Sanatın ve modanın cenneti; Milano

3 Eylül 2016

İtalya bir çizmeyse, Milano onun şık ve pahalı tokasıdır.Dünya markalarının sıra sıra dizildiği caddeleri, geçmişi günümüze zarafetle taşıyan tarihi binaları, podyuma çıkmış gibi giyinen insanlarıyla bu toka, sadece göz kamaştırıcı bir ışıltı sunmaz aynı zamanda iğnesiyle tüm bu şöhretin sebebini de simgeler.Çünkü burası Paris’le birlikte modanın ikon şehirlerindendir ve bu haklı ünün ardında yüzyıllara dayanan bir tasarım, terzilik, kundura geleneği vardır. Adım adım ilerlemiş ve ilerlemekte ve ilerleyecek olan bir tarihtir bu.İşte bu yüzden Milano’dan bahsederken modadan bahsetmemek Ayasofya’yı ya da Topkapı’yı es geçen bir İstanbul tanıtımına benzer.Ama bu, şık caddeleri sağlı-sollu çevreleyen markaların etiketlerindeki fiyatların görmezden gelineceği anlamına gelmiyor. Çünkü vitrinlerdeki ayakkabılar, çantalar, kıyafetler sadece göz değil el de yakıyor. Neyse ki, outlet diye bir oluşum var, bu da etiketlere uzaktan bakan biz fanilere alternatif seçenekler sunabiliyor. Hem de çok iyi seçenekler.İşte bu yüzden de, son yıllarda Milano’ya (özellikle indirim dönemlerinde) alışveriş için gidilir oldu.Doğrusunu söylemek gerekirse, Atlasglobal’in Milano’ya seferlerinin başlaması vesilesiyle yaptığımız gezide gördüm ki, hiç de abartılı bir neden değilmiş bu. Milano’ya indirim zamanı outlet alışverişi için gidilir mi “evet” gidilir. Ama sadece bunun için gitmek de bu güzel şehre haksızlık olur.Çünkü burası Milano, Dubai değil. Tarihi eserleri, pasajları, operaları, müze ve sergi salonlarıyla sanatın da baş tacı yapıldığı bir şehir. Avrupa’nın dördüncü büyük katedrali olan Duomo gibi. Şehrin alameti farikası olarak kabul edilen ve yapımına 1389’da başlanan ve tamamlanması 500 yıl süren bu gotik yapı beyaz dış cephesiyle görenleri büyülediği gibi içinde yer alan yapıtlar da başlı başına birer sanat eseri niteliğinde.Bunlar arasında en dikkat çekenler ise hiç şüphesiz ki Rönesans dönemine ait eserler. Bu yüzden yolu Duomo’ya düşenlerin bu katedrali bir müze gibi gezmesini tavsiye ederim. Milano’nun bir diğer alameti farikası da elbette ki, “Son Akşam Yemeği” resmi. Dan Brown’un tüm dünyada satış rekorları kıran ve büyük tartışmalar yaratan “Da Vinci Şifresi” romanının önemli figürlerinden olan sadece Rönesans’ın değil gelmiş geçmiş tüm sanat tarihinin en önemli sanatçılarından olan Leonardo Da Vinci’ye ait olan bu eser sanılanın aksine bu bir tablo değil, duvar resmidir.Milano’daki Santa Maria DellaGrozia Manastırı'nın yemekhanesinin duvarında yer alan bu resmi görmek için haftalar öncesinden rezervasyon yaptırmanız gerektiğini belirtmek isterim. Zira resmin zarar görmemesi için salona sınırlı sayıda ziyaretçi kabul ediliyor. Ne yazık ki bizim Milano’da bulunduğumuz tarihlerde tüm rezervasyonlar doluydu. Yani Milano’ya tekrar gitmek için büyük bir nedenim var.Neyse ki, “Son Akşam Yemeği”ni görememenin verdiği hüznü Como Gölü’nde yaptığımız tekne turu hafifletti. İtalya’nın Lombardiyabölgesinde yer alan aristokrasinin gözde bir sayfiye yeri burası. Son yıllarda biz bu gölün adını George Clooney ile sık sık duyar olduk. Çünkü kendisinin burada misafirhanesi de dahil olmak üzere iki evi var. Sadece onun mu SofiaLoren’in, Berlusconi’nin, Versaceler’in, Rus iş adamlarının hatta Mussolini’nin.... Rönesans mimarisinin tüm etkilerini görebileceğiniz evler ve binalarla çevrili bu güzel göle tepeden bakan IlGattoNero isimli restoran için ise sadece “şiir gibi” diyebilirim. George Clooney’nin de yemeklerini yediği ve İtalyan şarabıyla saatler geçirip geçmişinizi tatlı tatlı hatırlatan bir manzaraya sahip. Dekorasyonu, yemekleri, sunumu ile ince zevklerin damıtılmış bir sonucu olan IlGattoNero’da, şıklığı ile insanı ezen restoranların insanı diken üstünde gibi hissettiren yaklaşımından eser yok. Her şey şık ve ölçülü ama bir o kadar İtalyan rahatlığı ve keyfinde.Ama yine de restoranın en güzel yanı şüphe yok ki, manzarası. Elinizde bir kadeh şarapla saatlerce seyredebileceğiniz, seyrederken sizi geçmişinize götürüp bugününüzü tatlı tatlı sararak gülümseten bir mekan... Böylesi inanın az bulunur. Hatta bu yazıyı yazarken, GattoNero’nun penceresinden Como Gölü’nün seyrettiğim o anları bir rüyaymış gibi hatırlıyorum. Ama hayır, rüya değildi çünkü bir kaç kez kendimi çimdiklemiştim.Özetle: Bence bir hafta sonu ya da arası, artık size kalmış Milano’ya gidin. Üstelik artık Atlasglobal’in son derece uygun seçenekleri de var. Hele indirimlerin olduğu bu sezonu kaçırmayın derim. Evet, ben de bir outlete gittim ve yarı fiyatına outlete gelen ürünler üzerinden yüzde 70 hatta 80’e varan indirimler olduğunu ve insanların bavullarla alışverişe geldiklerine bizzat tanık oldum.Eve dönünce Milano hatıralarımı masama koydum; Bir uçak, bir zeytinyağı, bir Duomo Katedrali biblosu ve elbette bir de el yapımı İtalyan makarnası...

