İtalya’nın en iyi çocuk eserleri yazarlarından biri olan Gianni Rodari, sadece çocuklara değil, yetişkinlere de bir güzel seslendiği ‘Masal İçinde Masal’ adlı kitabında, Pinokyo’ya yer vermiş. Pinokyo, bizim bildik Pinokyo. Şu yalan söyledikçe burnu uzayandan. Ancak gelin görün ki Pinokyo artık o kahır yüklü Pinokyo değil. İşin suyunu çıkarmayı öğrenmiş, her yalan söylediğinde uzayan tahta burnunu kesip kesip bunlardan evini döşemeyi akıl etmiş ‘uyanık’ bir 21. yüzyıllı. Ne kadar yalan söylerse o kadar yol katedeceğini de çoktan çözmüş bir zat. Öyle ya, bir evi döşemek için ne kadar çok tahtaya ihtiyaç var. Bu da demek oluyor ki ne kadar çok yalan söylenirse ev o kadar çabuk döşenir...Girişimci Pinokyo, bununla da kalmıyor, evini döşemeyi bitirdiğinde ticarete atılmaya karar veriyor. ‘Tahta satacağım ve zengin olacağım’ diyor. Yalan söylemekte çok usta olduğu için kısa zamanda yüz işçisi ve on iki muhasebecisi oluyor. Bir de mağazası... Aşağı yalan, yukarı yalan. Sürekli para kazanıyor bizimkisi. Ancak bunlar da ona yetmiyor. Her yerden çaldığı yalanlar bir süre sonra tükenmeye başlayacak diye ödü kopuyor. Bunun üzerine kendine aylıklı bir yalan yazarı tutmaya karar veriyor! Bu yalan yazarı günde sekiz saat Pinokyo için yalanlar uydurmaya başlıyor. Abuk sabuk bir sürü yalan! Gel zaman git zaman bu da bizim Pinokyo’ya yetmiyor...İşte bu noktada Gianni Rodari devreye giriyor ve tam üç sonla karşımıza çıkıyor.İlk sonda, insanlar bu yalan söyleyen adama duydukları memnuniyetten (çünkü onları da iş sahibi yapıyor Pinokyo) ötürü onun Belediye Başkanı olmasına karar veriyorlar. Ancak Pinokyo bunu kârlı bulmayıp kabul etmiyor. Bunun üzerine halk onun bir heykelini dikiyor ve Pinokyo bir halk kahramanı oluyor.İkinci sonda, ‘El insaf!’ diyor yazar. ‘Senin kölen oldum, zam yap artık bana!’ Pinokyo ise şöyle diyor yazara: ‘Zamdan konuşmak için acele ediyorsun!’ Bunun üzerine yazarla Pinokyo’nun arası açılıyor. Ve yazar Pinokyo’dan intikamını alıyor. Her zaman yalanlar yazıp Pinokyo’ya verdiği kağıtlara ‘Pinokyo’nun maceralarının yazarı Carlo Collodi’dir’ diye yazıyor. Ertesi gün Pinokyo bunu yüksek sesle söylediğinde her şey birden değişiyor! Çünkü Pinokyo, cehaleti yüzünden hayatında ilk kez doğruyu söylüyor ve yalanlar sayesinde ürettiği bütün tahtalar talaşa dönüşüyor! Bu da onun sonu oluyor.Üçüncü sonda ise Pinokyo yalanlarıyla, çala çırpa dünyanın en zengin adamı olmak üzereyken karşısına ufak tefek, en az Pinokyo kadar zengin bir adam çıkıveriyor. Bu adam Pinokyo’nun sırrını çözmüş. Bir gün doğruyu söylediğinde her şeyi kaybedeceğini adı gibi biliyor. O yüzden onu köşeye sıkıştırıyor. Bu dükkan sizin mi? Bu ev sizin mi? Bu araba sizin mi? Bunların hepsine doğruyu söylememek için hayır diye cevap veriyor Pinokyo. Adamın cevabı ise belli: ‘Pek güzel, o halde onların hepsini ben satın alıyorum.’ Derken öyle bir noktaya geliyorlar ki ‘bu burun sizin mi?’ diye soruyor Pinokyo’ya. Pinokyo orada çıldırıyor ve dayanamayıp şöyle diyor: ‘O benim! Ona elinizi süremeyeceksiniz!’ Bu cümle Pinokyo’nun sonu oluyor. Ve her şeyini o anda kaybediyor. Bütün keresteler talaşa dönüşüyor. Bu talaşlar boğazına kaçsa ve öksürse, bizimkinin öksürük pastili alacak bile parası yok artık...(İşin doğrusu, ben, halkın sevgilisi haline gelen ve heykeli dikilen Pinokyo’da koptum.)
