Nasıl ki, Ezra Pound söz konusu olduğunda, tüm genellemelerimizi bir kenara bırakmak zorunda kalıyorsak, Yukio Mişima için de aynı şey geçerli.İki yazarın da tutkuyla desteklediği dünya görüşleri kabul edilecek türden değildi. En azından benim için. Pound Faşizm taraftarıydı. Onun için faşizm, eski bir geleneğin doruk noktasıydı.Mişima da faşistti. 1970’li yıllarda Japon toplumunun eski değerlere dönmesi için gerekirse silahlanılması gerektiğini savunuyordu. Mişima’nın eskiden kastı ise, Samuraylarla simgelenen geleneksel Japon kültürü ve düzeniydi. Ancak bu konuda yaptığı bir konuşma dinleyiciler tarafından aşağılanınca seppuku yaparak intihar etmişti. (Seppuku bizim harakiri olarak bildiğimiz intiharın doğru adıdır.)Işıltılı bir anlatım...Yani neresinden bakarsanız bakın siyasi görüşlerini benimseyemeyeceğim bir yazar Mişima, tıpkı Ezra Pound gibi. Ama yine tıpkı Ezra Pound gibi eserlerine ve kişiliğe de kayıtsız kalamayacağım…Çünkü Mişima’nın dünyası karanlıktır. İnsanın kuytuda kalmış yönlerini bir bir bulup deşer ve nasıl karanlıktan gelen bir sese kayıtsız kalamazsa insan, onun romanlarına da öyle teslim olursunuz. Bunun sırrı da yalın anlatımıdır.Son olarak Zeyyat Selimoğlu’nun özenli çevirisi ile tekrar okuma şansı bulduğum “Dalgaların Sesi” ise onun bu karanlık dünyasının aksine daha ışıltılı bir anlatımı ve yorumu barındırıyor.Roman, zengin kız-fakir oğlan ilişkisini konu ediniyor. Kızın babası tarafından istenmeyen ve buna direnen genç ve masum bedenlerin ve ruhların birlikteliğini.Ama okuduğumuz metin, sıradan bir aşk hikayesinden çıkıp bir adanın, adadaki dalgıç kadınların, balıkçı erkeklerin hikayesine dönüşüyor. Hiç tanık olmadığımız bir kültüre, uzaklardaki bir adaya, o adanın kıyılarına vuran dalga seslerine…
Bu sene yıllık tatilime Temmuz 20'den sonra çıkacak olmamın tek iyi yanı 23. İstanbul Caz Festivali'ni kaçırmayacak olmam. Hatta bu festival için "Tatile geç çıkmanıza sebep olacak festival" desem abartmam, inanın. Zira her yıl, tatile giderken aklım bu festivalde kalırdı. Sıcak yaz gecesine uygun giyindiğimi, konsere gittiğimi, harika bir atmosferde müzik dinlerken tatlı bir meltem estiğini hayal eder, içlenirdim. Çünkü İstanbul Caz Festivali, hiçbir zaman bir müzik şöleni olmakla sınırlı kalmamıştır benim için. Bu festival, aynı zamanda İstanbul'un güzel ve tarihi mekanlarında vakit geçirme rehberim -hatta biraz da bahanemdir.- Pazartesi gecesi nihayet bu özlemim bitiyor. Kaç yazdır, tatillerimiz festivale denk geldiği için bu buluşmayı yaşayamıyordum. 27 Haziran gecesi Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde başlayacak olan festivalle nihayet bu özlemim bitiyor. İşte hem kendim hem de sizin için hazırladığım kaçırılmayacak konserler ve şahane mekânları listem:1) Bir Caz festivali geleneği olarak; ilk konser asla kaçmaz. Çünkü İKSV muhakkak bir şey planlamıştır. Nitekim festival açılışını Damon Albarn (27 Haziran, 21.30) ile Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde yapıyor. Dünyaca ünlü bir pop ikon olan Damon Albarn üretkenliği ile de tanınan bir sanatçı. Festivalin açılış konserinde de bu üretkenliğini ortaya koyarak ve dünyanın farklı ülkelerine dağılmış 50 kişilik Suriyeli Müzisyenler Orkestrası ile sahne alıyor. Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin yer alacağı konserin amacı, elbette mülteci sorununa dikkat çekmek. Umarım dünya bu sesleri duyar.2) Yine bir festival klasiği olarak ikinci konser de kaçmaz. Bu kez mekân KüçükÇiftlik Park. 28 Haziran saat 20.00'da başlayacak konser başlı başına bir festival. Yerinizde duramayacaksınız çünkü popüler müzik tarihinin en ilham verici prodüktörlerinden Nile Rodgers, grubu CHIC ile sahnede olacak. Rodgers, CHIC’in iki kurucusundan biri ve grupla birlikte Atlantic Records’un 3 milyon satan tek single’ı “Le Freak” gibi onlarca hit parça besteledi. We Are Family (Sister Sledge), Like A Virgin (Madonna), Let’s Dance (David Bowie), Diana (Diana Ross), Notorious (Duran Duran), Cosmic Thing (The B-52's) gibi liste başı albümlerin prodüktörlüğünü de yaptı. 2014’te Daft Punk’la birlikte çalıştığı Random Access Memories albümü ve yılın şarkısı ‘Get Lucky’ ile üç Grammy ödülü aldı. Bu konserin ön grubu da şahane: Unknown Mortal Orchestra. Yarı ABD'li yarı Yeni Zelandalı olan bu grubun geçen yıl Kasım ayında Salon'da verdiği konserin tüm biletleri tükenmişti.3) 11 Temmuz Pazartesi günü ise doğru Yeniköy'e... İstanbul'un bu güzel Boğaz semtindeki harika bir mekânda, Avusturya Kültür Ofisi Bahçesi'nde nefis bir konser var saat 21:00'de. Ama öncesinde Özdemir Erdoğan ve Ergüven Başaran’ın Yaşam Boyu Başarı Ödülleri verilecek. Sonrasında da Başaran’ın swing grubu Swing Unltd, yerinizde duramayacağınız ritimleriyle sizi dansa davet edecek. Swing Unltd’dan sonra da son dönemde New York swing gecelerinin aranan grubu The Hot Sardines sahne alacak.4) İstanbul'un güzel Boğaz semtlerinden bir diğeri Emirgan da festival duraklarından. Bu kez mekân, Sabancı Müzesi. Daha önce Kerem Görsev'in "Kahvaltıda Caz" buluşmalarına katıldığım Sabancı Müzesi Bahçesi'nde bu kez, 13 Temmuz Çarşamba gecesi 21:00'da Trompet virtüözü ve multienstrümantalist Nicholas Payton'ı ve birçok Grammy adaylığı bulunan Amerikalı vokalist Jane Monheit'i dinlemeyi planlıyorum. Umarım, o gün işlerimi erken bitirmeyi başarırım çünkü ikili Louis Armstrong ve Ella Fitzgerald repertuvarını seslendirecekmiş.5)İşte merakla beklediğim konser. Çünkü mekân, Beykoz Kundura Fabrikası. Son zamanlarda dizi setleri için ya da düğün gibi organizasyonlarda kullanılan bu büyüleyici mekânda konser dinlemek, "ölmeden önce yapılması gereken şeyler" listesinde yer almalı. 14 Temmuz Perşembe akşamı saat 20:45'te işte ben bu hayalimi gerçekleştireceğim. Sahne alacak isim ise yıldızı yükselen bir sanatçı; Kamasi Washington. Kendisi için "cazın nereye gittiğini gösteren müzisyen" deniyor. Flying Lotus’un plak şirketi Brainfeeder’ın ilk on birinde yer alan, Thundercat ve Kendrick Lamar’ın 2015 listelerinin tozunu atan albümleri ile üflemelilere hayat veren Kamasi Washington konserini bence kaçırmayın.6)Uniq Açık Hava Sahnesi'nde ise 15 Temmuz Cuma gecesi 20:30'da Fransız caz ritimleri dinleyeceğiz. Bu özel gecede önce trompette Airelle Besson, saksofonda Emile Parisien, akordeonda Vincent Peirani, piyanoda Thomas Encho, basta Thomas Brameris ve davulda Anne Paceo ile French Quarter sahnede olacak. Festivale özel bir proje ile ilk defa bir araya gelen bu yıldız müzisyenlerin ardından, Hugh Coltman, Jeff Buckley ile Nick Drake'in kesişim kümesinde yer alan vokali ve Nat King Cole'un iç dünyasına döndüğü projesiyle sahnedeki yerini alacak.7) 22 Temmuz Cuma gecesi (20:30) ise Almanya Sefareti'nin Tarabya Yazlık Rezidansı'nın tarihi bahçesinde bir müzik yıldızını, İngiliz şarkıcı, söz yazarı Laura Mvula'yı dinleyebilirsiniz. Listelerden düşmeyen, kısacık müzik kariyerine daha şimdiden birçok başarı sığdıran ilk albümü "Sing to the Moon"u 2013’te yayımlayan Mvula, festivalin ağır toplarından Nile Rodgers ile iş birliği yaptığı yeni single’ı ‘Overcome’ın hemen ardından İstanbul’da. Bu konserin öncesinde ise The Guardian’ın “caz müziğin yeni mesihi” olarak tanımladığı Jacob Collier sahne alacak.8) İngiltere’nin çıkardığı en güçlü seslerden biri, 2000’lerin Aretha Franklin’i olarak tanımlanan Joss Stone da festivalde sahne alan isimler arasında. 