Devamını Oku

Vedat Türkali'nin “Güven”i

1 Eylül 2016

Yıl 1999. Gazetelerde bir haber: "Yayıncısı son anda bu kitabı basmaktan vazgeçti."Kastedilen, Vedat Türkali'nin "Güven" romanı.Ben de o sırada Gendaş Yayınevi'nin bünyesinde yayımlanan "E Edebiyat Dergisi"nin yazı işleri müdürüyüm. Haberin çıktığı sabah, pek çok yayınevi editörü gibi Gendaş'ın yönetici editörleri Adnan Özer ve Hasan Öztoprak da kitabın yayımlanmamasına karşı müthiş tepkililer. Üstelik o sırada, Gendaş ders kitapları yayınından kültür yayıncılığına taze geçmiş bir yayınevi. Her geçen gün bünyesine yeni yazarlar kazandırmak istiyor, mesela Günter Grass'ın tüm kitaplarını alıyor. (Üstüne üstlük Grass da o yıl Nobel'i alacaktı.) Ya da Saramago'yu... Yerli transferler de yapıyor ama asıl usta yazarları bünyesine katmak istiyordu.İşte o sabah, yayınevinin sahibi de içeri, "Ya bu kitap niye basılmamış, koskoca Vedat Türkali'ye bu yapılır mı," diye içeri girince, dakikasında girişimlere başlanmış ve çok geçmeden Vedat Türkali Gendaş'ın bünyesine katılmıştı.Bundan sonra da hep birlikte Vedat Türkali yayımlamanın heyecanını yaşamıştık. Usta yazarın son romanı tam iki ciltti. İki tuğla büyüklüğünde kitap. O yıl Gölcük depremini yaşadığımız için "Deprem için sen de de bir tuğla koy" kampanyasına bu şekilde katılmış sayıyorduk kendimizi. Çünkü Türk edebiyatının bir büyük ustasının kitabını basmak demek Türkiye'deki her türlü depreme karşı bir tuğla koymak gibiydi bizim için. Usulsüz yapılan yapılara, vergi kaçakçılığına, toplanan yardımların dağıtılamamasına, depremzedelerin unutulacak oluşuna, "Deprem değil bina öldürür" sözlerine rağmen hiçbir tedbirin alınmamasına, insan hayatının üç kuruş sayılmasına, milyon liraları olanların canlarının daha değerli oluşuna karşı duracak bir duvarın tuğlalarıydı sanki bu iki cilt... Vicdani ve sosyal bir akılla yeniden inşa edilecek bir Türkiye'nin iki tuğlası.Bu yüzden çok gururluyduk. Derken bir gün, kitabın tüm işlemlerinin bitip (arka kapak yazısı, tasarım, tashih, mizanpaj) matbaaya gönderildiği ve sanırım ilk baskının geldiği gündü (ertesi de olabilir), biri geldi yayınevine. O da ne! Elinde "Güven"in ilk cildi vardı. Korsanmış!(Türkiye'de korsan kitap, inanın, yayıncıdan bile hızlı çalışır.) Dedi ki: "Biz bunu bastık ama vazgeçtik, size getirdik. İçiniz rahat olsun. Vedat Türkali'yi basmayı hazmedemedik."Yaşadığımız şaşkınlığı siz düşünün. "Hangi ara, ne zaman, nasıl bastılar?" diye mi düşünelim yoksa söz konusu Vedat Türkali olduğu için gösterdikleri ahlaki duruşa mı!Bir ülkenin yazarı olmak işte böyle bir şey olmalıydı. Korsan kitapçının bile satış kaygısından vazgeçip yiğidin hakkını yiğide teslim etmesi de sanırım "Güven"di.Vedat Türkali'yi kaybettik. Toprağı bol, ruhu şad olsun.