Tanrım sen de haklısınBöyle bir dünya yaratmış olsamBen de saklanırdım.Bir gecede 4500 köy boşaltılmış, bir sürü çocuk öldürülmüş, her yer yıkılmış, kül olmuş... İsahag Uygar Eskiciyan, 2014 yılında yayımlanan ‘Eşkimi Tezele Şiire Gazele’ başlıklı söyleşinde Tanrı’nın kelimelerini unutturacak bu trajediler karşısında ‘sen de seninkileri söyle’ diyor Enver Ercan’a, O da yukardaki satırları söylüyor o zaman, sitemse sitem, iç burukluğuysa iç burukluğu.Enver Ercan’ın ‘Ben şiirimi yazarım sonsuzluk varsa gider’ cümlesinden yola çıkarak hazırlanan Yasakmeyve’den çıkma iki kitap karşımda duruyor: ‘Enver Ercan Sen Sözcüğün Tekisin’ ve ‘Ben Şiirimi Yazarım Sonsuzluk Varsa Gider’. Bu kitapları hazırlayan Özge Ercan’ın heyecanına katılmamak mümkün değil. Zira sadece satırlarını sonsuzluğa bırakan bir şair değil Enver Ercan, aynı zamanda bu ülkenin edebiyatına neredeyse asırlık ‘Varlık Dergisi’ aracılığıyla yıllarca emek vermiş, yeni yazarları bu narin külliyatın içine katmış ve katmaya devam eden gerçek bir editör de. Öte yandan kurduğu şiir dergisi Yasakmeyve’nin 15. yılına ulaşması bile mucize kabilinden! (Türkiye gibi bir ülkede ne zor işler!)Şiirin gücüOnun asıl alanı her zaman şiir olmuştur. Bilen bilir. Özge Ercan’ın derlediği bu söyleşi ve yazılarda ülkemizin engebeli kültür haritası kadar bir şairin bu haritada kendine çizdiği yolda insanın içini ferahlatan nice pusula da mevcut. Özellikle genç şair ve yazarların bu söyleşilerden yola çıkarak kendilerine dair çizecekleriyle dünyada daha rahat ilerleyeceklerini düşünüyorum. Elbette bir yazar ya da şairin ‘rahat ilerlemesi’, neyse o! Daha az acı çekmesi? Belki. Daha çok sorgulaması? Mümkün! Dünyaya daha geniş bakabilmesi? Haliyle. Kendi olabilmek? Kesinlikle.İyisi mi burada sözü Enver’e bırakayım:‘Hep söylerim; şairlikte önemli olan baktığın yeri şiirle gösterebilmek. Ve karşısındakini inandırabilmek. Tabii kendi meşrebince. Bunun dışındaki her çaba enerji israfıdır bence. Özgünlükten söz edeceksek, budur.’Peki ya aşk?Aşksız bir şair çölden bozma, biteviye bir hayat yaşamış demektir ya, ‘Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman’da aşkın yollarını bir kez daha aşındırır Enver Ercan; kallavi bir sezgisellikle, buna karşın sözcükleri gıdım gıdım kullanarak yapar bunu. Güngör Tekçe’nin satırlarındaki gibi: ‘Aşkın çerçevesinde dönerken hayatın gözlerine dokunur. Nesne-insan ilişkilerini irdeler.’Diyelim bir fotoğraf vardır elimizde. Üzerine sevgilinin sureti düşmüşse o canlı bir şeydir artık. Durağanlık devingenliğe dönüşmüştür. Belki de bu