‘Alev alev Frida geliyor!Yangın var, yangın var, yangın var!’Alev Saçlı Çocuk, çocuklara bir şeyler ‘öğretmek’ değil, onlara ‘bir şeyler anlatarak narin bünyelerini sert yaşama hazırlamayı’ kendine çıkış noktası ilan etmiş Christine Nöstlinger’in çarpıcı kitabının adıdır. Huban Korman’ın desenleriyle, kırmızı, kıpkırmızı saçlarıyla karşımıza çıkardığı Frida, farklılıkların çocuklar arasında nasıl zalim çatlaklar açtığının örneği olan kızıl saçlı bir çocuktur. Tek bildiği, ‘sıra dışı kırmızı saçları yüzünden okulda hep alay konusu’ olduğudur.Farklılıkların, okul ve ailedeki savsak eğitim temelinde alay konusu olmaya gebe bırakıldığı yaşlarda çocuklar, farklılıkların doğal değil, çirkin, uzak durulması gereken hususlar olduğunu ‘öğrenirler’. En iyimser yaklaşımla, mesafeli durulması gereken tanımlardır bu farklılıklar. Biraz mırıldanalım: En makul yaklaşımla, yok sayılması gereken hususlardır. En mazur görülebilecek biçimde, arkanı dönüp gidebileceğin anların nedenleridir onlar. En anlaşılabilecek şekilde, yani büyüdüğümüzde, diyelim ki, hayatın savurması yüzünden zaman ayıramadığımız, üzerinde düşünemediğimiz, yorulduğumuz, bunaldığımız kaçışların cılız işaretleridir de. Şunu öğrenmişizdir ama: Farklılıklar, olmadığı zaman her şey iyidir. İyidir de... Resmi ideolojiler tüm bu farklılıkların ve farklılaştırmanın üzerine kurulur, dolayısıyla hayatlar da; dil, din, cinsiyet bu çerçeveden pompalanır ve işine geldiğinde herkes birbirinin kardeşi olduğunu söyler durur. Gerçek soru ise, dışarda, ayazda beklemektedir: ‘Sahiden böyle midir?’Geçen hafta ayazda bekleyen önemli bir soru daha, Adana Aladağ’da küçücük çocukların soluklarını yaşamdan çekip aldı. Bu çocukları aramızdan çekip alan en büyük fark ise, onca garabet ihmalin içerisinde, hiç kuşku yok ki, ‘bu çocukların yoksullukları’ olarak kendini belli etti.Yoksulluğun bu kadar belirgin ve bu kadar yok sayıldığı, zaman zaman hiç umursanmadığı, evlilik programlarının ışıltılı rehavetine kapılıp gitmiş bir ülkede bu çocuklar, alev saçlı çocuklar, yangınvaryangınvaryangınvar, bizim çocuklarımızdı. ‘Türkiye’nin genç nüfusuna çok güveniyoruz, gelecek bizimdir’ diyen, küçücük çocukları tecavüzcüsüyle evlendirmeyi edepli bir şey tahayyül eden bütün retorikçilerin vb. bilgisine.