Devamını Oku

Aydınlanmanın büyük çaresizliği

19 Ağustos 2016

August Strindberg’in “Açık Deniz Kenarında” adlı başyapıtı, halk ve aydın arasındaki kopukluğu, balıkçılık uzmanı Borg karakteri üzerinden ele alıyor.Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev”i için tarih profesörü Ahmet Kuyaş, “Okuduğum en iyi tarihi roman,” der. Pamuk’un ikinci romanı olan “Sessiz Ev” -benim de en sevdiğim romanlar arasında yer alır- ne yazık ki gölgede kalmıştır.Oysa bu roman, Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme sancılarını bir ailenin hikâyesi üzerinden kaleme alırken, aynı zamanda modernizm-gelenek-ideolojiler-halkın çaresizliği ve çözümsüzlüğe olan bağlılığı üzerine düşünen, şu ana kadar yazılmış en zarif romanlardandır.Romanın kahramanlarından Selahattin Darvinoğlu -kendisi ölmüştür ve biz onu hep ailenin diğer fertlerinin gözünden, onlarda bıraktığı anılardan, tepki ve tepkisizliklerden okuruz-, iflah olmaz bir aydınlanmacı, pozitivisttir. Bu dünyadaki her şeyin ama her şeyin bilimsel bir açıklamasının ve çözümünün olduğu inancına sıkı sıkı bağlıdır. Bilim ve zekâ her şeydir onun için. Bu yüzden kendini toplumdan dışladığı gibi halktan da üstün görür.“Halka rağmen halk için” düşünen, öfkelenen ve bir o kadar da içlenen, bu aydın tipi en sonunda kendini “halktan” üstün görme yoluna sapar. Çünkü “halkın kendi iyiliği için olana” mesafeli durmasını kendine bir türlü anlayamaz ve açıklayamaz. Sonunda o çok bildiğimiz ve duyduğumuz cümleye sığınır: “Cahil kalmışlar.”Ancak, bu cümle bile yetmez halka duydukları öfkeyi ve tepkiyi anlamaya. Tıpkı, ne kadar anlatmaya çalışsa da, elinden geleni yapsa da yakın bir arkadaşının kendine zarar vermesini önleyemeyen biri gibidir. Ve belki de bu nedenle duyduğu tepki halka değil kendi çaresizliğine, o çok inandığı aydınlanmanın, bilimsel gerçekliğin işe yaramamasına, onu çaresiz bırakmasınadır.August Strindberg’in “Açık Deniz Kenarında” adlı başyapıtının kahramanı balıkçılık uzmanı Borg da böyle biri. Halka öfkeli, hatta ondan nefret ediyor. Doğal olarak halk da ondan nefret ediyor. Bir türlü kapanmayan bir mesafe bu. Kahramanımızın, kenarında durup açık denize bakar gibi baktığı…Şöyle diyor romanın bir yerinde sevgilisine: “Halk benden niçin nefret ediyor?” Sevgilisi de, “Sen onlardan üstünsün çünkü!” diye yanıt veriyor. Kahramanımızın yanıtı ise hayli ilginç: “Buna inanmıyorum! Onların zekâsı benim üstünlüğümü anlamaya yetmez.”Behçet Necatigil’in kılı kırk yaran bir çeviriyle yıllar önce Türkçeye kazandırdığı “Açık Deniz Kenarı”nda bir kez daha yayımlandı. Ancak bu kez, Necatigil’in çevirisini yaparken uzun uzun üzerinde düşünüp sonra vazgeçtiği bir isimle: “Açık Deniz Kıyısında” yerine “Açık Deniz Kenarında” olarak…Behçet Necatigil’in 100’üncü yılı vesilesiyle, Selim İleri’nin “Sunuş” yazısıyla tekrar basılan “Açık Deniz Kenarı”nda, ülke ve dünya meseleleri üzerine çare ararken çaresizliğe düşenlerin, açık bir denizin kenarında kalakalanların hikâyesi. Okunmalı, kütüphanede şefkatle saklanmalı.

