Ya da 1 Mayıs marşı nasıl bestelendi? Müzik yazarı Murat Meriç’in “100 Şarkıda Memleket Tarihi” kitabı bu ve benzeri pek çok ilginç soruya yanıt buluyor.Murat Meriç çok saygı duyduğum bir DJ ve yazar.Türkçe müzik alanında muazzam bir birikimi, koleksiyonu ve çalışmaları var. Müzikle ilgili Google’da bulamayacağınız bir şey mi takıldı aklınıza, Murat’a sorun birkaç dakika içinde size geri dönecektir, emin olabilirsiniz. Onu alanında bu denli birikimli ve söz sahibi kılansa şüphesiz ki işine duyduğu tutku ve titizlikle bezediği meslek ahlakı. Yoksa bir insan her hafta ülkenin farklı şehirlerine niye DJ’lik yapmaya gitsin? Üstelik onun müzik bilgisi sadece “kulakla” sınırlı değildir. Şarkıların, sanatçıların, grupların hikayelerini araştırır sevgili Murat ve bunları yazılarında ya da kitaplarında Türkiye tarihi ve sosyolojisi içinde değerlendirir. Yani onun yaptığı kimi zaman bir şarkıdan ya da melodiden Türkiye’ye bakmaktır.Yeni yayımlanan “100 Şarkıda Memleket Tarihi” kitabı da bunlardan. Hemen belirteyim büyük bir keyifle okunuyor. Bazen “Aaa! Evet böyle bir şarkı vardı değil mi” diyorsunuz bazen de hiç bilmediğiniz bir bilgi ya da şarkıyla karşılaşıyorsunuz. Yani bu kitabı okurkan sık sık youtube’a başvurabilirsiniz.Ama okurda müzik açlığı yaratacak bu bölümlerden önce kitabın hemen başındaki iki vurucu bölümden bahsetmek isterim.ENTARİSİ ALA BENZİYOR NASIL MİLLİ MARŞ OLDU?İlki, “Enterasi Ala Benziyor” türküsünün Osmanlı’da I. Dünya Savaşı sırasında milli marş olarak söylendiğine dair. Şaka şapmıyorum ve aynen kitaptan alıntılıyorum: “Milli marş eksikliği, Cumhuriyet öncesinde kimi sıkıntılara yol açtı. Padişahların her birinin kendine mahsus marşı vardı, resmi törenlerde bunlar çalınıyordu. Geçiş döneminde, hangisinin çalınacağı bilinmediği için törenlere katılanların başına enteresan şeyler gelmişti. Bir futbol takımımızın bayrağı göndere ‘Hamsi Koydum Tavaya’ ile çektirdiğini, Kaiser Wilhelm Kanal’ın açılışına katılan donanma bandosunun marş yerine bir çocuk şarkısı çaldığını, I. Dünya Savaşı bitiminde bir grup askerin Deutschland Über Alles’e tekbirlerle karşılık verdiğini tarih yazar. Hikayelerden birini, Ethem Ruhi Üngör’ün ‘Türk Marşları’ kitabından aktarayım.‘Reşadiye harp gemimizin kızaktan indirilişi töreninde bulunmak üzere İngiltere’ye davet edilen Türk heyeti, törenin son dakikalarında birdenbire güç bir durumla karşılaşmıştı. Nutuklardan sonra geminin burnunda şampanya şişesi patlatılmadan İngiliz denizcileri kendi milli marşlarını okuyunca bizimkiler mukabele etmeye mecbur kalmışlardı. Söyleyecek bir marş olmadığı için önce birbirlerine baktılar, sonra müstakbel çarkçıbaşı durumun önemini hissederek; -Arkadaşlar, Entarisi Ala Benziyor’u biliyor musunuz? - Biliyoruz.- O halde hep beraber: Entarisi ala benziyor/ Sultan Reşat bana benziyor.”TÜRKÇE EZAN PLAĞIMurat Meriç’in kitabındaki bir diğer ilginç bilgi de Türkçe ezanla ilgili: “Ezan, 1932-1950 yılları arasında Türkçe okundu. (…) Ezanın Türkçeleştirilmesine yönelik çalışmalar daha önceden başlamıştı. O dönem İstanbul’da iş yapan büyük şirketlerden Colombia, 1929-30 yıllarında, Hafız Sadettin’e bir dizi dini plak yaptırdı. Esselat (Salât), Ezan-ı Muhammedi ve Isra-A’li İmran sureleri, ehlinin ağzından plağa kaydedildi. Plaklar arasında Türkçe Ezan da vardı. Bu plak, ezanın yaygınlaştırılması için kullanılan plaklardandı.” “Peki kimmiş bu Hafız Sadettin” diye sorarsanız söyleyeyim soyadı Kaynak’mış!HER ŞARKI BİR SÖZ, BİR DURUŞ İşte, Murat Meriç’in “100 Soruda Memleket tarihi” kitabı buna benzer birçok anektodla dolu. Müşerref Akay’ın hapishanelerde mahkumlara dinlettirilen şarkısı “Türkiyem”inin arka planı ya da Prenses Süreya’nın sürgüne gönderilmesi üzerine Zeki Müren’in söylediği “Süreya” şarkısının etkileri gibi.Veya Ahmet Kaya’nın dillerden düşmeyen şarkıları, Duman Grubu’nun bir kehanette bulunur gibi bestelediği “Eyvallah”ı, Grup Yorum’un “Uyan Berkinim”i… Ama isterseniz yazıyı günün anlam ve önemine uygun olarak “1 Mayıs” marşının hikayesi ile kapatalım: “1 Mayıs, Sarper Özsan’ın 1974’te yazdığı bir marş. İlk kez, 1977 yılında yayımlanan bir Timur Selçuk plağında karşımıza çıktı. Öncesinde Ankara Sanat Tiyatrosu sahnesinde söylendi: Bertolt Brecht’in Marksim Gorki’den uyarladığı Ana adlı oyunu için yazılmıştı. Rusya’da ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak bilinen 1905 kutlamasının mevzu edildiği sahnede kullanılmıştı.” Ama mar o kadar seviliyor ki, hızla sahnelerden meydanlara yayılıyor. Önce 1976/ 1 Mayıs’ında ardından da 1977/ 1 Mayıs’ında söyleniyor. Yani sahnedeki “Kanlı 1 Mayıs” için bestelenen marş, tiyatro oyununu doğrular gibi “İstanbul Kanlı 1 Mayıs”ına da tanıklık ediyor.