yüzden daha can yakar:‘Bu sabah resmini kaldırdım raftangünlerdir kaçırıyordu gözlerini benden.’Ya da iki sevgilinin paylaştığı canlı odanın gerideki sahipsizliğini anlatır bize:‘Acıyı andıran bir acı artık/ odanın şaşkınlığı bundandüştutan akşam saatlerine/ usul usul damlıyor zaman.’RüyalarRüyalara gelecek olursak... Bu çok uzun bir konu. Bunun için öncelikle bu kitapları alın okuyun derim. Dahası, ‘Türkçenin Dudaklarısın Sen’le birlikte, Shakespeare’in ‘İnsan Rüyalarında Büyür’ cümlesini yeniden düşünün sonra bırakıverin kendinizi satırlara. Max Frisch’in ‘İnsan Nedir ki?’ sorusuyla, artık nereye varırsanız... Sonsuzluk? Hiç fena fikir değil.
‘Bizi özgür kılan hakikat, genellikle, duymak istemediğimiz hakikattir.’Herbert Sebastian AgarYukardaki alıntıyı Zygmunt Bauman’ın ‘Akışkan Modernite’ (Can Yayınevi, çev. Sinan Okan Çavuş) adlı kitabından aldım.Kitabın ‘Kurtuluş’ adı verilen ilk bölümünde, Bauman bizleri Homeros’un ünlü epik destanı hakkında yazılmış bir metne taşır. Kirke’nin laneti nedeniyle domuzlara dönüşmüş gemicilerin özgürlükle kurduğu bağ üzerine kaleme alınmış bu metin (Odysseus ile Domuz: Uygarlığın Huzursuzluğu, Lion Feuchtwanger) gemicileri tekrar özgürlüklerine kavuşturmak isteyen Odysseus’un gemiciler tarafından nasıl ifritle karşılandığını da tartışır.Hasbelkader yakaladığı bir domuza büyülü otu sürer sürmez eski haline, kısaca kendi halinde bir gemiciye dönüşen denizci bakın neler der (Odysseus için):‘Yine mi sen, lanet olası, işgüzar herif! Yine mi başımızın etini yemek, bizi canımızdan bezdirmek istiyorsun; yine mi her türlü tehlikeye atılalım; yine mi durmadan yeni kararlar almaya zorlayalım kendimizi? Oysa ne kadar mutluydum ben; gönlümce çamurda yuvarlanıyor, güneşin altında uyuşuk uyuşuk yatıyordum, hapur hupur yemek yiyor, canımın istediği gibi homurdanıp böğürüyordum, aklımda ne derin düşünceler vardı ne de şimdi ne yapsam, şunu mu yoksa bunu mu gibi endişeler vardı. Ne diye geldin ki? Beni tutup lanet olası eski hayatıma göndermek için mi?’Bu noktada Bauman tekrar karşımıza çıkar ve özgürlüğün bir nimet mi yoksa bir karabasan mı olduğunu tartışır bizlerle. Yoksa nimet kılığına girmiş bir lanet midir özgürlük? Ya da ‘lanet olmasından korkulan bir nimet mi?’ Bu noktada ‘özgürleşmeyi politik reform gündeminin, özgürlüğü ise değerler listesinin en başına koyan modern çağın’ hep bu ya da buna benzer sorularla karşımıza çıkacağını savlayan Bauman, çağımızın bir başka sırrını da bizlerle paylaşmaktan kaçınmaz:‘Özgürlüğün çok yavaş ulaşılan bir hedef, özgürlüğe asıl ihtiyacı olanların ise bu hedefe ulaşmakta son derece gönülsüz oldukları’ apaçık ortaya çıkmıştı. Cevaplar iki gruptu. Çok basit bir çerçeve çizmek gerekirse: İlki sıradan insanların özgürlüğe ne kadar hazır olduklarını sorguluyordu (bakınız gemicinin yakınması). İkinci grup cevaplar ise insanın özgürleşme çabasında ‘özgür bir bireyden çok bir iblise dönüşeceği varsayımına dayanıyordu’. Öyle