik’ gibisinden bir açıklama bu. Bakanın bu ve bunu takip eden sözleri karşısında, karnabaharın karşısındaki hissiyatım depreşiyor. Yeni bir yıla girerken, milletçe umutlarımızın un ufak olduğu masalsız cehennemlere kucak açmamıza yol açan ‘stratejik’ falsolar karşısında, ‘olmamak’ sözcüğü tak diye yerini buluyor. Türkiye denilen diyarda kalabalık neredeyse biz oradayız ruhu, hepimizin adı oluyor. Elbette açık hedef haline gelmiş olduğumuz da. Neden? Bunun cevabını, korkarım ki kimse bilmiyor.***Ama... Güzel şeyler de oluyor. İzmir Karabağlar Belediyesi gibi bir belediye var. Yoksul insanlar için tuhaf işlere adamışlar kendilerini! Oradaki halka, ki geçmişte olduğu gibi şimdi de çok göç alan bir yer Karabağlar, ücretsiz satranç ve İngilizce kursları gibi birçok kurs açıyorlar, Türkiye’nin dört bir tarafından yazarlar getirtiyor onların kitaplarını halka dağıtıyorlar, ya da yine ücretsiz eğitime yatırımlar yapıyor, kadınları kısa sürede meslek sahibi yapacak atölyeler sunuyorlar. Çift ve Aile Danışma Merkezleri, Engelli Danışma Merkezi, Çocuk-Ergen Danışma Merkezi, Kadın Danışma Merkezi, Yoksullara Destek Kartı ve daha neler neler. Üstelik hiçbiri de laf olsun, kağıt üzerinde görünsün diye değil. Karabağlar Belediyesi gerçekten çalışıyor!Onlara şükran duygusuyla gelen halka, daha da tuhaf bir cümle ediyorlar: ‘Bunlar sizin hakkınız.’ Böyle diyerek, Türkiye’deki özlediğimiz sosyal belediyecilik anlayışının hayata kavuşmasına da destek oluyorlar.Başta Karabağlar Belediye Başkanı Muhittin Selvitopu olmak üzere o güzel insanları tanıdım. Var OLSUNLAR.***Ve bir çocuk kitabı. Yetişkinler de okusun isterim. Samed Behrengi’nin Sevgi Masalı. Bilgi’den çıktı. Kendini pek bir şey sanan el bebek gül bebek bir prensesin sevgi ile karşılaştığında, nasıl da o derin kibrinden arındığını anlatıyor. ‘Ah Behrengi ah’, dedirtiyor insana masal.Peki ya masaldaki sevgi? Bence her eve lazım. Çocukları bilinmez bir savaşa gönderenlere ise, daha çok. Televizyon ekranlarında sürekli boy gösteren strateji uzmanlarına falan da. Sonuç mu? Genç bilge arkadaşımın (abla sela veriliyor diyen değil, empati üzerine konuşan) dediklerine bir de bunu ekleyelim: Sevgiyle de her şey daha kolay olur. Bol keseden savaş naraları atamazsınız, örneğin.