Sadece kelimelerle değil boşluklarla da yazan bir yazardır Ferit Edgü. Tıpkı yavaş, dingin konuşan bir bilge gibi sustuğu anlarda da anlatmaya devam eden. Hatta belki susarken daha çok şey söyleyen.Belki uzun ve karamsar bir kış mevsimini geride bırakmanın rahatlığıyla olsa gerek, şu sıralar onun kitaplarıyla doldu dünyam. Baharın şerefine arka odamızı şereflendiren bülbül seslerine hep onun cümleleri siniyor. Cümleleri sustuğunda ya da bir satır ara verdiğinde yahut yeni bir paragraf açtığında ben de susuyorum. Eğer uzun bir sessizlik olursa, bülbüllerin sesiyle kendime gelip okumaya devam ediyorum. Ve itiraf etmeliyim ki; çok mutluyum.Önce “Kimse”yle başladım bu bahar okumalarına. “Kimse” Ferit Edgü‘nün ilk romanı. 1978’de yayımlanmış. Yazarın ünlü romanı “Hakkari’de Bir Mevsim” gibi bu roman da Edgü‘nün 1964’te er-öğretmen olarak gittiği Hakkari’nin Pirkanis köyünde geçiyor.Ama “Bir köy romanı“ diyemeyiz “Kimse” için. “Değil de” diyemeyiz! Çünkü Hakkari’nin en yüksek noktasındaki 13 haneli, 114 nüfuslu bu köyünde geçen roman, bize Doğu’ya, köy hayatına, geleneklerine, kültürüne, ekonomisine, imkan ve imkansızlıklarına dair her şeyi bir çırpıda söylüyor. Diğer yandan entelektüel birinindinmeyen huzursuzluğunun ve yalnızlığının hikayesini de anlatıyor. Dahası tüm bunların ötesinde insan düşünce ve duygularının, iç seslerinin toplamından çok daha fazla olduğunu da. Bahsettiğim gibi mekan Hakkari’nin küçücük bir köyü. Kahramanımız dağın en yüksek noktasındaki bu küçük köydeki kerpiçten bir evde, pilleri bittiği için susan radyosuyla karanlıkta, gazyağından bozma sobasında tezek yakarak ısınmaya çalışmakta ve zaman geçirmeye gayret etmektedir. İşte bu sesler ve sessizlik diyarında kahramamız, içine kapandığı kendisiyle uzun bir sohbete başlar. Okurların “Birinci Ses” ve “İkinci Ses” olarak okuduğu bu seslere arada parantez içindeki açıklamalarla biri daha katılır. Ancak bu katılan kişi yazarın kendisi midir yoksa üçüncü bir ses mi bunu anlayamayız. Tıpkı Birinci ve İkinci Ses gibi... “Kimse”yi daha önce okumamıştım. Roman, beni kelimenin tam anlamıyla alt-üst etti. Zihnim sürekli Edgü‘nün dünyasında. Büyük, yalın ve derin bir dünya bu. Şu an ise elimde Sel Yayıncılık’tan çıkan ve toplu öykülerini içeren “Leş“ var. 9 öykü kitabındaki 181 öykünün yer aldığı kitaba ise hemen “Doğu Öyküleri”nden başladım. Çünkü bu öyküler de yazarın Hakkari deneyimi üzerinden yükseliyor. Ben de Edgü“nün “Kimse”de sustuğu, boş bıraktığı satırları doldurmaya çalışıyorum ya da öyle sanıyorum.
Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmemAma kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalıCemal SüreyaKızarmış ekmek, zeytin –ama muhakkak üzerine altın rengi sızma zeytinyağı gezdirilmiş olacak- beyaz peynir –tercihen ezine-, varsa eski kaşar hatta Gönen kelle peyniri, kayısı kıvamında haşlanmış yumurta, domates, salatalık, biber ve illaki tavşan kanı demlenmiş, ince belli cam bardakta servis edilen çay…Bir güne bundan daha güzel başlanabilir mi?Bu yüzden yurtdışına gittiğimde eksikliğini hissettiğim şey bu olur; Türk kahvaltısı ve çay. Kabul ediyorum; İtalyanlar’ın nefis ve keyifli, Fransızlar’ın sofistike, Çinliler’in de başdöndürücü bir mutfağı var.Ama bizim gibi kahvaltı kimsede yok.Hatırlar mısınız, Ferzan Özpetek de “Hamam” filminde de Doğu-Batı kültürleri ayrımını işlerken kahvaltıyı bir metafor olarak kullanmıştı. Batı’nın sabahları hızla içilen kahvesine karşı Doğu’nun ehli keyf kahvaltısını koymuş, seyirci de film sonrası soluğu ilk sucuklu yumurta yapan mekanda almıştı.Ancak…İş hayatı, artan trafik, modern hayatın yoğun ve hızlı temposu bizi bu güzel cennetimizden alıkoyuyor. “Beş dakka daha” diye diye ertelediğimiz alarmlar bir türlü kahvaltı için çalmıyor ve kahvaltıya dair tüm hayaller haftasonuna bırakılıyor. Her gibi bunu da bu “iki güncüğe” sığdırmaya çalışıyoruz. Hem güzel bir kahvaltı yapalım, hem dostları görelim hem de dışarı çıkalım istiyoruz. Bu yüzden de dışarıda kahvaltı yapmak Türkiye kent hayatının yeni alışkanlıklarından biri oldu.Peki nerede kahvaltı yapalım?Son yıllarda Cihangir’in çok öne çıkması ve “herkesin gittiği”, pahalı bir yer haline gelmesiyle Moda’nın yıldızı yükselmeye başladı. Hele hele kahvaltıcılarıyla.Üstelik Moda’nın diğer semtlerle kıyaslandığında ışıl ışıl bir deniz manzarası, Kalamış’a dek uzanan harika bir yürüyüş ve bisiklet parkuru var. Bir de tabi mütevazı ve demokratik bir kültürü. Hal böyle olunca son yıllarda burada birbiri ardına küçük küçük dükkanlar, mekanlar açılır oldu. Kahvaltı mekanları ise başdöndürücü mönülere ve atmosfere sahip. İşte bunlardan bazıları:1) BEŞ BÖLGENİN KAHVALTISI (Naga Putrika) Naga Putrika Hintçe, “Dağın kızı” demek. Mekanın en önemli özelliği tüm ürünlerini üreticisinden, köylüden alması. Ürünlerin ağırlıklı Antakya’nın Vakıflı Köyü ve Çanakkale’nin Nusraltı Köyü’nden getirlidiği mekanda elbette İzmir tulumu İzmir’den, kaşar peyniri de Kars’tan geliyor. Kestane balı Artvin’den Çam balı da Karadağ’dan… Ve liste böyle uzayıp gidiyor.Hal böyle olunca da mevsimine göre yiyip mevsimine göre içiyorsunuz. Bu da yenilen her şeyi hem daha lezzetli hem de sağlıklı kılıyor.Naga Putrika’nın bir diğer güzel şeyi ise mönüsü. Köyceğiz, Çiçekdağı, Söğütçük, Velika (Boşnakça Büyük demek) ve Hewsel isimlerini taşıyan beş mönü çıkıyor karşınıza. Her biri isimlerinden de anlayacağınız üzere Türkiye’nin beş farklı lezzet bölgesinin tatlarından oluşuyor. Mesela Hewsel’de kavurmalı yumurta varken, Velika’da Boşnak böreği…Ama Naga Putrika’nın lezzet sınırları hiç katı değil. İsterseniz bölgeleri birbiriyle harmanlayabiliyorsunuz ki, ben her defasında Köyceğiz ile Hewsel’i birleştiriyorum. İnanın İzmir ve Diyarbakır lezzetlerinin birleşiminden bir başka Türkiye tadı çıkıyor.