‘Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin’Saman Sarısı, Nazım Hikmet***Hal ve Gidiş, orijinal adıyla Conducta, 2014 yılında Küba’da gişe rekorları kıran bir filmdi. Sadece Küba’da da değil. ABD, Kanada, İsveç gibi sinema sektörünün en canlı olduğu ülkelerde de birçok başarıya imza attı. Filmin yönetmeni ErnestoDaranas, uyuşturucu bağımlısı fuhuş batağına düşmüş bir annenin kaybetmeye yazgılı oğlu Chala’yı beyaz perdeye yansıtırken, aslında çağdaş Küba’nın yaşadığı çelişkileri de gözler önüne seriyordu. 11 yaşındaki bu oğlanın güvercin ve köpek eğiterek hayatını kazanma çabası, acımasız bir yoksullukla Chala gibileri umursamaz bir dünya arasına sıkışıp kalmış bir atmosferde, artık ‘mutluluğun resminin’ kolay kolay yapılamayacağı izlenimini de veriyordu insana.Ta ki yönetmen Daranas, bizleri Carmela ile tanıştırıncaya kadar... Carmela, altmış yaşlarında idealist bir öğretmendi; Ömrünü Chala gibi ‘kadere yenilmiş gözüken’ çocuklara arka çıkmaya adamış o iyi insanlardan. Sistemin kırıla kırıla geldiği noktada, okulun kırık dökük bilgiler için değil, yaşam eğitimi için bir fırsat olduğunu hatırlatan yanıyla büyük ve eskimeyecek bir umuttu da Carmela. Karşısına çıkan ‘çağdaş’ Küba eğitiminin ‘çağdaş’ öğretmenlerine, eğitimin ilk etapta insanı kazanmak olduğunu taviz vermeden anlatıyordu. İnsanı kazanmanın yolunun da ulvi bir sabır ve sağduyulu bir vicdandan geçtiğinin altını çizerek...2014 Küba’sında, dünyanın en büyük gücünün dibinde (ABD), o en büyük gücün Miami ‘postasına’ dayanmaya çalışırken, uyuşturucu ve fuhşun bu güç tarafından pompalanmasına tüm dünya ile birlikte tanıklık ederken, kendi olma çabasını veren bir ülkede (Küba), yaşanan savrulmalar elbette kaçınılmaz olacaktı. Carmela bunu çok iyi bilen o Kübalı kadınlardandı. Mutluluğun resminin uyuşturucu batağındaki bir ülkede, vasat ve ezber adımlarla çözülemeyeceğini bilenlerden. Olup bitenleri görmekten uzaklaşan, uzaklaşmayı tercih eden genç kuşak meslektaşlarına, bu ‘kayıp gibi görünen’ çocukları yaşama katmanın yolunun, onları dışlamak değil kazanmak olduğunu hatırlatan, o gerçek eğitimcilerden. Sorunların, halı altına süpürülerek değil sadece ama sadece o sorunlarla yüzleşerek çözülebileceğine inananlardan. İlerlemiş yaşına rağmen, ah vah edip geçmişte yaşamayanlardandı Carmela. Ve bu ruhla Chala’yı da kurtaracaktı. Nasıl mı? Chala’yı kazanarak...Devrim varsa, devrimin şimdiki zamandaki adıydı Carmela. Mutluluğun resmine inanan o büyükanne; o asla yaşlanmayacak kadın, o güzel elli insan.
Geçen hafta üniversitedeki öğrencilerimle Emin Alper’in 2012 yapımı ‘Tepenin Ardı’ filmini izledik. Filmin peşi sıra tartıştığımız en temel husus ise ‘düşman nasıl yaratılır?’ sorusuydu. Dahası, bu soruyu günümüze uyarladık ve filmdeki ‘seri düşman üreticisi’ Faik Bey’in kimlere benzediğini de tartıştık. Bu konuyu biraz burada da deşmek isterim.Faik Bey, Orman İşletmesi’nden emekli otoriter bir adam. Babadan kalma arazisinde kafasını yörüklere takmış. Tepenin ardında çadır kurmuş bu yörüklerin keçilerinin kendi arazisine girmesi onu iyice çıldırtıyor. Sürekli olarak onları gözlüyor, hezeyanlarıyla yüzleşmek yerine her an başkalarını suçlayarak