‘İnsanların işi ne kadar güç. Biz martılar, dünyanın her yerinde aynı biçimde çığlık atarız’ diye bağırdı bir gün Kengah, uçuş arkadaşlarından birine.‘Haklısın. En şaşırtıcı olan da, arada bir kendi aralarında anlaşmayı başarabilmeleri’ diye yanıtladı arkadaşı.***‘Kitabı nasıl buldun?’ diye soruyorum.‘Beğendim’ diyor.‘Başkalarına tavsiye eder misin?’ diye soruyorum bu kez.Cevabı ona yakışan bir cevap oluyor. Derbederliğine, güzelliğine, renkliliğine, masumiyetine, ve daha neler neler, yaraşan bir cevap.‘Hem de nasıl’ diyor, gamzeleri yanaklarındaki ışığa saklanmış bir şekilde. ‘Hem de... Bütün dünyaya tavsiye ederim!’Bunun ardından başka bir destek cümlesi gelir diye bekliyorum. Ne de olsa biz büyüklerin dünyasında küt diye oradan oraya dalamazsın. Genelde giriş, gelişme ve sondur büyüklerin dünyası. Onun ise umurunda değil! Arkasını dönüyor ve az ötedeki sebilin oraya gidip kana kana su içiyor, sonra da bahçede futbol oynayan arkadaşlarını görüp bir koşu onların yanına, resmen, uçuyor...Martıya Uçmayı Öğreten Kedi’yle (adı Zorba) baş başa kalıyorum! Zorba, adı yanıltmasın sakın, bildiğimiz sekter ve ortalarda boy gezinen, insanı nefessiz bırakan şu güce tapan, kraldan çok kralcı (padişahtan çok padişahçı desem belki daha doğru) zorbalardan değil. Zorba, müthiş bir kedi. Okyanusa dökülen petrolden ötürü zehirlenen gebe bir martıya (Kengah), onun o son nefesinde verdiği sözü sonuna kadar tutan, sözün en büyük onur olduğuna inanan canlılardan. Öyle ki yumurtadan çıkan yavru martıya (Şanslı) göz kulak oluyor ve kedi haliyle bir martının uçabilmesi için elinden geleni yapıyor. Çok zorlanıyor elbette, ancak kedi arkadaşlarının yardımıyla bunun üstesinden geliyor. Son noktayı ise, okurken şaşıracağınız biri, bir insan koyuyor! Bir şair... Kısaca sözcüklerle uçmayı, uçurmayı bilen biri. Demek ki biz insanlar o kadar da zıvanadan çıkmış değiliz dedirten cinsten...Oğlan haklı. Bütün dünyanın, 7’den 70’e okumasında fayda olan bir kitap! Boş gururların, sefil yalanların, rezil küfürlerin, eğreti iktidar sarhoşluklarının, içler acısı doğayı katletme hırsının, kompleks yüklü hakaretlerin karşısında dostluk, dayanışma, yardımlaşma ve sabrın alçakgönüllü ve MUTLAK zaferi! Biraz zaman alacak olsa da...25 yaşında ülkesini terk etmek zorunda kalan Greenpeace üyesi Şilili yazar Luis Sepulveda’nın kitabını -Saadet Özen çevirisiyle dilimize aktarılan ve Türkiye’de 37 baskı yapmış olan bu kitabını- okumanız, okutmanız dileğiyle. (Can Çocuk)
