1989-90 yılları olmalı.Lise son sınıf öğrencisiyim. Bir de Beşiktaşlı.Kısa boylu olmama rağmen sınıfın arkadan ikinci sırasında oturuyorum ve hemen her gün okula geç kalıyorum. Çünkü yolda muhakkak bakkala girip o günkü tüm gazetelerin spor sayfalarına bakıp Beşiktaş’la ve Metin Tekin’le ilgili haberleri tarıyorum.O yıllar tribünlerin, “Bir, iki, üç gol yetmez, Dört beş, altı olsun Metin-Ali-Feyyaz koşsun Beşiktaş’ım şampiyon olsun” diye marşlar söylediği o güzel yıllar.Ben de babadan Beşiktaşlı kızlardanım. Her maçı birlikte seyrediyoruz. Bağırıyoruz, çağırıyoruz, bazen o küfrediyor, ben de içimden onu taklit ediyorum. Ama babamdan farklı olarak ben bir de Metin Tekin hayranıyım. Ama bu hayranlığımın bir ergen sancısı olduğunun sanılmasını da istemem.Beni etkileyen, Metin Tekin’in diğer futbolculardan farklı olarak bir hikâyesinin olmasıydı. Onun, küllerinden yeniden doğan bir direnişçi olması.Metin Tekin, namı-diğer Sarı Fırtına, Beşiktaş’ın Sakaryaspor’la karşılaştığı Türkiye Kupası maçında Turan Sofuoğlu ile hava topuna çıkmış, iki futbolcu havada çarpışmıştı. Hastaneye kaldırılan futbolcunun durumu o kadar ağırdı ki, “öldü” söylentileri bile yayılmıştı. Tam bir yıl sürmüştü sahalara dönmesi. Ancak iyileşmesi, kadroya girmesi anlamına da gelmiyordu. Çünkü teknik direktör Gordon Milne’nin de gözüne girmesi gerekiyordu ki, ünlü teknik adamın futbolcusuna şans vermeye pek de niyeti yoktu. İşte okul yollarında ben, Metin Tekin’in kimi zaman tek başına yaptığı antrenmanları, mesleğine olan tutkusunu, hayata dönme mücadelesini, Gordon Milne’nin inadını kırışını, ürkmeden kafa toplarına çıkabilir hâle gelişine dair haberleri, Ali ve Feyyaz’la birlikte Beşiktaş’ı adım adım şampiyonluğa taşımasını bir solukta okuyordum. Hem de arkadaşlarım tarafından küçümsenmeyi göze alarak. Malum ben “kızdım”, futbol bir “erkek” işiydi.Bu arada tüm liseliler gibi yaşadığım mahalle, okul bana dar geliyordu. Biz de bir-iki kız arkadaşla gazete çıkarmaya karar vermiştik. Adını Ömer Seyfettin’in çıkardığı dergiden habersiz “Genç Kalemler” koymuş, A3 fotokopici bulmak için okulu kırıp Beyazıt’a gitmiş, şiirler, öyküler yazmış, resimler yapmıştık. El yazısıyla yazılan bir gazeteydi bu ve, inanın, mizanpaj diye bir şeyin varlığını haberdar olmadığım için bunu yapmak çok zordu.İşte bu gazeteye haber ararken birden aklıma parlak bir fikir gelmişti. Bu gazetenin bir de spor sayfası olmalıydı! Ve buraya Metin-Ali-Feyyaz ile yapılan bir röportaj çok yakışırdı.Nasıl oldu hatırlamıyorum ama benim kişiliğimin tam zıddı olan yakın arkadaşım Ayşe’yi (bir zarafet ve hanımefendilik abidesiydi ki, hâlâ öyle) ikna etmiş, okulu kırarak Fulya’ya gitmiştik. Üzerimizde okul formaları, cebimizde iki otobüs bileti, acıkırsak diye evden getirdiğimiz sandviçlerle Fulya tesislerinde bulmuştuk kendimizi.Bulmuştuk ama nasıl olacaktı bu iş? Saatlerce bekledikten sonra öğrenmiştik ki o günkü antrenmana MAF katılmayacaktı. Neyse deyip bir hafta sonra yine gelmiştik. Ancak takım şampiyonluğa ilerledikçe Fulya tesislerindeki kalabalık da artıyor ve “iki küçük kadın”ın bu ünlü futbolculara yaklaşması bile imkânsızlaşıyordu. Birkaç sefer daha gidip geldikten sonra, nasıl olduğunu hâlâ hatırlamıyorum ama Şifo Mehmet’i bir şekilde yakaladığımı ve randevu almayı başardığımı hatırlıyorum. Artık ne dediysem! (Kendisine buradan binlerce kez teşekkürler, genç ve amatör bir muhabirin hevesini kırmadığı için.) Artık okula gidişimizi, olup biteni ballandıra ballandıra anlatışımızı siz düşünün. Ancak tam da o sırada her ay bir sınıfın çıkardığı okul gazetesinde sıra bizim sınıfa gelmişti. Bu yüzden öğretmenlerimiz devreye girmiş ve röportajımız bizim henüz yayın hayatına bile başlayamamış amatör gazetemizden