öfke dolu bir biçimde hayatını sürdürüyor. Dahası her zaman haklı olan da o! İntikam, karşısındakine haddini bildirmek ve her dem yeni düşmanlar yaratmak... Tek istediği bunlar. ‘Böyle hayat mı olur?’ demeyin. Buna benzer farklı dünya görüşlerine sahip o kadar çok insan tanıyorum ki...Faik Bey filmde her türlü haltı karıştırıyor. Buna rağmen suçlu olanlar belli: Yörükler. Ancak Faik Bey, bununla da yetinmiyor. Dedik ya atarlı biri o. Her an hiddet dolu! Hayatın bu olduğunu sanıyor ve öyle de yaşıyor. Onu ziyarete gelen oğlunu da duygusal biri olmakla suçlayıp duruyor. Bu arada torunlardan biri olan Zafer, askerdeyken kafayı yemiş biri. Sürekli ilaç kullanıyor; buna rağmen hayali bir savaş ortamında hep komutanlarını görüyor karşısında. Komutanlarından emirler alıyor ve onları kendince yerine getirmeye çalışıyor. Küçük torunsa, bu topraklardaki hemen her erkek çocuk gibi silaha özendirilmiş biri. Bu durum Faik Bey’in çok hoşuna gidiyor elbette. Öyle ya erkek dediğin silah kuşanacak, bakir topraklara ve kadınlara sahip olacak. Savaş ise bunun en belirgin kuşatıcı adı! Diğer torunu, Zafer’in başına gelenlerin tek sorumlusu ise savaş... Ama Faik Bey bunu elbette hiç umursamıyor.İşin acı yanı, başlangıçta Faik Bey’in etrafındaki hemen herkes onun ‘tırlak’ biri olduğunu düşünüyor. Özellikle de ortakçı ailenin ‘reisi’ Mehmet, kendisi de bir yörük olduğundan olsa gerek, onun bu hallerine çok kızıyor. Ancak, nihayetinde o da emir kulu... Gel zaman git zaman, olaylar öyle bir gelişiyor ki, filmdeki hemen herkes yörüklerin gerçekten düşman olduğuna inanıyor ve onlara karşı mücadele etmeye karar veriyor.Dedim ya işin en acı yanı bu diye... Faik Bey’in ‘düşman tepenin ardında’ komutuyla, bir zırdelinin arkasına düşüp yaratılmış bir düşmanı aradıklarını fark etmek yerine, gerçekten bir düşmanla yüzleşmeye gittiklerini düşünüyorlar!Film böyle bitiyor... Hemen herkes kırık dökük, yaralı, çaresiz, öfkeli, acılı ve savrulmuş bir biçimde Faik Bey’in düşmanını düşman belliyor ve hesap sormak için Faik Bey’in peşinden tepenin ardına vuruyor kendini! Faik Bey’in cümleleri içimizde yankılanıyor: ‘Düşman tepenin ardında!’. Birisi çıksa ve ‘kardeşim bütün bu düşmanlar senin kafanın içinde, kendini yaktın, bari bizi artık yakma’ dese her şey farklı olacak... Ama hayır. Hemen herkes, Faik Bey’in arkasında düşman avına çıkmış; düşmanı bir bulsalar, bir hesap sorsalar, her şey düzelecek. Ne zamana kadar dersiniz? Onu da hesaplaması biz izleyenlere düşüyor: Faik Bey yeni hezeyanlarıyla yeni düşmanlar yaratıncaya kadar elbette!Bu telaşta şu çıkarsamaya ne dersiniz: Faik Bey bunu, şunu, onu yapmasaydı, bütün bunlar olur muydu? Hayır! Dahası bütün bunlara insanlar inanmasa, tüm bu yanılgı yaşanır mıydı? Cevap belli.Kıssadan hisse: Faik Bey gibi freni patlamış maço delilere inanmak başa büyük işler açar. Haaa! Dünya ‘Made in Faik Bey’ mayınlarıyla dolu. O zaman daha dikkatli olmamız lazım.***Bugün 15’te Kadıköy Beşiktaş İskelesi’nde kadınlar bir kez daha buluşuyor. ‘25 Kasım’a Yürüyoruz’ başlığı altında laiklik ve özgürlükler için ‘direneceğiz’ diyorlar. Bilindiği gibi 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma günüydü.