Devamını Oku

Finnegan Uyanması

18 Aralık 2016

‘Hadi itiraf edelim, kolayı seven insanlarız.’Fuat Sevimay, James Joyce’un çevrilemez ‘unvanlı’ Finnegans Wake’inin çevirmeni.***‘Bu büyük yazarı çevirmeden önce onu anlamak gerekir’ diyor Fuat Sevimay. Anlamaya, hatta dinlemeye sırtını dönmüş bir yüzyıla hitap edercesine. Joyce’u okumayanların, kütüphanelerinde neredeyse baş köşelere yerleştirdikleri Ulysses hakkında ileri geri laflar etmelerini ise yeterince ironik buluyor, bu duruma Joyce’un yukarlardan bir yerlerden kıs kıs güldüğünü ifade ediyor. Tam da Joyce’un edebiyatının bu ve buna benzer ezberleri işaret ettiğinin altını çizerek.Peki nedir Joyce’un edebiyatının işaret ettiği?Benim cephemden bakıldığında, çok genel hatlarıyla söyleyecek olursak insanın zavallılığıdır elbette. İkiyüzlü seçimleridir. Kendini, kendi koyduğu kurallara hapsetmesi ve sonra bunları başkalarına dayatmasıdır. Dinin, toplumsal yargıların, sekter milliyetçiliğin, fare kapanını andıran ahlak kurallarının insan için zamanla nasıl bir cendere haline gelmiş olduğunu aktarırken, İrlanda toplumunun tam da bu kavramlardan ötürü felç olmuş insanlarına, edebiyatın sonsuzluğu içerisinden başkaldırır. Edebiyatın amacı, adeta, bu sarsıntıyı yaratmaktır.Kısaca söylemek gerekirse, Joyce’un okurları cezbeden yanı, onların sevdiklerini onlara sevecenlikle fısıldamak değil, anlamamakta ve duymamakta diretmedikleri müddetçe, benimsemekten kaçındıkları bir dünyayla onları yüzleştirmektir. Bunu yaparken ise kurgu ve dilin akıl almaz dünyasına dalmaktan çekinmez Joyce. Geleneksel dili tarumar eder; kurguyu ise beklenilenin çok ama çok ötesine iter, okurunu nefessiz bırakır ve onu dengelerin altüst olduğu bir söylemin içerisine savurur.Çok geleneksel söyleyecek olursak bir dil şöleni vardır karşımızda. Ancak bu söz ‘bile’, 20. yüzyıla damgasını vuran Joyce edebiyatını düşündüğümüzde çok yavan kalacaktır.Fuat Sevimay’ın bu işe gönül vermişken İrlanda Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak Dublin’e gideceğini, orada Joyce’un izini süreceğini ve uzun bir süre (beş ay boyunca) kitabı hatmedeceğini biliyordum. Bu arada toplam çeviri çalışmasının 3 yıla yayıldığını da not düşelim (kitap 647 sayfa).Sel Yayınları’ndan çıkan kitap elime ulaştığında ise, onun sözünü ettiği Joycevari kelimeleri dilimizde üretme çabasından neyi kastettiğini daha iyi anladım ve elbette sonucu takdirle karşıladım. (Bu arada yukarda ifade ettiğim duruma ben de düşmüş olmayayım; bu yoğun kitabı okumayı henüz bitirebilmiş değilim!)Kitap için, çevirmeni Sevimay, ‘döngünün ve silsilenin metni’ diyor. İnsanlık tarihinde Joyce özelinde karşılık bulan bu sözcükler, aslında insanın tarihi anlamında da yazgılı olduğumuz o hakikate fena halde parmak basıyor. Bunu anlasak ne değişecek sorusu ise sadece edebiyatın değil yaşamın sorusu galiba. Ve titizlikle, hâlâ, sahici cevabını bekliyor. (Ne kadar komik ve aciz yaratıklar olduğumuzu anlama şansı da denilebilir buna.)Edebiyatın bu kutsal metnini, çevrilemez olarak nitelenen böylesi bir kitabı, başta Fuat Sevimay olmak üzere, dilimize kazandıran herkese teşekkürler.

Devamını Oku

Edebiyat Ne İşe Yarar?