alınıp okul gazetesine verilmişti. Biz de Ayşe ile öylece sus pus kalmıştık. Üstelik Ayşe başka sınıftaydı. Bu yüzden röportaja imza da atamayacaktı. Ama dediğim gibi, o benim aksime tam bir hanımefendi olduğundan, “Önemli olan senin gitmen çünkü ben sadece sana eşlik etmek için geliyordum,” demişti.Böylece iki sınıf arkadaşımın da imza atacağı bir röportaj için tekrar Fulya’ya gitmiştim. O gün tesislerin bekleme odasında Şifo Mehmet’i beklerken bir ara Metin Tekin’i görmüş, ok gibi yerimden fırlamış, ancak onu röportaja ikna edememiştim. Ne yazık ki işi aceleydi. Ama Şifo ile yaptığımız röportaj sonrasında Ali ve Feyyaz’a da ayaküstün bile olsa birkaç soru sormayı başarmıştık.Beşiktaşımız’ın #ŞerefiyleHakkıyla #SebAtederek kazandığı şampiyonluk sonrası, Metin Tekin ile çektirdiğim fotoğrafımı bulunca bu güzel günü anımsadım.Çünkü yedi yıl sonra Beşiktaş’a şampiyonluğu getiren bu kadro bana Metin-Ali-Feyyaz’lı efsane yılları hatırlatıyor. Güzel futbolun, takım ruhunun, arkadaşlığın en az kazanmak kadar önemli olduğu o yılları… Hatta daha da önemli olabildiği… Zira ben de son üç yıldır, okul yolunda gazeteleri tarayan o genç taraftar gibiyim. “Gomez gider mi kalır mı” diye endişelenen, “kaleci sorununu nasıl aşacağız” diye meraklanan, totemler yapan, uğur getirsin diye çantasında forma taşıyan, çArşı'ya selam eden… Bugün lise arkadaşım Ayşe’nin Fulya tesislerine bakan bir evde oturması ve benim de gazeteci olmama gelince… Sanırım bu da hayatın sırlarından biri. Sanırım biz iki küçük kadın, o zamanlar Beşiktaş tesislerine gidip gelirken aslında yıllar sonrasına uzanan bir yolun ilk adımlarını atıyormuşuz farkında olmadan.
Eczacıbaşı Topluluğu’nun “Hijyen Projesi”, Yatılı Bölge Ortaokulları’nın fiziksel koşullarını iyileştiriyor...Sosyal sorumluluk projeleri ile şirketler hem bir sorunun çözümüne katkıda bulunmak, hem de şirketlerinin marka değerini yükseltmek isterler. Bu yüzden proje ne kadar “yaygın” ya da “dikkat çekici” olursa o kadar marka değeri yükselir.Ancak tam da bu yüzden, alt-yapı gerektiren pek çok proje destekten yoksun kalabiliyor. Zira alt-yapı yatırımları, herkesin üzerine konuştuğu, reklamı yapılabilen yatırımlar değildir. Malum, bir şehrin kanalizasyonunda sorun yaşanırsa herkes isyan eder, ama sorunun çözümüyle ilgili kimse yorum yapmaz. Fakat bir şehir meydanında kötü bir ses düzeni ile verilen “ücretsiz konser”den övgüyle bahsedilir.Oysa hepimiz biliriz ki, o kanalizasyon sorunu çözülmezse kimse ne konser verebilir, ne de konsere gidilir. Bu yüzden, alt-yapıya yönelik sosyal projeler benim için çok daha önemli ve kıymetlidir. Tıpkı Eczacıbaşı Topluluğu’nun Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) işbirliğiyle yürüttüğü “Hijyen Projesi” gibi. Yatılı Bölge Ortaokulları’nın (YBO) fiziksel koşullarını iyileştirmek amacıyla yürütülen ve çok sayıda uluslararası ödüle layık görülen Eczacıbaşı Hijyen Projesi, çocuk sağlığını gözeten ve hijyen eğitimi veren bir proje. Bu amaçla yatılı devlet okullarının tesisatlarının, yemekhanelerinin, tuvaletlerinin yenilenmesinin, bakım ve onarımının yapıldığı projede ayrıca çocuklara hijyen eğitimi de veriliyor ki, bu çok önemli.2020 hedefi 60 okulİşte bu proje kapsamında son olarak, Sinop Boyabat Yaşar Topçu YBO yenilendi. MEB’nın tesisat altyapısını onardığı okulun, derslik ve pansiyon bölümlerindeki temizlik alanları ile yemekhaneyi kapsayan toplam 1.215 m2’lik alan, VitrA ve Artema ürünleriyle yenilendi.Selpak, tüm öğrencilere kişisel hijyen ve tuvalet eğitimi verdi, okuldaki tuvalet ve banyolar için temizlik kağıdı desteğinde bulundu. Ayrıca Eczacıbaşı Topluluk çalışanlarından oluşan Eczacıbaşı Gönüllüleri de okula bir müzik odası armağan etti.2020 yılına kadar toplam 60 Yatılı Bölge Okulu’nun yenilenmesinin planlandığı projeyle ilgili olarak Faruk Eczacıbaşı’nın görüşleri ise şöyle: “Türkiye olarak, eğer global trendlere ayak uydurmak ve orta gelir tuzağına düşmeden büyümek istiyorsak, her şeyden önce insan kaynağımıza yatırım yapmalıyız. Başka bir deyişle, çocuklarımıza. Bunu yaparken de, özellikle bölgesel fırsat eşitsizliklerinin azaltılmasına katkı sağlamalıyız. Eczacıbaşı Hijyen Projesi’ni tam da bu amaçlarla, 2007 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile başlattık. 