“Değişim ancak içeriden açılan bir kapıdır...”Terry NeilAmerika’nın elindeki çekiçle zengin doğal kaynaklara sahip ülkeleri çivi gibi görerek değişim dayatmasında bulunurken anlayamadığı ya da gücüne aşırı güvendiği için anlamak istemediği tam da bu olsa gerek.. Çünkü değişim kapısını asla dışarıdan açamazsınız..Örneğin Afganistan’a ya da Libya’ya, o ülkelerin halkları talep etmedikleri, özümseme ve içselleştirmeye hazır olmadıkları ve bu değişimi kendi iradeleri ile gerçekleştirmeye hazır olmadıkları sürece demokrasi götüremezsiniz.Esasen demokrasi fiyatını sizin belirlediğiniz, üzerinde kullanım kılavuzu yazılı bir ihraç malı değil, kitlelerin kendi gereksinimleri doğrultusunda özgür iradeleri ile karar vermeleri gereken sosyo-politik bir olgudur.Bunu göz ardı ederseniz ne olur diye sorarsanız demokrasi götürmek istediğiniz Afganistan’da, yarattığınız ancak kontrolünüz dışına çıkan Taliban’la müzakere etme noktasına gelir, Libya ve Irak’ı fiilen üçe böler, Suriye’yi kanlı bir iç savaşın içine sürükler, Rusya’ya yüzyılların rüyasını gerçekleştirerek Akdeniz’de kalıcılık sağlarsınız.İran’ı bölgesinde yalnızlaştırıp ambargolarla ekonomik açıdan zorlayarak mevcut rejime karşı eğitimli kitlelerde bir ölçüde var olan hoşnutsuzluğu tırmandırıp bir sistem değişikliği ya da ülkenin sınırlı kaynakları ile iç barışını tüketecek bir kargaşa ortamı yaratmak istiyorsanız, Şia inancı ile beslenen Fars milliyetçiliğini ve İran’ın köklü tarihinin sosyolojik çökellerini çok iyi tanıdığınız söylenemez.Küresel ekonomik sisteme tümüyle entegre olmayan İran’ı ambargolarla dize getirmenin çok ta mümkün olmadığını bilirseniz, Tahran’ın tüm körfez ülkelerine yayılı vekil güçlerini harekete geçirmesinin maliyetini dikkate alırsanız, İran’da etnik grupların kendilerini önce Şii olarak tanımladıklarını, bir İranlı için Şia’nın yaşam biçimi olduğunu anımsar ve dışarıdan yöneltilen dayatma/baskılara çok güçlü bir direnişin kolektif reaksiyon olduğunu geçmiş yaşananlara bakarak görebilirseniz ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinin olası iki sonucundan hangisinin gerçekleşeceğini öngörebilirsiniz.Bu sonuçlardan birincisi ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’ın arzu ettiği iç kargaşa ve rejim değişikliği, ikincisi ise Ruhani liderliğinde ılımlı ve reformist kanadın güç kaybederek şahin kanadın yükselişe geçmesidir.Eğer Trump ve Netanyahu bir üçüncü seçenek olarak tüm bölge için yıkımla sonuçlanması kaçınılmaz bir savaşı göze alabiliyorsa o takdirde zihinsel bir egzersiz yapmak esasen anlamını kaybedecektir.