23 Temmuz Cumartesi saat 19:00'da KüçükÇiftlik Park'ta sahne alacak olan Stone yeni, eski, ezbere bilinen, yerinizde duramayacağınız ve kendinizi romantizmin kucağına bırakacağınız şarkılarıyla bizi bir kez daha kendimizden geçirecek.9) Festivalde iki güzel bölüm daha var ki, inanın, bu konserler kadar şahane anlar geçirtmeyi vaad ediyor bizlere. İlki "Gece Gezmesi" adını taşıyan bölüm. Bu etkinlikleri bu kadar şahane kılan ise mekânları. Çünkü bunların arasında All Saints Moda Kilisesi, Arkaoda, Yeldeğirmeni Sanat gibi güzel mekânlar var.10) Diğer bölüm ise "Parklarda" adını taşıyor. Grupları falan detaylı olarak yazmayacağım, sadece İstanbul'da gece, bir parkta (Fenerbahçe Parkı) caz dinleme fırsatı bile benim için yeterli, umarım size de keyif verir.
Üsküdar-Kabataş teknesi… Üst katta oturuyorum. Az ileride Kız Kulesi, karşısında Topkapı Sarayı ve Ayasofya ile seyrine doyulmaz tarihi yarımada… Dolmabahçe Sarayı ise dantel bir nakış gibi… Deniz, martılar ve dalgalar. Az önce bir kuş sürüsü suya değip hızla yükseldi. Rüzgâr saçlarımı savuruyor. Kıyıya vardığımda yakınacağım bunaltı, sıcaktan burada hiçbir iz yok. Hatta rüzgâr hafif hafif ürpertiyor. Hani, merserize bir hırkam olsa omzuma atabilirdim. Öyle tatlı bir serinlik…Telefonuma bakıyorum, takvim 21 Haziran’ı gösteriyor. “Demek ki, yılın en uzun günü bugün”, diye iç geçiriyorum. Bugünden sonra günler kısalacak. Güneş ışınları her geçen gün daha da kırılarak gelecek bizim buralara. Ürperiyorum. “İşte,” diyorum; “soğuk ve kapalı kış günleri boyunca özlemini çektiğimiz, bugünmüş. Dünya sanki bugün için dönüp durmuş güneşin etrafında. Her dönüşünde günler biraz daha bugüne varmak için uzamış.” Ama yarın her şey değişecek. Yarından sonra kışa doğru dönecek bu yarıküre; geceye! Oysa daha yaz yeni başlamadı mı? Daha birkaç gün olmadı mı havalar ısınalı? Şunun şurasında kaç kez, “Esmiyor” dedik? Ama işte… Hayat, varıldığında dönüşe geçilen bir yolculuk. Zaten bu yüzden her anın farkında olmak ve tadını çıkarmak gerekli, değil mi? Zira şunun şurasında kaç yaz sığar bir insan ömrüne? Kaç yaz gecesi, tül perdelerin dalgalanışı seyredilir, soğuk karpuza peynir eşlik eder, gece yarısı kalkıp kana kana su içilir, “Biraz da kanepede yatayım,” denir.Yaz güzeldir. Eşitlikçidir. Bir sandalet, bir tişört ve bir şortta buluşur herkes. Bir dondurma tüm çocukları mutlu eder. Haşlanmış bir mısır herkesin eline yakışır. Yaşlı-genç, evli-bekâr her yaş ve yaşam biçiminden insan balkonları şenlendirir, bir ortanca gibi açılır hayatlar. Sonra… Sonra yaz özgürlüktür. Çocuklar daha bir geç girer yazın eve, hatta sokağa geceleri de çıkılır. Evler pencerelerini açar, perdelerini kaldırır. Yerleşik düzen ve ilişkiler bir anda değişir. Mesela kadınlar tencere tencere yemek yapmak zorunda kalmaz yazın; peynir-zeytin-domates, belki biraz kızartma, yanında da bir demlik çay bir şölene dönüşür yaz geceleri. Okullar kapanır, izinler alınır. Sonra… Sonra kışın sıkı sıkı kapanılan evlerden çıkılır ve kalkıp gidilir; başka bir diyara, başka bir hayata… Özetle; yaz hafiftir. Hafif kıyafetleri ve yemekleri sever, ruhu hafifletir. Bu yüzden… Bence bu gece özel bir şey yapın ve 21 Haziran’ı kutlayın. Mesela güneş batarken eşinizle, sevgilinizle, anne-babanızla ya da çocuğunuzla; kısacası bir sevdiğinizle eski fotoğraflara bakın. Yahut bir şiir okuyun, sevdiğiniz bir müzik dinleyin. Ya da hiçbir şey yapmayın, pencereyi açın ve hayatı, hayatın seslerini dinleyip kokusunu içinize çekin.Zira şunun şurasında kaç yaz yaşayabilir ki bir insan?