Ağrı mı ürkütücü acı mıAğrı eşiği hangisinde yüksek küçük iskender (Waliz Bir- Can Yayınları)***Ülkemizin önde gelen şairlerinden küçük iskender’in kitapları Can’dan yayınlanmaya başladı. ‘Her Şey Ayrı Yazılır’da ise denemeleri var. Kitabın kapağına da şöyle bir not düşülmüş: ‘Çıkış yolunu bulamasanız da olur.’Bu cümleyi görünce insan rahatlıyor! Şu ara, ülkemizde hemen herkes bir çıkış yolu ararken küçük iskender’in yazılarında başka bir ruh geziniyor. Sanki bize ilk etapta kendi içimize bakmamızı söylüyor Şair.Burada ‘Hayvanat Bahçesi Soymak Şiddeti Yenecektir’ yazısından bahsetmek farz oldu. Biraz mırıldanayım. ‘İnsanlar sincabı sever, fareden korkar ama aslında neredeyse aynıdır bu iki hayvan’ cümlesinden yola çıkarak ilginç bir denemeye imza atmış küçük iskender. İnsandan yola çıksa da asıl tartıştığı sevgi ve sevgiyi şekillendiren gerekçeler. Şair, sevmenin azlık ve enderlikle ilişkilendirilmesine değiniyor ve orada, neredeyse sincapları işaret ederek kelebeklere atıfta bulunuyor. ‘Şehrin her yanını milyonlarca kelebek bassa, yolda yürürken yüzünüze çarpsa bir sürüsü, oranıza buranıza kaçsalar, bakalım sevecek misiniz kelebekleri bu kadar çok!’ Oradan da travestilere geçiyor: ‘Sokakta gördüğü travestiye öteden gülümseyen biri, travesti üst katına taşınsa nasıl bir ruh durumuna bürünecektir?’Dolayısıyla biz insanlarda mevcut olan ve neredeyse ideolojik boyuta ermiş olan sevginin alışkanlıkla, sevmeye koşullanmakla olan ilgisinin altını çiziyor ve tam da orada Haneke’den bir alıntı yapıyor:‘Bir fikir güzelse de ideolojiye dönüştüğünde şiddet içermeye başlar, hatta şiddet zorunluluk hali alır. Kaçınılmazdır.’Yani şunun gibi: ‘Aç kalan bir sincapla aynı evde yaşasanız bir gün sizi kemirmeyeceğini kim garanti edebilir?’Kısacası sincap uzakta, arada sırada, mesafelerde, hatta düşlerde gezinen o ‘sevimli’ canlı olduğu müddetçe sorun yoktur! Sincabı sevme fikri yoldan çıktığı zaman tehlike arz eder.Acaba küçük iskender, tam da burada bizlere şunu mu hatırlatmak istiyor dersiniz: Ortak akıl denilen şey biraz müphem mi ne? Ortak aklı, kim, neye göre belirler? Sınırlar nerede çizilmiştir? Neden?Bunu düşünmeye başladığımızda kaçınılmaz olarak fareler ve sincapları da başka bir boyutta düşünmemiz gerekecektir elbette.Kitaptan takip edelim:‘Sincap olup bitenin farkında değildir (çok ötelendiğinden ötürü pek sevildiğinden olabilir mi bu?). Fare olup bitenin farkındadır. Sincap olup bitenin farkına varırsa, vardıysa al başına yeni bir diktatör. Fare olup bitenden ders alıp akıllanırsa, yaşasın haklı mücadelemiz!’***Son olarak çocuk istismarı konusunda yaşadıklarımız... Kaçıncı kez sözün bittiği yerdeyiz. Çıkış yolu bulamadığımız belli, bu şiddetin nereden beslendiğine, bir kez daha serinkanlılıkla bakmak gerekiyor galiba. Ne demişti küçük iskender: ‘Hiddetleniyorsan bir nedeni, şiddete baş vuruyorsan çok nedeni vardır!’Yıllardır üzerimizdeki bu şiddetin nedeni nedir dersiniz?