ve kırmızı bakırve mensucatve sevda ve zulüm ve hayatve bilcümle sanayi kollarınınve gökyüzüve sahrave mavi okyanusve kederli nehir yollarının,sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtıbir şafak vakti değişmiş olur,bir şafak vakti karanlığın kenarındanonlar ağır ellerini toprağa basıpdoğruldukları zaman.En bilgin aynalaraen renkli şekilleri aksettiren onlardır.Asırda onlar yendi, onlar yenildi.Çok sözler edildi onlara dairve onlar için :zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,denildi.Sevdiğim bir sanatçımız, sevdiğim bir şarkısında ‘başımız sıkışınca Nazım’a sığınamadık’ der. Nazım’a, onun o güzelim Kuvayi Milliye’sine bu kadar ihtiyacımız olduğu başka zamanlar oldu mu emin değilim...Destan, bu halkın gücünü, dayanışmanın ne olduğunu ne güzel anlatır. Gerçeği de. Gürül gürül, kara sevdayla.***Ve gelelim şimdiki zamana, memleketimizdeki insanlık manzaralarına... Ülkemiz akıl almaz olaylara sahne olmaya devam ediyor. Cumhuriyet’in 93. yılında hemen her şeyin artık rayına oturduğu bir ülkede soluk alıp vermek dururken, ‘kıt kanaat soluduğumuz havanın’ bile riske girdiği bir Türkiye’deyiz!Olabildiğince az gergin yazılar yazmaya özen gösterdiğim bir dönemden geçerken, son olarak Musul’da yaşananların ardından Güneydoğu’da ortaya çıkması muhtemel tablo karşısında diyecek söz bulamaz haldeyim. Bildiğiniz gibi 20 Ekim’de Musul’un güneyinde bir fabrikanın bütün sülfür stokları yakıldı ve sülfür dioksit iki kişinin ölümüne yol açtı. Çok sayıda mağdur hastanelere başvurdu... Kıymetli bir yakınımın geçenlerde dediğini gel de anma: ‘Ölü bir değil ağlayasın, deli bir değil bağlayasın!’Temiz Hava Hakkı PlatformuBereket, Türkiye Tabipler Birliği, Toraks Derneği, Greenpeace, TEMA vb. çevre sivil toplum kuruluşlarının kurduğu Temiz Hava Hakkı Platformu işin rengini çok güzel özetlemiş.En başta halkın konu hakkında doğru, açık ve net bir biçimde bilgilendirilmesinin altını çizmişler. Platform sağlıklı ölçümlerin yapılmasını, sonuçlarının anlık paylaşılmasını ve gerekli önlemlerin alınmasını talep ediyor; içme sularının temizliğinin sağlanması şart diyor.Platformun aktardıklarına göre, hafif olduğu için rüzgârla beraber çok hızlı yayılan sülfür yağmurla tepkimeye girerek sülfürik asit oluşturabiliyor. Tehdit Güneydoğu bölgesinde. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Mardin istasyonu verilerine göre ise ‘25 Ekim’de gözlenen kirlilik düzeyleri hem saatlik hem de 24 saatlik yasal sınır değerleri aşmış olması bakımından çok önemli.’Platform, ‘Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı konuya ilişkin acilen ortak bir çalışma yürütmeli ve acil müdahale planlarını yürürlüğe koymalıdır’ diyor. Yine önemli bir husus: Risk grupları olan yaşlılar, bebekler ve kronik hastalığı olanlar hava kirliliğinin yoğun olduğu zaman diliminde dikkatli olmalı ve hava normale dönene kadar açık havaya çıkmamalı. Yineleyelim: Bölge halkı için anlık haber akışının sağlanması çok önemli.Malum, (her anlamda) temiz hava solumak en temel insan hakkı. İnsan hakları kimin umurunda, o ayrı konu.