“İdrak-i maali bu küçük akla gelmez.../ Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez...”Ziya Paşa28 Şubat’ta Kuluçka başlığı altında yayımlanan yazımıza Ziya Paşa’nın bu dizesi ile başlamış ve ABD’nin, Kudüs’te dengelerin bıçak sırtında zorlukla durduğu hassas teraziye, her an kırılmasına neden olacak yeni ağırlıklar yüklemesinin tehlikelerine değinmiştik.ABD’nin Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e, hem de Filistinlilerin, topraklarından sürülmelerini Nekbe/Büyük Felaket adını verdikleri protestolarla andıkları bir günde taşıyarak hizmete açması Ortadoğu’nun yıllardır sönmeyen ateşine benzin dökmekle eş anlamlı olmalı...ABD Dışişleri eski bakanı Tillerson’un, Tel Aviv’deki elçiliğin Kudüs’e taşınmasının iki-üç yıl sürebileceği açıklaması unutulmadan ve Trump’ın İran’la varılan nükleer anlaşmadan çekilmesine ilişkin Başkanlık kararnamesine attığı imza kurumadan Damad-ı Şehriyari Kushner ve İvanka Trump’ın katılımı ile dün gerçekleşen açılış töreni aslında bu talihsiz bölgede yeni çatışmaların da açılışı anlamında..İsrail ve İran’ın, Suriye topraklarında doğrudan bir çatışmaya girdiği, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ile Kuveyt’in, İran’a karşı ABD ve İsrail’in yanında yer alarak Orta Doğu ve Körfez’de safların belli olduğu bir dönemde “savaş tamtamları” yeniden çalmaya başlamış bulunuyor.Henüz kesin seçim sonuçları belli olmayan Irak’ta Mukteda el Sadr’ın elde ettiği başarı, Lübnan’da Hizbullah’ın seçimi kazanmış olması, İran ve Suudiler arasında Yemen’de süregelen vekalet savaşı, Suriye’de Esad’ın İdlib, Hama ve bir iki cep dışında muhaliflerin direnme gücünü kırması, Kudüs ve P5+1 anlaşmasına eklemlendiğinde bölge çok taraflı nihai bir hesaplaşmaya doğru süratle yol alıyor.ABD’nin Orta Doğu, Körfez ve Kuzey Afrika’ya ilişkin gelecek planlamalarının; bu coğrafyanın kendine özgü değişken, kaygan, kırılgan ve çıkar odaklı dinamikleri ile rekabet/güç kavgalarını yeterince analiz edemediğinden olsa gerek sürekli başarısızlıkla sonuçlandığı anımsandığında, sıra bölgenin “deve dikeni” kimliğindeki İran’a geldiğinde bir ayrı ancak etkileri pek çok ülkeyi derinden sarsacak yeni bir hüsran yaşanacak görünüyor.ABD’nin nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilmesi ve ağırlaştırılmış yaptırımların uygulaması ile İran’da amaçladığı rejim değişikliği gerçekleşebilir mi sorusuna gelecek yazımızda yanıt aramak üzere...
“Boş bir çuvalın dik durması zordur.”Benjamin FranklinBaşkan Trump’ın seçim kampanyası boyunca, kazanması halinde İran’la varılan P5+1 anlaşmasından ABD’yi çekeceği açıklaması nihayet gerçekleşmiş görünüyor.Başkanlık koltuğuna oturduğu andan başlayarak, İran’ın nükleer faaliyetlerini kısıtlayan anlaşmaya “berbat” nitelemesi ile karşı olduğunu seslendiren Trump, sonunda “ben verdiğim sözü tutarım” diyerek küresel düzlemde ağır bir maliyeti olacağında kuşku bulunmayan tek taraflı iptal kararını, ABD’nin ağırlığına yakışmayan ucuz bir şov eşliğinde imzalamış bulunuyor.Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve bağımsız gözlemcilerin önceden bilgi vermeden yaptıkları denetimlerde, İran’ın anlaşmaya aykırı davrandığına ilişkin herhangi bir bulguya ulaşmadıklarını defalarca açıklamış olmalarına rağmen Trump’ın, belli ki iç politikada yaşadığı sıkışmışlığı aşmak için Netanyahu ve Suudi Arabistan’ın peşine takılmış olması ABD adına ciddi bir talihsizlik olmalı...Geçtiğimiz günlerde Netanyahu’nun, İran’ın nükleer silah elde etme çalışmalarına devam ettiği iddiasıyla, Tahran’da gizli bir merkezden elde edildiğini ileri sürdüğü ve “yarım ton” olarak nitelediği belgeleri açıklaması, İsrail’li yetkililerin gerektiğinde İran’ı haritadan silecekleri sözleri ve nihayet İsrail Meclisinin, Netanyahu ve Savunma Bakanına hükümet kararı olmaksızın savaş yetkisi vermiş olması Trump’ın açıklamasının işaret fişekleri niteliğindeydi.Güney ve Kuzey Kore liderlerinin bir araya