18 Aralık 2016

Bu başlıkla bir dergi dosyası var karşımızda. İki aylık edebiyat dergisi Notos, Aralık-Ocak sayısını bu soruya ayırmış. (Dergideki Latife Tekin söyleşini de kaçırmayın derim.)Tutuklu arkadaşlarımız Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan’ın yer aldığı ilk sayfada ise, derginin genel yayın yönetmeni Semih Gümüş’ün anlamlı bir yazısı var.‘Bir Belleği Olsa...’ diye başlamış yazısına Gümüş ve bakın nasıl devam etmiş:‘Belleksiz olmak sert bir ümit kırıcı. Her yeni güne, kendisine çektirilen bütün acıları, karşısına çıkan bütün sorunları hiç yaşamamış gibi başlayan bir toplumun içindeyiz. Kendisine ne yapılırsa yapılsın, onu akılsızlık süzgecinden geçirerek çözüyor bu toplum ve yakınındakilerinin başına gelenleri görmek bile istemiyor, hesap sormayı hiç denemedi. Oysa sokaklar karartılmış, arkamıza bakmadan yürümek olanaksız, önümüz tuzaklarla dolu. Ürkütücü, akıldışı bir ülke bu.’Bu hafta içerisinde, Semih Gümüş’ün bu sözlerine eklenebilecek bir buluşma yaşadım Hülya Uçansu ile. Onunla, zamanında bu köşede kısaca bahsettiğim ‘Onat Kutlar’a Mektup Var’ adlı o güzelim kitabı hakkında muhabbet ettik. Uçansu’nun, yokluklar ülkesinde sinemaya, kültüre ve elbette bu ülkeye delicesine aşık bir avuç kişiden oluşan bir ekiple izledikleri çetrefil yolun başarılarla dolu öyküsünü dinledim. Sinematek’ten bugüne, Onat Kutlar’ın gönül insanlığıyla baş koyduğu o yoldaki izler bugüne çok tuhaf yansıyordu, hiç kuşku yok ki. Onat Kutlar’ı yitirdiğimiz zamanlara denk düşen çok ama çok soğuk günlerden geçerken, onun dönemin gençleri için dediklerini hatırlamak da farz oluyordu:‘Sinemayla ilginizi, Sinematek’teki sinema kulüplerindeki tartışmalardan bilirim. Biz sinema yazarları, yönetmenler, senaristler biraz kızardık size. Tatlı tatlı giden konuşmaların bir yerinde, salonun bir köşesinden parmak kaldırır, utangaç ama cesur ve tok bir sesle karşı çıkardınız: Çözüm nerede diye sorardınız çoğu kez. Bir gerçeği saptamakla yetinecek miyiz?’‘Hayır bu yetmez. Dünyayı sadece anlamak ve anlatmak değil, onu değiştirmenin ilmiklerini de örmek şart’ diyen Kutlar, aslında sonuna kadar bu gençlerin yanında olduğunu da ima etmişti.Şu sorusu da bu ruhun özeti değil miydi zaten?‘Sahi ne oldu size? Neredesiniz?’***Edebiyatın, sinemanın, kültürün, okumanın, yorumlamanın, eleştirinin gücü! Devam edebilirsek onlarla devam edeceğiz. Bombalarla, savaşla, nefretle devam edebileceklerini sananlar, yanılıyorlar. İnsanları uyutmakla devam edebileceklerini sananlar gibi. Devam edebilirsek insanlığımızla devam edebileceğiz. Ezberlerle değil.

Devamını Oku

Tekrarlar

11 Aralık 2016

İçerisi sıcak. Havasız. Nedense kederli de.Yılbaşına çok az kala, uçağın hızına ayak uyduramayacağını düşünen yolculardan olmaya aday biri içeriye adımını atar.‘Geçen sefer,’ der, ‘Şirketinizin verdiği bilet, çok zor bir yolculuk yaşattı bana. Bak! Bir daha olmasın...’Bankonun ardında, yaşamı çok başka hayal etmiş ve edecek olan gençten adam, kadının yüzüne yarı şaşkın yarı umutsuz biçimde bakar.Kadın bu bakışı, gençten adamın her şeyi ta en başından bilen birinin bakışları olarak tahlil eder kafasında ve buna bir türlü mana veremez. Yeniden konuşmaya başlar:‘Bana bakın! Ben kaçın kurasıyım...’Gençten adam, bu kadını bir önceki yolculuklardan hatırlamaktadır. Kadın hep böyledir. Hep aynı yolun yolcusu ve hep unutkan. Ya kendisi? İşin aslı, hatırlamanın dışında, kendisi de öyledir. Bankonun ardındaki gençten adam yine aynı umutsuzlukla çevrili bir suratla kadına bakar.Kadın, bu bakışı da yanlış yorumlayacaktır.‘Geçen seferki çok kötü bir deneyimdi,’ der. ‘Özür dileyeceğinize...’Gençten adam, defalarca kestiği Ankara biletinin müzmin yolcusuna boş boş bakarak, ‘defalarca’ anlattığı o cümlesini ‘tamı tamına’ yeniden hatırlar: ‘Ben sadece bilet kesicisiyim hanımefendi, en fazla otobüslerin modelini söyleyebilirim ama yılını bilemem.’Kadın hatırlayamamanın verdiği rahatlıkla konuşmaya devam eder:‘Bir daha böyle bir şey yaşamak istemiyorum. Aksi taktirde şirketinizi mahkemeye vereceğim ve bir daha asla sizinle yolculuk etmeyeceğim.’Gençten adam, ağlamaklı bir ifadeyle yeniden kadına bakar. Kadının bu cümlelerini de defalarca duymuş ve yine defalarca Ankara biletini kadının eline tutuşturmuştur.Kadın ısrarcıdır:‘Lütfen kendinize çekidüzen verin. Artık böyle olmasını istemiyorum! Ben bu rezaleti hak edecek hiçbir şey yapmadım.’Bankonun ardındaki gençten adam, bu kez kadına öyle bir bakar ki, sanki kadına değil, ikisinin de biçare kaderine bakıyordur. Bu kaderde ikisinin de suçsuzluğuna bakıyordur, esasen. Belki ikisinin de kurbanlığına. Aradaki tek bir farkla. Biri hatırlıyor, hep hatırlıyor, diğeri ise unutuyor, hep ama hep unutuyordur. Birlikte sürekli kaybediyorlardır. Hep galip gelense... İstisnaların kaideyi bozmadığı gerçeğidir.***Bir televizyon kanalında, her zamanki erkekler meclisini andıran bir buluşmada, teatral sesli bir konuk, yayın yasağı gelmeden, sosyal medya kağnı hızına ermeden hemen önce 29 insanımızı yitirdiğimiz 10 Aralık patlamasına dair derin, çok derin bir tahlilde bulundu:‘Gezi ile başlayan, 7 Haziran’da yükselen, 15 Temmuz’da sona eren...’Bu, derin, ve böylesi hazin kayıplar karşısında bile taraftar kesilen konukları ekrana davet eden ekibe rica:‘Lütfen kendinize çekidüzen verin. Artık böyle olmasını istemiyoruz! Biz bu rezaleti hak edecek hiçbir şey yapmadık.’