20-22 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da önemli bir buluşma gerçekleşti. Kadın Müzesi: Toplumsal Bellek Merkezi ve Kapsayıcı Kadın Konferansı, dünyadaki hemen hemen tüm kadın müzelerini (bu müzelerin çoğu sanal ortamda) bir araya getirerek farklı bir ilke imza attı.Dünyada ‘kadın müzesi’ tanımı ilk kez Bonn’da 1981’de açılan Frauenmuseum’da kullanıldı. Günümüzde ise bu tür müzelerin sayısı giderek çoğalıyor. Dünyanın hemen her yerinde etnolojik, arkeolojik, tarihsel, siyasal çerçevede, sanat ve kadın konusunda çalışan 70’den fazla kadın müzesi bulunuyor. Kadın Müzesi dedik, ülkemizde de böyle bir müze olduğunu hemen hatırlatalım. İstanbul Kadın Müzesi, 25 Eylül 2012’de sanal ortamda açıldı. Türkiye’nin ilk, dünyanın üçüncü kent kadın müzesi sıfatını taşıyan müze, kadınlardan yola çıkarak kültürler arası iletişimi sağlıyor. (http://www.istanbulkadinmuzesi.com/)Konferansa gelecek olursak... İki günlük yoğun programda, kadın müzesi müdürleri, küratörler, sanatçılar, akademisyenler, aktivistler ve kadın örgütleri, kadın müzelerinin 21. yüzyıldaki toplumsal değişime yönelik etkilerini tartıştı. Danimarka, Japonya, Avusturya, İtalya, Türkiye, İsveç, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Laos’dan gelen temsilciler bu müzelerin düşünce ve eylem alanı yaratan çalışma stratejilerini dile getirdiler. Toplumda dışlanan birey ve toplulukların kültürel temsile nasıl dahil edildiğini, görmezden gelinenlerin kültürel katılımının ve görünürlüğünün nasıl sağlandığını örneklediler.Üç kategoriKonferansta, temel olarak, yerel düzeyde kapsayıcılık, küresel bağlamda kapsayıcılık ve barış kültürü başlıklarıyla üç kadın müzesi kategorisi ele alındı.Bu başlıkları özetlemek gerekirse, yerel kadın potansiyelini müzenin sosyokültürel etkinliklerine entegre eden kadın müzeleri, bulundukları küçük yerleşim birimlerinde kadınlara ulaşmayı başarıyor ve kadın yaşamlarında yeni alanlar açılmasında başat rol oynuyor.Küresel çalışma stratejileri geliştiren kadın müzeleri ise coğrafi anlamda uzak olan kadınları politik eyleme davet eden projeleriyle, kadınların birbiriyle yakın temasını sağlıyor.Toplumsal barışın tesisinde çalışan kadın müzeleri ise geçmiş üzerinde yoğunlaşıyor ve o travma yüklü geçmişin bir daha yaşanmaması adına şimdiki zamanda sorumluluk almayı hedefliyor.Barış!Konferansta, özellikle barış teması etrafında dönen konuşmalar son derece öğreticiydi. Müzelerin nasıl da politik mekanlar olduğunu hissettiren konuşmalardı bunlar.Savaş ve şiddet ortamında bile bu tür müzeleri kurmak için gösterilen çaba çok anlamlıydı. İzleyiciler arasında Diyarbakır’dan gelen bir grup katılımcının Mezopotamya Kadın Müzesi kurma inancı ve bu uğurda verdikleri çaba buna net bir örnekti. Diyarbakırlı kadınlar ne kadar zorlandıklarını anlattılar. Bunun yanı sıra ülkemizin en karanlık deneyimlerinin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi’nin bir müze haline dönüştürülmesi konusu da gündeme geldi ve bu konuda sürecin ilerlemesi yününde bir muhatap bulunamadığı dile getirildi.Japonya’da savaşta ölen ve cinsel tacize uğrayanlar üzerine düzenlenen sergi ile ilgili konuşmalar da çok ilginçti. Okurlarımız bu serginin detaylarını http://wam-peace.org/en/ linkinde bulabilirler.Kadın tarihini görünmez yapan ve kadını müzede obje olarak sunan geleneksel müzecilik anlayışına karşı atılan bu kıymetli adımlar, yaşam sathında da bizi umutlandırdı. Müzeden yaşama uzanan o yolda yürümeye devam!