2010 yılından itibaren de Milli Eğitim Bakanlığımızın desteğiyle yürütüyoruz. İstiyoruz ki, çocuklarımız başka dertleri olmadan, çocukluklarının keyfini çıkararak büyüyebilsin; eğitimlerine, bilime, spora, sanata odaklanabilsin.”Faruk Eczacıbaşı proje ile 2020 yılına kadar 60 YBO’nun yenilenmesini hedefledi
Kanadalı yazar Mary Lawson’un Gölün Kıyısında adını taşıyan romanı bir iç çelişkinin hikayesiHepimizin büyüdüğü bir gün vardır. Çocuk halimizle bile bir şeylerin olup bittiğini, havadaki tedirginliği hissettiğimiz. Ayakaltında dolaşmamak için silikleştiğimiz. Geçmişi eğip bükerek anlatmayı sevenlerimizin bile farklı bir yorum getiremediği bir gündür bu, iş oraya geldi mi, “Bu kadar anı yeter” deyip günlük meselelere sığındığı. Bir ilk kırılmadır bu. Bir şeylerin içimizde “çıt” ettiği... Derin bir iç çekişle hatırlanan.Gölün Kıyısında/ Mary Lawson/ Çev; Kutlukhan Kutlu/ Domingo Yayınevi/ 18 TLKanadalı yazar Mary Lawson’un “Gölün Kıyısı”nda adını taşıyan romanı işte böylesi bir iç çekiş.Uzun bir günün akşamında, belki akşam güneşi tavana vururken, birden günlük hayatın seslerinin duyulmaz olup insanın kendi içinde kısacık geziler yaptığı o iç çekişler gibi. Nasıl anlatılır böyle bir iç çekiş? Annemin, yemek yaparken, hep birlikte gülüp neşelenirken birden kızaran burnu, yaşaran gözleri nasıl anlatılır? Çünkü romanda dendiği gibi “Bir şeyin başlangıç noktasını bulmaya çalışırken ne kadar geri gidilebileceğine dair bir sınır yok”tur… “Gölün Kıyısında” böylesi bir anımsama, kaçma, kaçamama hikayesi. Aslında bildik bir konusu var romanın. Hele kırsaldan şehre göçün çok güçlü olduğu, insanların bir parçasının hala toprakta olduğu bizim ülkemiz için.Buz tutmuş bir gölKanada’da, kuzeyde bir yer. Bir okul, bir dükkân, bir kilise ve çiftlik evlerinin olduğu; Kuzgun Gölü. İki kız, iki erkek dört çocuğu olan bir aile. Herkesin rolü belli. Tatmin etmese de herkes halinden hoşnut. Ev. Aile. Bir yuva.Kate ile Matt arasında 10 yaş var. Kate’nin çocukluğuna dair hatırladığı anıların çoğu onunla ilgili. Matt’in onu omzuna alıp göletlere gitmeleri ile… Bir göletin kıyısında ellerini çenelerine dayayarak saatlerce suyun içine bakmaları, balıkları gözlemlemeleri, Matt’in ona bunların özelliklerini anlatmaları ile ilgili… Hepimizin büyüdüğü bir an, bir gün vardır. Kate, Matt, Luke ve belki Bo’nun da... Kate’in “çıt” ettiği. Dışarıdan bakıldığında fark edilmeyen. Sevgilisi Daniel’in mesleğine, ailesinin akademik kariyerine, köklü yapısına baktığımızda bile kırığın boyutunun görüldüğü.Bir ailenin yaşadığı travmayı ve sonrasını anlatan romanın konusu belki çok bilindik. Hatta bir üçüncü sayfa haberinin açılımı ancak bir sonraki romanı ile Man Booker Ödülü’nü alan Mary Lawson’ın kaleminde tüm bunlar yalın ve derin bir romana dönüşmüş. Bunda yazarın psikolog olmasının yanı sıra bu roman üzerinde, beş yıl boyunca kelime kelime uğraşmasının katkısı elbette çok büyük. Bu uğraşıyla, romanını daha katmanlı, bilmeceli kılmak için değil de en akademik olanı bile samimi bir dille anlatmak istemiş. Başarmış da. Öyle ki, sonunda karşımıza henüz yeni buz tutmuş bir göl çıkmış. Buzun üzerine uzandığınızda dibini hatta içindeki balıkları bile görebildiğiniz…