(Caferağa mah. Moda cad. 161/a Kadıköy/İstanbulTarif: Tarihi Moda İskelesi’ne inen yokuşun hemen başında, solda. Tel: 0216- 337 99 62)2) BİRİ VAN KAHVALTISI MI DEDİ? (Moda Van Kahvaltıcısı)İşte başlı başına bir kahvaltı uzmanı. Hiç uzatmayın ve ortaya serpme kahvaltı söyleyin. Ama en az iki kişilik bu kahvaltı. Tek başınaysanız Van Kahvaltı tabağı daha iyi olur. Şimdiden söyleyeyim en az dört çeşit peynir yiyeceksiniz. Hem kaymağın üzerine bal sürecek hem de ekmeğinizi tahin pekmeze banacaksınız. Kavut, Murtuğa, Jaji gibi yöresel lezzetler ise işin “tanrım sana geliyorum” kısmı. Tabii artık sucuklu yumurta mı istersiniz, menemen mi orası kalmış…(Caferağa, Moda Cd. No:163, 34710 Kadıköy/İstanbulTelefon:(0216) 418 3887)3) KAHVALTI MÖNÜNÜ KENDİN HAZIRLA(Dodo) Dondurmacı Ali Usta’nın önünden aşağı doğru yürüyün ve sonra sağa kıvrılın. Birazdan sağınızda küçük küçük kafeler belirecek. Meşhur Kırıntı da burada. İsterseniz buraya da çökebilirsiniz veya pek sevilen Dodo’ya da gidebilirsiniz.Dodo aslında çok ama çok eski bir mekan. 2001’de adını Dodo olarak değiştiren ve 35 yıllık bir maziye sahip Pub Rally’ydi eskiden burası.Dodo’nun kahvaltısının en güzel yanı ise yiyeceğiniz kahvaltılıkları seçebiliyor olmanız. Mönüden seçtiklerinizi –buna peynir, zeytin bile dahil- işaretliyorsunuz ve seçtikleriniz yanında bir termos çayla geliyor. Böylece yenmeyen yiyecekler çöpe atılmamış oluyor.(Caferağa Mahallesi, Moda Caddesi, Ferit Tek Sokak, No 23/B, Kadıköy, İstanbul)4) BİR MODA KLASİĞİ (Moda Teras) Harika bir deniz manzarası ve yılların Moda Teras’ı. Güzel müzikler, nezih bir ortam. Bir kahvaltıdan ne ararsanız var. Haftasonları mönü daha da büyütülüyor. Daha doğrusu cumartesileri açık büfe kahvaltısı, pazarları da brunch veriliyor. Ama ben en çok hafta arası, kalabalıklaşmadan, kitabım ve bilgisayarımla gitmeyi çok seviyorum. Önce güzel bir kahvaltı, ardından okuyup-yazma…(Caferağa Mahallesi, Moda Caddesi, Ferit Tek Sokak, No 23/B, Kadıköy, İstanbul5) EKŞİ MAYA EKMEĞİN ADRESİ (Naan Bakeshop Adres) Ekmek sever misiniz? Ben çok severim. Mesela yurtdışından en çok ekmek getiririm. Malum Avrupa ekmek konusunda çok gelişmiş. Çeşit çeşit ekmekler insanın aklını alıyor. Ne yazık ki, eskiden köylerde ekşi maya ve tam tahıllı un kullanılırken bugün fırınlarımız tuz oranı yüksek beyaz ekmekte ısrar ediyor. Kepek ve çavdar ekmeğinin raflarda yerini alışı bile o kadar yeni ki.Naan Bakeshop Adres, işte bu eksiği fark etmiş mekanlardan. Çünkü burada ekşi mayadan ekmek yapılıyor. Yani burası bir çeşit fırın. Ama aynı zamanda çok da güzel serpme kahvaltısı var. Tavsiye ederim, çünkü her şeyden önce nefis kokuların arasında yemek yiyorsunuzbNaan Bakeshop adres: Caferağa Mh., Moda Cd No:113 34200 Kadıköy/İstanbul6) NEFİS ÇAY VE MANZARA Moda denince akla gelen, en güzel yeri en sona bıraktım; Moda çaybahçelerini. İster köyedeki simitçiden simit ve Kadıköy pazarından eski kaşarınızı gelin ister Moda’nın birbirinden güzel pastanelerinden (Pasifik, Elif ya da Komşufırın gibi) poğaçanızı, böreğinizi… Hatta isterseniz evden güzel sandviçler yapıp çantanıza atın. Hatta minik bir piknik sepeti bile hazırlabilirsiniz… Çünkü buraya dışarıdan yemek getirmek serbest. Çay ise harika, kahveler bol köpükle. Manzara ise şahane.
Hatırlarsanız Sex&City’nin güzel kadın kahramanları son filmde Dubai’ye tatile gidiyordu. Yedi yıldızlı otellerin önünde jeeplerden inip insanı pelteye çeviren masajlar yaptırıyor lüks ve ihtişamın tadını çıkarıyorlardı. İşte, geçen hafta Care’nin aşk acısını bile azaltan lüksün bu kalesindeydim. Dünyanın en yüksek binasına da çıktım, en büyük AVM’sinde de dolandım. Ama en güzeli çölde geçirdiğim anlardı.Lüksün ve yapay olanın şehri diyebiliriz Dubai için. Paranın satın alabileceği ve yaratabileceği her şeyi burada görmek mümkün. En lüks markalar, en pahalı içkiler, altın varaklı musluklar, James Bond filmlerinde görücüye çıkan otomobiller, acayip restoranlar, siyah menekşeler, yıldız üstüne yıldız çıkan oteller, dans eden fıskiyeli havuzlar… Kısaca lüks denince aklınıza gelen ve gelmeyen her şey…Tüm bu gösteriş ve lüksün bir çölde olması ise şaka gibi. Yani uçsuz bucaksız kum tepelerinden başka hiçbir şeyin olmadığı bir coğrafyada… Bu nedenle de her şey yapay. Hava bile. Çölün ortasındasınız ama sürekli üşüyorsunuz. Çünkü her yer klimalı. Metro ve otobüs durakları bile klimalı cam fanusların içinde… Yolcu görmek ise bir mucize…Doğal olan tek şey; çöl, sıcak, incecik kum ve deniz… Gerçi bana kalırsa Dubai’ye gitmek için en büyük neden de bunlar. Ama dediğim gibi bu benim zevkim ve belirtmeliyim ki, çoğu kez sıkıcı bulunan biriyimdir.Atlasglobal’in Sharjah’a seferlerinin başlaması üzerine buradayız. Sharjah, Dubai’ye 26 km uzaklıktaki üçüncü büyük Arap Emirliği. Dubai nasıl gelirini turizmden ve dünya sermayesi ticaretinden kazanan liberal bir emirlikse Sharjah da tam tersi. Burada şeriat var. Bu da 26 km’lik görünmeyen ama hissedilen bir duvar demek. Bir tarafta kadınların şortlarla dolaştığı, içkilerin içildiği diğer tarafta turistlerin bile kılığına kıyafetine dikkat ettiği.Bir süredir yurtdışı uçuşlara başlayan Atlasglobal’in Sharjah’ı seçmesinin nedeni ise basit; bazı durumlarda Dubai’ye Dubai’den bile daha yakın olması. Çünkü bu çöl şehirlerinde hiçbir yer birbirine yakın değil. Örneğin çoğu kez iki mekan arasında bir saat yol gitmek durumunda kaldık. Tıpkı Las Vegas gibi dümdüz uzayıp giden şehirler bunlar. Üstelik binalar öyle büyük ki alt tarafı sadece dört otel sonrasındaki bir yere gitmek bile yarım saat sürüyor. Bu yüzden Dubai’nin Sharjah tarafında kalan bir bölgesindeyseniz, Dubai havalimanı yerine Sharjah’ı tercih etmeniz daha mantıklı.