Devamını Oku

Rio'nun küllerinden doğanları

15 Ağustos 2016

“Yaşamış olmak onlara yetmiyor!” Samuel Beckett “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil” sözlerini dilimize pelesenk etsek de ben Beckett’in bu sözünü daha çok severim. Hatta klişeleşmekten anlamını ifade demez hale gelen ünlü sözünün tamamlayıcısı, noktası olarak görürüm. Çünkü “yaşamış olmak” sadece yılmayanlara yetmez. Bu yüzden olsa gerek, bazı kişiler en güçlü silgilerle karşılaşsa da yeniden yazar hikayesini. Harf harf dokurlar hayatlarını. Ve sonunda da ilham veren bir hikaye bırakarak giderler. Elbette, onlar da yenilir. Hatta kimi zaman paramparça olurlar. Ama kendi teriyle kendilerini sulayarak yeniden dirilir ve yeşerirler. Üstelik onların sayısı sandığımız gibi hiç de az değildir. Öyle dünyaya milyonda bir gönderilmiş uhrevi kişiler de değildir. Görmek istersek, her yerde rastlarız onlara. Mesela Rio 2016 Olimpiyatları’nda Beckett’in bu sözlerine selam eden öyle çok sporcu var ki… Bundan kastım sadece küçük yaştan itibaren spor salonlarında şekillenen zorlu hayatlar değil. Yani yaşıtları gibi rutin hayatın keyfiyle sarhoş olmak yerine ter dökenler… Ya da kırık ayak parmakları, sargılı dizler, çıkık omuzlar, yaptığı spora göre şekillenen bedenlere katlananlar da... Bunlar bir sporcunun zaten olmazsa olmazı. Elbette, tüm bunlar da başlı başına altı çizerek okunması gereken hikayeler. Benim kastım; hiçbir zorluk karşısında yılmayan ve yetenekleriyle hayatta, ayakta kalmayı başaran ve yollarını yürümeye devam edenlerin hikayesi. Gerçek şu ki; onlar ister altın madalya alsın, ister sonuncu olsun fark etmez. Çünkü onların varlıkları, mücadeleleri başlı başına bir madalya, insanlığı motive eden.BOĞULMAMAK İÇİN YÜZÜN"Mülteciler Takımı"ndaki Suriyeli yüzücü Yusra Mardini gibi… İç Savaş nedeniyle hayatta kalabilmek yani bir bombayla paramparça olmamak için Suriye’den önce Türkiye’ye buradan da Yunanistan’ın Midili adasına sığınan “sıradan” bir mülteci o. Her Allah’ın günü gazetelerde hikayelerine rastladığımız... Bizlere insanlığın kıyıya vurduğunu gösteren Baylan Bebek’in sadece yaşça büyük olanı. O da her gün bir omzuna hayatı, diğer omzuna ölümü koyarak derme çatma bir deniz botuyla karşı kıyıya ulaşmaya çalışanlardan. Ama botları su almaya başladığında, kaçıp kendini kurtarmak yerine (malum harika bir yüzücü) kız kardeşiyle birlikte dört saat boyunca mülteci botunu iten, çeken, birçok insanın hayatını kurtaran... O yüzden diyorum ki, Yusra Mardini madalya alsa ne olur, almasa ne! Çünkü onun Rio'ya uzanan hikayesi bizlere özetle şöyle diyor: “Her şey aleyhinize olabilir. Kimsesiz hatta vatansız kalabilirsiniz, Yatacak bir yatağınız olmasa bile bir karşı kıyı vardır, yeter ki yüzmeyi bırakmayın.”AİLEYE RAĞMEN, DEVAMBence benzer bir durum, gelmiş geçmiş en iyi jimnastikçi olarak tanımlanan, minderin ya da denge aletinin üzerinde evinin salonundaki kadar rahat hareket eden ve üstelik çok da eğlenen Simone Biles için de geçerli. Çünkü o da, “kötü hatta berbat ötesi aile” koşullarına rağmen kendinden vazgeçmemiş bir sporcu. Uyuşturucu ve alkol sorunu olan annesinden henüz iki yaşındayken ayrılmak ve üç kardeşiyle birlikte dedesiyle yaşamak zorunda kalmış. Bir çocuk için, anneden ayrılmanın dahası anne şefkati görememenin ne büyük bir travma olduğunu anlatmaya gerek olmasa sanırım. Ama işte, o travmasına sığınan değil, travmasını aşanlardan olmayı seçmiş ve sıçramış.HİÇBİR ZAMAN GEÇ DEĞİL41 yaşındaki Özbek jimnastikçi Oksana Chusovitina’yı da ayrı bir yere koymak gerek. Gençliğin hele hele kadın gençliğinin kutsandığı, belli bir yaştan sonra Hollywood’un en ünlü kadın oyuncularının bile iş bulmakta zorlandığı bir dünya düzeninde Chusovitina, kuralları alt-üst eden biri. Rio 2016 onun 7’inci olimpiyatı. Kadınların, “Bu saatten sonra yeni bir hayata başlasam ne olacak” diyerek kaderine razı olduğu ya da “İşte ben de anne oldum” diyerek vefakarlık sığınağına çekildiği bir dünya kültüründe onun zamanın ve insan bedeninin sınırlarına yönelik bu meydan okuyuşu tüm kadınlara ilham verecektir, vermelidir de. Çünkü Chusovitina, 24 yıllık olimpiyat macerasında sadece rakipleriyle, zamanla, bedeniyle de mücadele etmedi, aynı zamanda lösemi hastası olan oğlu için de savaştı. Yani ne anneliği ne de bedenini bir sınır olarak gördü. Açıkçası; şu an 41 yaşında bir kadın olarak Chusovitina’nın hikayesi bana, pek çok şeye “yeniden” demek için sadece ilham değil heyecan da veriyor. Tüm bu satırları okuduktan sonra, yine de birilerinin “İyi de ülke koşulları da var" diyenleri duyar gibiyim. Var elbet, olmaz olur mu! Ama sınır sınırdır, engel engel. Bu yüzden genişletilebilir de, aşılabilir de. Bunun en büyük ispatlarından biri de; Rio Olimpiyatları’nın açılış töreninde İran’ın bayrağını taşıyan okçu Zahra Nemati. İran’ın bayrağını ilk kez bir kadın taşıdı. Yani kadınların pek çok alanda çalışmasının bile yasak olduğu bir şeriat ülkenin bayrağını taşıyarak yaptı bunu. Gerçi hayat hikayesine baktığımızda buna şaşırmak da anlamsız. Çünkü o her daim sınırları aşmış bir sporcu. Aslen bir tekvandocu olan Nemati, geçirdiği bir trafik kazası sonucu omuriliği zarar görünce sakat kalmış ve o günden sonra da bırakın tekvando yapmayı yürüyememiş. Tekerlekli sandalyeyle yaşayan biri. Ama olup bitenden ötürü hayata küsmek yerine, yeniden farklı bir yetenekle doğmayı seçmiş ve okçu olmuş, hem de olimpiyatlara katılabilecek kadar iyi bir okçu. Şimdi bir anlığına, bir uzvunuzu yitirdiğinizi düşünün. Sonra bu uzvunuzu yitirdiğiniz için tutkuyla bağlı olduğunuz işinizi, mesleğinizi, yeteneğinizi yitirdiğinizi, tek başınıza hareket edemediğinizi… Aklınıza birbirinden korkunç senaryolar geliyor değil mi? Ama işte Nemati, en ağır yenilgisinden sonra bile tekrar ayağa kalkmayı başarmış, diğer tüm küllerinden doğanlar gibi... Çünkü belli ki, ona da sadece yaşamak yetmemiş.