‘Önyargılarımı kırdım’Yukardaki genç cümle, bu güzel projenin özeti sanki.Projenin sahibiyse tanıdık bir kurum. Gençler arasında uluslararası platformda çokkültürlülük, çokseslilik ve çoğulculuk fikrini yaymayı yıllardır kendine ilke edinmiş Türk Kültür Vakfı, bu kez Türkiye’de yeni bir ‘ilk’e imza atıyor.Türkiye Kardeşleri Yurtiçi Değişim Programı, 2015 yılındaki pilot projeden sonra, 19-30 Ekim 2016 tarihleri arasında hayata geçiyor. Bu sefer toplam 7 ilden 60 öğrenci ve 15 öğretmen bir ‘değişim’ programına davet edildi. Bu projede yer alan liseleri sıralamakta fayda var: Adana Çukurova Toroslar Anadolu Lisesi, Rize Fındıklı Şehit Cavit Köroğlu Anadolu Lisesi, Adapazarı Enka Okulları, Uşak Lisesi, Eskişehir Prof. Dr. Orhan Oğuz Anadolu Lisesi, Antalya Alanya Türkler IMKB Sosyal Bilimler Lisesi ve Zonguldak Erdemir Anadolu Lisesi.Projeye göre her okul hem öğrenci gönderiyor hem de farklı bir ilden gelen öğrencileri konuk ediyor. Öğrenciler şehirlerde onları konuk eden ailelerle birlikte üç ana faaliyette bulunuyor. Adaptasyon sürecini içeren eğitim etkinliği, bölgenin daha iyi tanınmasına katkı sağlayacak kültürel etkinlik ve son derece önemli bulduğum gönüllülük etkinliği. Öğrenciler topluma katkı sağlayabilecekleri gönüllü bir faaliyette bulunuyor ve belki de, ‘ne çıkarım olabilir’ sorusunun temel dünya görüşü haline geldiği bir yaşamda gönüllüğün ne olduğunu ilk kez keşfediyor. Bu gönüllü faaliyetler arasında engelli ya da yaşlıların merkezlerini ziyaret etme, dahası yerel sivil toplum kuruluşlarıyla buluşma başı çekiyor. Bu da, hiç kuşku yok ki, bulundukları bölgeyi, olabildiğince içerden kavramaya fırsat tanıyacak bir adım.30 Ekim tarihinde İstanbul’da gerçekleşecek büyük buluşmada ise bu seneki deneyimin sonuçları konuşulacak ve şimdiki zaman diliminde yaşamakta olduğumuz karamsar tabloya rağmen ileriki yıllara umutla bakmamıza katkı sağlayacak sonuçlar masaya yatırılacak.Elbette gönül isterdi ki 2015’teki pilot projede yer alan Bitlis gibi Doğu illerimiz de 2016’daki bu projede yer alsın ve Doğu ile Batı arasındaki köprü, her şeye rağmen sağlamlaşsın. Türkiye’nin şu aralar izlediği rota buna şimdilik izin vermiyor olsa da diliyorum ki sonraki yıllarda bu köprü eğitim, kardeşlik, çokkültürlülük temelinde yeniden kurulur ve bu güzelim proje ülkenin her yanında çiçek açar. Gençler buluşmayagörsün, ne hantal ve ezberci politikacıyı dinlerler ne de yaşlı, kokuşmuş, uyuşmuş beyinleri. Ne savaş hastalıklı meşruiyetini sürdürebilir ne de barış Kaf Dağı’nın arkasında kalakalır. Kısaca yaşam, coşku ve emek kazanır. Yeter ki gençler buluşsun birbirleriyle, yaşamın içinde harmanlansınlar...Başta Türk Kültür Vakfı olmak üzere bu projede emeği geçen herkese teşekkürler.