ÖNCE ÇÖLE GİDİNPeki ne yapılır Dubai’de? Dediğim gibi bana kalırsa önce çöle gidilir. Hele hele Bertolucci’nin “Çölde Çay” adıyla sinemaya uyarladığı Paul Bowles’un “Esirgeyen Gökyüzü” romanını okumuş ve vurulmuşsanız. (Teoman’ın “İki Yabancı” şarkısında bu filmden bahsettiğini de yeri gelmişken söylemek isterim. Hani “İki yabancı/ Birlikte ama yalnız/ İki yabancıyız/ Hani o güneşin batışı/ Bizi tanrıya inandırışı” sözlerini içeren…) Veya boşluğa, uzağa bakmayı, dinginliği dinlemeyi seviyorsanız ve “hiçlik” felsefesi üzerine düşünmüşseniz, muhakkak gidin.Biz gittik ve bir Dubai klasiği olan “Çölde Safari” yaptık. Ben de bu sayede yıllardır görmek istediğim, hep romanlarda okuyup, filmlerden izlediğim çölü görme fırsatı buldum. Hayal ettiğim gibi miydi? Evet, hem de rüyalarıma girecek kadar. Ayaklarım hala çölün ipeksi kumlarını arıyor. İstanbul’a getirmek için kalın bir kumaşa sardığım ama minicik gözeneklerden bile süzülen incecik çöl kumlarını… Söylemeliyim ki, hiçbir sahilde ayaklarım böyle bir kırmızı ve ipeksi kumlara değmedi. Bu yüzden artık Mecnun’un Leyla’yı yani aşkını, aşkı neden çöllerde aradığını çok iyi biliyorum.KUMA SAPLANAN JEEPLERTam da bu yüzden çölde yol almak çok zor. Yola çıkmadan önce bu yüzden jeeplerin lastikleri indiriliyor. Buna rağmen birçok defa kuma saplandık. Araçlar birbirini çeke çeke ilerledi ve böyle böyle güneşi çölde batırdık. Kızıl kumlara günbatımı kızılının da vurduğu anlara bu sayede tanıklık ettik. Sanki şarkının dediği gibi “tanrıya daha bir yaklaşmıştık.”Ama… Benim aksime sakinliği değil de eğlenceyi, hareketi seviyorsanız inanın Dubai tam bir cennet. Öncelikle turkuvaz renkte bir denize ve beyaz kumsallara sahip. Su sıcaklığı ise mevsime, günün saatine göre değişiyor. Soğuk olmayan sudan ılığa, ılıktan sıcağa doğru giden bir ısı bu…Bu denizin tek kötü yanıysa yüzerken ne tarafa bakarsanız bakın bir kule, bir inşaat görüyor olmanız. Ah, nerde bizim Antalya’nın Beydağları ya da Ege’nin o güzel yeşil koyları.HER YER AVM HER YER MARKADenize girmenin dışında gündüzleri Dubai’de mi yaparsınız. Elbette alışveriş. Her yer AVM, her yer marka! Zaten dünyanın en büyük AVM’si Dubai Mall da burada. Ya da dünyanın en yüksek binası olan Burj Khalifa (828 m).Bu kuleye çıkıp Dubai’ye şöyle bir tepeden de bakabilirsiniz. Hemen söyleyeyim çıkış 100 dolar. Yaklaşık bir dakika süren ve basınçtan kulaklarınızın tıkanabildiği bir asansör yolculuğundan sonra hayal kırıklığına da uğrayabilir, hatta “Eee! Hani çok yüksekti” diyebilirsiniz. Bunun sebebi alçakta olmanız değil, tam aksine etraftaki diğer binaların da çok yüksek olması ve bunun da yüksekliği normalleştirmesi.YEME İÇME, GECE HAYATIİşte bu tamamen sizin kim olduğunuza, ne yemek ve nasıl eğlenmek istediğinize bağlı… Mesela biz öyle bir yere gittik ki, sanki çölde değil de bir Akdeniz kasabasındaydık. Sahil kenarındaki mavi-beyaz pötikare masa örtülerinin serildiği tahta masa ve sandalyeler bizi bir anda Akdeniz’e ışınladı. Yemek kalitesi, müzikler hatta esen meltem… Her şey Akdenizliydi. Dedim ya, Dubai yapaylık konusunda tam bir uzman. Çölde Akdeniz havasını bile yapmış!ŞOV, ŞOV, ŞOVBarlar, gece kulüpleri ise kıyamet gibi. Seçin beğenin. Üstelik öyle restoranlar var ki, yemek yerken şov izliyorsunuz. Biz kırmızı ışık ve sise boğulmuş bir restorana gittik. O kadar kırmızı, o kadar sisti ki, içeri girdiğimde “sanırım bir gece kulübüne geldik” dediğimi anımsıyorum. Dahası bizi tuhaf maskeler takmış, üstü çıplak, ellerinde ne olduğunu anlayamadığım objeler taşıyan erkekler ya da kostümlü kadınlar karşılıyordu. Biraz sonra ise tüm bunların anlamı ortaya çıktı, yemek yerken onların ilginç şovlarını izleyecektik. Böylece biz yemek yerken kimi büyük bir helelopun içinde dönüp durdu, kimi tahterevallide zıpladı… Ve elbette en büyük alkışı siyah file çoraplı esmer bir güzelin dansı aldı.Özetle Dubai’ye gidecek olanlara şunu diyebilirim; burası tam iklimi gibi. Nasıl gündüzleri çok sıcak geceleri soğuksa, hayatı da öyle… Ya çöle gider uçsuz bucaksız boşlukta kalp atışlarınızı dinleyerek “hiçlik” üzerine düşünür ya da tüketim toplumunun zevkleriyle haşır neşir olursunuz.Eve dönünce çölden getirdiğim bir avuç kumdan kalanı küçük bir kadehe koydum. Bu kadarcık kaldı çünkü o kadar ince ki çöl kumu süzülüp gitmiş kat kat sardığım kumaştan. Sonra yanına Dubai sahilinde yürürken bulduğum küçük midye kabuğunu yerleştirdim. Eh çöle giderken yanımıza aldığımız puşileri de hatıra diye masama koyunca tekrar gitme, uçma isteği duydum. Dubai’ye Sharjah’a üzerinden gidecekler için Atlasglobal sefer saatleri:- İstanbul-Sharjah, Pazartesi, Çarşamba, Cuma, Pazar: 10.20 (kalkış)-15.25 (varış)- Sharjah- İstanbul, Pazartesi, Çarşamba, Cuma, Pazar: 16.30 (kalkış)- 20.20 (varış)- İstanbul-Sharjah, Salı, Çarşamba, Perşembe, Ctesi: 22.20 (kalkış)- 3.45 (varış)- Sharjah- İstanbul, Çarşamba, Cuma, Pazar: 04.40 (kalkış)-08.30 (varış)