‘Düşman tükenmeden düşman tükenir mi?’Yılmaz Güney, 1978 yapımı olan Sürü filminde karakterlerden birine bu cümleyi söyletir. Senaryonun tümüne baktığımız zaman ise, aslında ‘düşmanlıkla düşmanlığın bitmeyeceği’ mesajını verir. Zeki Ökten’in yönettiği filmi, bir aşiret öyküsü olarak okumak yetmez. Yoksul ve yoksulluk yüzünden bahtsızlığa yazgılı bir çiftin öyküsüdür de Sürü. İnsanın çaresizliği, özellikle imkansız koşullarda nasıl tıkanıp kalacağı, bu yüzden aynı refleksleri vermekten başka çıkar yol bulamayışının hikayesidir de. Ve daha birçok şeyin. Kıraç toprak rengi bir topluluğun, bozkır renkli o toprağa yenik düşüşünün de.Filmin en vurucu sahneleri Ankara’da geçer. Ankara, Şivan’la (Tarık Akan) Berivan’ın (Melike Demirağ) birlikte kaybedişlerinin büyük, tarifsiz, endişe uyandıran kentidir. Zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu kent. Buna karşın Şivan’a hangi partiye oy verildiği sorulduğunda hiç düşünmeden ‘Adalet Partisi’ der. Kapıcılık hayali kuran akrabalarının yanına sığındıkları zaman, kendileri gibi insanlarla birlikte boş, ucuz ve insanı zevzekçe oyalayan eğlencelerin birine denk düşerler. Oradaki herkes, kendine dair tek aidiyeti olan yoksulluğuyla, sadece seyrederek (belki hayatı da), filmi izleyenlerde ağlama hissi uyandıracak biçimde ‘eğlenmektedir’.Suçlu kimdir sorusu, karşımıza ilk etapta deli baba Hamo’yu (Tuncel Kurtiz) çıkarır gibi olsa da filmin insan-toplum çelişkisinde odaklanan yanı, çarpık gelişmenin o zamanlardan insanı saran kesif yanını çok güzel yansıtır bizlere. Filmde suçlu aramak mümkündür elbette. Ancak şunu teslim etmek daha önemlidir: Filmde suçlulardan çok masumlar vardır ve masumların hayatı diye bir gerçekten söz etmek bile mümkün değildir. Her şey alınıp satılabilir. Yoksulluk hariç! Şivan’ın Berivan’a, Berivan’ın Şivan’a duyduğu aşk ise, yoksulluğun içinde, olsa olsa, ölüme uzanan yoldaki kısa bir izdir sadece.Bugünden filme baktığımızda hemen hiçbir şeyin değişmediğini görmek şaşırtıcı mı? Hayır. O günden bu yana temelde neden hiçbir şeyin değişmediği sorusu ise, sanırım, hepimizin sorusudur. Düşman tükenmeden düşman tükenir mi sorusunun cevabının da burada olduğuna inananlardanım. Düşman üreten, bundan, bunun yarattığı yoksulluk, eğitimsizlik ve yoksunluktan beslenen bu sistem değişmediği müddetçe... Diyeyim ve burada susayım.Not düşmekte fayda var: Yılmaz Güney bu senaryoyu hapiste yazmış.***Adalet Partisi deyince aklıma başka biri geldi. O da insanlara ‘yürüyün yürüyün yürümekle yollar aşınmaz’ demişti.Yine de bu yazıyı umutsuz bitirmeyelim. Yürümekle yolların aşınıp aşınmaması konumuz değil! Konumuz yolların nasıl aşılabileceği... Bunu, İstanbul Maratonu’nda bir kez daha Adım Adım’la izledik. Adım Adım Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarını bünyesinde buluşturan bir oluşum. Kurucusu da Itır Erhart. Bu seneki İstanbul Maratonu’na damga vurdu Adım Adım.Itır, bu uzun yolda hepimize çok iş düştüğünün altını çiziyor ve diyor ki: ‘Yol bir metafordur. Birey harekete geçmedikçe sivil toplumun gelişmesi, demokrasinin gelişmesi mümkün değil. Birey oturduğu yerden söylendikçe toplum değişip dönüşemez. Bireyleri harekete geçirme özelliği var Adım Adım’ın.’ Adım Adım’a bir göz atmanız için:http://www.adimadim.org/Bilindiği gibi Ali İsmail Korkmaz’ın adına kurulan vakıf olan ALİKEV için İstanbul Maratonu’nda birçok insan Adım Adım bünyesinde koşmuştu.***Bir de CNN Türk ekibine özel rica:Çocuk istismarı, tecavüz, kadın cinayetleri, 18 yaşından küçük yaşta evlenmek iyi midir değil midir vb. konuları lütfen medya etiğini göz önünde bulundurarak tartıştırın. Kısacası politik doğruluktan ayrılmaksızın... Dahası bu tür ACİL başlıklar için karşı görüş vb. bir tavır sergilenmesine gerek duyulmamalı. Sürü mantığının böylesine pompalandığı bir zaman diliminde ‘karşı’ görüşlere ihtiyacımız yok. Zira bunlar karşı görüş falan değil. Ana akım görüş!