‘Adalet için yazıp adalet konuşup üç öğün adalet yemenin vakti geldi de geçmiyor mu? Adaletsizliklerin, beyaz siyah herkesin ayrı ayrı adalet acısı çekmesinin sonu gelmeli.’ Eray Çakar, İstanbul, Özel Darüşşafaka Eğitim KurumlarıYukardaki cümleler Günışığı Kitaplığı’nın artık gelenekselleşen Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nın genç yazarlarından birine ait. Eray’ın cümleleri, bu seneki adalet temalı yarışmanın ana fikrini vermesi açısından son derece anlamlı. Türkiye’nin dört bir köşesinden akın akın gelen genç yazarların öyküleri, ülkemizde giderek belirginleşen adalet yoksunluğumuzu vurgulayan genç, diri metinler. Daha da özünü söylemek gerekirse: ‘Adalet Yok!’ diyorlar.Türkiye’nin hemen her yerindeki 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerine açık olan yarışmadaki öyküler, adalet yoksunluğu kadar savaşın dehşetini, çocuk yaşta zorla evlendirilen kızların dramını, aile içi şiddet ve tacizi de anlatıyor. İşsizlikle ağırlaşan yaşam koşullarının insanları nasıl da çaresiz bıraktığını tartışan bu taze kurgular, yoksulluğun yol açtığı çaresizliklere, mültecilere, çocuklara, engellilere, kısaca o ya da bu şekilde ötekileştirilenlerin dünyasına bakmayı da unutmamış.Özetle söylemek gerekirse, etrafları yalanlarla çevrilmiş olsa bile, gençlerin yaşamla kurdukları bağ ve bunun öykülere yansıyış biçimi, yaşadığımız ülkenin gerçekleriyle yüzleşmeye hazır olduklarını gösteriyor. Kaçınılmaz olarak, yaşamakta olduğumuz savrulmaların da izini taşıyor. Örneğin bu metinlerde haksızlık ve adaletsizlik arasındaki farkın çok da belirgin olmaması, aslında, yaşamakta olduğumuz günlerin bir yansıması değildir de nedir? Haksızlık diyerek yollara düşen ve adaletin çizdiği yolu hiçe sayan zihniyetlerin varlığı bu kadar egemenken, başka ne olabilirdi? Ya da adaleti hep kendine göre yontan iktidar aygıtları bu kadar laf ebesiyken?Hayır diyebilmekGenç öykülerin genç sahiplerinin ödüllendirildiği bu seneki Zeynep Cemali Konferansı’nda, yine önemli konular önemli konuklarca mercek altına alındı. Yazar Mario Levi ‘Edebiyat, hayır demektir. Hayır demenin bedelini göze almaktır. Bunu yaparken, kibirden uzak ve samimi olmalıyız’ derken, bugün dünyanın her yerine bulaşmış olan sıradanlığın edebiyata da bulaşmış olmasından duyduğu rahatsızlığı belirtti ve ‘bir takım yazarlar parlatılırken, hapishanedeki yazarlara sessiz kalınmasını kabul etmiyorum. Bu, edebiyat onuruna yakışmaz. Sen ben yoktur, sadece edebiyat vardır” diyerek edebiyatın gerçek işlevine, yani ‘çoğulluğa’ vurgu yaptı.Yazar Sema Kaygusuz ise, ‘Edebiyatın Kırılgan Yüzü: Hayat’ başlıklı konuşmasında edebiyat ve güzellik ilişkisinden söz etti ve ‘Edebiyat, sadece hezeyan değildir, aynı zamanda hezimettir. Edebiyat, ölebilen bir şey değildir’ diye konuştu. Kaygusuz, ‘Gelgelelim, güzelliği olmadan, edebiyata katlanamayız. Nedir bu güzellik? Bir sırdır. Güzellik, ruhun bilgisidir. Ülkenin en iyi huylu gençlerinin bombalandığı, gazetecilerin, yazarların tutuklandığı böyle ortamlarda güzellik ister istemez tartışmalı hale gelir. Bugün elimizdeki yazı, buhranlı bir edebiyattır’ diyerek yaşadığımız zamanların edebiyat, sanat, kültür ve yaratıcılıkla kurabileceği kırgınlığa ve kırılganlığa değindi.Adaletsiz günlerden geçerken bir başka genç yazarın, Zehra Bayraktar’ın sözleriyle bitireyim bugünkü yazımı: ‘Adalet cezalandırmak mıydı, acıları kaldırmak mı?’Bugünkü haliyle söyleyecek olursak sadece cezalandırmak, kinle cezalandırmak, şuursuzca cezalandırmak... Ancak adaletin bu olmadığını hemen hepimiz biliyoruz.***Haldun Taner’in büstünü parçalayanlara ise sözüm sadece şu: Onun bir tek öyküsünü okumuş olsaydınız... Ah tek bir öykü! O zaman kendinizi parçaladığınızı anlardınız.