Devamını Oku

Gerçekten harika bir kitap

12 Ağustos 2016

Okuma - yazma bilen herkesin yapabileceği ve aynı zamanda çok az kişinin becerebildiği bir şeydir; yazmak. Yetkinliği sınayan bir metne başlayıp onu bitirebilmek ve yayımlatmaktan geçer.Bu da baştan sona sebat etmek demektir. Sonrası okurun, edebiyat otoritelerinin ve zamanın eleğinden geçer. Bu sürecin arka planında ve/ veya temelinde ise, kolay kolay tarif edilemeyen, “ilham” diye kestirilip atılan müthiş bir hayal gücü, entelektüel birikim vardır ki, burası seslerin, kelimelerin birbiriyle fısıldaştığı bir dünyaya uzanan bir köprüdür.Bu köprüye varanların yolları da ayrışır. Bazıları gerçeğe alabildiğine yaklaşmak ister, sıradanın yalınlığına ermektir biraz da bu. Bazıları ise tam tersidir; gerçekten alabildiğine kaçarlar. Yaşadığımız hayatın formlarından, varlıklarından, sıfatlarından, renklerinden... Böyle böyle gerçeğe başka bir yoldan giderler. Kimi varır kimi varamaz. Varanların kelimeleri başlı başına yeni bir sözlük oluşturur; hayat adını verdiğimiz bu devinimde kendine çok farklı yollardan karşılık bulan.İşte fantastik edebiyattır bu. Şöyle der Amerikalı yazar Miriam Allen de Ford; “Bilim-kurgu, ihtimal dışı olasılıklarla uğraşır. Fantezi ise makul olan imkansızlıklarla.” Bu noktada belki de demokrasi, sosyalizm, “mutlu son” başlı başına fantastik edebiyatın konusu sayılmalı.Bu uzun girişin sebebi ise “Harikalar Kitabı.” Kelime oyunu olsun diye değil, gerçekten harika bir kitap bu. Jeff Vandermeer’in -ki, kendisi üç kez Dünya Fantezi Ödülü’nü almıştır- kaleme aldığı, hazırladığı bu harika kitap, fantastik edebiyatın tüm kapılarını ardına kadar açmakla kalmıyor, okuru bu dünyanın tüm şehirlerinde, sokak aralarında dolaştırıyor. Hem de bu edebiyat türünün ruhuna uygun olarak birbirinden etkileyici çizimler, kenar yazıları, şemalar, pratik bilgilerle.Kitap, yazar olmak isteyen, yazarlık atölyelerine giden, edebiyat fakültelerinde okuyan tüm heyecanlı yazarlar için bulunmaz bir nimet.Daha kapağını açar açmaz, kendinizi bir anda bu dünyanın içinde buluyorsunuz. Çünkü kitabın sayfa renkleri, yazı karakterleri, alıntıları, yazı karakterleri; özetle her şeyi ama her şeyi bu edebiyatın ruhuna göre tasarlanmış...Alfa Yayıncılık Sayfa sayısı: 420 45 TLKitabın yazarı Jeff Vandermeer üç kez Dünya Fantezi Ödülü’nü kazandı...Roman türünün sokaklarında dolaşıyorsunuz..G. R. R. Martin’den Ursula K. Le Guin’e fantastik ve bilimkurgunun en güçlü yazarlarının katkıda bulunduğu kitapta otuza yakın sanatçı da çizimleri, fotoğrafları, resimleri ve metinleri ile destek vermiş. Ama genel olarak tüm şemalar, Jeff Vandermeer’in yönlendirmesiyle Jeremy Zerfoss tarafından yapılmış. Bu nedenle de ortaya öyle şemalar çıkmış ki, sayfalarca bilgi ve yazıyla anlatıcabilecek bir analiz, yorum, tarihsel süreç bir çırpıda okura aktarılabilmiş.Kurgu tekniklerinden karakter yaratımına fantastik edebiyatın püf noktalarının keyifle anlatıldığı “Harikalar Kitabı” elbette sadece yazmak isteyenler için değil. Ya da fantastik edebiyata ilgi duyanlar... Çünkü parça parça da okuyabileceğiniz -ama önerim baştan sona okumanız olacak- kitap her şeyden önce roman denilen edebiyat türünün tüm yapıtaşlarını, tuğlalarını size tek tek gösteriyor. Yani okuduğunuz ya da okuduğunuzu sandığınız romanların hiç fark etmediğiniz sokaklarında dolaşmak için bulunmaz bir fırsat.