Vefa Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi ve Bornova Anadolu Lisesi mezun dernekleri 11 Ekim 2016’dan beri birlikteler! Geçtiğimiz Salı günü, Proje Okulları mevzusunu masaya yatırmak ve gerçek adımlar atmak için bir panel düzenlediler.Akademisyenler, eğitimciler, veliler ve sivil toplum kuruluşları hep birlikte konuyu tartıştı. Panelden çıkan sonuçlar ve katılımcıların görüşleri bir bildirge olarak yayınlanacak. Ayrıca, bu dört lisenin mezun derneklerinin oluşturduğu platform, kamuoyunda oluşan görüşleri de dikkate alarak bir ‘Proje Okulları Yönetmeliği’ öneri metni oluşturacak ve Milli Eğitim Bakanlığı’na sunacak. Bilindiği gibi, Proje Okulları Yönetmeliği sadece öğretmen rotasyonu boyutuyla değil atamalar başta olmak üzere birçok yönden eleştirilmekte. Ve konuyla ilgili (hem Yönetmenlik hem de bu Yönetmelik’e dayalı olarak yapılan atama ve düzenlemelerin iptali için) birçok dava açılmış durumda.Kısaca hatırlatmak gerekirse, Proje Okulları kavramı, gündemimize ilk kez 1.03. 2014 tarihli ve 6528 sayılı yasa ile girdi ve ‘Yurt içinde ve yurt dışında yerli veya yabancı kurum ve kuruluşlarla veya başka ülkelerle işbirliği anlaşmaları çerçevesinde kurulan ve ulusal veya uluslararası proje yürüten okul ve kurumlar ile belirli eğitim reformu ve programları uygulayan okullar’ proje okulu olarak tanımlandı. Türkiye’nin en önde gelen okullarından olan İstanbul Erkek, Kabataş, Kadıköy Anadolu Lisesi gibi okullar da bu uygulama ile farklı bir yapıya büründü.Gelin görün ki bu tanım zamanla değişime uğradı, söylenenlerin hiçbiri hayata geçmedi. 17 Nisan 2015’te yayınlanan Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği ile proje okullarına yapılacak atamalar ana sistemin dışına çıkartılarak doğrudan Bakanlık’ın tasarrufuna bırakıldı. 1 Eylül 2016 tarihinde ise Millî Eğitim Bakanlığı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumları Yönetmeliği yayınlandı. Bunun sonucunda ise daha ilginç bir gelişmeye tanık olduk. Eğitim yılı başladıktan sonra bu okullarda, tüm itiraz ve kaygılara rağmen çok sayıda öğretmen rotasyonu gerçekleştirildi. Bu da ‘Proje Okul’ başlığı altında bambaşka bir kavşağa işaretti.***Gelelim panele. Şişli Kent (Cemil Candaş) Kültür Merkezi’nde, Banu Güven’in moderatörlüğünde Boğaziçi Üniversitesi Eğitim politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Koordinatörü Dr. Meral Apak, İstanbul Erkek Lisesi ve Vefa Lisesi’nin eski müdürü, TEVDAK Genel Sekreteri Dr. Sakin Öner ve Kadıköy Maarif Koleji ve Anadolu Lisesi Mezunlar Derneği geçmiş dönem başkanı Avukat Argun Eğmir konuşmacı olarak yer aldılar.Konuşmacılar konuyu birçok açıdan ele aldı, yönetmeliğin uygulamada doğurduğu sıkıntılara ve yol açacağı olumsuzluklara dikkat çekti ve en önemlisi de bundan sonra neler yapılması gerektiği konusunda düşüncelerini dile getirdiler.Dinleyiciler arasında en çok konuşulan husus ise boş geçen derslerdi. Okullardaki öğretmen değişikliğinin buna yol açtığına dikkat çekildi. Ayrıca Yönetmelik’te çok sayıda belirsiz ve yetersiz nokta olduğu da belirtildi.Sonuç olarak, öğretmen ve yönetici atamalarının daha objektif yapılması, proje okulu olarak adlandırılan 163 okulun türleri, kuruluş amaçları, yapıları gereği aynı düzenlemelere tabi tutulamayacağı hususlarının altı çizildi.Gelişmeleri bekliyoruz...***Ali İsmail Korkmaz’ın annesi Emel Korkmaz, oğlunun yarım kalan düşlerini hayata geçirmek üzere kurulan Ali İsmail Korkmaz Vakfı (ALİKEV) ile gençlere umut olmak için, İstanbul Maratonu’na katıldı.Bu cesur kadına selam olsun. Çok sayıda öğrenciye burs sağlayan ALİKEV Vakfı’na destek çıkmanız umuduyla...Bir de İstanbul Kitap Fuarı var elbette. Yazarlarını cezaevine gönderip duran bir ‘hukuk devletinde’ kitaba, düşünceye, ifade özgürlüğüne sahip çıkma zamanı.
