“Küçük şeyler birliktelikle büyür, anlaşmazlıkla paramparça olur”“Concordia parueres crescunt, discordia maxime dilabuntur.”AnonimNATO üyesi Avrupa ülkelerinin başta Almanya ve Fransa olmak üzere büyük bir çoğunluğunun Atlantik İttifakına katkı paylarının kararlaştırılmış oran olan GSYİH’lerinin yüzde 2’sinin altında kalması bir süredir Trump’ın şimşeklerini üzerine çekmekteydi.NATO bütçesinin yüzde 26’sının Avrupa ülkeleri, yüzde 74’ünün Kuzey Amerika’nın (ABD-Kanada) katkı payları ile oluştuğu dikkate alındığında dünyayı ticari bir gözlükle görme alışkanlığına sahip olan Trump’ın Brüksel’deki çıkışları, diploması dışı üslup ve yaklaşımı bir kenara bırakıldığında çok ta haksız sayılmamalı.ABD’de özellikle Neoconlar ve Muhafazakar Parti içindeki “Çay Partisi-Tea Party” mensuplarının ABD’nin, Avrupa’nın savunulması konusunda üstlendiği çok yönlü yükümlülüklerden pek hoşnut olmadıkları uzunca bir süredir bilinmekteydi.ABD’de kimi çevrelerde sarkastik bir yaklaşımla; “Avrupa’nın her başı ağrıdığında Amerika’nın kapısını çalması ve Washington’un elinde asprinle yardıma koşması” olarak tanımlanan ABD-Avrupa ilişkilerindeki sıkıntıların özellikle Trump’ın Beyaz Saray’a geçmesi ile birlikte zirve yapması, AB’ye yönelik ticari uygulamalarla birlikte düşünüldüğünde Brüksel’de yaşananlar sürpriz bir gelişme olmamalı.Ancak buradaki paradoks ABD’nin, Avrupa güvenliğinin kendi öznel güvenlik kaygıları ve çıkarları ile ilişkisinin görmezden gelinmesi, Avrupa’nın refah ve güvenliğinin Washington’un “Homeland Security” kavram ve politikasının tamamlayıcı bir parçası olduğunun dikkatlerden kaçmasıdır.ABD’nin özellikle askeri açıdan hemen her sıkışık döneminde Avrupa’nın yardımına koştuğu yadsınmaz bir gerçekliktir ama Amerika bunu salt insan hakları, özgürlükler ve demokrasi adına mı yapmıştır ve yapmayı sürdürmektedir?Hitler ve Stalin gibi yayılmacılığı hedefleyen liderler ve rejimlerinin gelecekte Avrupa üzerinden kendisine yöneltebileceği, gücünün sınırlanması ile sonlanacak tehdit ve tehlikelerin önlenmesi “asprin takviyesinde” hiç mi rol oynamamıştır?ABD’nin kimi Avrupa ülkelerindeki askeri üsleri, Trans Atlantik İttifakındaki güç ve başat rolü olası tehdit ve tehlikelere karşı Avrupa’nın güvenliğine olumlu katkılar sunarken ABD anakarasının da güvenliğinde (Homeland Security) önemli bir paya sahip bulunmaktadır.Sonuçta ABD’nin, Avrupa’da askeri varlığının tek yönlü bir yükümlülük olmaktan çok karşılıklı bağımlılık ilkesinden kaynaklanarak ortak çıkarlara dayalı olduğu dikkate alındığında “katkı payı” tartışması bir süre daha NATO gündemini işgal edecek görünmektedir.Başkan Trump, Kongrenin onayı olmaksızın ABD’nin NATO’dan çıkabileceğini ancak henüz bunu düşünmediğini seslendirmiş olsa da uzun ve çalkantılarla dolu iş yaşamı kendisine “risk analizi” yapmayı öğretmiş olmalıdır.