Görmediğimiz, bir yerlere sakladığımız hatta tıkıştırdığımız eşyalar vardır. Dolap diplerindeki, yatak altlarındaki ya da pencere ile gardrop arasındaki aralığa sıkıştırılmış poşetler gibi. İçlerinde terziye gitmeyi bekleyen veya ihtiyaç sahiplerine verilmeyi bekleyen eşyaların durduğu poşetler. Büyük bir temizlik anında tasniflenmiş ama yarım kalmış, fiilini bulamamış bir cümle gibi konduğu yerde kala kalmış poşetler…Yahut bozuk eşyalar vardır. Sapı çıkmış vidalanmayı bekleyen bir tencere ya da tava. Tamirciye götürülse iki dakikada, iki kuruşa yapılacak küçük tost makinesi veya bozulduğu için dolap niyetine kullanılan fırın, bağlantı yerleri aşınmış şarj aletleri, artık sürahi gibi kullanılan su ısıtıcı, uzundur berbat kahve yapan makina, sürekli atlayıp zıplayan DVD player… Veya defterler… Birkaç sayfasına yazılmış, sonra bir diğerine geçilmiş defterler. Tükenmiş kalemler, kaplarını kaybetmiş CD’ler ya da CD’sini kaybetmiş kaplar, biriken gazete ve dergiler… Tükenmekte olan bu yüzden hevesinizi kaçıran makyaj malzemeleri, azıcık kalmış deodorantlar, parfümler, şampuanlar… Her eve göre değişen kullanılmayan, varlık gösteremeyen eşyalar… Öylece yerlerinde duran, bir gün farkedilmeyi bekleyen, fark edildiğinde çoktan çöp olmuş eşyalar… Dediğim gibi belki bazılarını çok iyi saklamış, gözümüzden uzakta saklıyor olabiliriz. Ama inanın, onlar bile bize bir şekilde varlıklarını hissettirir. Çünkü eşyaların kullanılmadıkları zaman ağırlaşmak ve bu ağırlığı yaymak gibi garip bir huyu vardır. Kağıtlara, kumaşlarla kat kat sarılsalar, kutulansalar da bir şekilde tozlanırlar ve bu toz ne yapıp eder ve omuzlarımıza çöker.Minimal yaşam. İlkgençlik yıllarımda, dolu dolu evler severdim. İtalyan usulü. Gezdiğim, gittiğim yerlerden aldığım masklar, tuhaf müzik aletleri, ilginç objeler doldururdu evi. Eh bir de kitaplar… Bir türlü hiçbir şeyi atmaya kıyamazdım ya da vazgeçemezdim. Kırık bir fincan yıllarca yapıştırılmayı bekleyebilirdi. Ve tahmin edeceğiniz üzere, bir gün kırık parçası kaybolana kadar da beklemeye devam ederdi.Ancak hayat pek çok şey gibi vazgeçmenin rahatlığını da öğretiyor.Gerçek şu; kırık bir fincan kırık bir fincandır.Felsefeci ve dilbilimci Wittgenstein “yırtılmış yırtılmış olarak kalmalı” der. Çünkü siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın, en iyi tutkalı kullansanız da yırtılmış parçalar birleştirildiğinde bir iz kalır.Fincan kırıktır. Derisi soyulmuş ayakkabı ne kadar boyansa da derisi soyulmuş ayakkabı, kumaşı yıpranmış elbise yamalı olacaktır. Küçük tamirlerle tekrar hayata dönebilecek eşyalarınızı ya hemen bugün yerinizden tamirciye, terziye kısaca “hastanesi” nereyse oraya götürün ya da bir eskiciye yahut ihtiyacı olana verin. Ama uzatmayın. Çünkü orada durdukları sürece inanın, yenisini alamayacaksınız. Siz onu, o da sizi kendisine bağlayacaktır. Sanacaksınız ki; “beyaz kot pantolonum var” ya da “bir fırınım.” Halbuki yok. Çünkü uzundur ev böreği yemiyorsunuz veya beyaza çok yakışacak o gömleğinizi mevsimi gelip geçtiği halde hala giymediniz.Kullanılmayan eşya fazlalık değil eksiktir.Bu yüzden “dönemsel temizlikler”i çok severim. İnsanı yeniler. Safra attırır. Elindekileri yeniden hatırlatır, ona küçük aşklar yaşatır. Hızla terziye, tamirciye götürür. Ama yıllardır öylece duran, “belki şöyle yaparsam kurtarırım” dediklerinizi bir an bile düşünmeyip atın.Sadeleşin. Ve yapabiliyorsanız bunu insan ilişkilerinizde de yapın. Bazı ilişkilerin terzisinin, tamircisinin olmadığını kabullenin ve çıkartın onu hayatınızdan. Vazgeçmenin rahatlığını yaşayın. Biliyor musunuz, o zaten yok. Çünkü siz çok uzundur fırında yemek pişirmediniz. Bence hiç uzatmayın, kaldırıp atın ve hep ertelediğiniz o pikniğe gidin!