İngiliz yazar Dan Hancox, bize İspanya Sevilla’daki bir köyden bahsediyor. Marinaleda, yeryüzünde küçücük bir nokta. Bu gıdımlık yerde olup bitenler, bütün dünyaya örnek olması anlamında çok önemli mesajlara sahip. Bu mesajlardan biri, hiç kuşku yok ki, yan yana durabilmek. Kısacası dayanışmanın fazileti. Köylüler bu fazileti yanlarına alıyor ve yıllar ama yıllar süren bir mücadeleye baş koyuyorlar. Sonuçta kazandıkları, bugün şikayetçi olduğumuz hemen her şeye karşı elde edilen mütevazı bir zafer. Zafer de... Bunun yolun sonu olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz... Hiçbir kazanım, günümüzde, tamam bitti diye sonlanamıyor. Her şey o kadar kıran kırana ve sert ki, bu rehavete izin yok. Ne mi? Süreklilik esas. Bu da demek oluyor ki her gün, bir önceki gün kalınan yerden devam edilecek...Metis Yayınevi’nden çıkan Ali Karatay’ın dilimize aktardığı kitap, aynı zamanda siyasal bir örnek de. ‘Toprak işleyenindir’ düşüncesinden yola çıkarak elde ettikleri uzun soluklu kazanımların hepsini burada sıralamak mümkün değil. Kitabın arkasındaki bir cümleyle özetlemek gerekirse: ‘Arsız bir bireyciliği ve müşterek kaynakların özelleştirilerek yağmalanmasını teşvik eden liberal uygulamaların hiçbir alternatifi olmadığı iddiasını çürütebileceğimizin yaşayan bir kanıtı’ Marinaleda. Kısaca söylemek gerekirse ‘çare biziz, çaresiz değiliz’ için hatırda tutulması gereken bir coğrafya parçası, bir umut da.Daha geniş bilgi için kitap çok iyi bir referans. Dahası kitabın yazarı Dan Hancox, İstanbul Kitap Fuarı’na geliyor. Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun da konuşmacı olarak katılacağı paneli Müge Gürsoy Sökmen yönetecek.12 Kasım 2016 Cumartesi KARADENİZ SALONU14.00-15.00Panel: “Dünyaya Kafa Tutan Köy”***12 Kasım’da, Çekmeköy’de başka bir etkinlik daha var. Bu, özellikle anne babaları ve eğitimcileri ilgilendiriyor. Erken çocukluk gelişimi ve bakımı alanında dünyada önde gelen yazarlardan ve eğitimcilerden biri olan Penny Tassoni İstanbul’da bir konuşma yapacak. Özel Ütopya İlkokulu ve Ortaokulu’ndaki (Tel: 0216 642 64 20 / 642 64 21; E-posta: info@utopyaokullari.k12.tr ) bu konferansta, çocukların mutlu insanlar olarak yetiştirilmesi ele alınacak. İngiltere’de 35 binden fazla erken çocukluk bakımı uzmanını temsil eden Çocuk Bakımı ve Erken Çocukluk Mesleki Birliği’nin (PACEY) başkanı da olan Penny Tassoni’nin söyleyeceği sözler, birçok kapıyı açmamızda etkili olmaya aday. Kendimizi, göz göre göre kilitledik; hiç değilse evlatları eşiklerden geçirelim... Belki onlar o eşiklerden geçerse ışıkları bize de merhem olur diyerek bitirelim yazıyı.İyi bir hafta temennisi ile!