“Başarı için plan yapmıyorsanız, o zaman hükmen başarısızlığı planlıyorsunuz demektir.”TowsendYeni sistemin ilk ve önemli icraatlarından birisi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanlığına atanması ve hemen ardından Genelkurmay Başkanlığı ile Kuvvet Komutanlıklarının bu bakanlığa bağlanması oldu.Türkiye’de uzun yıllardır tartışılan, AB müktesebatına göre çoktandır gerçekleştirilmesi gereken, NATO toplantıları ve Devlet protokolü sıralamasında Türkiye’ye özgü bir karmaşa ve görüntüye neden olan bu konunun nihayet çözümlenmesi “eski bakışla cesur”, “günümüz anlayışı” içinde yeni dönemin normal kabul edilmesi gereken bir uygulaması..Bu uygulamayı rahatlatan ve tartışma konusu olmaktan çıkaran en önemli unsur ise Genelkurmay Başkanlığının bağlandığı yeni Milli Savunma Bakanının bir gün öncesine kadar Genelkurmay Başkanı ve TSK’nın en üst komutanı Orgeneral Akar oluşu..TSK’nın, bölük komutanlığından başlayarak hemen her kademesinde 1972 yılından günümüze üstlendiği ve komuta kademelerine ulaşan uzun yolculuğu sonucu; yetiştiği ve içinden çıktığı kurumun üniformasını teni ile özdeşleştirerek genlerine kadar tanıyan, sorunları, sıkıntıları, ihtiyaçlarını yakinen bilen, gelecek planlamalarının şekillendirilmesinde rol alan Orgeneral Akar’ın, sınırlarımızın içi ve ötesinde yaşanan kritik bir dönemde, bir önceki Genelkurmay Başkanı sıfatı ile Milli Savunma Bakanlığı görevini üstlenmiş oluşu, yeni yapılanmanın gerektirdiği geçiş döneminde TSK açısından en rasyonel seçim kimliğindedir.Bu bağlamda Genelkurmay Başkanlığına atanan Orgeneral Yaşar Güler ve Kuvvet Komutanları ile emir-komuta zinciri içinde aynı karargahta birlikte görev yaptıkları da düşünüldüğünde Orgeneral Akar’ın yaşamındaki tek değişikliğin Milli Savunma Bakanı olarak görevine bu defa üniformasız devam edecek olduğu söylenebilir.Çünkü TSK’nın birlik, beraberlik, dayanışma ve disiplin ruhu ile yaşam tarzını yansıtan en önemli geleneklerden birisi; mensupları görevlerinden ayrılmış, emeklilik hayatına başlamış olsalar da “komutan” olarak kabul edilmelerindeki kurumsal kapsayıcılık ve saygıdır.Bu bağlamda sivil kişilerin Akar’a hitapları “Sayın Bakan” olsa da asker kişilerin “Komutanım” hitabını sürdürmeleri bu geleneğin doğal ve rahatlatıcı bir yansıması olacaktır.Tümgeneral rütbesindeyken Boğaziçi Üniversitesinde “Doktora” yapmış olmasına karşın bu akademik ünvanı kullanmayan, parlak zekası, hızlı karar alma yeteneği, eğitmen kimliği ve yüksek enerjisi ile tanınan 29’ncu Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’a yeni görevinde ülkemizin güvenliği adına başarılar diliyoruz.