Devamını Oku

Hayatla aramızdaki duvarlar

17 Temmuz 2016

‘Kadın edebiyatının ikonu’ sayılan Avusturyalı yazar Marlen Haushofer’in Can Yayınları etiketli romanı Duvar, adeta hayatı kutsuyor.Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen dokunamıyorum hayata,” der Fernando Pessoa ve bir çırpıda Marlen Haushofer’in “Duvar”ını özetler.“Duvar” yıllar yıllar önce okuduğum bir roman. İlk sayfalarında sıkıldığım, buna rağmen elimden bırakamadığım ve gitgide hastalıklı bir ilişki gibi bağlandığım, bir taşınma sırasında kaybettiğim, derken hatıramdan silinen ve bir gece vakti festival kanalında karşıma sinema uyarlaması olarak çıkan bir roman.Neydi beni bu romana bu kadar bağlayan ve ondan uzaklaşmak için bilinçaltıma sinsice planlar yaptıran? Evet, sinsice bir plan işlemişti bu kayboluşta çünkü bir kitap hiçbir zaman bir kütüphaneden sebepsizce çıkıp gitmez. Gitmesi, rafları, evi terk etmesi istenmiştir. Siz farkında olmasanız da.Beyin böyledir, başa çıkmamadı mı, gönderir. Ama hayat böyle değildir; bir gece yarısı kaçtığımızı karşımıza çıkarır.Sahi neydi bu romanı bir nakış gibi ince ince hayatıma işleyen? Sanırım kahramanın doğayla ilişkisiydi, yalnızlığı, arınma serüveni, zamanı yekpare kılan insansızlığı...Yakın arkadaşım köpekNe kadar basitti aslında konu; eşiyle birkaç gün geçirmek için dağ evine giden bir kadının birden tüm dünyada tek başına kalıvermesini anlatıyordu. Topuklu ayakkabıları ile geldiği, kremlerini sürüp yatağa yattığı hayatı, kasabaya ihtiyaçları almak için giden eşinin dönmemesiyle bir anda değişiyordu.Korktuğu, yaklaşmaktan bile çekindiği bir köpekle baş başa kalıyordu. Eşini aramak için yola koyulup, önüne görünmeyen bir duvarın çıktığı bir dünyaya hapsolmuştu. Nereye gitse bu duvar çıkıyordu karşısına. Ardını görüyordu, sanki camdandı ama geçebileceği tek pencere yoktu.Bir süre sonra duvarı geçmekten vazgeçmişti. Artık köpek en yakın arkadaşıydı. Korkmuyordu ondan. Doğa da ilaçlanacak, böceklerinden kaçınılacak bir yabancı mekân değil, eviydi. Toprağı ekip biçmeye başladığında artık topuklu ayakkabılarının yerinde botlar, manikürlü tırnaklarının yerinde ise nasırlar vardı. Bir gün bir hamile inek ve kedi de çıkıp gelmişti hayatına. Böyle böyle doğayla konuşmayı öğrenmişti.Günler, geceler hep günlüğüne tuttuğu notlarla, karnını doyurmak için toprağı ekip biçmesiyle, doğayla mücadele verip aynı zamanda onunla konuşup dertleşmesiyle geçiyordu.Artık kabullenmişti bu duvarı ve artık ondan rahatsız değildi. Çünkü anlamıştı; yıllar yılı o zaten büyük ve görünmez bir duvarın içinde, toplumun ilmik ilmik ördüğü kadın kimliği ile çok daha büyük bir hapishanede, görünmeyen duvarların arasında yaşamıştı.2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in, “Ancak bir kadın tarafından yazılabilirdi,” dediği “Duvar”, sadece bir kadının kendini keşfi olarak değil; insan ve doğa arasına giren o büyük duvarları görmek isteyenler için de unutulmaz bir okuma olacak.