Arkadaşlarımla, Türkiye’nin en karanlık darbe yıllarında o okulda okuduk. Sıvaları dökülürdü,, yatakhanesinin camlarındaki kırıklar Marmara’nın ayazını koşulsuzca içeri davet eder dururdu. Dürüst olmak gerekirse orada bize Türkiye’deki müfredat gereği öğrenmememiz gereken ne kadar şey varsa öğrettiler. Hatta çoğunlukla da ezberlettiler. Eğitim sistemimizdeki hemen hemen bütün çatlakların içine düştük, norm olmak nedir pek güzel öğrendik. Uyguladık mı? Kimimiz için evetti bu sorunun yanıtı, kimimiz içinse hayır.Ancak tüm bunların ötesinde, belki de çekirdek gerçek bir öğretmen kitlesi sayesinde, ortada olan bambaşka bir gerçek daha vardı. Orada yaşarken bunu pek anlamasak da gelecekteki yıllar bunun nasıl da içimize işleyen bir gelenek olduğunu fısıldadı. İçinde özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve barış fikrini barındıran bir gelenek ruhuydu bu. Daha da önemlisi. Fahrenheit 451’in ithaf cümlesinde yatan o gerçek: ‘Eğer sana çizgili bir kağıt verirlerse, sen öteki türlü yaz.’ Tıpkı bu ithaf cümlesindeki ifade gibi, yaşamı, olup bitenleri sorgulama geleneğiydi söz konusu olan. Zira, özgürlüğe inanırsanız, sorgulama kaçınılmaz olacaktı! Kadıköy Anadolu Lisesi’nin bize sunduğu en büyük nimet işte buydu.Geçtiğimiz günlerde kardeşlerimizin oturma eyleminde de buna tanıklık ettik. Onlarla gurur duyduk. Sonuna kadar yanlarında olduğumuzu bilsinler.***Bu oturma eyleminin amacı neydi diye soracak olursanız, temel başlık olarak okulun bir proje okul haline dönüştürülme çabası diyebilirim. Peki proje ne? Proje, Kadıköy Anadolu Lisesi gibi, Türkiye’nin en önde gelen, laik çizgisinden, cumhuriyet fikrinden ödün vermeyen, üniversite sınavlarında ve sonrasında hayat anlamında bu ülkeye ve dünyaya iyi ve donanımlı insanlar sunmayı amaçlayan okulları (155 tane) farklı bir anlamda ‘cilalamak’ demek. Bu cilada ise, bu okulları üstü örtülü biçimde laik çizgisinden alıkoymak esas. Yapılanları benimsetmek için farklı pazarlama taktikleri olsa da işin özü bu! Bakan onayıyla müdürlerin atanmasından, birçok öğretmenin görevden alınmasına, bu öğretmenlerin yerine ‘yeni yeni’ öğretmenlerin atanmasına kadar birçok tuhaf husus mevcut. Dahası, okullardaki bütün sosyal ve kültürel faaliyetler de durdurulmuş durumda. Bu liselerde 8 sene çalışan öğretmenlerin okullardan alınması ise son gelişmelerden biri. Burada da söz konusu olan zihniyeti açıklamaya ihtiyaç bile duymuyorum. Geçen günkü oturma eylemi bu yüzdendi işte. 155 lise bu anlamda bir basınç altında. Veliler ve mezunların bu konuda işbirliğine gitmesi ve ortadaki bu büyük yanlışı ilk etapta kamuoyuna duyurması çok önem taşıyor. Zira, buradaki asıl hususu net bir biçimde görmemiz şart; tehdit, eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliği esas alan eğitim sistemine yönelik.Liselerin bu konuda başlattıkları ‘birlikte’ olma çağrısı elbette çok önemli. Bugün toplumun önemli yerlerine erişmiş mezunların liselerine sahip çıkması ise bu yanlış adımı değiştirecek değerde. Evet, bu gerçekten yanlış bir adım. Zira bu liselerin ‘proje okul’ olmaya ihtiyacı yok. Eğer bu proje, bu okulları parlatmaksa diye söylüyorum... Bu okullar zaten parlak okullar.