İnsanın kıyıda köşede sakladığı biraz enerjisi olmalı, zor günlerde kullanmak için. Ev, iş, arkadaş ilişkilerinden artırdıklarını çocukluğundan kalma kumbarasında saklamalı.Evet, her yetişkinin çocukluğundan kalma bir kumbarası vardır. Belki farkında değildir ama vardır. Elbet kimininki boştur, kimininki dolu. Bazısının da bir dolup bir boşalır ama herkesin bir kumbarası vardır.En çok küçük mutluluklar birikir bu kumbaralarda. Bu mutlulukları çoğaltmak içinse bazı püf noktaları öğrenmek gerekir. Hayattan, enerjimizden, kendimizden idareli kullanmak, kumbaramıza daha çok atabilmek için.Mesela hayatımızdan çıkarıp attığımız insanların bıraktığı ve çürümeye yüz tutmuş anıların bıraktığı izleri en iyi karbonatlı, sirkeli su temizler. Bir kova suya biraz karbonat, biraz sirke katıp bir süngerle içini dışını ovduk mu ruhumuzda açılan yaraları ne mikrop kalır ne de bir katkı maddesi birikir.Yahut üzerimize dar gelen, toplum ya da aile tarafından ısrarla içine sıkıştırıldığımız dar kalıpları, kimlikleri içlerine su dolu torbalar koyup buzlukta bir süre bekletebiliriz. Torbalardaki su, buz tutup genleştikçe kalıplarımız da iyice genişleyecektir. Sonra efil efil giyeriz bu sıcak yaz günlerinde ayağımızda şıpıdık bir terlikle…Kayıplarımızın, yitirdiklerimizin ardından yaktığımız yas mumlarının bıraktığı izlere gelince… Üzerimize damlayıp, yapışıp kalmışsa ruhumuza ve her gün bir yara kabuğunu soyar gibi soymamıza rağmen bir türlü kurtulamamışsak bıraktığı acılardan inanın, bunun bile bir püf noktası var. Öncelikle hiç zorlamayın bu donup kalmış mumları. Araya bir koruyucu, transfer alın… Sonra da ılık bir ütüyle (ama kesinlikle kızgın olmasın) yavaş yavaş geçin üzerinden tüm lekelerin. Emin olun, o yas lekeleri hiç zorlanmadan ve sizi zorlamadan koruyucu kılıfa geçecektir… Siz sadece araya birini alıp sakin sakin anlatın…Şayet, vızıldayıp duran bir sızı ya da kaşıntı yüzünden gözünüze uyku girmez olduysa ya da uykunuzdan fırlıyorsanız sakın küçümsemeyin o ısırığı. Hemen üzerine gidin. Bir parlatıcı veya ojeyi ısırığın üzerine sürün. O minicik ısırık artık hava almayacağı için kendi varlığında yok olup gidecek, siz de birkaç saniyeye kadar varlığını bile unutacaksınızdır. Ama sakın yok sayıp kaşıyıp durmayın, büyüdükçe büyüyecek ve kumbaranıza atacağınız enerjinizi, uykunuzu azaltacağından size bol keseden harcatacaktır.Akşamları kendinizi konuşamayacak kadar yorgun mu hissediyorsunuz? O zaman da bazı ilişkilerinizi vakumlayabilirsiniz. Herkesle uzun uzun telefonla konuşmak yerine bazı kişilerle mesajlaşabilir, akşamları telefonunuzu kapatabilir, haftada bir gün “sosyal detoks” yapabilirsiniz. Vakumlayın ilişkilerinizi tıpkı yazlık-kışlık tasnifi sırasında kıyafetleri vakumladığınız gibi… Çünkü inanın hiçbirimizin bu kadar derdi, ilişkiyi, kelimeyi koyacak ne gardrolarımız, ne de dolaplarımız var.İnanın hiçbir şey olmaz bu ilişkilere… Aksine hava, nem, dedikodu gibi çevresel faktörlerden uzak kalacağı için çok daha sağlıklı saklanacaklar hatta kumbaranızın en kıymetli enerjisi olacaktır.Ne diyor şair “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” Ne yaparsanız yapın çok yormayın kendinizi, bir şey sizi zorlamaya mı başladı demek ki, yanlış yoldasınız. Bir durun ve püf noktasını arayın. Sonrası… Sonrası “iyilik, güzellik, sağlık.”