Devamını Oku

Beynimizde saklanan kendimiz

8 Temmuz 2016

David Eagleman’ı “Incognito/ Beynin Gizli Dünyası“ kitabıyla tanımıştık. Bir nörolog olan Eagleman’ın kaleme aldığı kitap akıcı, anlaşılır üslubuyla bize “beynimizi” anlatıyordu. Bu, şu ana kadar bilmediğimiz bir organdı. Elbette, beyni biliyorduk; iki yarı küre olduğunu, kıvrımlarını, bilinçaltımızı, bilincimizi.Elbette, Freud’dan bu yana bilinçaltının öneminden haberdardık, ancak modernizmle birlikte yere göğe koyamadığımız bilincimizin yaşamımızın çok küçük bir bölümünde etkili olduğunu bilmiyorduk. Daha doğrusu, gündelik hayatımızdaki kararlarımızın çoğunu (en bilinçli olduğunu sandıklarımızın bile) bilinçli olarak değil tam aksine “alışkanlık”, ya da bilinçaltı mekanizmalarıyla aldığımızın farkında değildik.Bilinç küçük bir yeri kaplıyorBuna en iyi örnek sporcuların davranışları gösteriliyor. Bir sporcunun, mesela futbolcunun verilen bir pas karşısında orta mı yapacağına, yoksa şut mu çekeceğine bilinci değil tam aksine yıllar boyunca yapmış olduğu antrenmanlar ve maçlardaki alışkanlıkları karar veriyor. Aksine böyle durumlarda bilincin devreye girmesi kadar tehlikeli bir şey yok. Oğuzhan’ın ortası karşısında “sağ ayağımı mı yoksa solumu mu kullansam” diye düşünün bir Gomez kilitlenip kalacaktır.Bunu en iyi anlatan ise “Kırkayak ve Tilki”nin hikayesidir. Hikayeye göre kırkayak nefis dans ediyormuş ve tilki bu durumu çok kıskanıyormuş. Bir gün kırkayaka sormuş; “Sevgili kırkayak 27’inci ayağını havaya kaldırdığında 3’üncüyü ne yapıyorsun? 15’inciyi sola attığında 33’üncüyü arkaya mı atıyorsun?” Kırkayak düşünmüş ve sonra bir daha dans edememiş.Özetle David Eagleman, bilincimizin beynimizin çok küçük bir yerini kapsadığını anlatıyordu “Incognito/ Beynin Gizli Dünyası“nda. Ve bunu sıradan bir olayı anlatan belgeseller gibi rahat ve hayranlık veren bir üslupla yapmış böylece biz de kendisini çok sevmiştik. Bu yüzden yeni kitabı “Beyin/ Senin Hikayen”i de heyecanla karşıladık.Eagleman, bu kez beyin ve yaşam arasındaki etkileşimi ve ilişkiyi ele alıyor. Beynin yaşadıklarımızla birlikte şekillenirken, yaşamın da beynimizi şekillendirişini...Bu yüzden de kitap “Gerçek nedir?”, “Sen kimsin?”, “Beynin neden başkalarına ihtiyaç duyuyor?” gibi sorular üzerinden yükseliyor.Yüz ifademizden beyin ameliyatlarına kadar uzanan bu olağanüstü yolculukta muazzam karmaşıklık barındıran beyin hücreleri ve onları birbirine bağlayan trilyonlarca sinirin arasında kendinize karşılaşmanız inanın, çok olası.David Eagleman, nörobilimi geniş kitlelerle buluşturdu.KİTAPTANSabah vakti. Güneş ufkun üzerinde göz kırpmaya başlarken mahallenizdeki sokaklarda henüz çıt yok. Kentin dört bir köşesindeki yatak odalarında birer birer şaşılası bir olay yaşanmakta: İnsan bilinci yaşama uyanmak üzere. Gezegen üzerindeki en karmaşık nesne, varoluşunun farkına varmaya başlıyor. Çok kısa bir süre önce siz de derin uykudaydınız. Beyninizdeki biyolojik malzeme o zamandan bu yana değişmedi; az da olsa değişen, etkinlik kalıpları oldu. Şu an bazı deneyimlerin keyfine varıyorsunuz. Gözlerinizin bu sayfada taradığı yamuk yumuk çizgilerden anlamlar çıkarıyorsunuz. Dilinizin ağzınız içinde aldığı konumu, sol ayakkabınızın ayağınıza verdiği hissi düşünebiliyorsunuz.Domingo Yayınevi 272 sayfa, 17.25 TL