‘Gökyüzü de, Haliç de, kent de daha kirli,1995, bir bahar aydınlığı ile başlamıyor.Yaşadığımız kent, ülke ve yeryüzü ölümler, kıyımlar, savaşlar, haksızlıklar, ilkellikler, kirlilikler, çirkinlikler içinde.’(Onat Kutlar’ın 1 Ocak 1995 yılında Cumhuriyet’te yayımlanan son yazısından. Kutlar o sırada yaralandığı bombadan ötürü, hastanede, ölüm kalım savaşı veriyordu- Onat Kutlar’a Mektup Var, Haz. Hülya Uçansu, Doğan Kitap)***1936 yılında Gaziantep’te doğan Onat Kutlar’a, bugün yaşasaydı 80 yaşını geride bırakmış olacak olan Kutlar’a, dostlarından 80. yaş armağanı olarak bir kitap çıkageldi. Tam da ben onun ‘Çevirmen’ adlı denemesini kim bilir kaçıncı kez gençlerle paylaştığım sırada. ‘Bakın gençler bu deneme, yaşamda barış adına, bizlere o kadar çok şey fısıldıyor ki’ derken.Kitaptaki fotoğraflara baktım, yazılanları hızla gözden geçirmeye çabaladım. Sonra Vecdi Sayar’ın ‘Onatlı yıllar’ yazısına takıldım kaldım. Vecdi Sayar’ın Onat Kutlar’ı anarken gözünden geçen ışığa tanık olduğum için belki de. İnsan kayıp gitse de, yılların ardından dostlarının gözünde böyle bir ışık olmalı dediğim için sanırım...Vecdi Sayar, Mart 2016’dan eski dostuna seslenirken Türkiye’nin yakın sinema tarihini de yansıtıyor, ‘en güzel günlerimdi’ diyerek sinema ve Onat Kutlar’ı isyancı bir baharın temel taşları olarak gözler önüne seriyor.Bugünden o günlere bakarken, ‘70’lerin politik tartışmalarıyla vakit kaybetmiyor (!) sinemacılarımız’ diyor Sayar. ‘Mücadelelerinin odağında devlet desteğini yitirmemek var.’ Devlet destekli sinemacılarımız, evet ya onlar var! (Devlet destekli sinemacılar konusu sayfalarca sürecek bir yazının sadece başlığı olabilir.) Ama Vecdi Sayar hemen ekliyor da: ‘Elbette, çok farklı bakan sinemacılar da var. Onların işlerini görseydin, iftihar ederdin. Evet, övünmeye hakkın var, hem de nasıl... Bir kuşak Sinematek’te yetiştiyse, sonraki kuşaklar da İstanbul Film Festivali’nde yetişti. İkisi de senin çocuğun değil mi?’Sinematek ve İstanbul Film Festivali... İkisini düşündüğümüzde, içimizden baharlarla geçen Onat Kutlar... Reklâmlarda arkasında Maslak Ormanları’nın kıyımının gözdesi gökdelenleri milli değer sayan müteahhitler varken, bugün, hâlâ bu sinema efsanesinin ustalarını konuşabiliyorsak, hiçbir şey boşuna değildi demek de kaçınılmaz oluyor. Buna karşın, oralardan bugünlere, buralara mı varılmalıydı sorusu ise sanata, kültüre, barışa, yaşama, demokrasiye inanan hemen hepimizin soluklarını kesen soru olarak eşikte durmaya devam ediyor, edecek.Vecdi Sayar diyor ki mimarı oldukları ‘Uluslararası İstanbul Film Festivali’ için:‘Geceler boyu program üzerinde çalışmamızı, biletlere yer kuponları zımbalayışımızı unutamam...’ Sonra da o güzel cümlelerle bitiriyor yazısını: ‘Aydın namusu, aydın sorumluluğu deyince ilk akla gelen birkaç isimden birinin yakın arkadaşı, mücadele arkadaşı olmanın onurunu taşıyorum, taşıyacağım. Yaşamımın sonuna kadar...’‘Alacakaranlığın iyiden iyiye karanlığa dönüştüğü bugünden’ diye sesleniyor Vecdi Sayar, Onat Kutlar’a. Ankara bombalamasının bir yıl üstüne ülkenin üzerine düşen karanlığı yeniden hatırlarken... Ve ne yazık ki, nicelerini. Ölümleri, kıyımları, savaşları, haksızlıkları, ilkellikleri, kirlilikleri, çirkinlikleri... Hatırlarken.