Şairin dediği gibi “Hayat kısa, kuşlar uçuyor...” Ne yaparsanız yapın çok yormayın kendinizi, mutlulukları çoğaltmanın da püf noktaları var.İnsanın kıyıda köşede sakladığı biraz enerjisi olmalı, zor günlerde kullanmak için. Ev, iş, arkadaş ilişkilerinden artırdıklarını çocukluğundan kalma kumbarasında saklamalı.Evet, her yetişkinin çocukluğundan kalma bir kumbarası vardır. Elbet kimininki boştur, kimininki dolu. Bazısının da bir dolup bir boşalır ama herkesin bir kumbarası vardır.En çok küçük mutluluklar birikir bu kumbaralarda. Bu mutlulukları çoğaltmak içinse bazı püf noktaları öğrenmek gerekir. Hayattan, enerjimizden, kendimizden idareli kullanmak, kumbaramıza daha çok atabilmek için.Dar kalıpları genişletinMesela hayatımızdan çıkarıp attığımız insanların bıraktığı ve çürümeye yüz tutmuş anıların bıraktığı izleri en iyi karbonatlı, sirkeli su temizler. Bir kova suya biraz karbonat, biraz sirke katıp bir süngerle içini dışını ovduk mu ruhumuzda açılan yaraları ne mikrop kalır ne de bir katkı maddesi birikir.Yahut üzerimize dar gelen, toplum ya da aile tarafından ısrarla içine sıkıştırıldığımız dar kalıpları, kimlikleri içlerine su dolu torbalar koyup buzlukta bir süre bekletebiliriz. Torbalardaki su, buz tutup genleştikçe kalıplarımız da iyice genişleyecektir.Kayıplarımızın, yitirdiklerimizin ardından yaktığımız yas mumlarının bıraktığı izlere gelince… Üzerimize damlayıp, yapışıp kalmışsa ruhumuza ve bir türlü kurtulamamışsak bıraktığı acılardan inanın, bunun bile bir püf noktası var. Araya bir koruyucu, transfer alın… Sonra da ılık bir ütüyle yavaş yavaş geçin üzerinden tüm lekelerin. Emin olun, o yas lekeleri hiç zorlanmadan ve sizi zorlamadan koruyucu kılıfa geçecektir… Siz sadece araya birini alıp sakin sakin anlatın…Şayet, vızıldayıp duran bir sızı yüzünden gözünüze uyku girmez olduysa sakın küçümsemeyin o ısırığı. Bir parlatıcı veya ojeyi ısırığın üzerine sürün.O minicik ısırık kendi varlığında yok olup gidecek, siz de birkaç saniyeye kadar varlığını bile unutacaksınızdır. Ama sakın yok sayıp kaşıyıp durmayın, büyüdükçe büyüyecek ve kumbaranıza atacağınız enerjinizi, uykunuzu azaltacağından size bol keseden harcatacaktır.İlişkilerinizi vakumlayınAkşamları kendinizi konuşamayacak kadar yorgun mu hissediyorsunuz? Vakumlayın ilişkilerinizi tıpkı yazlık-kışlık tasnifi yapar gibi… Çünkü inanın hiçbirimizin bu kadar derdi, ilişkiyi koyacak ne gardroplarımız, ne de dolaplarımız var.İnanın hiçbir şey olmaz bu ilişkilere… Aksine çevresel faktörlerden uzak kalacağı için sağlıklı saklanıp kumbaranızın en kıymetli enerjisi olacaktır.Ne diyor şair “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” Ne yaparsanız yapın çok yormayın kendinizi, bir şey sizi zorlamaya mı başladı yanlış yoldasınız. Bir durun ve püf noktasını arayın. Sonrası “iyilik, güzellik, sağlık.”