Patrik Süskind “Koku” romanında, eşi benzeri olmayan sosyopat bir katilin hikayesini anlatır. Ancak onu diğer insanlardan ayıransa sosyopat ve katil olması değildir. Zira dünya üzerinde milyonlarca sosyopat ve katil vardır. Ama Jean-Baptiste Grenouille’ün hiç kimsede görülmeyen, görülemeyecek bir koku alma yeteneğine ve hafızasına sahiptir.Formülü sır gibi saklanan sofistike bir parfümün bileşenlerini ve oranlarını çözmek için şöyle bir koklaması yeterlidir. Ya da yıllar önce kokusunu aldığı bir insanın öteki mahalleden geçtiğini fark etmesi için de hafif bir rüzgarın esmesi... Ve ne tuhaf ki, dışarından bakıldığında neredeyse görünmez kadar silik olan bu adamın kendi kokusu yoktur ve o çok iyi bir parfüm uzmanıdır.“Koku”yu ne zaman okudum, tam hatırlamıyorum. Çünkü birçok kez okudum. Daha da okuyacağım. Zira sadece romanın alegorik yapısının anlattığı değil aynı zamanda kokuların o gizemli, çekici, bazen hüzünlü, bazen fıkır fıkır dünyasının yaydığı o düşsel koku hala başımı döndürüyor.Bu yüzden kokularla ilişkimizi ele alan Vedat Ozan’ın “Kokular Kitabı”nı merakla okumuştum. Kokular dünyasına bilimsel ve bir o kadar da keyifli bir üslupla yaklaşan bir kitaptı bu. Kokunun hayatımızdaki yerini anlatıyordu ve yer bir gül gibi çok katmanlıydı. Buna rağmen kitap, “koku” dendiği an modern dünyada yaşayan bir kadının aklına hemen gelen parfümleri kapsamıyordu.“Kokular Kitabı II, Parfümler” tonlarca çiçeceğin, bitkinin, baharatın, esansının türlü türlü oranlarda bir araya gelmesiyle türeyen parfümlerin hikayesini mitolojiden kültürel tarihe, kimyadan ekonomi-politiğe, edebiyattan sinemaya kadar her alanda ele alıyor ve tatlı tatlı anlatıyor.Mesela bugün bir klasik olan Chanel 5’in hikayesini okurken aynı zamanda Nazi İşgali altındaki Paris’i, Coco Chanel’in SS sevgilisiyle ilişkisini, dönemin istihbarat sistemini, parfüm üretiminin ve ticaretinin temel meselelerini de öğreniyorsunuz. Ya da günümüz parfümlerinin neredeyse bir yemek masası gibi koktuğunu! “Bugünün parfümlerinde sıkça şeker, baharat, tropik meyveler, vanilyalar, çikolatalar gibi soframızda yer alan pek çok koku noktası kullanılıyor. 90’ların başından beri parfümörler, bize kokusal tatlı tabakları sunuyor. Bu kulvarın en çarpıcı örneği, Theierry Mugler’in ilk kadın parfümü, hayallere dayalı pazarlama dünyası için bile oldukça sıradışı bir parfüm olan Angel!” Veya Yves Saint Laurent’in ünlü parfümünün nasıl Opium yani afyon adını alışını ve şişesine Samurayların ilaç ve afyon tabletlerini koydukları “inro”nun ilham verişini...Ozan’ın kitabı hakkında, bıraksanız sabahlara kadar yazabilirim. İşin özü ise şu: Bu kitap parfümlerin adeta esansı olmuş. Yani Vedat Ozan parfümle ilgili tüm bilgileri toplayıp bir kazana koymuş, posasını atmış ve kalan o “damla”yı yani işin özünü en güzel, en çekici haliyle sunmuş. Bu yüzden “Kokular Kitabı II Parfümler”, hangi sayfasını açarsanız açın, ya da hangi cümleden başlarsanız başlayın baş döndüren bir çekiciliğe sahip, sizi hemen kendine çekiyor.
İstanbul’un en güzel kavşaklarındandır Beşiktaş. Üsküdar tekneyle tam 6 dakikadır. Kadıköy vapurla 20, tekneyle 15. Trafik yoksa Taksim’e çıkmaksa en fazla 10 dakika sürer. Nişantaşı, Teşvikiye zaten Akaretler’in hemen yukarısıdır. Eh, tabi bir de semtimizdir Beşiktaş. Ağaçlı yolumuzdur. Döndüğümüz evimizdirJ Kazan’da maç, sokak aralarındaki küçük taburelerde çay ve tavla keyfidir. Define Büfe’de döner keyfidir. “119 yıllık Pando’da bal-kaymak keyfi” de demek isterdim ama diyemiyorum. Malum kapandı. DARACIK SOKAKLARIN SIRLARI Ama değişim her zaman kötü de olmuyor. Geçen haftaki yazımda değindiğim Cihangir’deki değişim Moda’nın yanı sıra burayı da etkiliyor. Elbette çok eski ve daracık sokaklara sahip bir semt olduğu için Beşiktaş değişimi Moda’nınki gibi birden göze çarpmıyor. Ancak yaşamak gerekiyor değişimi çözmek için. Yoksa dışarıdan gelen herkes gibi ya yan yana dizilmiş kahvaltıcılara gidiyorsunuz ya da biracılara. Yahut balıkçı ve meyhanelere veya benim gibi kitap okuyup, belki bir şeyler yazıp çay içmek, acıkınca da bir şeyler yemek isteyen biriyseniz çaresizce Beltaş’a çöküyorsunuz. Neyse ki, geçen hafta gazetevatan yazarlarından yazar Arzum Uzun kolumdan tuttu da beni bir güzel gezdirdi. Ben de böylece önünden geçip gittiğim kafeleri keşfedebildim.