John Snow öldü mü yoksa bir Akgezen olarak geri mi dönecek? Yönetmen David Nutter John Snow için “ölüden bile daha ölü” derken neyi kastetti? Daenerys Targaryen gücünü ve hareketini geri kazanacak mı? Ejderhaları ona destek olacak mı? Brandon Stark’ın kehanetleri ve mistik güçlerinin anlamı ne? Arya geri dönecek mi ya da Cersei elleriyle yarattığı İnanç’ı ve din adamlarını durdurabilecek mi? Şu an sadece biz değil tüm dünya bu sorularla meşgul. Diziyi ya merak ediyor, ya internetten izliyor, ya da dizi saatini bekliyor veya çoktan izledi ve yorum yapıyor. Öyle ya da böyle nihayet “Game of Thrones” geri döndü ve şunu artık çok iyi biliyoruz ki, “Winter is coming.” Zira “That Oyunları” birçok iktidar oyununu yani aşk, kadın-erkek, aile, akraba, siyaset, sınıfsal mücadele, din ilişkilerine şekil veren iktidar oyunlarını içerse de asıl mücadele ölüler ve canlılar arasında geçmekte. Gerçi biz izleyiciler şu ana kadar diğer iktidar kavgalarına odaklandık, onlara tanık olduk. Ve her bir iktidar oyunu da tahtın etrafında dolandı. Ama ölüler, bize bir şekilde varlıklarını hissettirip yaşanan onca şiddetten ötürü zaten diken diken olmuş tüylerimizi şöyle bir ters-bir yüz tarayıp durdular. Üstelik artık duvarın çok sağlam olmadığını, Akgezenler saldırana kadar hiçbir kralın ya da kraliçenin aklını başına toplamayacağını, birlik olmak yerine birbirini kemirip duracağını anlamış durumdayız. Aslında bu duruma çok şaşırmanın anlamı yok.Gerçek hayatta da durum böyle değil midir? İş, siyaset, aşk gibi birçok alanda mücadele vermekten kaçınmamıza rağmen en büyük tehlikeyi gözardı etmemiz gibi. Sırf ölümle yüzleşmekten kaçındığımız için sağlık sorunlarımızı, tedavilerimizi ya da hayatımızı tehdit eden ezici tehlikelerle mücadeleyi erteleyip durmamız başka nasıl açıklanır? Neyse, işin felsefesini bir kenara bırakalım ve tüm dünyayı fara tutulmuş bir tavşana çeviren dizinin hikayesine gelelim. “Game of Thrones” dizisi bildiğiniz üzere bir edebiyat uyarlaması. Adını George R.R. Martin’in epik serisi “Buz ve Ateşin Şarkısı”nın ilk kitabından alır.Her şeyin sırrı iki görüntü? George R. R. Martin ise, 1970’lerden beri bilim kurgu, fantezi ve korku eserlerine imza atan bir yazar. “Game of Thrones”a kadar tutkulu ama sınırlı sayıdaki hayran kitlesiyle roman ve öyküler yazarken bir yandan da TV senaristi olarak çalışıyordu. Mesela “Alacakaranlık Kuşağı”, “Beauty and the Beast” ve “The Outer Limits” gibi dizilerin birçok bölümünü o yazmıştır. Eserleri Los Angeles Times tarafından “karmaşık hikâyeler, etkileyici karakterler ve muhteşem diyaloglar”, New York Times tarafından ise “yetişkinler için fantezi” olarak tanımlanıyordu. “Game of Thrones”un ilham kaynağı olan “Buz ve Ateşin Şarkısı”na dönüşecek fikir ise Martin’e hiç beklemediği bir anda, bir yandan Hollywood projeleriyle uğraşıp diğer yandan da “Avalon”?isimli bir bilimkurgu romanı yazarken geldi. İster inanın ister inanmayın ama binlerce karakter ve onlarca haritaya ilham kaynağı olan Westeros ve ötesini, yazarın aklına düşürense sadece iki basit görüntü. Görüntülerden ilkinde bir çocuk, bir adamın kafasının kesilmesine tanık oluyor, bir diğerinde ise karda küçük kurt?yavruları bulunuyordur. O kadar. “Buz ve Ateşin Şarkısı”nın çıkış noktası bu kadar basit olsa da yazılışı öyle birden olmuyor. Yazarının yazmaya başlayıp sonra da bitirdiği bir roman değil bu.Aksine Martin kitabı bir yazıyor, bir bırakıyor, sonra yeniden yazıyor ve 1994 yılında yazdığının 1400 sayfaya varan bir roman olduğunu görüyor. Üstelik bu romanın kendini bitirmeye hiç ama hiç niyeti de yoktur. Roman devam etmek, akıp gitmek istemektedir. Bunun üzerine Martin, romanı bir seriye dönüştürmeye karar verir ve 1996 yılında serinin ilk kitabı “Taht Oyunları”nı yayımlatır. Tutkulu bir okur kitlesine sahip olan Martin’in yeni kitabı çok sevilir. Öyle ki, ikinci kitabın (Kralların Çarpışması, 1999) çıkması merakla beklenir ve bunu sonrasında diğer bölümler izler: “Kılıçların Fırtınası/ 2000”, “Kargaların Ziyafeti/ 2005.” Ancak Martin’in yazma hızı yavaşlayıp “Ejderhaların Dansı” 2011’e kalınca dizinin yapımcısı HBO ve hayranları oldukça endişelenir. Zira Martin son iki bölüm için sadece iki bilgi verir. O da sadece bölümlerin ismidir: “Kış Rüzgarları” ve “Bahar Rüyası.” Galiba bu kez kış gerçekten geliyor…Ajandam • Modern caz ve hip-hop’ı harmanlayan Amerikalı vokalist Jose James, 27 Nisan’da Salon İKSV’de. Jose James’in özelliği modern caz melodileri ile hafif bir soul ve hip-hop tınılarını birleştiren bir formül yaratması. Bu da ona uluslararası müzik alanında hatırı sayılır bir yer sağladı. Caz klasiklerini güncel olarak yorumlayan James’in konseri saat 21.30’da.• New Yorklu sanatçı Meredith Monk, 28 Nisan’da Zorlu PSM’de. Besteci, ses sanatçısı, yönetmen, yapımcı, koreograf gibi birçok sanat alanında ürün veren çok kimlikli bir sanatçı Monk, şu ana kadar 15 albüm yaptı. 4 filmi yazıp yönetti. 2 senfoni ve bir opera besteledi. 2015’te de bizzat ABD Başkanı Obama tarafından verilen National Medal of Arts’ı aldı. Sanatçıyı 21.00’de izleyebilirsiniz.• Emel Kurhan’ın ‘Yeni Bir Dünya’ adlı sergisi, 22 Mayıs’a kadar UNIQ Istanbul’daki UNIQ Gallery’de görülebilir. Yeni Bir Dünya; insanların türlü istismar, bencillik ve çıkarcılıklarının neticesinde, dünyaya layık olmadıklarını ele alan bir sergi. (Maslak / Ayazağa Caddesi No:4, Her 20 dakikada bir İTÜ Ayazağa Metro çıkışı, Windowist karşısından ring servisi bulunmakta.)• İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile TEGV’in kurumsal ortaklığı ile Palet Kültür ve Sanat Eğitim Derneği’nin düzenlediği Uluslararası İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali’nin bu yıl ki, konsepti “Uyandırma Servisi: Günaydın.” Bu yıl dördüncüsü gerçekleşen Bienal, farklı coğrafyaların ve kültürlerin çocuk gözü ve estetiği ile ifade edilmesini sağlıyor. Avusturya, ABD, Almanya, Danimarka, Fransa, İtalya, İsveç Hollanda, KKTC ve Suriye gibi ülkelerden de katılımın olduğu bienalde, çocuk ve gençlerin performansları ve sanatsal üretimleri; Antrepo 1, Mustafa Kemal Kültür Merkezi (MKM) Beşiktaş Çağdaş Sanat Galerisi, Ortaköy Meydanı, Galatasaray Meydanı, Sarıyer Limanı ve Şehir Hatları Vapurları’nda izleyiciyle 23 Mayıs’a kadar buluşacak.