“Tarihçilerin Kutbu” Halil İnalcık’ın yeni kitabı, oldukça tartışmalı bir meseleyi, din - devlet ilişkisini tarihsel kökenleriyle beraber ele alıyor.Tarihe bakışımız hep biraz sorunlu olmuş. Ya tümden reddetmişiz geçmişimizi ya da kutsamışız. Bugün de "Bizden kötü devlet yok" söylemi ile "Herkes bize karşı çünkü biz en büyüğüz" arasında salınıp duruyoruz. Açıkçası bu söylemler beni çok yoruyor. Hele bu tartışmaların bilgiden yoksun bir fanatizmle gerçekleşiyor olması karşısında tek çarem İlber Ortaylı caps'lerine sığınmak oluyor.Son yıllarda artan Osmanlı tutkusu da bu tartışmalardan. Mesela adam Mimar Sinan'ın en güzel eserlerinden birinin önünden geçiyor ama o camiyi kim yapmış bilmiyor. Fakat lafa gelince başlıyor efelenmeye...Hal böyle olunca tarihi yorumlayışımız da "işimize geldiği" gibi oluyor. Ama biz istediğimiz gibi yorumlasak da gerçek gerçektir, eğsek büksek de değişmez.Devlet - İslamiyet ilişkisiO yüzden en iyisi okumak ve öğrenmek. Tıpkı çok sık gündeme gelen ve önümüzdeki yıllarda epey tartışılacağa benzeyen "Osmanlı ve İslamiyet ilişkisi" gibi. Çünkü Osmanlı bir şeriat devleti olduğu kadar aynı zamanda da sivil bir yapı da sergiliyordu. İslâmiyetle 9. yüzyılda tanışan Türkler, kendi devlet anlayışlarını İslam dünyasına da taşımıştı. Böylece devlet ve hukuk kavramlarında, bağımsız sivil otorite ve onun kanun koyucu gücü lehine büyük bir değişiklik ortaya çıkmış, şerîat ile yan yana bir sivil hukuk alanı da gelişmişti.İşte Prof. Halil İnalcık'ın bu konunun temel kitabı niteliğindeki "Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet İlişkisi", Osmanlı tarihinin köklerini göz ardı etmeden devlet ve İslamiyet arasındaki değişken ilişkinin dökümünü sunuyor. Kutadgu Bilig’deki devlet anlayışından başlayarak, Uc’larda bir yanda gâzî beylerle başlayan kuruluş öyküsünü, devlet kurumsallaştıkça Uc’ların, gâzîlerin ve dervişlerin önemlerini kaybedişini, bu arada yeni kurumların ve anlayışların yükselişini aktarıyor. Fatih Kanûnnamesi’yle örfün hukuk alanına resmen girişinin, ulemanın giderek ayrışmasının öyküsünü ve kuruluştan beri süren Hıristiyanlık İslâm tartışmalarını da ele alıyor.Özetle; "Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet" netameli bir meseleyi Halil İnalcık'ın rehberliğinde anlatıyor.