İlki Terra Casa Kafe. Ihlamurdere Caddesi, 110 numaradaki bu sevimli kafe kahvaltı için ideal. Yeme de yanında yat bir kahvaltısı, birbiriyle uyumlu bol çeşnili özel tostları, güzel yemekleri, salataları olan lezzetli bir mekan. Yemekler gerçekten lezzetli. Kaliteli ürün ve iyi zeytinyağı hemen kendini belli ediyor. Dekorasyondaki her ayrıntı işletmecilerinin sanata meraklı, estetik zevki gelişmiş, kadın haklarına duyarlı ve hayvan dostu kişiler olduğunu gösteriyor. Özetle; ister tek başınıza, ister arkadaşlarınızla gelin fark etmez, burada keyifli ve lezzetli takılabilirsiniz. Fiyatlar da gayet makul. (Ihlamurdere Caddesi, 110, 0212 327 83 72) Cake House: Aslında çok zor koordinatlara sahip. Bulması da keşfetmesi de zor. Teşvikiye’nin aşağısı, Ihlamur’la Akaretler’in arası. Yani bizzat kalkıp gelinecek bir yer. Geçerken uğradım, diyebilmeniz için evinizin üst sokakta falan olması ya da bir müdavimin stalker’ı olmanız gerek. Buna rağmen tıklım tıklım. Mekanın sahipleri belli ki, gezgin ve bir toplayıcı. Bunun için gözlerinizi kafenin içinde şöyle bir dolaştırmanız yeterli. Çünkü hemen her köşede dünyanın farklı kültürlerine ait ikinci el veya değil eşya ve objeler var. Her biri farklı tasarımda masaların, mobilyaların, beşi benzemez çatal-bıçakların olduğu Cake House’un en sevdiğim yanı ise, bir esnaf lokantası mantığına sahip olması. Yani yemeklerinizi görerek seçebiliyorsunuz, dahası “yarım porsiyon” söylemeye müsait tabakları var. Mesela üç çeşit yarım porsiyon söylerseniz, üç bölmeli bir porselen tabakta geliyor yemeğiniz. Modern, estetik tabildot yapmışlar yani. Benim gibi çeşit sevenler için ideal bir çözüm. Bu sayede herkes yiyeceği kadar söyleyebiliyor, yemekler de çöpe gitmemiş oluyor. Lezzete gelince, bu kadar zevkli tasarlanmış bir yerin yemek lezzetinin kötü olması elbette mümkün değil. Türkali Mah. Nüzhetiye Cad. No:66A 34357 Beşiktaş / İstanbul Tel : 0212 327 28 00Ferda Kafe: Güzel, keyifli, modern. Tostlar güzel, salatalar sağlıklı ve lezzetli. Turta ve pastaları güzel, yanına söylenecek kahveleri de.Ihlamurdere Caddesi, Kemal Türel Sokak, No 5/C, 05398815039 Coffe CoÖzenli dekorasyon, güzel tatlılar, lezzeti her daim dillendirilen dondurması, sunumu keyifli sıcak çikolatası ve elbette kahveleri ile dikkat çeken bir mekan Coffe Co. Özellikle de kahve sevenler için.(Ihlamurdere Caddesi, No 70, Beşiktaş, 0212 327 27 78)
“Hocaların Hocası” Halil İnalcık adına açılan Twitter hesabı, 100 yıllık çınarın kitaplarından alıntılar ve düşünceler paylaşarak ufkumuzu genişletecek...Bazı şahsiyetleri anlatmak için sadece unvanlarını kullanmak yetmez.Halil İnalcık gibi.Zira dünyada milyonlarca tarihçi ve profesör varken onun adının başına "profesör ve tarihçi" kelimelerini eklesek ne olur, eklemesek ne! Bence, öğrencilerinden biri İlber Ortaylı gibi olağanüstü bir tarihçi ve entelektüel iken "hocaların hocası" tabirini kullanmak da onu tanımlamak için yetersiz kalır.Biyografisini yazalım desek, ne bu köşenin alanı yeter, ne de sayfa.