“İnanç görmediğimize inanmaktır. Bunun mükafatı da inandığımızı görmektir.”St. AugustinusTrump ve Putin’in Helsinki’de gerçekleştirdikleri zirve sonrası yaptıkları ortak açıklamalar, bu görüşmeden ivedi somut sonuçlar bekleyenleri hayal kırıklığına uğratmış olmalı.Ancak görüşme öncesi Washington ve Kremlin sözcülerinin beklenti çıtasını düşürmeye yönelik ihtiyatlı açıklamaları dikkate alındığında, Trump’ın alışılan ancak bu defa ülkesinde hakarete varan çok ağır eleştirilere neden olan -sonradan düzeltmeye çalışsa da- gafları dışında zirvenin yine de amacına ulaştığı söylenebilir.Trump’ın, Rusya’nın Başkanlık seçimlerine müdahalesi konusunda ülkesinin istihbarat servislerini açık düşüren ve büyük bir tepki ile karşılanan açıklamaları bir kenara bırakıldığında Helsinki zirvesinin görünen yüzünün iki yararından söz edilebilir.Bunlardan birincisi; aralarında üstelik pek çok ciddi anlaşmazlık, yarış ve rekabet bulunan iki ülke liderinin bir araya gelerek ufuk turu yapmaları, bölgesel ve küresel ölçekli sorunlara bakış açılarını paylaşmaları, anlaştıkları noktalardan yola çıkarak anlaşmazlık konularını saptamalarıdır.İkincisi ise her iki liderin yönetim anlayışlarındaki otokrat tavır ve icraatlarına karşın diyalogun önemini örneklemiş olmalarıdır.Önceki yazılarımızda “Mini Yalta Konferansı” olarak adlandırdığımız Helsinki Zirvesinde, ortak açıklamalar dışında neler konuşulduğu ve varılan mutabakatların neler olduğu “zirvenin görünmeyen yüzü” olarak yakın bir gelecekte ortaya çıkmaya başlayacaktır.Ancak her iki liderin açıklamalarının satır aralarına inildiğinde Putin’in, özellikle Suriye konusunda seslendirdiği somut önerilere Trump’ın insani yaklaşımları önceleyen bir genelleme ile karşılık verdiği görülmektedir.Bu genellemeden Trump’ın düşüncelerinin, savaşın sonlandırılması ve Suriye’nin geleceği konularında yeteri ölçülerde berraklaşmadığı anlaşılmaktadır. Bunun nedeninin de Trump’ın, Amerikan askerlerini Suriye’den çekmek istemesini seslendirmesine karşın Pentagon’un değişik bir görüşte olmasından kaynaklandığı ve İran’la bağlantılı olduğu değerlendirilmektedir.Trump ve Putin’in açıklamalarında nükleer gücün sınırlandırılmasına ilişkin açıklamalarında dikkat çeken bir ayrı husus, her iki liderin ülkelerini, dünyada mevcut nükleer silahların yüzde 90’ına sahip olmakla nitelendirmeleri üzerinden barışçıl bir görüntüye büründürerek verdikleri karşılıklı denge ve güç mesajıdır.Zirveyi takiben oluşturulacak çalışma gruplarının, liderler düzeyinde mutabık kalınan, açıklanan ve açıklanmayan konular üzerinde yapacakları çalışmalara ilişkin samimiyet testinin öncelikli uygulama alanı ise öyle görünüyor ki Suriye olacaktır.Bu bağlamda önümüzdeki günlerde ABD ile Menbiç ve Fırat’ın doğusu, Rusya ile İdlib konusunda temas ve gelişmeler gündemimizin üst sıralarında yer alacak görünmektedir.
“Bin yıl geçse de taş yeşermez.”MevlanaAmerika ve SSCB’nin liderliklerinde biçimlenen Batı ve Doğu Bloklarının iki kutuplu dünyası ile Soğuk Savaş döneminde dış politika yazarlarının en büyük sıkıntısı konu bulmakta çekilen güçlüktü.O yıllarda yazarların en büyük umut ve haber kaynağı, Fransız antropolog ve tarihçi Alfred Sauvy’un 1952 yılında ortaya attığı kavram olan “Üçüncü Dünya Ülkeleri” idi.Aslında Sauvy, “Üçüncü Dünya” deyimini,1789 Devrimi öncesi Fransa’da “Ruhban Sınıfı, Asiller ve Köylüler” olarak ayrışan üçlü sosyal yapının üçüncüsü köylüleri tanımlamak için kullanmıştı. Sonraları bu kavram bir analoji kurularak örtülü bir küçümsemeyle “sanayileşmemiş ülkeleri” anlatmada kullanılır olmuştu.Geçmişte 1’nci Dünya olarak adlandırılan Batı Bloku, 2’nci Dünya olarak adlandırılan Doğu Bloku ile 3’ncü Dünya ya da Bağlantısızlar olarak adlandırılan ülkeler -günümüzde bağlantısız olmak ortadan kalktığı için- artık yok.