Üç günlük Belgrad gezisi sonrasında şunu diyebilirim Belgrad Kalesi’ne muhakkak çıkın, Tuna Nehri kenarında balık yiyin, gece ikiden sonraki gece hayatına karışın, denk gelirseniz maça gidin… Ya da sadece kafanıza göre takılın.Rehberimiz “Az ileride Sava ve Tuna Nehri birleşiyor” diyor. O an, soluk soluğa çıktığım Belgrad Kalesi’ndeki tüm sesler birden kesiliyor. Artık, Kanuni’nin şehri ele geçirişine, Zigetvar seferi sırasındaki ölümüne, cesedinin mumyalanışına dair anlatılanlar bir bir rüzgara karışıyor. Çünkü az ileride, akıntının uzun çizgisini daha sert çizen şu büyük Y harfinin olduğu yerde dört ülkeyi dolanarak gelen Sava, Avrupa’nın en büyük ikinci nehri Tuna’nın sağ koluna dönüşüyor. Birleştikleri yer öyle belirgin ki, sanki kavuşmalarını cümle aleme ilan etmek istiyorlar. Şimdi onların buluştukları yere bakıyorum. Farklı coğrafyalara, köklere, tarihe sahip iki nehrin, tüm bu farklılıklara rağmen birbirine dolanarak, karışarak akışları ister istemez aklıma Tito ve ölümünden sonra parçalanan Yugoslavya’yı getiriyor. Yugoslavya halklarının Sava ve Tuna nehri gibi bir arada akıp giderken ayrılan yollarını, aktıkları toprağı parçalayışlarını ve lime lime oluşlarını hatırlıyorum; Tuna’nın kırmızı aktığı günleri. Ürperiyorum.Elbette ki, üç günlük gezimiz süresince o günlere dair pek bir şey görmüyor ve hissetmiyoruz. Belirtmeliyim ki, Türk olduğumuz için de herhangi bir antipatiyle karşılaşmıyoruz.Belgrad Kalesi’nden… Tuna ve Sava’nın buluştuğu yer. Soldaki heykel, bir elinde kılıç diğerinde kartal olan Victor heykeli.Oysa Sırbistan’ın tarihinde ve kimlik yaratımında “Türkler”in büyük rolü vardır. Ünlü psikanaliz Vamık Volkan, toplumların kimlik inşasında “seçilmiş bir travma” kullandıklarını anlatırken Sırbistan’ı örnek verir ve Türklere duydukları korku ve öfke ile etnik kimliklerini inşa ettiklerini söyler.Ama para, travmaları çözemese de bazı kapıları açabiliyor.Türkiye ve Sırbistan da 2009 yılında vizesiz döneme geçerek ilişkilerini yakınlaştırdı. Hatta Sırbistan bir iyi niyet göstergesi olarak Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı yere yapılan kilisenin dördüncü kapısını açtı.Karlofça’da eski bir evin şahane kapısı ve ben. İki ülke arasındaki flörtün açtığı kapının hikayesi ise Karlofça Anlaşması’na dek uzanıyor. Malum, tarihte ilk protokol kuralları Karlofça’da (1699) uygulanır. Her ülkenin eşit temsil edildiğinin altının çizilmesi için dört ülkenin temsilcisi dört farklı yöndeki kapıdan aynı anda içeri girer ve yuvarlak masaya otururlar. Yani kimse baş köşede yer almaz. 1800’lerde bu çadırın yerine yapılan kilisenin ise hep üç kapısı açık olmuş ve dördüncüsü kapatılmıştır. Çünkü bu Osmanlı’nın salona girdiği kapıdır. Böylece şu denmek istenmiş; Türkler bir daha burayı işgal edemeyecek! Bu yüzden Belgrad gezilerine genelde Karlofça dahil ediliyor. İyi de yapılıyor. Çünkü sadece tarihi ve siyasi anlamı açısından değil, gezip görmek için de çok güzel bir şehir Karlofça.Belgrad KalesiŞehir dediysem gözünüzün önüne bir İstanbul, İzmir ya da Amsterdam gelmesin. Burası bizim kasabalarımız gibi. Ama temiz, nezih, sakin ve medeni. Küçük ve birbirinden şirin evleriyle bir sayfiye kasabasını anımsatan bu şehri gezerken, pek çok kez kiraların ne kadar olduğunu, sakinleri gibi üzüm ya da başka bir tarım ürünü yetiştirip yetiştiremeyeceğimi düşünüp durdum. Çünkü öyle sempatik bir şehir ki, bir anda avcunun içine alıyor sizi. Tertemiz sokaklarda duyabileceğiniz tek ses ise arı vızıltısı. Meydana geldiğinizde de oyun oynayan çocukların kahkaya ve bağırışları. Arabalar ise küçük ve eski.Karlofça’nın imzalandığı yerdeki kilise.