Pınar Kür’ün son romanı ‘Sadık Bey’, ellili yaşlarını geride bırakmakta olan ‘kayıp’ bir insanın kendine dair bir yolculuğu. Kayıp derken, çağımızın ‘gözde değerleri’ arasında kendi izini kaybetmiş bir insandan bahsediyorum; ‘kendine dair bir yolculuk’ derken de kendine rağmen kendine gidemeyen bir adamdan söz ediyorum.Sadık Bey’i, günümüzün kaybetmiş kahramanlarından biri olarak okumak pek mümkün. Arthur Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ yapıtındaki gibi bir kahraman o. Vahşi kapitalizmin ortasında, onunla başa çıkma hevesinde ilk önce kendine, ardından sisteme (belki de ikisine de aynı ivmeyle benzer zamanlarda) yenilen, pek de cesur olmayan biri.Sadık Bey, hassasiyetle yürümeye başladığı bir yolda (yaşam), hassas dengeleri gözeteceğim derken, kısacası Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan o tutsaklığa sadık adamlardan. Kendini kaybetmekle kalmıyor, hayatının en büyük aşkını, Semiramis’i de korkuları ve saplantıları yüzünden kaybediyor. Üstelik bir değil, iki kez. Bir insan deliler gibi sevdiği bir insanı aynı biçimde iki kez nasıl kaybeder sorusuna ise kitabın son satırlarında çok net bir cevap verilmiş. Kısaca, ‘vazgeçer ya da hiç değişmezseniz hep kaybedersiniz’ mesajı bu. Bu son satırlar, kitabın tümüne yayıldığı biçimde, edebiyatın kendine özgü sözcükleriyle bambaşka bir büyüyle sarıp sarmalıyor sizi.ÖzgürlükPınar Kür’ün toplumun özgürlükle kurduğu bağ konusuna getirdiği yorum, Sadık Bey özelinde hemen hepimizi son derece ilgilendiren bir çıkarsamaya varıyor: Aslında özgürlüğün ne olduğunu bilmiyoruz! Daha da vahimi özgür değiliz... İfade özgürlüğü bir yana kişisel özgürlüğümüz bile yok! Özgür olmanın ne demek olduğunu ve ne demek olmadığını bilmediğimiz için esaret dolu yaşamlarımızın tutsağı haline geliyor ve oradan yeni, gürbüz, ezberci tutsaklar üretiyoruz. Tutsak olmayanları benimsemiyor, sevmiyor, kabul etmiyoruz. Belki de toplumun hemen her noktasına sirayet etmiş olan ‘linç hali’ modundan kurtulamayışımızın nedeni de bu. Küfür et gitsin, karala gitsin, cezaevine tık gitsin, öldür gitsin... Yıllar geçiyor, hükümetler değişiyor, insanlar yaşlanıyor ama yerlerine gelenler bir öncekileri aratmıyor. Sadece kendine benzeyenin üstünlüğünün ve cakasının satıldığı kesitler, ne hazindir ki hayat öykülerimiz haline dönüşüyor. Daha da beteri insanlar buna inandırılıyor ve yıllar yine (boşuna, haybeye) geçip gidiyor. Bunun bedelini şimdilerde en çok ödeyenlerse, Pınar Kür’ün artık ‘yeni alt tabaka’ dediği bir grup. Okumuşlar. Yani yazarlar, sanatçılar, akademisyenler, öğretmenler, gazeteciler...Sadık Bey’i, yaşamakta olduğumuz bu cenderenin içinde debelenen biri olarak okuyabilirsiniz. Bunun ötesinde lezzetli edebi bir metin okumak istiyorsanız da iyi bir seçim olacağı su götürmez. Son bir not: Kitapta Semiramis’in özgürlüğe gerçek adım atanlardan biri olması, Kür’ün öncelikle kadınlara güvendiğinin bir işareti olarak da okunabilir! Çok önemli bir işaret.