gelmeleri, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun, Trump/Kim Jong-un buluşmasının ön hazırlıklarına başlaması ile Uzak Doğuda yumuşayan havanın “dış düşman” konusunda İran’ı, ABD’nin tek hedefine dönüştürdüğü düşünüldüğünde Trump’ın açıklaması, uzun bir süredir üzerinde çalışılan senaryonun hayata geçtiğini gösteriyor.Yemen’de, Suudi Arabistan/BAE, Suriye’de ise İsrail’le İran arasındaki vekalet savaşlarının doğrudan bir çatışmaya dönüştüğü, Hizbullah’ın seçim zaferinin ardından Lübnan’ın da yeni bir çatışma alanına evrileceğinin ayak seslerinin duyulduğu günümüzde Orta Doğu ve Körfez’i çok sıcak günler bekliyor.ABD’nin İran’a ekonomik yaptırımları başlatması ile birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinde mevcut alçak basıncın daha da artacağı ve Ankara’nın alacağı pozisyon açısından seçeneklerin sınırlı olduğu dikkate alındığında bu koşullarda Türkiye’yi de kritik günlerin beklediğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır.ABD’nin ne yapmayı amaçladığı, İran’ın reaksiyonlarının neler olabileceği ve Türkiye’yi bekleyen olası sıkıntıları gelecek yazılarımızda irdelemek üzere.
“İleri bak, yoksa kendini arkada bulursun.”Benjamin FranklinKöşemizin okurları bugünkü yazımızı okudukları sırada İstanbul’un ev sahipliği yaptığı çok uluslu önemli bir konferans sonlanıyor olacak.“İstanbul Güvenlik Konferansı”2007 yılında “Türk-Alman Güvenlik Diyalogu” adı altında Ankara’da başlatılan, 2017 yılında 6 ülkenin katılımı ile uluslararası alana taşınan konferans, Başkent Üniversitesi ve Konrad Adenauer Stiftung işbirliği ile gerçekleştirilen tümüyle bir sivil toplum girişimi...Bölgesel ve küresel güvenlik sorunlarının masaya yatırılarak konusunda uzman ve uluslararası arenada saygın isimlerin konuşmacı/tartışmacı olarak tespitlerini paylaştıkları ve çözüm önerileri geliştirdikleri konferansa bu yıl, yabancı misyon mensupları ile birlikte katılan ülkelerin 18’e, konuşmacı ve tartışmacıların 100’e ulaşmış olması Türkiye ve iki kıt’aya ev sahipliği yapan eşsiz konumu ile İstanbul için kayda değer bir kazanım olmalı.Almanya, (Münih Konferansı) İspanya, (Madrit Konferansı) İtalya, (Roma Konferansı) Çin Halk Cumhuriyeti, (Pekin Konferansı) İsviçre, (Davos Konferansı) vb. gibi ülkeler ve gerçekleştirildikleri kentlerin adları ile anılan “Güvenlik” ağırlıklı konferanslar dizisine Türkiye ve İstanbul’un da dahil olması yalnızca bir eksikliğin giderilmesi değil aynı zamanda bölgesinde ciddi güvenlik sorunları yaşanan Türkiye’nin görüş ve tezlerinin uluslararası alanda siyaset, diplomasi, akademik çevrelerle karar alıcılara doğrudan iletilmesi açısından da önemli bir fırsata eşlik ediyor.Başkent Üniversitesi (Türkiye) ve Konrad Adenauer Stiftung’un (Almanya) ev sahipliğinde 6 Mayıs’ta başlayan ve kapanış bildirgesi ile bugün sonlanacak olan uluslararası konferansın bu yıl yabancı misyon mensupları dışında katılımcı ülkeleri ABD, İngiltere, Japonya, Rusya Federasyonu, Hindistan, Avusturya, İsviçre, İsrail, Norveç, Romanya ve KKTC.Terörizmle mücadele, göç sorunu, Suriye/Irak ve Ortadoğu’nun geleceği, İsrail/Suudi Arabistan/Mısır yakınlaşmasının bölgeye etkileşimleri, Hibrit ve Vekaleten Savaşların Ortadoğu ve Küresel planda geleceği, Doğu Akdeniz’de enerji kaynakları, AB’nin Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de Güvenlik Sorunlarına Yaklaşımı, Siber Güvenlik gibi güncel sorunların ele alındığı konferansın onur konuşmacıları AK Parti Milletvekili, eski Gençlik ve Spor Bakanı, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türkiye Delegasyonu Başkanı Akif Çağatay Kılıç, Federal Almanya İçişleri Bakanlığı Parlamenter Müsteşarı CSU Genel Başkan Yardımcısı Milletvekili Stephan Mayer ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Almanya Delegasyonu Başkanı CDU Milletvekili Dr. Andreas Nick.Gelecek yazılarımızda Chatham House kuralları doğrultusunda gerçekleştirilen konferansta varılan sonuçları ayrıca paylaşmak üzere...