ki ‘özgürlüğe ulaşmak’ için topluma teslim olmak ve onun normlarına uymaktan başka bir yol görünmüyordu. Kısaca domuza dönüştürülmüş gemiciler olarak kalmak kimileri için sahici bir seçenek olabilirdi.Günümüze gelecek olursak...Bauman’ın beyin fırtınası yaratan ve uzayıp giden özgürlük tartışmaları bir yana, günümüz yaptırımlarının çoğu bu ikinci cevap üzerinde yoğunlaşıyor. Ne yazık ki...Ve bunun üzerinden parsayı toplayanlar... Vatan, millet, Adapazarı diyerek her yeri yüzsüzce kaplıyor, kaplıyor, kaplıyor. Cebini de alabildiğine doldurmayı eksik etmeyerek elbette.Yaşadığımız günün tahlilinin bu kadar basit bir noktada seyretmesi ne büyük bir kadersizlik; bunu bir fırsat gibi görenlerin yaptıklarına tanıklık etmek ise ne büyük bir insanlık dersi.
Bugünkü yazıma mimar Emel Kayın’ın ‘İyilik ve Kötülük İçin Mekanlar’ adlı kitabından kısa bir öyküyü (bir savaş ağıtı olarak da okuyabilirsiniz) alıntılayarak başlamak istedim:‘Kadınlar, yolları puslu geçmişin gölgeleriyle aralıksız kesilip duran adamlar tarafından terk edilmişlerdi. Ağlayarak ve yaralarını sarmaya çalışarak kentte kalmayı sürdürdüler.Adamlar, yolları puslu geçmişin gölgeleriyle aralıksız kesildiği için kentteki kadınları terk etmişlerdi. Gözyaşlarını içlerine gömüp yaralarını kanatarak yürümeyi ve vuruşmayı sürdürdüler.Sonra savaş kente de sıçradı. Kentteki kadınlar gözyaşlarını içlerine gömdüler. Yoldan yorgun, acılı ve yenik dönen adamlar ağladılar.Kadınlar ve adamlar bir daha hiçbir zaman birlikte ağlayamadılar.’Emel Kayın, bu kısa öyküsüne ‘Bir Daha Hiçbir Zaman’ adını koymuş. Kitapta sadece erkekler ve kadınların insanın içindeki savaşa ve ardından bombalı, silahlı savaşlara yenik düşüşünün (kazansa da kaybetse de yenik düşüşünün) ve bunun kentlere sirayet edişinin yitikliği anlatılmıyor; aynı zamanda yaşlılar, çocuklar, kısaca yaşayan ne varsa mekan içindeki kaybedişlerinin (kaybedişlerimizin) zamana nasıl yenik düştüğü de dillendiriliyor. Birlikte ağlayamamak, artık birbirine güvenmemektir, mesajını veriyor bize yazar. (Şimdi itiraz edeceksiniz evlilik programlarında herkes ağlıyor diye. Ben de ‘peki’ diyeceğim, öylesine. Hem diziler de var elbette).2017’nin yitik zamanıEmel Kayın, kitabında, yalnız kentlerin yalnız insanlarının ıssız hüzünlerini anlatıyor. Hiç kuşku yok ki 2017’nin yitik zamanı, 80’lere göre (bile) çok daha kanırtıcı bir savrulma demek.Neden mi? Kayın’ın satırlarını takip etmekte fayda var:‘Kentte zaman yitmişti ama kimse zamanın yittiğinin farkında değildi. Şimdiki zamanın, tüm zamanın neresinde durduğu bilinmiyordu. Nereden gelinip nereye gidildiğini hatırlayan yoktu. Her şey, her yer öylesine birbirinin aynıydı ki başka zamanın izleriyle kıyaslamak mümkün olmadığından hangi zamanda olunduğunu anlamak imkansızdı.’Başka can yakan bir gerçek daha vardı (var): Onu da yine Kayın’ın sözleriyle aktarayım:‘Zamanla geç yüzleşenler, her şey gibi ona da egemen olmaları gerektiğine inanıyorlardı. Her şey aynılaştığında farklılıklar yüzünden huzursuz olmaları da gerekmeyecekti.’Ancak bu hiç kuşku yok ki yeni kargaşalar, yeni kayıplar ve yeni unutuşlar demekti. O halde ne yapmalıydık da zamanı tozlarından arındırmalı, savaşa değil yaşama, silahlara değil barışa, geçmişe değil şimdiki zamana, kısacası korkularımıza değil kendimize güvenmeliydik?