Üstelik aynı şey ülkenin sadece siyasi değil ticari anlamda da başkenti olan Belgrad için de geçerli. Son derece mütevazı bir şehir burası. Tüketim kültürü henüz buraya demir atamamış. Sosyalist kültürün izlerini her yerde görmek mümkün. Mesela hemen herkes ev sahibi. Okullar, hastaneler vs. ücretsiz. Yemekler ucuz, diğer fiyatlar da. Bizim için bile! Ekmek aslanın ağzında olmadığı için de trafik de insanlar da sakin. Üstelik çok yeşil. Şehrin her yerinde uzayıp giden parklar var. Hatta okullar parkların içinde. İmrenmedim desem, yalan olur.Bu kilisenin için, Osmanlı’nın girdiği kale mihrabın ardında, artık açıkBizdeki ya da diğer pek çok ülkedeki gibi yüksek binalar, son model arabalar, acayip restoranlar falan yok ama çok medeniler. Yaya geçidine adımınızı attığınız an arabalar duruyor, araçlar hareket halindeyken de yayalar kendini yollara fırlatmıyor.Karlofça’da 4 kuşaktır şarapçılık yapan bir ailenin mahzeninde şarap tadımı.Sosyal yaşantıya gelince… Bizim meyhanelerimize benzeyen restoranları çok keyifli. Hareket halindeki müzisyenler masa masa dolanıyorlar ve söylemeliyim ki, gayet iyiler. Kimse “Çileeeeeee” diye bağırarak kulağımı yırtmadı. Yemekler, aşırı tuzlu ama çok güzel. (Tuzlu olan genelde ana yemek , oluyor. Sipariş verirken “az tuzlu” isteyin ancak kıvam tutturuluyor.) Önden muhakkak ekmek ve yanında meze geliyor. Ardından da çorba. Ama illa ki çorba. Öğlen de geliyor, akşam da. Sonra da mutlaka yanına lahana ilave edilmiş bir salata geliyor. Şaraplar güzel, meyve rakıları ise çok ağır. Erikli, ayvalı, üzümlü diye giden ve şat bardağında servis edilen bu rakı için viski- rakı arası bir şey diyebilirim.Belgrad sokaklarıMuhakkak Tuna Nehri kenarındaki şiir gibi balık restoranlarına gidilmesi gereken Belgrad’da tarihi mekanları, kaleleri, Tito’nun mezarını gezmekten başka ne yapılır derseniz, bence maça gidilir. Malum Kızılyıldız ve Partizan buranın iki büyük takımı. Derbilerinde ülkede adeta iç savaş çıkıyor. Ama benim ne yazık ki, maça gitmeye vaktim olmadı, belki bir dahaki sefere… Bekle beni Kızılyıldız!Not: tatilbudur’un her cuma günü hareket edilen 3 gece 4 günlük turlarıyla Belgrad’a gidebilirizsiniz. Fiyatlar da çok uygun. Uçak ve konaklama dahil 369 Euoro’dan başlıyor. Yemekler
TURİZMDE yaşanan olumsuzluklara rağmen Tatilbudur.com, 2016 yılının ilk 4 ayını yüzde 40 büyüme ile kapattı. Şu ana kadar 350 bin kişilik rezervasyon gerçekleştiren tatilbudur.com’un ziyaretçi sayısı 20 milyonu geçerken çalışan sayısı da 1.200 kişiye ulaştı.2015 Kasım ayında MCI, İş Girişim Sermayesi ve 37 Vantures ile ortaklığa imza atan Tatilbudur.com’un Kurucu Ortağı ve Genel Müdürü Bülent Kuş, yeni destinasyonlarından olan Belgrad’da bir basın toplantısı yaparak 2016 yıl sonu hedeflerini ve sektöre ilişkin öngörülerini paylaştı. Yıl sonunda yüzde 80 olan online satışlarını 5 puan artırarak yüzde 85’e çıkarmayı hedeflediklerini belirten Kuş, 1 milyonun üzerinde kişiye seslenmeyi ve yüzde 40 büyüme hedeflediklerini söyledi.Yerli turiste avantajlı fiyat2016’da yurt içi erken rezervasyon oranlarının daha da artacağını belirten Kuş, beklentilerini şöyle sıraladı: “Rus ve Avrupalı sayısında beklendiği üzere azalma olacak, otel fiyatlarında geçen yıla oranla yüzde 20’lere varan bir düşüş yaşanırken yerli turiste yönelik avantajlı fiyatlar sunulacak. Rusya, Avrupa ve İngiltere’den beklenen azalmaya karşın Ortadoğu, Ukrayna ve Balkan ülkelerinden artış yaşanacak. Sektördeki tahmini kayıp yüzde 45 olacak.”Bu koşullara rağmen her krizin aynı zamanda bir fırsat olduğunu unutmamak gerektiğini söyleyen Kuş, bu nedenle yeni destinasyonlara yönelmekten vazgeçmediklerini ifade etti. Yeni destinasyonları arasında Tayland, Belgrad, Balkanlar ve maç turları yer alan tatilbudur.com 139 TL’ye uçak bileti dahil 4 geceli Bodrum, Seferihisar ve Side turları gibi turlar da sunuyor. Ramazan Bayramı için de Selanik, Halkidiki-Thasos, Selanik-Sofya, Thassos, Güney İtalya turları bulunuyor.