Devamını Oku

Dolardan yapılma bardak altlığı

11 Aralık 2016

‘Sadece çay için değil, her türlü sıcak, soğuk içecek için de kullanabilirsiniz’ diyor genç tezgahtar. Güleç yüzlü, neşeli bir öğrenci.Israrıma dayanamayıp kutuyu da açıyor.Karşımda dört tane yeşilimtrak bardak altlığı var şimdi.Sonra altlığın malzemesini, nelerden oluştuğunu kısaca, bir kez daha anlatıyor.‘Şimdi inanmayacaksınız ama eski dolarlardan yapılma bunlar’ diyor. ‘Şu ara epey satıyoruz. Esprisi var ne de olsa.’Esprinin özünde, dolarlarını bozarak ekonomisini düzelteceğini uman bir ülkenin şimdilerde bir bardak altlığına sığabilecek ekonomisinin hazin özeti var.İkimizin yüzünde buruk bir gülümseme o sırada peydahlanıyor.‘Şimdilik kalsın’ diyorum. Güzel, kaygı üretmeyecek fincanlara doğru yöneliyorum.Böyle ülke kurtarılır mı sorusu ise geride bıraktığım raflarda, eski dolarlardan yapma altlıkların öyküsünde gizlenmiş, ciddiyetini koruyor. Nicedir bir yanılgılar ülkesi olmasak, ülke böyle de kurtarılır ne olacak ki, duygusu çoğumuzda hakim. Ancak sorun burada çözülecek cinsten bir sorun değil, bunu bankalara koşarak dolarlarını bozdurmaya gidenlerimiz bile (biraz kendilerini zorlasalar, hatırlasalar, ah hatırlasalar!) biliyor.Peki asıl sorun ne?Geçenlerde TÜSİAD Washington eski temsilcisi Abdullah Akyüz’ün de dediği gibi, asıl sorun 2000’li yılların başında yakalanan bir heyecanı ülke olarak tümden yitirmiş olmamızla ilgili. Kanıksanmış bir yenilgi rüzgarıyla savrulanlarımız kadar, yaşadıklarımızı giderek büyüyen ve refaha eren bir ülke olarak görmeye çabalayanlarımızla (kötü düşmanlar n’olacak ya da bizi aldattılar biçiminde akıllara durgunluk veren ciddi cümleleri ve edalarıyla bu grubu 2016 yılının potansiyel mizah dergisi kahramanları ilan etmek şart) artık aynı noktaya kilitlenmiş durumdayız; kısacası düş göremeyen, düşleri çalınmış bir ülkeyiz. Bu da dolar fakiri olmaktan çok daha beter bir kayıp olsa gerek. Kısacası yapmamız gerekenleri değil, hiç ama hiç yapmamamız gerekenleri yaptığımız bir süreçten geçerken teslim etmemiz gereken yıl sonu cümlemiz ise ne yazık ki şu oluyor:En büyük kaybımız ekonomik değil, duygusal boyutta.***2015’te kurulan bir platform var: İNSAN Platformu. Üç beyaz yakalı çalışan tarafından kurulmuş, hiçbir siyasi parti, kurum ve örgüt ile ilişkisi yok.Bu Platform, çocuklar için bir sosyal sorumluluk projesi başlattı. Bir Çift Mutluluk Projesi, Anadolu köylerindeki 6-8 yaşlarındaki ilkokul öğrencilerinin okullarına terlik ya da kara lastik yerine soğuğa dayanıklı ayakkabılar ile gidebilmelerini sağlamak amacıyla oluşturulmuş. Aşağıdaki bağlantıyı takip ederek her türlü bilgiye ulaşabiliyorsunuz:http://www.insaninternational.org/birciftmutluluk/

Devamını Oku

Geceleri sessizdir Tahran...