‘Bu mücadele, öncekinden daha zorlu olacaktı çünkü zamanın uzun akışının içinde biriktirdiği katmanlar aynılaştırılacak olursa kent yitik zamanını bu kez sonsuza değin bulamayacaktı.’***Duyurumuzu da yapalım: 15. Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 11-18 Mart’ta İstanbul’da, ardından Adana, Bodrum, Çanakkale, Giresun, Mersin ve İzmir’de seyirciyle buluşacak.Bu yıl tüm etkinlikler ücretsiz. Festivalin onur konuğu ise ünlü yönetmen DeepaMehta. (www.filmmor.org)
Yiğit Bener’in yeni öykü kitabı ‘Öteki Düşler’ (Can Yayınları) metro yolculuklarımda bana eşlik etti. Arada meraklı ‘yan’ komşuların kitabın üzerinde göz gezdirmesine alışmış bir halde okumayı sürdürdüm. Bu arada duraklar, tıpkı yaşam gibi yeraltında akıp gitti. Dünyanın mekanik solucanları, ne olacak!Bener’in Gazozuna Maç adlı öyküsüne geldiğimde başka bir lezzetle karşılaştım. Orada, kahramanın, şimdilerin maço kültürün, militarist ve milliyetçi sloganların adresi, ırkçı ve dinci grupların mekanından bağımsız olarak andığı futbola duyduğu sevgiyi, bir enişteden çok bir abiye duyduğu tutku diye de okudum. Bilmiş futbol yorumcularının maç üç şekilde sonuçlanır tahliline bir dördüncüsünü ekleyen ‘abi’nin, gazozuna bir mahalle maçında anevrizma yırtılmasından ötürü hayatını kaybedişi, maçların bir de bu yanını hatırlattı bana. Sadece maçların mı? Metro yolculuklarının işaret ettiği durak fasıllı film şeridini andıran hızlı hayatı da...Enişteler ve halalarBener’in kahramanının tersine, enişte sözcüğünün bende yarattığı insani harcı düşündüm sonrasında. Gazozuna maç eşliğindeki coşkuya benzer bir biçimde eniştelerimle ne çok gülüp söylediğimi. Bu manzaralara eşlik edense hiç kuşku yok ki, hayatta en büyük zenginliklerimden biri olarak addedebileceğim neşeli, coşkulu ve hayata vurgun halalarımdı.Eniştelerim gibi halalarım da hayattı. Gazozuna maç (hayat?), bir nevi onlar demekti benim için. Spor faaliyetlerinden çok ikindi çayları ve misafirler (ah o hiç sonu gelmeyen misafirler) ve ocaktan inmeyen çay kadar, yazsa sıcak taşlığın alengirli hortumla yıkanması, kışsa radyodaki arkası yarınlar, her mevsimin komşuları, bilmem kim hanımın kızının hazirandaki şatafatlı nikahı, düğünler, doğumlar ve sünnetlerle bezeli hayat, ve elbette yazlık sinemalar, kakaolu muhallebinin dibinin (pudding kültürü hayatlarımıza girmemişti daha), bak nikahında kar yağacak ona göre tehditlerine rağmen, resmen, kaşıkla kazınması... Ve elbette masallar... Tonton’un şapkası (Özal’dan önceydi elbette bu masal; yanlış hatırlamıyorsam yaşlı ve gururlu bir tavşanın öyküsüydü) çitlere