Özetle; o, dünya tarihinin en büyük tarihçilerinden, bilim insanlarından, entelektüellerindendir. Tane tane söylemek gerekirse "Dünya birinci liginin en büyük yıldızlardındır."Dahidir. Müthiş bir hafıza ile analiz gücüdür ve 100 yaşında bile durmayan bir çalışma azmi ve tutkunun bedene gelmiş halidir.Halil İnalcık bugüne kadar 70’ten fazla kitap yazdı...Ve tarihçi olmasına rağmen asla geçmişe takılıp kalmayan "zamanın ruhunu kavrayan" yenilikçi bir zihindir.Nitekim bu hafta, 1 Mayıs'ta twitter'da adına hesap açılması twitter kullanıcılarını hiç şaşırtmadı. Çünkü Halil İnalcık dostlarının daha önce facebook'tan açtığı hesaptan bilindiği üzere, Hoca sosyal medyaya karşı hiç ilgisiz değildi.Hatta zaman zaman kendisine tarihle ilgili atılan tweet'ler okunduğunda kötü ve yanlış bilgi içerenlere çok kızdığı, zeki espriler içerenlere de kahkahalarla güldüğünü, "Bunlar Nasrettin Noca'nın torunları" diye bilgece bir yorum yaptığını da biliyoruz.Yine de hiçbirimiz onun bi'fiil bilgisayar başına geçip tweet atmasını beklemedik. Ama içten içe, onun adının ve bilgisinin twiter aleminde de yaşamasını istedik. Bir resmi hesabının olmamasını ve bunun sahte hesapların önüne geçmemesinin eksikliğini duyduk. Ama en çok da varlığını hissetmek istedik.Neyse ki, İnalcık dostları onun adına hesap açarak (@inalcikhoca) bu eksiği kapattı, nitekim bir hafta bile dolmadan hocanın takipçi sayısı 32 bini geçti. Hocanın kitaplarından alıntıların ve düşüncelerinin paylaşılacağı bu hesap, elbette polemikçi bir yaklaşım içermeyecek. Tıpkı hocanın çizgisi gibi.Özetle Halil Hoca hepimize bir kez daha büyük bir ders vererek, "bugünün" önemini ve kıymetini anlatmış oldu. Tıpkı "Tarihçilerin Kutbu, Halil İnalcık Kitabı"nın yazarı Emine Çaykara'nın biyografisinde dediği gibi: "Halil İnalcık, hep bugünde yaşar. Çocuk ruhu vardır, anı yaşar."İnalcık Hoca'nın tweet'lerinden bazıları:- İyi tarihçi olmak için üç Batı dilini, Arapça, Farsça, Osmanlıca'yı ileri seviyede bilmek gerekir. Yoksa Avrupalı tarihçilerle boy ölçüşemez.- Zaman ve mekân içinde toplumun hayatına tarih denir. Bunun için bir tarihçi sosyoloji, ekonomi, kültür, coğrafya, her şeyi bilmeli.
İKSV İstanbul Tiyatro Festivali yarın başlıyor. Dünyaca ünlü toplulukların oyunlarını da izleyebileceğimiz festivalde yerli oyunlar da göz dolduruyor.Türkiye gündemi siyasete kilitlendiğinden, köşedeki manavla bile elmanın kilosunu değil de Başkanlık sistemini konuştuğumuzdan beri, kültür-sanat hayatımız da kısırlaştıştıkça kısırlaştı. Tabii bunda adı konmayan ekonomik krizin ve terörün etkisi de büyük.Şirketlerin sanata ayırdıkları bütçe küçülürken insanların iş çıkışı bir filme gitme hevesi iyice azaldı. Ama bu bizi fakirleştiriyor. Sadece bilgi birikimi anlamında söylemiyorum bunu, ruhsal olarak da küçüldükçe küçülüyoruz. Umutlarımız, hayallerimiz, tutkularımız hatta saplantılarımız bile küçülüyor.Neyse ki İKSV var ve o festivallerden ve sanata yatırım yapmaktan vazgeçmiyor.Yarın başlayacak olan 20. İstanbul Tiyatro Festivali’ni bu nedenle can çekişen ruhuma/ ruhumuza bir ilaç gibi görüyorum.28 Mayıs’a kadar sürecek olan festival, yarın gece (malasef bir iş gezisideyimL) Şahika Tekand’ın yönettiği Samuel Becket’in ünlü oyunu “Godot’yu Beklerken” ile başlıyor. Bir ay boyunca 25 farklı mekanda 90’ya yakın gösterimin yer alacağı festivalde ayrıca söyleşiler, gösteriler, sempozyum ve sergiler de gerçekleşecek.Bu haftaya gelirsek, festivalde şu oyunlar var, bence kaçırmayın.GODOT’YU BEKLERKEN3-4 Mayıs, 20.30 (Uniq Hall, Uniq İstanbul) Yönetmenliğini Şahika Tekand’ın yaptığı ve Studio Oyuncuları’nın sahneleyeceği Samuel Beckett’in önemli tiyatro metinlerinden biri olan Godot’yu Beklerken oyununun kadrosunda Onur Berk Arslanoğlu, Cem Bender, Sedat Kalkavan, Nilgün Kurtar,Mehmet Okuroğlu ve Yiğit Özşener yer alıyor. “Godot’yu Beklerken” artık herkesin bildiği ve günlük hayatta da bir deyim olarak kullandığı üzerine beklemek, umut etmek, umutsuzluk, varolma arzusu üzerine klasikleşmiş bir yapıt.HİZMETLİLER4- 5 Mayıs, 20.30, Tatbikat Sahnesi Yönetmenliğini Elvin Beşikçioğlu’nun yaptığı Jean Genet’nin “Hizmetçiler” adlı eserinden yeniden kurgulanarak sahnelenen Hizmetliler, yaşamları sadece hizmet etmek üzere kurulu, başkalarının memnuniyeti kadar bir yaşam hakkına sahip, iki hizmetçinin bir hanımefendi kimliği içinden süzülüp, yaşamın kıyısında, varlıktan hiçliğe, hiçlikten