“Her kışın yüreğinde titreyen bir bahar vardır. Her gecenin peçesinin altında tebessümle bekleyen bir şafak vardır.”Halil Cibran“DEAŞ”la mücadelede küresel koalisyona sağladığı alt yapı nedeniyle Türkiye’ye minnettarız.”Bu sözler NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’e ait.Umalım ki bu açıklamayı geçtiğimiz günlerde “Dünya kamuoyunun DEAŞ’la mücadelesi nedeniyle YPG’ye minnettar olması gerektiğini” söyleyen CENTCOM Komutanı General Votel’de duymuş ya da okumuş olsun.Stoltenberg açıklamasında, son dönemlerde kimi NATO üyesi ülkelerin başkentlerinde Türkiye’nin üyeliği ile ilgili tartışmalara değinerek şunları söylüyor: “Türkiye NATO’da kilit öneme sahip, bunu anlamak için haritaya bakmak yeterli. Türkiye’nin, NATO üyelerine tehdit yaratan şiddetin yaşandığı Irak ve Suriye’ye komşu olan stratejik lokasyonunu görmek yeterli..”Türkiye’nin geçmişte DEAŞ’a yardım ettiği söylem ve eleştirilerinin gelinen noktada NATO Genel Sekreterinin sözleri ile “minnettarlığa” dönüşmesi, haklı olmanın er ya da geç tescili anlamını taşımanın ötesinde bu iddia sahiplerine bir ders niteliğinde olmalı..Hele Kuzey Atlantik İttifakının bir numarası olan Genel Sekreter Stoltenberg’in, NATO’nun bir numaralı üyesi ABD’li generallerin gösterdikleri “minnet duyulacak” adrese katılmaması, verilen dersin alıcı yelpazesini genişleterek önemini daha da artırmış durumda.İsrail’in, Suriye’de İran’ın askeri varlığına tahammül etmeyeceğine ilişkin söylemlerinin eylemsellik kazandığı, Knesset’in Netanyahu ve Liberman’a, hükümet onayı aramaksızın askeri operasyonlar için yetki vermesi, İran’la varılan nükleer anlaşmanın revize edilmesine ilişkin Fransa’nın da desteklediği Trump politikasının uygulama alanına taşınacağı sinyallerinin havada uçuştuğu bir dönemde NATO’nun, Türkiye’nin bölgedeki önem ve vazgeçilmezliğini bir kez daha kavramış olması çok da şaşırtıcı olmamalı..Bu gibi durumlarda “söyleyene değil söyletene bakılması” gerektiğini hatırlayarak, umalım ki söyletenin; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatları sonucu Türkiye olduğunu, “YPG’yi sahadaki en güçlü ortakları” sözleri ile niteleyen ABD’li generaller de anlamış olsunlar.Kitapları Amerika’da, İncil’den sonra en fazla satış yapan Halil Cibran’ı CENTCOM Komutanı Votel fırsat bulup okumuş mudur bilemeyiz ama DEAŞ’ın karanlık peçesinin altından söken haklılığımızın şafağını tebessümle izliyoruz.. Bu da bize yeter..