takılır ve Tonton oracıkta kaybolurdu. Sırf bu yüzden ikindi uykusu heder olur ve Tonton’un siyah kadife şapkası, masalın anlatıldığı yatak odasının ceviz mobilyalarının çite benzer dehlizleri arasında aranır dururdu. Bunca yıl, hiç mi kızmazdı insan! Kızmazlardı bu halalar... En fazla kırılırlardı. Zira dünyayı sevmek gibisinden başka işleri vardı.Onlardan en büyüklerini, Tonton’un masalcısını kaybettim. Hazan mevsimi mi ne! Kuş gibi aramızdan uçup gitti. Bir hafta öncesinde, evindeki gelenek dahilinde politikaya damardan girmiş ve ‘evet/hayır’ konusunu uzun uzadıya konuşmuştuk. Televizyonlar nasıl da yalan söylüyordu. Hele o haberler! Ya o magazin haberleri... Klişeler. Boş konuşmalar. Haysiyetsiz yorumlar. Nasıl da uyutuluyorduk... Sonra daha esaslı bir şey olmuş ve karşılıklı çay içmiştik!Bir hafta sonra o gitti. Metronun son durağında ‘görüşürüz’ diyerek inercesine.Arkada bizler, Nisan’daki referandum, yeni yolculuklar, öyküler, masallar, anılar, bu karambolde Taksim’e dikilecek olan cami, halkın yeni yalanlarla afyonlanması, ölen askerler ve ölecekler öylece kaldı. Kısaca, gazozuna hayat oyununda sihirli siyah bir şapkanın içine tıkılmış tüm canlı ve cansız detaylar.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2017’nin ilk ayı için verdiği rapor yine ürkütücü!38 kadını yitirdiğimiz Ocak ayında, serinkanlılıkla baktığımızda gördüklerimiz, aslında her şeyi çok net biçimde sergiliyor, özetliyor.Ortadaki bu sonuç, kadına yönelik şiddetin hız kesmediği, böyle giderse de kesmeyeceği yönünde. Hiç kuşku yok ki kadın düşmanı söylemlerin, şiddeti üreten, saldırganlığı meşru kılan cümlelere abanması, bugün bu sonucu yaratan en büyük etkenlerden.Özetle, defalarca yazdığım ve ima etmeye çabaladığım gibi kadınlarını sevmeyen bir ülke Türkiye. Sevgili Leyla Erbil’in dile getirdiği gibi ‘deli bir ülke ama deliliği güzelleştirici değil’. Ne yazık ki, bu delilikte bir hoşluk, esneklik ve coşku yok; olsa olsa katılık, öfke, yok sayma ve elbette şiddet var.Bu arada Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın genel olarak neler yaptığını yeniden hatırlamak isteyenler için Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun sözlerini takip ediyorum:‘Bizler kadınlar boşanmak istediği için öldürülüyor derken, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bazı aile danışma merkezlerine başvuran ailelerin boşanabilmelerini sorun olarak gördü. Sokak aralarında diye nitelendirdikleri bu merkezler için hemen işlem başlattı. 7 bin 500 kadar evli çiftin kendilerine başvurmasından, bunlardan %38’ini boşanmaktan vazgeçirdiklerinden gururla bahsetti. Kadınların boşanmak istediği için öldürüldüğünü görseydiniz, boşanabilen %62’lik kısımdan gururla bahsetseydiniz, bu ay kadın cinayetlerini bir kez daha arttığına şahit olmazdık, 38’li rakamları görmezdik.’Rapor, aynı zamanda 34 çocuğun istismara uğradığını, 14 kadına cinsel şiddet uygulandığını belirtiyor. Hiç kuşku