İdeolojik temelli blok ve ittifakların yerlerini çıkar odaklı değişken ilişkilere terk ettiği, etik ve moral değerlerin materyalist ve hegemonik yaklaşımlar karşısında erozyona uğradığı günümüzde, uluslararası ilişkilere yön verme gücüne sahip devlet dışı aktörlerin de sahne almasıyla birlikte iki kutuplu dünyanın alışılmış indirgemeci analizleri de geçerliliğini yitirmiş bulunuyor.Bu nedenle günümüz dış politika yazarlarının sıkıntısı konu bulma güçlüğünden “hangi konuya öncelik verilmesi gerektiği” noktasına kaymış durumda.Dilerseniz, kısa bir yurtdışı seyahati nedeniyle ara verdiğim son bir haftanın üstelik tümü Türkiye’yi çok yakından ilgileyen gelişmelerini anımsayalım.Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin ortak tatbikatlar yaptığı İsrail’den sonra Fransa ile de askeri işbirliği anlaşması yaparak, Fransız donanmasına bağlı savaş gemilerinin konuşlanmasına izin vermesi ve bu gemilerin Rumların doğal gaz arama ve sondaj çalışmalarında koruma görevi üstlenmesi talebi...Irak’ta Basra’da başlayan protesto gösterilerinin Bağdat ve özellikle Şiiler açısından kutsal sayılan Necef’e yayılması, Irak’taki en büyük Şii dini lider Büyük Ayetullah Sistani’nin ilk kez siyasi bir açıklama yaparak göstericilere destek vermesi.. Gösterilerin tam da İran güçlerinin Suriye’den çekilmesinin tartışıldığı bir sırada Irak’ın, İran etkisindeki yerlerde özellikle Şii’lerin öncülüğünde başlamış olması..YPG’nin, Menbiç’ten çekilme süreci devam ederken ABD’nin Fırat’ın Doğusundaki PYD varlığını tartışma dışında tutmaya yönelik suskunluğu, YPG’ye silah yardımı yapmayı sürdürmesi, “benim işim savaşmak” diyerek Türkiye’ye aba altından sopa gösteren ABD’li General Paul Funk ve ABD Özel Kuvvetler Komutanı Jamie Jarrard’ın yanlarına “general” olarak hitap ettikleri SDG’li! Cpiya’yı alarak Menbiç’te helikopter turu yapmaları...ABD’nin, Fırat’ın doğusuna geçerek Deyr ez Zor yakınlarında Hecin’de DEAŞ’a saldırı düzenleyen Suriye ordu birliklerini bombalayarak Fırat’ın Doğusunun kendilerinden sorulacağını ilan etmesi...ABD ve İsrail’in, İran unsurlarının Suriye’den çekilmeleri konusundaki baskılarını artırması ve Rusya’nın Helsinki zirvesinde bu yazı yayınlandığında açığa çıkacak tavrı...Suriye ordusunun Deraa ve Kuneytra’dan sonra İdlib’e yönlenme riski ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tehlikeyi görerek Putin’i bilgilendirmesi...S-400 ve bağlı olarak F-35 ve diğer silah sistemlerine ilişkin ABD Kongresinin aldığı bloke kararının ne yönde seyredeceği...Türkiye açısından hiç birisinin ihmal edilemeyeceği son bir haftanın gündemine düşen başlıca olaylar özetle bunlar...Öncelik hangisinde derseniz, olası sonuçları itibarı ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın da gündeminde olması nedeniyle İDLİB...