“Var olmak değişmektir, değişmek olgunlaşmak, olgunlaşmak kendini durmadan yaratmaktır.”Henry BergsonFırtına habercisi siyaha kesmiş bulutların arasında oluşan küçük bir boşlukta bazen güneş kendini gösterip iyimserlik ışıklarını yeryüzüne gönderir.Son dönemlerde Suriye, İran, Irak üzerinde yoğunlaşan fırtına bulutlarını dağıtmasa da güneş, iyimserlik ışıklarını bu defa bölünmüş Kore yarımadasına yansıttı. Güney ve Kuzey Kore liderlerinin buluşması, barışı simgeleyen bir ağaç dikerek birlikte su vermeleri, Kim Jong Un’un nükleer deneme tesisini Mayıs ayında kapatacağı açıklaması, yükselen tansiyonu düşürerek sıcak bir çatışma olasılığını ötelerken bölge uzun bir süredir ilk kez rahat nefes aldı.Birbirlerine en ağır kelimelerle hakaretler yağdıran Başkan Trump ve Kim Jong Un’un haftalarla ifade edilen bir süre içinde bir araya geleceklerinin Beyaz Saray tarafından açıklandığı dönemde Kuzey Kore liderinin Çin ziyaretinin hemen ardından gelen hamleleri usta işi bir satranç ya da Go oyununu akla getiriyor.Kore’nin 1953 yılında sonlanan savaşı takiben bölündüğü 1953 yılından günümüze Güney Kore’ye ilk kez ayak basan lider olan Kim Jong Un’un, Kore yarımadasını nükleer silahlardan arındırma konusunda Moon Jae-in ile ortak deklarasyona imza atması, Mayıs ayında nükleer deneme tesisini ABD ve Güney Kore’li gözlemcilerin hazır bulunacağı bir seremoni ile kapatacağını açıklaması, savaş ekonomisi yürüten bu ülkenin mevcut politikalarında çok köklü bir değişikliğin habercisi anlamında.ABD ve Çin arasında rekabet ve uyuşmazlıkların askeri/ekonomik alanlarda zirve yaptığı, Güney Çin Denizinde egemenlik tartışmalarının güç gösterilerine dönüştüğü bir dönemde, Kuzey Kore’nin bölgede tansiyonu düşürecek adımlarını, Washington’un uzak doğuya yönelik tasarımlarından bağımsız olarak değerlendirmemek gerekiyor.Beklenmeyen bir şekilde bir adım öne geçmiş görünen ve arka planında Pekin’in izleri görülen Pyongyang’ın ustalıklı hamlesinin, Washington’un vereceği yanıtlar ve bölgeye ilişkin politikalarını şimdilik kaydı ile bir ölçüde sınırladığı söylenebilir.Pekin’in izlerinden söz ettiğimiz yazımızı, bu izleri baba-oğul Kim Jong İl ve Kim Jong Un’un şahıslarında doğrulayan bir Çin atasözü ile sonlandıralım.“Oğul babasından daha iyi biri olmasa, ikisi de başarısızlığa uğramış demektir.”