varlığa dönüştükleri, yitip giden bir “öteki” hikâyesi. Genel Sanat Yönetmenliği’ni Erdal Beşikçioğlu’nun yaptığı oyunun yönetmenliğini ise Elvin Beşikçioğlu ve Binnaz Dorkip birlikte üstleniyor.O/ HAKKARİ’DE BİR MEVSİM5- 6 Mayıs, 20.30, Talimhane Tiyatrosu Ferit Edgü’nün “O/ Hakkari’de Bir Mevsim” isimli eserenin tiyatro uyarlamasının sahneleneceğini görmek inanın beni çok mutlu etti. Köşe yazılarımda da değindiğim üzere son bir-iki aydır sürekli Ferit Edgü okuyordum. Bu nedenle bu oyun sanırım bana evrenin bir hediyesiJ Üstelik bu oyun, İstanbul Tiyatro Festivalin’in adeta bir meyvesi. Çünkü bu oyun, Festivalin “Yeni Dalga” başlığı altında, 2013 yılında Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu (GSÜTT) bünyesinde yetişip sahneye çıkan genç tiyatrocular tarafından kurulan Sarı Sandalye ekibi tarafından sahneleniyor. (İşte bir festival ne işe yarar, bunun pek çok güzel sonuçlarından birini daha görüyoruz.) Oyun, kendini bir gün ülkenin doğusunda, bir dağ başında, Hakkâri’nin Pirkanis köyünde bulan O’nun düş ile gerçek arasında yol alırken bir yandan orada varolma savaşını anlatıyor. Erhan Çene, Yiğit Tuna ve Çağdaş Ekin Şişman’ın sahneye uyarladığı oyunun yönetmenliğini Yiğit Tuna ve Çağdaş Ekin Şişman üstleniyor.MERHAMETLİLER6 Mayıs, 20.00/ 7- 8 Mayıs Pazar, 18.00, Uniq Hall, Uniq Istanbul Festivalin dünya çapındaki oyunlarından “Merhametsizler.” Oyun, dünya tiyatrosuna getirdiği yenilikçi yaklaşımla tanınan Guy Cassiers yönetiminde, Avrupa’nın önemli tiyatro topluluklarından Toneelhuis ve Toneelgroep Amsterdam’ın ortak prodüksiyonuyla tarafından sahneleniyor. Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı’nın katkıları sahnelenen oyunun 7 Mayıs günkü gösteriminden sonra yönetmen Guy Cassiers ile bir söyleşi de gerçekleşecek. Dramaturg Erwin Jans tarafından Jonathan Littell’in aynı adlı kitabından tiyatroya uyarlanan Merhametliler, II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan soykırımı dönemin Almanyasının, sadece canavarlar ve sapkınlarla değil, aynı zamanda Nazizmin etrafında toplu bir deliliğe doğru ilerleyen sıradan insanlarla dolu olduğunu anlatıyor.GİZLİ YÜZ 6 Mayıs Cuma, 20.30, 7 Mayıs Cumartesi 15.00 ve 20.30, 8 Mayıs Pazar 15.00, Moda Sahnesi Orhan Pamuk’un aynı adlı film senaryosundan Mesut Arslan tarafından tiyatroya uyarlanan Gizli Yüz (Secret Face), kimlik üzerine kurulmuş, günümüzde geçen bir peri masalı. Oyun, genç bir fotoğrafçıyla hoş, esrarengiz bir kadının farklı şehirlerde düş ve gerçeğin sınırında dolanmasını anlatıyor. Erki De Vries’in yaratıcı ışık koreografisi, Mesut Arslan’ın güçlü uyarlaması ve yönetmenliğiyle birleşerek oyunda izleyiciye farklı bir deneyim sunulacak.ASLAN ASKER ŞVAYK7- 8 Mayıs Pazar, 20.30, Yunus Emre Kültür Merkezi Müşfik Kenter Sahnesi Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenen ve yönetmenliğini Yunus Emre Bozdoğan’ın üstlendiği Aslan Asker Şvayk, I. Dünya Savaşı’nı tetikleyen Saraybosna suikastı haberinin gelişiyle başlayan ve sonrasında iyi kalpli ve saf savaş gönüllüsü Şvayk’ı ve ordudaki maceralarını anlatıyor. Jaroslav Hašek’in kaleme aldığı Aslan Asker Şvayk, hikâyeyi mizahi bir dille ele alıp, savaş çığırtkanlığını, militarizmi, insanlık tarihinin en acımasız savaşlarını, tüm anlamsızlıkları ve gülünçlükleriyle yerden yere vuran bir kara komedi olarak dikkat çekiyor.BÜYÜKANNEM BİR TAŞ7- 9 Mayıs Pazartesi, 20.30 / 8 Mayıs Pazar, 18.00, Salon 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nin “Oyun Salonu” projesi kapsamındaki Büyükannem Bir Taş, yeni bir oluş biçimi olarak güvenmeyi, kendini açmayı öneren ve bu toprakların misafiri olduğumuzu unutmamamızı dileyen bir dans performansı.Ayrıntılı bilgi için: tiyatro.iksv.orgFestivali sosyal medyada takip etmek için:facebook.com/istanbultiyatrofestivalitwitter.com/tiyatrofestinstagram.com/istanbultiyatrofestivali/#isttiyatrofest16#iyikitiyatrovar