Genç arkadaşlarımdan biri, 2. sınıf mecburi ders kitabında ‘okuduğunu anlama, sebep, sonuç’ cümlelerinin yer aldığı bölümde isyan etmiş. Yabancı Dil Bilmenin Faydası başlığı ile burada yer alan metin, burnuna nefis peynir kokusu gelen bir farenin öyküsüyle başlıyor. Fare, bu kokuyu hissediyor ve başını yuvasından çıkarıyor. Derken bir kedi sesi! Hemen içeri kaçıyor. İkinci gün yine aynı şey oluyor. Ve üçüncü gün, açlıktan bayılmak üzereyken başını yine uzatıyor ve bu kez bir köpek havlaması duyuyor. Fare buna çok seviniyor ve kendinden emin bir şekilde dışarı çıkıp peynire doğru seyirtiyor. O sırada odanın bir köşesinde saklanan kedi bir hamlede fareyi yakalıyor ve yavrusuna dönüp, önce genç arkadaşımı, ardından beni çileden çıkaran o cümleyi söylüyor: ‘Gördün mü yavrum yabancı dil bilmenin faydasını!’Buradaki ‘subliminal’ mesaj(lar) neler?Bugünkü halimize bakarak özetlemeye çalışayım.1- Kimseye güvenmeyeceksin. Hele yaşama asla! Yaşamın sadece düşmanlardan ibaret olduğunu anla ve ona göre hareket et. Her şey bir taktik savaşı, unutma! Ona göre... Düşmanlar her yerde!2- Yabancı dili düşmanlarını alt etmek için kullanacaksın. Her şey bir ölüm kalım savaşı. Hayatta sadece güçlüler ve güçsüzler vardır. Ha tabii bir de kurnazlar vardır. Güç, gücünü kurnazlıkla bezediğin zaman çok etkili olur. Zafere giden her yol mubahtır. Hile esastır. Çocuklarına da bunu aşılamayı asla unutma. Her şey bir taktik savaşı. Zamanını kolla ve düşmanını en zayıf anında yakala. Özellikle açlık ve tutsaklık, rakibinin en zayıf noktasıdır, tamam?3- Gerekirse büyük düşmanı da avına alet et. Onun taktiklerini öğren. Mış gibi davran ve zamanı geldiğinde yola çık!Kitabın en az iki defa okuyalım önerisini de gözeterek dördüncü varsayımıma şöyle varıyorum:4- Anladın mı? Anlamadıysan bir kez daha oku! Eyyyy! Hayat çok zalim. Var olmak sadece hileyle mümkün. Unutma: Zafer, hangi yolla olursa olsun kazananındır!***Cumhuriyet yazarlarına, HDP’li milletvekillerine içten içe, açıktan açığa sevinenler, bu insanları buna layık görenler, bu halkı bir sağa bir sola çekiştirip duranlar, kanı kanla temizleyeceğini sananlar... Yukardaki metnin benzerlerini okuyarak büyüdükleri için mi böyleler dersiniz? Büyük bir olasılıkla.Yine de umutluyum. Çünkü genç arkadaşım o küçük, zararsız gibi görünen enkaz halindeki paragrafı okuduğunda ne yapmış biliyor musunuz? Annesine gidip fare için gözyaşı dökmüş. ‘Bu zalimlik’ demiş, ‘bu ne büyük bir zalimlik.’ Üstelik kedileri de çok sever. Bu yüzden ‘benim tanıdığım kediler böyle değil ki!’ demekten de kendini alamamış. Ders kitaplarına, gündelik yaşama, ruhlara, canlara, politikaya giremeyen vicdan böyle bir şey işte. Üstelik yaş da tanımıyor. Kimisi yetmişinde, iktidar uğruna kendini ona buna satıyor, zavallılıktan çürüyor, idam intikam idam diye inliyor, kimisi yedisinde ayaklarının üzerinde durabiliyor ve yaşam diyor. Yaşam.Seçim...Size kalmış.***Panel:Dört mezun derneği (İstanbul Erkek Lisesi, Vefa Lisesi, Bornova Anadolu Lisesi ve Kadıköy Anadolu Lisesi) 9 Kasım 2016 Çarşamba günü 13.00 - 18.00 saatleri arasında Şişli Belediyesi Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde Proje Okulları yönetmeliği ve uygulaması hakkında bir panel düzenliyor. Bu önemli panel, herkese açık.