Hayatlarını masabaşı işlerden kazanıyorlar. Ama bir bakmışsınız Barcelona maratonunda koşuyorlar bir bakmışsınız Viyana. Biraz kulak kabarttığımızda anlıyoruz ki, koşmayı sadece bedensel bir aktivite olarak da görmüyorlar. “Bu bir meditasyon ve bir yaşama biçimi” diyorlar. Kulaklıklarını takıp koşmaya başladıklarında tüm sorunların her adımda geride kaldığını, bir süre sonra sadece nefes alıp verişlerini dinlediklerini sonrasında ise adeta uçmaya başladıklarını söylüyorlar. Koşmaya başladıktan sonra yaşam biçimlerinin değiştiğini, hafiflediklerini ama en önemlisi çok daha disiplinli olduklarını da. Mesela planlar yapıp ertelemekten kurtulduklarını, fikirlerini hızla hayata geçirebildiklerini belirtiyorlar. Yani düşünce ve beden koordinasyonunu daha iyi sağladıklarını…KOŞMASAYDI MURAKAMİ OLAMAZDIBu anlamda dünyanın en ünlü koşucusu hiç şüphe yok ki “Yaban Koyununun İzinde”, “Sahilde Kafka”, “1Q84” romanlarının dahi yazarı Murakami. Ünlü yazar için koşmak o kadar önemli ki, “Koşmasaydım Yazamazdım” diye bir de kitap bile yazdı. Koşmak onun için düzenli bir idman, kilo kontrolüne gösterilen özen ve maraton hazırlığı demek. Tıpkı yazmak gibi. Zira profesyonel bir yazar da hemen her gün bunları yapar. Masasının başına oturur, daha sonra silecek olsa da yazar, tıpkı bir sporcu gibi idman yapar. Yazılıp silinen her cümle romanda yer alacak bir cümlenin idmanıdır çünkü. Bu noktada Stephen King’in ünlü sözünü anımsatmak isterim. Şöyle der King; “Amatörler ilham bekler, biz profesyonellerse çalışırız.”Murakami ise “Koşmak benim için etkin bir egzersiz, aynı zamanda etkin bir metafordur” diyor ve devam ediyor: “Ben koşarken ya da bir yarıştan diğerine giderken ulaşmayı hedeflediğim ölçütün çıtasını azar azar yükselttim, bu hedefleri başarmak yoluyla da kendimi yukarılara taşıdım. Dünkü kendimi biraz olsun geçebilmek; önemli olan işte bu. Uzun mesafe koşularında geçmem gereken bir rakip varsa bu geçmişteki kendimden başka kimse olamaz çünkü.”ZUCKERBERG BU YIL 587 KM KOŞACAKKoşmaya gönül vermiş beyniyle varlık gösteren bir diğer ünlü ise Facebook’un CEO’su Mark Zuckerberg. 2016’yı facebook sayfasından “koşma yılı” ilan eden dahi CEO, bu yıl 365 mil (587 km) koşmayı amaçladığını söyledi. Geçen yılı “Kitapların Yılı” ilan eden Zuckerberg ayrıca facebook kullanıcılarını da bilgisayarlarının başından kalkıp koşmaya, sokağa çıkmaya, doğaya açılmaya davet etti. Hatta bu amaçla bir de facebook sayfası açtı ve burada koşanların deneyimlerini paylaşmasını istedi. Dünyayı saran bu koşma tutkusu elbette Türkiye için de geçerli.Mesela NikeWomen Victory Tour, kadınlara özel İstanbul’da 5-10 km’lik bir koşu organize ediyor. 5 Haziran’da gerçekleşecek olan ve Bostancı sahilde gerçekleşecek koşuya katılmak isteyenler nike.com/istanbul sayfasını takip edebilirler. Haftasonları sahil kenarlarında, yürüyüş-koşu parkurlarında, ormanlarda tutkuyla koşanların sayısı hiç az değil. Hemen ilk fırsatta kendini spor ayakkabılarını ayağına geçirip koşan beyazyakalılar sanki henüz birbirlerini bulamamış bir kulübün üyeleri gibi.CAN YILMAZ’IN MARATONLARIBu kişilerden biri yazar, senarist, oyuncu Can Yılmaz. 17-18 yaşlarındayken arkadaşlarıyla Belgrad ormanına giderek başlayan Can Yılmaz koşmayla olan ilişkisini şöyle anlatıyor: * Koşmaya 17-18 yaşlarında arkadaşlarımla birlikte ormana giderek başladık, Belgrad ormanı fidanken oralarda koşardık. Evden anneannemin evine koşar, biraz dinlenir ikramları iştahla yer, sonra geri dönerdik, bu koşu yaklaşık 15 km gibi bir tur oluyordu. Sonrasında geleneksel olarak spor salonlarında vakit geçirip, vücudumuzu kaslandırmaya çalıştığımız bir dönemimiz oldu fakat bunun için biraz sabır gerekiyordu vazgeçtik, sonrasında dönem dönem koşu yaptım ve spor salonunda koştum, nihayet 2012’de yarışlara katılmaya karar verdim, şu ana kadar da bir çok yarı maraton ve 4 maraton bitirdim, 2 maratonu 28 ve 26 km’lerde bırakmak zorunda kaldım.* Koşmak kolay ama niye koştuğunuza bağlı olarak zor, keyif için bir kaç kilometre koşmak hem sağlıklı hem kolay ama eğer bir yarış içinde belli bir zaman ve km içinde koşacaksanız onun için zor diyebilirim. Yarışın kendisi kolay geçsin istiyorsan çok antrenman yapıyorsun ki bu yarışın kendisinden daha zor olabiliyor.BEL, OMURGA ÖNEMLİ* Koşmanın hayatımda bir yer kapladığı muhakkak, ancak bunu bir yarış haline de getirmiyorum, şu yaştan sonra katılabileceğim yarışlar artık sınıra geliyor, 42 km artık biraz zorluyor mesela, 17 yaşından beri maraton koşanları bu kategori dışında elbette, onlar daha ileri yaşlarda 3-3,5 saat gibi maraton koşuyorlar. Koşmak için bacaklarınızın yanında tüm vücudun sağlıklı olması lazım, bel, omurga çok önemli, buradaki kasları sağlam tutmak lazım, bunun için özellikle 21 k yarı maraton ve 42 k maraton yarışlarından evvel yaklaşık 12 haftalık bir yeme-içme ve kendine iyi bakma dönemi oluyor, bu zamanlarda dikkat etmeye çalışıyorum, ama çoğu koşucu gibi yetersiz antrenman yetersiz beslenme en büyük derdimiz.* Yurt içinde birçok 10 k,15 k, 21 k yarı maraton ve 42 k Avrasya maratonunu koştum, yurt dışında Paris maratonu, Amsterdam maratonu nu bitirdim, Barcelona maratonunu 28 km'de, Helsinki maratonunu 26 km de ve 2014 Avrasya maratonunu 32 km de bırakmak zorunda kaldım. Dubai ve Roma maratonuna kayıt yaptırdım gidemedim. Hayalim Berlin maratonu, her sene kayıt yaptırıyorum, kurada çıkmıyor.30 BİN KİŞİ İLE KOŞMANIN KEYFİ* Koşmak en önemlisi şunu değiştirdi, senin gibi yaşayan, hobisi olan, senin gibi beslenen, antrenman yapan binlerce insan olduğunu fark ediyorsun, özellikle yurt dışında 30 bin kişinin koştuğu bir yarışta orada olup, aynı heyecanı yaşamak, yarışı bitirmesen bile başlayıp kilometreleri aynı heyecanla bitirmek müthiş, şunu da belirteyim, koşmak hayatta bir şeyler başarabilmenin en kolay yolu, çünkü koşmak yetiyor.