“Güçlükler, başarının değerini artıran süslerdir.”MoliereGeçtiğimiz hafta, hayat pahalılığı ve İran riyalinin değerinin düşmesini protesto etmek üzere Tahran’da hareketlenen sokakların sesinin, Ruhani ve hükümetin istifa taleplerine dönüşmesi İran’ı yakından izleyenler açısından sürpriz bir gelişme sayılmamalı...Trump’ın P5+1 anlaşmasından ABD’yi çekmesi, Tahran’a yönelik yaptırım listesi ve zamanlamasını açıklaması ile birlikte İran’da bir süredir alttan alta ısıtılan rejim karşıtlığının sokakları hareketlendireceği özellikle bir süredir kulaklara fısıldanan “Haziran ayına dikkat” uyarıları anımsandığında beklenmeyen bir gelişme olmamalı...2017 Aralık ayında İran’da Meşhed’de başlayarak ülke geneline yayılan gösterilerin kısa zamanda sönmesine karşın bu defa Tahran’da “Bazara” olarak adlandırılan çarşı esnafının da kepenk kapatarak göstericilere destek vermesi rejim açısından alarm zillerini çaldıracak bir gelişme olmalı...Trump’ın, Kuzey Kore ile vardığı-nasıl yürüyeceği konusunda soru işaretleri olsa da-anlaşmadan sonra hedefinde, çok önemsediği İsrail’in güvenlik kaygılarına bağlı olarak şimdilik İran’ın kalmış olması nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir hareketlenmeyi öncelemiş görünüyor.İran’da rejime yönelik bir kalkışmanın küresel/bölgesel maliyeti ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte özellikle ABD’nin 4 Kasımda başlayacağını duyurduğu İran’dan petrol ithalatının durdurulması ve gelişmelerin Suriye sahasına yansıması Türkiye-İran-ABD ilişkileri açısından türbülanslı bir döneme eşlik edecek görünmektedir.ABD’nin İran’la ilgili önceliğinin, Şii milisler ve Devrim Muhafızlarına bağlı unsurlarla Hizbullah’ın Suriye’den çıkarılmasını sağlayarak İsrail’in güvenliğini güvence altına almak olduğu düşünüldüğünde önümüzdeki süreç Suriye’de yeni ayrışmalar ve birlikteliklere aday görünmektedir.Trump ve Putin’in, 16 Temmuz’da Finlandiya’da bir araya gelerek Suriye konusunu görüşeceklerinin açıklanması ile Kremlin’in, bir bölüm askeri personel ve uçağını (1143 asker-13 uçak) Suriye’den çektiği haberleri, Trump’ın öteden beri Suriye’den çekilmek istediğini seslendirmesi bu defa İngiltere’siz mini bir Yalta Konferansını çağrıştırıyor görünüyor.Suriye’de başat aktör Rusya’nın, İran’ın Suriye coğrafyasını İsrail’e karşı bir ileri karakol olarak kullanma girişimlerinden çok hoşnut olmadığı, bunun ABD ve İsrail’in Suriye’ye daha çok müdahil olmasını gerekçelendirdiğini düşünmesi mevcut tabloya eklendiğinde Esad’ın, İdlib ve Deraa’da muhalifleri elimine ederek nihai zaferini ilan etmesinin önünde çok fazla bir zaman kalmamış görünmektedir. Nitekim rejimin, İranlı milislerle birlikte Deraa’ya başlattığı saldırılar bu tezi doğrular niteliktedir.Bütün bu gelişmeler ABD’nin uygulamaya koyduğu yaptırımlarla birlikte bir süre sonra Türkiye’yi, İran konusunda taraf olmaya zorlayan bir kulvara kayabilecek ve Washington ile Ankara arasında bir ayrı hassasiyet ortaya çıkabilecektir.Türkiye’nin dış politika konusunda önündeki sorunlu alanları hasarsız atlatarak ulusal güvenlik ve refahı doğrultusunda çözüm üretebilmesinin ön koşulu “topyekun bir strateji” üretilmesi ve uygulanmasına tüm siyasi partilerin aralarındaki görüş farklılıklarını bir süreliğine olsun öteleyerek ortak olmalarından geçmektedir.Çünkü dünle kavga ederek günü ve geleceği kaybetmemek adına “ yeni şeyler söyleme zamanı” Türkiye’nin kapısını çalıyor.