Devamını Oku

Türkiye Brexit'e Dilek Makinesi'yle çare arayacak

2 Temmuz 2016

Hayat bazen bilge şakalar yapar; üzerine uzun uzun düşünmemiz gereken. Tıpkı Thomas More'un dünya düşün ve edebiyat tarihini derinden etkilemiş "Ütopya" eserinin 500'üncü yılını kutlamaya hazırlanan İngiltere'nin Brexit referandumuyla AB'den çıkma kararı alması gibi. Çünkü ilk sınırsız ve sınıfsız dünya tarifidir Thomas More'un "Ütopya"sı. Kimsenin kapısını kilitlemediği, birbirinin eşiti evlerde yaşadığı idealize bir ada hayalidir bu roman. Adı da bu yüzden "Ütopya" yani "olmayan yer"dir. Ne yazık ki, Ütopya, o günden beri hâlâ gidilememiş, varılamamış bir ülke. Tam vardığımızı düşünürken bir serap gördüğümüzü sandığımız. Ama Avrupa'nın "sınırları gevşetilmiş bir dünya projesi" olan AB'nin, More'un ülkesinde çözülmeye başlaması ve bu çözülmenin eserin 500'üncü yılına denk gelmesi, "hayat" adını verdiğimiz en yaratacı ve aklı karışık sanatçının bizi şaşkına çeviren büyük bir metaforu olsa gerek. "Durun ve bir kez daha ne yaptığınızı düşünün" dediği.Koordinasyonu İKSV üstleniyorVe ne tuhaf ki, 7-27 Eylül tarihleri arasında ilki gerçekleşecek olan Londra Tasarım Bienali'nin teması da bu: “Utopia by Design" (Tasarımla Ütopya). Eylül ayında 30'dan fazla ülke tasarımcısı Londra'da "umut henüz bitmedi, başka türlü bir dünya hala mümkün" demek için eserlerini sergileyecek.Zira Türkiye'den "Dilek Makinesi" isimli eserle bienale katılan Autoban'ın çıkış noktası "umuda en umutsuz olduğumuz anda ihtiyaç duyar ve onu yaratırız" düşüncesi olmuş. İKSV’nin koordinasyonunu üstlendiği Türkiye sergisinde yer alacak "Dilek Makinesi"nin öyküsü ve felsefesi de bu bağlamda çok derin.Autoban, Dilek Makinesi ile Londra Tasarım Bienali’ne katılıyor.İNSANLARIN UMUDA İHTİYACI VARKökleri Neolitik çağlara kadar uzanıyor “Dilek Makinesi"nin ve çok iyi bildiğimiz, bir ritüele dayanıyor. Yunan, Kabala ve Pers inançlarında da rastlanan dilek ağacından ilham alıyor.Ancak, Autoban Londra'ya bir ağaç götürmüyor. Dileklerimizi günümüzün teknolojik dünyası ile buluşturuyor ve mesajlarımızı hava basıncıyla çalışan pnömatik bir sistemle "yerine" ulaştırmayı amaçlıyor.Bana kalırsa eserin en güzel kısmı da bu, çünkü hava basıncıyla çalışan pnömatik sisteme en çok hastanelerde rastlarız. Burada küçük bir hatırlatma yapmak isterim, adını zor telaffuz etsek de bu sistemi aslında hepimiz iyi biliyoruz. Hani hastanelerde kanlarımızı verdiğimizde hemşireler tüpleri silindir bir kapla birlikte borulara koyup laboratuvara hızla gönderir ya, işte hava basıncıyla çalışan pnömatik sistem bu. Bu yüzden eserde bu yöntemin kullanılması felsefesiyle çok uyumlu ve birbirini destekler olmuş. Malum, insanların umuda en çok ihtiyaç duydukları yer hastanelerdir. Kanlarımız, tahlillerimiz, filmlerimiz sanki bizim dilek ağacına astığımız bez parçaları ya da kâğıtlar gibi onu gerçekleştirecek olan "yere", doktorlara doğru hızla yola çıkar ve biz de umutlanırız.İyi dilekler evrene gidecekEylül'de, Londra'da bienale katılanlar "Dilek Makinesi"ndeki şeffaf tüplere dileklerini yazıp gerçekleşmesi için Ütopya'ya gönderecekler. Peki bu dilekler nereye gidecek? Elbette Ütopya'ya yani Thomas More'un kitabının anlamı gibi "İyi yere", günümüz moda deyimiyle "evrene" de diyebiliriz.İKSV'yi ve Autoban'a bu güzel tasarımları için çok teşekkür ederim. Umut asla bitmez, biz umut ettikçe.

Devamını Oku