• Koşmak isteyenlere tavsiyem erken yaşta başlamaları, koşmanın zararlı olduğu konusunda onlarca fikir havada uçuşuyor ama, bana göre koşmak hem keyifli hem de vücudunu tanımanın en iyi yolu. Evden çıkıp kolayca yapılabilecek bir spor ve sanılanın aksine çok büyük para harcamak gerekmiyor, bazen bir şort ve ayakkabı yeter. Sağlık durumlarını gözden geçirmek şartı ile herkese kısa da olsa yarışlara katılmalarını tavsiye ederim, derece hiç önemli değil mutlaka geride bırakacakları birileri olacaktır ve bu mutluluk harika bir duygu.KOŞAMAZ SANIYORDU MARATON BİTİRDİVatan Gazetesi Haftasonu Ekleri’nde, InStyle ve All Magazin dergilerinde yöneticilik yapmış olan gazeteci Pınar Çelikel ise yetişkinlik döneminde koşmaya başlayanlardan. Spor salonlarında yapılan spordan sıkıldığı ve bunun anlamsız bulduğu için koşmaya başlayan Çelikel koşmayı meditasyon olarak tanımlıyor:• Spor salonunda yapılan sporlar bana göre değil. Çok sıkılıyorum mekik çekerken, yürüyüş bandında yürürken. Toplu derslerde de ritmi yakalayacağım diye strese giriyorum. Rahatlayacağıma daha çok geriliyorum. Allah’tan Kadıköy’de oturan azınlıktanım. Bizim buralarda bahar gelince Fenerbahçe- Bostancı arası yürüyüşleri başlar. Ya da bisiklete binilir. Ben de her yaz yürüyenlere katılırım. Ama koşamam. Daha doğrusu koşamam sanıyordum. Geçen yaz sonuydu sanırım ufak ufak denemelere başladım. Önce beş dakika sonra on dakika. Ardından kilometer tutmaya başladım. Hiçbir şey düşünmeden sadece nefesini dinliyor olmak çok hoşuma gitti. Bir çeşit meditasyon gibiydi. Baktım ki yapabiliyorum nasıl doğru nefes alırım, nasıl doğru adım atarım diye internetten araştırmaya başladım.BEŞ DAKİKAYLA BAŞLADIM • Koşmaya başlayalı uzun zaman olmadı on aydır düzenli koşuyorum. Önceleri sabahları evimin yanındaki parkta koşuyordum. Sadece üç kilometre. Sonra üç ay önce işi bırakıp freelance çalımaya başlayınca koşuyu günlük rutinlerimden biri haline getirdim. Haftanın üç ya da dört günü sabah saatlerinde Fenerbahçe-Bostancı arasında 10 K antreman yapıyorum. Yaklaşık bir saat sürüyor. Katıldığım ilk koşu organizasyonu geçen yıl ekim ayında Kapadokya’daki North Face Ultra Trail’di. Çok acemiydim ve ilk kez doğada koşuyordum. 12 K koşunca ben bile şaşırdım. O akşam her yerim ağrıyınca antremanları daha ciddiye almaya başladım zaten. Ocak ayında Kars’taki Kış Oyunları’nda Her sabah 8.30’da sahildeyim. katılmaya karar verdik. Olur mu olmaz mı derken iş ciddiye bindi. Geçen hafta 21 K yarı maraton koştum hayatımda ilk kez. Çok değişik bir tecrübeydi. Atmosferin insanı nasıl gaza getirdiğine şahit oldum. Çok yorulursam bırakırım diyordum başlarken ama bittiğinde bir o kadar daha koşacak enerjim vardı.• Free-lance hayata alışmaya çalıştığım bir dönemde koşu öncelikle hayatımı düzenledi. Evdeyim diye tembellik yapamıyorum. Her sabah 8.30’da sahildeyim. Sonrasında güne başlıyorum. Kilo kontrolü bakımından da son derece yardımcı olduğunu düşünüyorum. Yediklerime çok dikkat etmesem de kilom aynı kalıyor. Ben her zaman gözü kara ve biraz da inatçı biriydim. Bana, “yapabilir misin acaba?” dediğin anda acayip gaza gelirim. Arkadaşlarıma göre ise en büyük katkısı sakinleştirmesi. Her yere yetişmeye çalışan ve bunun için kendimi parçalayan biriyken sanki şimdi hiçbir şeye acelem yok. Sabah yeterince koştuğum için hayatta koşmaya çalışmıyorum. Her anın tadını çıkartıyorum.
İtalyanlar’ın çok sevdiğim bir deyimi var; “La bella figura” yani “güzel figür.” Güzel insan, güzel yemek, güzel müzik, güzel ev, güzel kitap, güzel resim... Deyimin felsefesi bu şekilde örneklenebilir, anlamı da kaliteli yaşam olarak özetlenebilir. Ama bu kalitenin “marka takıntısıyla” bir ilgisi olmadığının altını kalın bir çizgiyle çizmek isterim. Aksine “La bella figura”, marka takıntısı gibi görgüsüzlüğü, sadece pahalı olanın güzel olduğu sanısını nezaketle ayıplar. Yaşam sanatını Ne midir “La bella figura?” Mesela İstanbul vapurlarının klasik çay-simit keyfi bir “La bella figura”dır. Şık giyinmek, akşam eve çiçekle dönmektir. Yoksulluğun simgesi olan “soğan-ekmeğin” de bir nimet, bir besin olduğunu unutmayıp üzerine biraz kırmızı biber ekerek onu sıradanlıktan çıkarıp bir keyfe dönüştürmektir. Özetle; “La bella figura” hiç de kolay olmayan hayatı güzelleştirme kaygısıdır. Ve tam da bu yüzden sanattan, sanatın hayatımıza kattıklarından beslenir. Bu nedenle gazetevatan.com’da haftada dört gün olarak başladığım bu yazılarıma “yaşam sanatı” adını verdim. Zira yazar, tiyatro yönetmeni Özen Yula ile geçen gün sohbet ederken “La bella figura”yı Türkçeye bu şekilde uyarlayabileceğimizi düşündük. Uyarlamamızda iddialı değiliz, daha doğruları muhakkak vardır ama biz bu adı çok sevdik. Zira Uzakdoğu’nun “Savunma sanatı” kavramını da çağrıştırıyor bu uyarlama. Savunma sanatları nasıl bireyin fiziksel şiddete karşı kendini korumasını sağlıyorsa, “yaşam sanatı”nın içerdiği “güzellikler” de bizi hayatın her türlü zorluğuna karşı koruyor diye düşündük. Tiyatronun, sinemanın, edebiyatın, müziğin, güzel mekanların ya da tasarımın bizi kötülüğün, haksızlığın, çirkinliğin kol gezdiği bu hayata inat bizleri güzel kıldığını, güzele yönlendirdiğini… Özetle bu köşede “La bella figura” yapmaya çalışacağım. Umarım başarırım. Pazartesi günleri konumuz; İlk yazımı da köşemin adının bulunmasına büyük katkısı olan Özen Yula’nın “Ben O İstanbul’u Çok Sevdim” oyununa ayırmak istedim.KADINA ŞİDDET“Ben O İstanbul’u Çok Sevdim” kadına şiddetin nedenlerini kara komedi türüyle ele alan bir oyun. İstanbul Kızıltoprak’ta bir aparman dairesi ve bu dairede bir araya gelen üç kadın ve bir erkek. Evin sahibi muhasebeci Mine, kardeşi Ayhan. Komşularının kızı Fide ve annesi Nesrin ve duvarları kaplayan gelincik resimleri. Gelincik toprağında durduğu sürece dayanıklı