yok ki bunlar rapora yansıyabilenler. Kayıt dışı nice olayın gerçekleştiğini de teslim etmemiz gerekiyor.Yine rapora göre geçtiğimiz ay kadın cinayetlerinin en çok yaşandığı iller şöyle sıralanıyor: İzmir’de 6, İstanbul, Balıkesir, Trabzon ve Şanlıurfa’da 3, Antalya, Giresun ve Kocaeli’nde 2 kadın hayatını yitirdi. Neden dersiniz? Kadınlar boyunduruk altına alınmaya ‘hayır’ dedikleri, yaşamlarına iradeleriyle sahip çıkmak istedikleri için...Kadın cinayetlerinin bu ülkedeki gözle görülür artışı için cevabımız bellidir. Kadınları yok sayan, onu edilgenleştiren, eğitimden, özgür akıl ve iradeden yoksun bırakan bütün politikalara hayır.
Robert Frost’un bir şiiri vardır: ‘Gidilmeyen Yol.’ Bu şiirde, ormanda karşısına çıkan iki yoldan bahseder bize Frost. Son dizeler ise kimileri için çok vurucudur.‘Ormanda yol ikiye ayrıldıVe ben daha az yürünenine saptımVe bütün olanlar da bu yüzden oldu.’Bu noktada hayata ‘farklı’ patinajlar çekerek katıldığınızı düşünüyorsanız hemen bu dizelerden yana olur ve kendi seçiminizi insanlara dillendirirsiniz. ‘Bakın’ dersiniz, ‘bu dizeler benim seçimimi anlatıyor işte!’Oysa şiirin bütünü, Frost’un karşısına hayatta dikilen iki bilinmez yol olarak çıktığında, her iki yolun da gidilebilecek olduğu noktasındadır. En azından Frost, bunu gizliden gizliye ele verir.Yani şu:Geleneksel yolu takip edip etmediğiniz önemli değildir! Hangi yolun seçilmesi konusundaki ortak kararsızlıktır aslında şiirdeki ana izlek. İnsana dair bir tereddütten bahsetmektedir bizlere. Yaşamın neredeyse kanırtarak (kafamızı kuma soksak bile, kanırtarak) bize hatırlattığı da biraz budur. Ancak bunu hemen değil, ilerki yaşlarda, sakin sakin yaşama baktığımız zaman keşfederiz.Uzun yıllar şiiri bu çerçeveden okumadım, ne yalan söyleyeyim! Hep son dizelerdi beni çeken ve büyüleyen. Neredeyse Frost’u atlayarak, Frost’a rağmen ezberlediğim bu şiir, gerçekte sonuca değil başlangıca odaklanıyordu! Üstelik hemen hepimizde mevcut olan ufak tefek aksaklıklara, savrulmalara kısacası çok insana özgü olan duygulara hitap ederek yapıyordu bunu.BaşlangıçlarBu noktadaki başlangıç fikri ise bize hatırlatsa hatırlatsa hepimizin aynı gemide olduğunu hatırlatabilirdi. Tıpkı Stefan Zweig’ın Babil Kulesi adlı denemesinde bize anlattığı gibi bir dünyayı. İnsanların birbirlerini hatırladıklarında, birbirlerini önemsediklerinde aslında aynı hamurdan olduklarını keşfetmesi gerçeğiydi bu. İnsanların, insanlığın en görkemli eseri Babil Kulesi’ni hemen her seferinde inşa ederken yaşadıkları ortaklık, sınır tanımazlık, kardeşlik, dostluk, huzur ve elbette barıştı...