4 Aralık 2016

Shida Bazyar’ın kaleminden çıkma bir göçmen öyküsü var elimizde. Yayın dünyasına yeni katılmış ‘hep kitap’tan Gül Gürtunca’nın dilimize aktardığı kitap, İran’ın son 40 yılını özetliyor. Aslında bu son 40 yılda, yerkürede benzer engellerle burun buruna gelmiş hemen hepimizin bir yanını da anlatıyor kitap. Sorun burada Türkiye’nin İran olup olmayacağı değil; insan emeği ve alın terinin din tüccarlarının ellerine düşüp, hemen her biçimde heder edilmesi. Dahası, umutla yola çıkılan hemen her sürecin, kimi kurnazların el çabukluğuyla kan, iktidar ve kara para menşeli bir torbaya tıkıştırılması ve daha da beteri, bu torbaya ‘halkın öngördüğü yaşam’ yaftasının yapıştırılması. Artık buna ne kadar yaşam denilirse...Öyle ya, İran’a baktığımızda o son 40 yılda, ne kadar çok insanın öldüğünü, iktidar kalpazanlarının elinde koca ülkenin nasıl da oradan oraya savrulduğunu görmüyor muyuz? Üstelik en çok gençlerin ve aydın kesiminin hedef haline getirilmiş olması da başka türlü içimizi acıtmıyor mu?Ancak sizi ürkütmüş olmayayım. ‘Geceleri Sessizdir İran’ bir edebiyat yapıtı ve yaşanılan bu kanlı ve çok sert süreci, insan gözünün merceğinden ve gündelik yaşamın filtresiyle anlatıyor. Kitap boyunca anlatıcıların değişerek akması, tarihleri de harekete geçiriyor, ta günümüze kadar geliyor ve bu kez buruk bir hüznün hazanıyla karşımıza çıkıyor. Yine de, yaşamın içerisinde boy gösteren bir kitap olduğu için (özellikle kadınlara, kadınların yaşamla kurduğu bağa hayranlık duyan bir tını var kitabın tümünde), biz okurlar için umudun yitmesi diye bir şey söz konusu olmuyor. Kitap biterken şunu mırıldanabiliyorsunuz, kısacası: ‘Yaşam varsa, umut da vardır.’ Üstelik bu umut sadece yaşam nezdinde de karşımıza çıkmıyor. Kuşaklar değişse bile; sol’un tanımı evrilse de (ya da evrilemese de) insanın direnme potansiyeli değişmiyor. Meryem’in Murat’a söylediği şu cümleye kulak vermekte fayda var:‘Her şey devam ediyor... Göreceksin... Bir gün gelecek bütün diktatörler gidecek...’Gidecekler, doğru... ‘hep kitap’ın yayın yönetmeni Deniz Yüce Başarır’la bu cümleyi konuşma şansını yakaladığımda bana, ‘Diktatörler sadece ülkelerin başında olmaz,’ dedi. Ailelerdeki babalardan, sokaktaki diktatörlerden, içimizdeki tiranlardan, herhangi bir dükkanda karşımıza çıkan buyurgan insanlardan da kurtulmamızın elzem olduğunu belirtti. Bu da bana, kendine demokrat, liberal diyen insanların da diktatör olabileceğini hatırlattı. Kimi ‘çok ilerici’ erkeklerin, eşlerine dayak atması da diyebilirsiniz buna, aydın geçinen insanların tabularda boğulması ve hayatı karşısındakilere zindan etmesi de...Geceleri Sessizdir Tahran, kimi satırlarda Türkiye olarak da okunabilecek bir kitap. Ancak daha da önemlisi, bize insanı anlatıyor. Onunla yüzleşmek kimilerinin hiç işine gelmiyor, farkındayım. Ancak umudu insanda arayanlar için, okuma listelerine katmalarında fayda gördüğüm bir kitap ‘Geceleri Sessizdir Tahran.’ Ayrıca, geceleri, kimi şehirleri sessiz, çok sessiz ve ıssız kalan bir ülke olduğumuz için de, ders çıkarılabilecek bir kitap...

Devamını Oku