bir çiçektir. Rüzgara direnir, tek yaprağını vermez. Ama belinden tutup kırdığınızda anında tüm yaprakları dağılır. İşte oyundaki üç kadın da öyle. Kederlerini neşeyle, kahkahayla kamufle etmeye çalışsalar da gizleyemeyen. Dalından koparılmış, belinden kırılmış ya da kırılmak üzereler. Ve ne kadar güzel makyaj yapıp en albenili kıyafetleri giyip şen kahkalar atsalar da daha bakar bakmaz yüzlerindeki bu kederi görüyorsunuz. Hani insan gülmekten kırılır ve sonra gözlerinden yaş gelmeye başlar ya, işte bu oyunda da öyle oluyor. Öyle gülüyor öyle gülüyorsunuz ki, ne zaman ağlamaya başlamışsınız fark edemiyorsunuz.Zeyno Eracar, Nurhayat Atasoy, Hüseyin Durak, İlkin Tüfekçi ve M. Sercan Yener’in göz dolduran oyunculuklarında yükseler oyunun kostüm tasarımını da tebrik etmek lazım. Uzun süre leopar ve fıstık yeşili kombnezonu unutabileceğimi sanmıyorum. Şahaneydi. Şayet, “Ben O İstanbul’u Çok Sevdim”i izlemek isterseniz İstanbul için biraz beklemeniz gerek. Çünkü oyun 13 Mayıs’ta Trabzon’da oynadıktan sonra İstanbul’da Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda 8 Haziran’da sahnelenecek. Bence şimdiden not alın, kaçırılmayacak bir oyun.AJANDAM • Bu hafta Nick Payne’in yazdığı ve Tamer Can Erkan’ın yönettiği “Parçacıklar” oyununu görmeyi planlıyorum. Tiyatrocu arkadaşlarım başta olmak üzere bu oyunla ilgili büyük övgüler duyuyorum. Damla Dönmez ve Deniz Karaoğlu’nun rol aldığı “Parçacıklar” Kuantum fizikçisi, bir partide tanışan bir kadın ve erkeğin ilişkilerini ve bu ilişki üzerinden kuantum fiziği, sicim kuramı, çoklu evrenler teorisini ele alan carpıcı bir konuya sahip. (19.04.2016, 20:30/ 20.04. 2016, 20:30/ 26. 04. 2016, 20:30 Tiyatro D22)* Dubstep'in yenilikçi ismi Joshua Steele, bilinen adıyla Flux Pavilion, Hayat Bu Kapağın Altında sponsorluğunda 22 Nisan Cuma hareketli bir gece için ilk defa Babylon'da sahne alıyor.* Yarın saat: 20.00’da Salon İKSV’de yazar Yavuz Ekinci ve oyuncu- yazar Ercan Kesal’ın "Felaket Günlerinde Edebiyat" başlıklı bu söyleşisi var. Edebiyat severlerin kaçırmamasını öneririm.
Aslında ben çaycıyım. Üç bardak tavşan kanı çay içmeden ne aklım çalışır ne ruhum. Fakat çay seven biri olarak bende bile kahvenin yeri bir başka. Sadece köpüğü bol bir Türk kahvesini kastetmiyorum. İyi demlenmiş bir espresso için biricik evimden çıkıp bir kafeye gitmeye inanın hiç üşenmem. Ya da çaydanlıkta moka yapmaya… Beklerim basınç, suyu yukarı çıkarsın, kahve fokurdasın, mutfağı kahve kokusu kaplasın…Ben de mest olayım. Bu yüzden Lavazza’dan arayıp “kahve eğitimimiz var, katılmak ister misiniz” dediklerinde hiç düşünmeden “evet” dedim ve bir saate yakın yol tepip, Beykoz tepelerindeki merkeze vardım. Ve barista Arif Efe’yi can kulağıyla dinledim. Arif Efe, dünyanın sayılı baristalarından. Barista için “kahve pişirici yani kahveci” dersek ayıp etmeyiz. İtalya'da eğitim almış ve şimdi Türkiye'de. Bir grup meraklıya yaşlaşık üç saatlik bir eğitim verdi; hem anlattı, hem kahve yaptı. Eh, hal böyle olunca ben de hem dinledim, hem içtim. Neler mi öğrendim? Öncelikle kahve paketlerinin üzerini okumayı. Şaka yapmıyorum. İşe buradan başlamak gerekiyormuş. Mesela paketlerin üzerinde yüzdeler halinde “arabica” ve “robusto” yazar ya, işte bunlar iki temel kahve türüymüş. Arabica daha az kafein içeren ama aromalı bir kahve türüyken, Robusto ise tam tersi yani bol kafeinli ve az aromalı. Hal böyle olunca da içenlerin hem keyif hem de kafeinin sağladığı enerjiyi alabilmesi için iki türü harmanlamak gerekiyormuş. Elbette bu oranlar her zevke ve damak tadına hitap edebilmesi için de değişip duruyor. İşte biz kahve içicilerini market raflarının önünde ne yapacağınını bilmez biçare şaşkınlara çeviren de bu. Bu çeşitlilikle ilgili elbette, aldığım üç saatlik eğitimle ahkam kesemem ama size şu küçük tavsiyede bulunabilirim: Şayet sert kahve seviyorsanız “robusto”, aromatik kahve seviyorsanız “arabica” oranı yüksek olan kahveleri tercih edebilirsiniz. Gelelim iyi bir espressonun sırrına. İyi bir espresso, her şeyden önce kesinlikle 90 derece olmalı. Ama biz Türkler’in espresso ile arasına giren mesafe de ne yazık ki bu. Çünkü bizler sıcak içecekleri gerçekten sıcak içen bir toplumuz. Çay ve sahlebin sıcaklığını bir düşünsenize… Bu yüzden 90 derece bize ılık gelebiliyor. Ama her şeyin olduğu gibi bunun da bir püf noktası var ki, bizler bunu bilmediğimizden "soğumuş" espresso içmek durumuda kalabiliyoruz. İşin sırrı ne mi? Fincanda. Evet, iyi bir espresso için kahve 90 derece, çekildiği fincan ise sıcak olmalı. Ama “hayır ben en iyisini içmek istiyorum” diyorsanız, o zaman da kahvenizin masaya gelmesini beklemek yerine kalkıp baristanın ayağına gitmeniz, kahve fincana çekilir çekilmez içmeniz gerek. İşte İtalya'da baristaların önündeki kahve kuyruklarının nedeni de bu! Kahvenin türlerine gelince. Americano için sulandırılmış espresso, diyebiliriz. Espressoyu yap, içine su kat olsun sana Americano. Genellikle filitre kahvenin alternatifi olarak görülüyor bu kahve ama inanın değil. Ne tadı, ne de yapılışı. Malum, filitre kahve, “french press” denilen küçük aletlerde yapılır. İsteğe bağlı miktarda kahve ve su konur. Kahve çökünce süzgeç aşağıya itilir. Espresso doppio'ya gelince... Duble denilen, iki kat espresso bu. Espresso restresso ise (ristretto olarak bilinir) en sert kahve. Normal espressodaki kahveye yarım su çekilerek yapılıyor, lungo da bunun tam tersi yani bu kez de normal espressoya daha fazla su çekiliyor. Elbette bir de sütlü kahveler var… Bir ölçek espressonun üzerine çok az süt köpüğü koyarsanız Macchiato, istediğiniz kadar süt köpüğü koyarsanız Capuccino, hem sıcak süt hem köpük koyarsanız latte yapmış olursunuz. Yani bu sıralama aynı zamanda sertten yumuşak içime doğrudur da. Bundan sonrası ise tamemin sizin keyfinize ve zevkinize kalmış.