“Kelebek bir defa kanatlandı mı bir daha asla tırtıl haline gelmez.”Colin WilsonSuriye’de iç savaş, muhaliflerin tutunduğu İdlib, Deraa, Kuneytra gibi bir iki cep dışında Esad lehine sonuçlanıyor olsa da Suriye coğrafyası, merkezinde İran’ın bulunduğu ayrı bir gerginliğe sahne olmaya aday görünmektedir. Suriye’nin güneybatı ve batısının Rusya, kuzeydoğu ve doğusunun ABD tarafından kurulan üsler aracılığı ile bir paylaşıma tabi tutulduğu ve İran konusunun giderek ısınmakta olduğu düşünüldüğünde, Türkiye-ABD arasında Suriye’de mevcut makasın yeni eklenti, bağlantı ve gelişmeler sonucu kapanması oldukça kuşkulu görünmektedir.ABD ile Menbiç konusunda varılan anlaşmanın görece yumuşattığı PYD odaklı anlaşmazlık ve gerginliğin, Suriye üzerinden İran’a yönelik olası hamleler gündeme geldiğinde, Pentagon’un Fırat’ın doğusunda PYD’ye artacak ihtiyacı bağlamında ayrı bir kulvara taşınarak artma riski Ankara-Washington ilişkilerinde önemli bir yer tutabilecektir.Bağlı olarak ABD’nin,İran’dan petrol satın alan ülkelerin 4 Kasımdan başlayarak ithalata son vermelerine ilişkin açıklamasına karşın Türkiye’nin bu karara uymasının mümkün bulunmadığı gerçeği,(Türkiye ham petrol ithalatının %27’sini İran’dan karşılıyor.) Ankara-Washington ilişkilerini bekleyen bir ayrı hassas gündem maddesi olmaya aday görünmektedir. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Dr.İbrahim Kalın yaptığı açıklamada (28 Haziran) “Türkiye’nin, İran’la ilişkilerini bozacak bir angajmana girmeyeceğini ve S-400 alımında geri dönüş olmayacağını” kayda geçirerek, bu konularda yürütülecek temasların çerçevesini Türkiye açısından çizmiştir.ABD’nin Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ile başlayan ve Güvenlik Konseyinde ABD’nin vetosuna karşın Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncülüğünde BM Genel Kurulunda alınan kararlara dayalı anlaşmazlık, iki ülke arasındaki ilişkilerde belirleyici nitelikte olmasa da hassasiyetini sürdürecektir.Washington ve Ankara arasında önümüzdeki süreçte ilişkileri belirleyici iki ana konu ABD’nin Fırat’ın doğusunda PYD’ye desteğini sürdürmesi ve S-400 sistemlerinin alınması olacak görünmektedir. Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasından Batı’da duyulan rahatsızlığı arkasına alarak karşı duruşunu güçlendirmek isteyen ABD’nin S-400 krizini derinleştirerek Ankara-Kremlin arasında bir çatlak yaratmayı hedefleyebileceği de olasılık dahilinde görülebilir.Sonuç olarak Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla kutlamasındaki sıcak ifadeler ve Brüksel’de NATO toplantısında bir araya gelme isteği, iki ülke ilişkilerinde karşılıklı bağımlılıktan kaynaklanan bir yumuşama ve Amerikan pragmatizminin yansıması gibi görünse de yakın gelecekte Pentagon, ABD Dışişleri ve Kongre’nin mevcut hassas konulardaki tutum ve yaklaşımı daha belirleyici olacaktır.ABD’nin başta Çin ve AB ülkeleri olmak üzere başlattığı “Ticaret Savaşı” olarak adlandırılan vergilendirmeler her ne kadar küresel kimlikli bir gelişme ise de içine Türkiye’yi de alması nedeniyle ekonomide dolaylı ve doğrudan etkileşimler yaratabilecek bir gelişme olarak görünmektedir. Ekonomistlerin dünya genelinde bir durgunluk sürecini başlatabileceği endişesini seslendirdikleri bu yeni dönem, dış politika ile doğrudan ilişkili olmasa da alınacak önlem ve girişimler açısından diplomasi ve ekonomi bürokrasisi ile girişimcilere yeni görevler yüklemektedir.Dış politikada ufuk hattında Türkiye’nin önüne düşmeye başlayan bir ayrı görüntü ise İran’ın geleceğidir. İran ve yeni sistem ile TBMM’de oluşan tablo bağlamında terörle mücadele konusuna devam etmek üzere...
“Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar.Güneş yalnız da olsa çevresine ışık saçar.Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık,Kargalar sürü ile, kartallar yalnız uçar.”Anonim24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçim sonuçları, Temmuz ayında yürürlüğe gireceği açıklanan yeni sistemle birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politikadaki rol ve belirleyiciliğini daha da artıracak görünüyor.Bu bağlamda 24 Haziran öncesi “kuliste bekletilen” ve seçim sonuçlarının açıklanması ile birlikte “sahnede yerini alan”, Türkiye’nin başta bölgemiz olmak üzere Avrupa/AB ve Transatlantik ilişkilerinde giderek çeşitlenip yön değiştiren ve spiral bir sarmala dönüşme eğilimi gösteren sorunlu alanlarını mercek altına alalım.1 Temmuz 2018’de Avrupa Birliği Dönem Başkanlığını Avusturya’nın üstlenecek olması ve Başbakan Sebastian Kurz’un, Dışişleri Bakanlığı döneminden günümüze Türkiye’nin AB üyeliğine kategorik olarak karşı çıkması Ankara-AB ilişkilerinde sancılı/çalkantılı bir dönemi işaret edecek görünüyor. AB’nin içsel işleyiş ve mekanizmaları Dönem Başkanına mutlak bir yetki vermiyor olsa da Sebastian Kurz’un kronik Türkiye ve İslam karşıtlığının geçmişte olduğu gibi eylem ve açıklamalarına yansıması, Türk kamuoyunda giderek azalan AB üyelik desteğini daha da aşındırma riskine eşlik edebilecektir.AB ile ilişkilerde sabırlı ve soğukkanlı olunması gereken durağan bir döneme girileceği 1 Temmuz ve sonrasında AB’nin lokomotif ülkeleri Almanya ve Fransa’nın, Türkiye’nin AB perspektifinden daha da kopmaması için dikkatli ve ılımlı bir politika izleyerek denge işlevi üstlenmeleri ise önem kazanacak görünmektedir.FETÖ’nün, Türkiye-ABD ilişkilerini zehirlemeyi sürdürdüğü bir dönemde 24 Haziran seçimleri ile güçlü bir kamuoyu desteğini arkasına alan Erdoğan’ın, bu defa yürütme yetkileri ile Cumhurbaşkanlığı makamında varlığı, baskı ve dayatmalara karşı bilinen tepkisel tavrı ile birlikte düşünüldüğünde, Washington’u, Ankara’ya karşı bir kopma ve kırılmadan uzaklaştıracak bir politika izlemeye sevk edebilecektir.Bu bağlamda Gülen’in Türkiye’ye iadesi çok uzak bir olasılığı işaret etse de FETÖ mensuplarının ABD’de faaliyetlerinin zorlaştırılacağı bir sürece girilmesi sürpriz bir gelişme sayılmamalıdır.ABD ile yaşanmakta olan S-400 ve bağlı olarak F-35 uçakları ile bazı uçak/helikopter ve silah sistemleri satışının blokesine ilişkin Temsilciler Meclisi ve Senato kararları krizine gelindiğinde, her iki kararın aralarındaki farklılıklar giderilerek tek bir metne dönüştürülüp Başkan Trump’ın onayına sunulmasının gerektirdiği süreç, diplomasiye zamansal açıdan bir manevra alanı sağlayabilecektir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun “Türkiye ile verimli bir müzakere süreci” beklentisine ilişkin açıklaması yakın gelecekte diplomasinin daha da ağırlık kazanacağının ön işareti olarak okunabilir.Ancak ABD’de, S-400’ler konusunda Kongre’nin her iki kanadına hakim olan görüş ve alınan kararlarda kabul oylarının sayısal ağırlığı “imkansızı mümkün kılacak” diplomasiyi oldukça zorlayacak görünmektedir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı W. Mitchell’in “S-400’lerin teslimi halinde Türkiye’ye yaptırım uygulanacağı” açıklaması bu konuyu gündemin en üst sırasına taşımaya aday görünmektedir.S-400’lerle ilgili en kritik nokta, Kongre’nin her iki kanadının kararında Türkiye’de tutuklu Rahip Brunson’un iade talebinin de yer almış olmasıdır. Trump’ın, Brunson’un iadesini şahsen talep etmesi nedeniyle önüne gelecek kararı imzalamasını garanti altına almak için başvurulan politik bir taktik olarak görünen bu hamle tüm olumsuz ve teamüllere aykırı görüntüsüne karşın Türkiye’ye yine de ayrı bir manevra alanı açmaktadır.Washington-Ankara ilişkilerini zehirlemeyi sürdüren bir ikinci önemli konu ise PYD/YPG ile İran-ABD ilişkilerinin evrileceği ve ilk işaretleri 26 Haziran’da Tahran’da ortaya çıkan gelişmeler sonrası Türkiye’nin almaya zorlanacağı pozisyon ve elbette Kudüs/Filistin’dir.Devam etmek üzere...