Öte yandan insanların içine salınan öfke, bencillik, kavga ve şiddetin, dünya üzerindeki Babil Kulesi’ni hemen her seferinde yıkıma uğrattığını düşünüyordu Zweig. Ta gökyüzüne çıkmak, neredeyse Tanrı katına ulaşmak dururken diyordu, neden bu savaşlar, neden bu acımazlık? Ne kadar farklı olursak olalım hepimizin ortak paydasına ve sağduyusuna işaret ediyordu. Bu insanlığın, isterse, dünyaya dünya katacağını düşünüyor, eski kader ortaklarının birbirine düşmesini üzüntüyle karşılıyordu.Ama umutsuz değildi. Kendi gibi düşünenlerin farkındaydı:‘Belki birbirimizi görmeden, birbirimizi duymadan yıllarca çalışıp duracağız. Fakat yine de her insan kendi görevini yerine getirirse, eskisi gibi tutku dolu çalışmasını sürdürürse kule yükselmesini sürdürecek ve toplumlar günün birinde doruğunda buluşacaklar, yine bir araya gelecekler.’***Kırk yıllık arkadaşımız Serhat Timurçin’i zamansız kaybetmenin üzüntüsü içerisindeyim. Serhat muzipliği, duygusallığı ve zekasıyla bu dünyanın sofrasını bereketle donatan o iyi insanlardandı.
Edgar Allan Poe’nun karanlık öykülerinin yeni kahramanı Donald Trump, Meksika duvarından sonra Müslüman ülke insanlarına da manevi bir duvar örmeye kalkıştı. Bereket, ABD’nin insan hakları savunucuları hemen devreye girdi de, bu saçma tavır biraz olsun engellendi. Bitti mi? Hayır. Ne zaman biter? Dünya üzerinde insan hak ve özgürlüklerinin (elbette düşünce ve ifade özgürlüklerinin) bir gün herkese gerekli olacağı hemen herkes tarafından fark edildiği zaman.Masumla masum olmayanın koy aynı kaba gitsin mantığıyla pişirildiği 11 Eylül manzaralarından birine daha tanık olmaya ramak kalmıştı... Kalmıştı diyerek olayın geride kaldığına dair bir fikir oluşturmak istemem. Zira bu gözü dönmüşlük, belli ki daha çok can yakacak...Nedir? Geçen hafta, Donald Trump ülkeye mültecilerin kabul edilmesine engel olan bir kararnameye imza attı ve bununla da kalmadı, son derece kendinden emin bir biçimde, bahçesine çit çeken ama takvimden bihaber kunt bir ev sahibi edasıyla yedi Müslüman ülke vatandaşının üç ay boyunca ABD vizesi almasına engel koydu. Bu arada Hristiyan mültecilere bir şey yok. Doğrusu güzelim Malcolm X’i bir kez daha hatırlamamıza yol açacak bu tavra, ürkerek de olsa, Malcolm X’den sonra son derece radikalleşen Müslüman hareketinin keskinliğini de hatırlatmak boynumuzun borcu olsun. Kısacası Mr. Trump, o iş, sınıra bariyer çekerek hale yola girmez. En azından, işlerin öyle olmadığını görmeniz açısından Alex Haley’in kaleme aldığı Malcolm X’in hayatını okumakla başlamanızı hararetle tavsiye ederim size (kolay okunuyor merak etmeyin).Seçimdeki şaibelerle başa gelen yeni ABD Başkanı, ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan göçmen ruhuna bir güzel ihanet ederken, dünyanın bu tarafında haysiyetiyle yaşayan Müslüman insanları kızdırmayı da başardı. Buna bindiği dalı kesmek denir ya, her neyse!***Dünkü yazıma ek olarak, dünyada şiddeti üreten ve destekleyen, bir toplum içinde ve elbette dünya sisteminde kutuplaşmaları ve dolayısıyla mazlumları çoğaltan yaklaşımlara tümden hayır diyen bir siyaseti de telaffuz etmek isterim. İnsan hak ve özgürlüklerinin hiçe sayılmadığı, hor görülmediği bir dünyayı hayal etmek... Bizlere bu hayali yaşatacak insanlara ihtiyacımız var, hayatımızı kâbusa çevirenlere değil!