“Dün ile bugün arasında bir kavga çıkarsa yarını kaybederiz.”ChurchillSuriye’de, Duma’da kimyasal silah kullanıldığı ve kirli sicili nedeniyle Rusya ve İran dışında tüm parmakların Esad rejimini işaret ettiği günlerde Pentagon, Harry Truman uçak gemisi eşliğinde yedi destroyer ve ikmal gemisinden oluşan taarruz grubunun Akdeniz’e gitmek üzere Norfolk’tan ayrıldığını açıklamıştı.Pentagon’un, Iwo Jima gemisi liderliğinde dört destroyerden oluşan amfibik grubunun 2500 deniz piyadesi ile birlikte 28 Şubat’ta Cebelütarık üzerinden Akdeniz’e girdiğini açıkladığı dikkate alındığında ABD, bölgede önemli bir amfibi ve vurucu gücün sahibi olacaktır.Akdeniz’de; Türkiye, Fransa ve Yunanistan’ın aralarında bulunduğu kıyıdaş ülkelerin dışında Rusya, ABD, İngiltere, Norveç, Danimarka, Almanya’nın da savaş ve istihbarat gemilerinin bulunduğu düşünüldüğünde bir yönü ile iç ve kapalı bu denizin tarihinde az belki de hiç rastlanmayan bir güç gösterisine tanık olduğu söylenebilir.Bu güç gösterisinin tek nedeni Suriye sorunu ve Rusya’nın asırlık bir rüyayı gerçekleştirerek Tartus üssünde 49+25 yıl süreyle kalıcılaşarak sıcak denizlere inmesi midir?İtalyan Eni, Fransız Total, Norveç Nobel, Amerikan Exxon Mobil ve Katar Petroleum şirketlerinin;Mısır, İsrail ve özellikle Kıbrıs’ta GKRY ile anlaşmalı olarak ihtilaflı parsellerde petrol arama çalışmalarının bu güç yığınak ve gösterisinde hiç mi payı yoktur?Geçtiğimiz aylarda İtalyan Eni şirketine ait Saipem adlı sondaj gemisinin ihtilaflı münhasır ekonomik bölgelerde arama yapması Türk Deniz Kuvvetlerince engellenmiş, konu Yunanistan ve GKRY tarafından AB’ye taşınmıştı.Şu anda Akdeniz’e girmiş bulunan ve Kıbrıs’a doğru seyir halinde bulunan ABD Exxon şirketi sondaj gemisinin ihtilaflı 10 numaralı parselde arama çalışmalarına başlayacağı, Türk Deniz Kuvvetlerine bağlı unsurların izlemeye aldığı geminin halen Larnaka açıklarında seyreden Amerikan savaş gemilerince korumaya alınacağı haberleri, Akdeniz’de yoğunlaşan çok amaçlı ABD deniz gücü ile bir arada düşünüldüğünde bölgede bir ikinci hararet yükselmesi gündeme gelecek görünmektedir.İlginç nokta, Exxon Mobil’in 10 numaralı parselde arama çalışmasında ortağının Katar Devlet Petrol Şirketi olması ve şirket Ceo’su Saad Sherida Al-Kaabi’nin, GKRY Başkanlık Sarayında düzenlenen imza töreninde “Saygıdeğer Kıbrıs Hükümeti (GKRY olarak okuyabilirsiniz) ile vardığımız anlaşmanın uluslararası alanda ayak izlerimizi Doğu Akdenize taşıması bölge için son derece büyük imkanlar yaratacaktır.” şeklinde 05 Nisan 2017’de yaptığı açıklama..Exxon Mobil’in Akdeniz’de ilk kez sondaj çalışması yapacağı, şirketin eski CEO’sunun önceki ABD Dışişleri Bakanı Tillerson olduğu, Trump’ın ise ABD’yi ticari bir işletme olarak gördüğü ve ABD’nin bölgede imaj ve prestij kaybetmesine neden olabilecek girişimlere tepki verebileceği düşünüldüğünde soru; barometrede olası düşmenin adada yeni çözüm dayatmaları ile Kıbrıs açıklarında “kusursuz bir fırtınaya” dönüşüp dönüşmeyeceğidir.Dilerseniz bütün bu gelişmelere Yunanistan’ın, Türkiye ile istikşafi görüşmelerin sürdüğü bir dönemde Ege’de, iyi komşuluğa aykırı ve hukuk dışı girişimlerini de “ısınma antrenmanları” olarak ekleyebilirsiniz.Ufuk hattında birikmeye başlayan fırtına bulutları ve olası yansımaları şimdilik kaydı ile bunlar...