“Bazen konuşmak yerine susarak pek çok şey anlatabilirsiniz.”AnonimTSK’nın, Irak topraklarında Kandil’e yönelik harekatına bugüne kadar Irak ve IKBY’den karşı bir çıkış gelmemesi, Türkiye’nin yürüttüğü başarılı diplomasi ve işbirliği kadar Bağdat ve Erbil’in otoritelerini pekiştirmeye yönelik çıkarlarına da dayalı.IKBY; (özellikle Erbil) KDP ve KYB bölgelerinde yıllardır varlığını sürdürerek “paralel ve pek çok ayrı nedenle dokunulmaz bir statü” elde eden PKK’nın; nihai hedefleri, konumu, silahlı gücü, çoklu ilişkileri açısından neden olduğu içsel/dışsal baş ağrıları ve sıkıntılardan kurtulacağı, kendi söylemleri ile “devletsiz Kürtlerin” tek legal temsilcisi olma iddialarını güçlendireceği için TSK’nın Kandil harekatından açığa vurulmayan bir memnuniyet duyuyor olmalı.PKK’nın kuzey Irak’tan tasfiyesi, Barzani’nin, bağımsızlık referandumu nedeniyle Türkiye ile gerilen ilişkilerinde bir rahatlamaya eşlik etmenin ötesinde PKK’ya yakın duran KYB’ye karşı KDP’nin elini güçlendirerek sarsılan otorite ve prestijindeki hasarı onarmaya ayrıca Goran hareketinin yükselişini azaltmaya yardımcı olabilecektir.Bağdat’a gelindiğinde, Irak’ta PKK varlığı her ne kadar merkezi otoritenin dışında bir bölgede olsa da, topraklarında bir terör örgütünün varlığı ile birlikte anılmanın ve örgütün dış aktörlerle ilişkilerinin rahatsızlığından kurtularak gerek otoritesi, gerekse IKBY üzerinde yaptırım gücü artacak ve bağlı olarak komşusu Türkiye ile ilişkileri daha sağlıklı bir zemin ve işbirliğine evrilecektir. Nitekim İbadi’nin, PKK’yı silah bırakmaya çağıran açıklaması bu yönde bir ön işaret olarak okunabilir.Ne var ki benzer argümanları İran için tekrarlamak an itibariyle çok olası görünmemektedir. Geçtiğimiz günlerde İran Genelkurmay sözcüsü Tuğgeneral Ebulfazl Şikarçi’nin; “Ülkesinin terörle mücadeleyi desteklemesine karşın bir ülke hükümetinin (Irak) izni olmaksızın gerçekleştirilen harekatın (Türkiye) gayrı meşru olduğu ve egemenlik haklarının ihlali anlamına geldiği” açıklaması bu görüşü desteklemektedir. Benzer bir açıklamanın 2017 yılında İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Behram Kasımi tarafından da yapıldığı anımsandığında Tahran’ın, konjonktürel nedenler ya da bir pazarlık kartı karşılığında ortak operasyondan kaçınma politikasında bir değişiklik olmadığı görülmektedir.Bazı köylerle birlikte Kandil’in İran topraklarındaki doğu yamaçları, İran ordusu tarafından teröristlerin geçişlerine kapatılmadığı takdirde, PKK’nın, Kandil’de ulaşılamaz ve dokunulamaz algısı yıkılsa da bu durumda varlığı sembolik düzeyde de olsa devam edebilecektir.PKK’nın Suriye izdüşümü olan PYD’nin, SDG adı altında ABD ile ittifakının Washington-Tahran ilişkilerinin geldiği noktada İran’ı rahatsız etmesi gerektiği yaşanan süreçte eğer Tahran, PKK’ya Kandil’de pasif bir destek vererek “kendisine borçlu yeni bir vekil unsur” yaratmayı ya da ön işaretleri alınan bir iç kargaşada kendi Kürtlerini PKK/PJAK üzerinden nötralize edeceğini düşünüyorsa, İran devlet aklı bunun ciddi bir hesap hatası olduğunu bilecek yetkinlikte olmalıdır. ABD’nin İran’dan petrol ithal eden ülkelere verdiği 4 Kasım tarihinin yaklaştığı ve Türkiye’nin bu konuda BM kararı gerektiğini açıkladığı günlerde umarız PKK konusunda Tahran’ın hesabı “Kandil’den dönmez.”