“Kendi omzuna tırman. Başka nasıl yükselebilirsin ki!”NietzscheAstana süreci kapsamında İdlib’’de rejim ve muhalif güçler arasında çatışmazlığın sağlanması görevi Türkiye’ye verilmiş ve TSK kurması gereken 12 gözlem istasyonundan İdlib’in kuzey, doğu ve güneydoğusunda yer alan dokuzunu faaliyete geçirmişti.Çatışmalardan kaçan Suriyeliler ve kent merkezinde konuşlanan silahlı muhalif gruplarla nüfusu 2 milyonun üzerine çıkan İdlib, özellikle Tahrir el Şam çatısı altında yer alan ve ana gövdesini el-Nusra’nın oluşturduğu radikal örgütlerin yuvalandığı son derece karmaşık bir yer.İdlib kırsalı da; Ma’arrat Numan ve Yayladağ’a bitişik bir bölgede el-Nusra, DEAŞ’ın As Saan, Türkistan İslam Partisinin Cisr eş Şuğur’da oluşturduğu ceplerde konuşlandığı ayrı bir karmaşık bölge.Ayrıca İdlib kırsalının kuzey bölümlerinde Feylak eş Şam, kuzey ve güneybatısında Ahrar ül Şam, orta ve kuzeybatısında Nurettin Zengi gruplarına bağlı unsurlarla Türkiye sınırına yakın Türkmen Dağı’nda Bayır ve Bucak Türkmenlerinin 1’nci ve 2’nci Sahil tümenleri bulunuyor.Doğu Guta’nın muhaliflerden arındırılması, burada konuşlanan grupların bir bölümünün TSK’nın kontrolündeki Cerablus, El Bab ve Afrin’e yönlenmeleri sonucu çatışmasızlık bölgesi ilan edilen İdlib kent merkez ve kırsalı, en radikal muhalif gruplara ev sahipliği yapması nedeniyle Suriye ordusu ve Rusya’nın hedefi haline dönüşmüş bulunuyor.Rejimin, en seçkin birlikleri arasında yer alan 4’cü zırhlı tümen, Cumhuriyet Muhafızları, 14’cü Hava İndirme Tümeni ve 15’nci Özel Kuvvet Tümenini Banyas ve Lazkiye üzerinden bölgeye yönlendirdiğine ilişkin haberler, Astana’da mutabakata varılan ve Türkiye’nin sağlamakla görevlendirildiği çatışmazlığın devamını her geçen gün riskli hale getiriyor.İdlib’de mevcut kaygan ve kırılgan durumu daha da riskli hale getirerek belirsizliği artıran bir başka faktör ise kent merkezi/kırsalda konuşlanan radikal grupların aralarındaki anlaşmazlıklar ve zaman zaman nüfuz/ çıkar çatışmalarına girmeleri.Halep ve Doğu Guta’da, muhaliflerin imha edilmek yerine yer değiştirmeleri sağlanarak geçici bir çözüm üretilmiş olmasına karşın Suriye ve Rusya’nın, İdlib’in silahlı muhalif grupların denetiminde kalmasına daha ne kadar süre ile müsaade ve müsamaha edeceği soru işareti kimliğini korumayı sürdürüyor.Rejim, İdlib’i muhaliflerden temizlemeden nihai zaferini ilan ederek ülkenin batısına tümüyle hakim olamayacağı, Rusya ise Tahrir el Şam ve Türkistan İslam Partisi gibi radikal dinci örgütlerin varlığına son verilmediği sürece, alanda kendisine yönelik tehdit ve tehlikelerden arınamayacağı için er ya da geç İdlib sıcak günlere aday görünmektedir.Böyle bir durum ise Türkiye açısından iki olası sıkıntıya eşlik etme potansiyeli taşımaktadır. Sayıları yüzbinlerle ifade edilen yeni bir göç dalgası ve gözlem noktalarındaki personelimizin can güvenliği.Özellikle İdlib’in güneyinde yer alan gözlem noktalarımızın uzaklıkları nedeniyle kara ateş destek vasıtalarının menzili dışında kalması, karadan yapılacak takviye ve destek birliklerinin dost olmayan unsurların bulunduğu bir coğrafyayı kullanma zorunluluğu çatışmasızlığın bozulması halinde risk faktörlerini artırmaktadır.Genelkurmayın, en kötü senaryoya göre hazırlık ve planlamalarının ikmal edildiği konusunda en küçük bir kuşku duyulmamakla birlikte kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan, pek çok ülkenin gizli servislerinin oyun alanına dönüşen İdlib’in geleceği, Rusya ve özellikle Suriye ile işbirliğinin en üst düzeyde yürütülmesini gerekli kılmaktadır.