Yalnızca 13 yıl yaşamış olan Zeynep Öykü Ertok’un kalp yetmezliğinden ölümü, benim için acı bir yenilgi oldu.Diyelim ki, hastasınız hem de ölümcül.Tedavinize gelince…Hem mümkün, hem değil.Hem çaresi var, hem yok.Hem çok kolay, hem imkansız.Çünkü sizin hastalığınızın ilacı bir insan ürünü değil. Bu ilaç büyük sermayeli ilaç firmalarının, büyük labaratuvarlarında üretilmiyor. Yani parayla pulla satın alabileceğiniz bir şey değil. Aksine zengin için de aynı mesafede, fakir için de.Bu ilaç hem insanlığın en aydınlık, hem de en karanlık yüzü.Bu öyle bir ilaç ki, insan türünün hem eşref-i mahlukat olduğunun ispatı, hem de günahkar!Bu hastalığın adı; organ yetmezliği. Tedavisi ise organ bağışı. Yani bir insanın göçüp giderken, “Benden sonra tufan” demeyip dünyaya bir miras bırakması. Yok olup gideceğini, toprak olacağını bildiği organlarını bencillik yapmayıp bir başkasının yaşaması için vermesi.Kısaca hayatın kutsallığını sadece yaşarken değil öldükten sonra da bilmesi.Ama işte insanlık boyunca hep zıt kutapların savaşı yaşanmış. Zira bu kadar “bedelsiz” bir hediyeye ırtını çeviren insan sayısı o kadar büyük ki.Bu yüzden sadece 13 yıl yaşamış olan Zeynep Öykü Ertok’un kalp yetmezliğinden ölümü, benim için insanlığın yüzyıllardır verdiği “iyi-kötü” arasındaki o büyük savaşın en acı yenilgilerinden biri oldu. Bu hayata, Türkiye’ye, kültürümüze dair umudumun kırıldığı o acımasız anlardan biri.Okutan telefonTablet ve akıllı telefonlar üzerinden yaptığımız okumalar her geçen gün artıyor ve eminim ki, telif hakları meselesi çözüldüğünde Türkçe e-kitap okuma alışkanlığı da hızla artacak.Ancak bazı tablet ve telefonların ekran yüzünün gözleri çok yorabiliyor ya da güneşte parlıyor. Sırf bu amaçla yeni ürünler bile tasarlanabiliyor. Burlardan biri de Yotaphone 2. Güneş ışığında parlamayan ve 180 derecelik görüş açısı sunan ikinci bir ekrana sahip bir telefon bu. Şarj süresi de buna göre tasarlanmış; 100 saate kadar okuma imkanı veriyor. Ayrıca bu telefonla okuduğunuz kitaptan beğendiğiniz cümleleri paylaşabiliyor, bilmediğiniz kelimelerin anlamına da hemen bakabiliyorsunuz ki, okuma alışkanlığının yaygınlaşması için bu çok önemli.
Üniversitedeyim. Harçlığı yol parasına ve kantinde bir çay-tosta yeten herhangi bir öğrenciyim. Tutkuyla okumak, okur olmak da isteyen...Lise edebiyat kitaplarındaki hikayelerden, seçme şiirlerinden bile medet umuyorum.Babamın kütüphanesindeki kitaplarsa çoktan hatmedilmiş hatta ikinci kez okunmuştu. Kütüphaneye gitsem, ne isteyeceğimi bilmiyorum. Günümüzdeki gibi kitap ekleri, edebiyat web siteleri hatta çok satan listeleri bile yok.Kitapçılar bir derya ben de yüzme bilmeyen maviye tutkun bir âşık.Bir adım atsam boğulacağım sanıyorum. Kitabevi çalışanlarıysa benden beter; birkaç yazar ve şair bellemişiz, dünyayı onların etrafında döndürüyoruz.En büyük derdimse şiir. Bir yerlerde dizeleriyle içimdeki dinmek bilmeyen fırtınayı, tüm fotoğraflara yansıyan hüznümü anlatan şairler olduğunu biliyorum. Ama isimleri nedir, hangi şiirleri yazmışlardır, hiçbir bilgim yok. Kitap bütçemse küçücük. Onu bir şiir kitabına harcayıp yanlış karar vermekten ödüm kopuyor.Derken çareyi buluyorum: antolojiler! Her şairin en güzel ve onu en iyi anlatan şiirlerinden oluşan seçki kitaplar.Bunun üzerine küçük bütçemi biraz daha çoğaltıp bir antoloji parası biriktiriyorum ve doğru Beyoğlu’na. Gözümün tuttuğu bir Türk Şiirleri Antolojisi’nde karar kılıyorum.Eve koşuşum, hızla yemek yiyişim, bir bardak çayla odama kapanışım ve sabah saatlerine kadar okuyup okuyup notlar alışım sanırım hayatımın en güzel anlarındandı. Sabah ezanı okunurken elimde tuttuğum kağıda bir hazine haritasına bakar gibi bakıyordum. Bu, şair ve şiirlerin isimlerinin maddeler halinde yeşil mürekkepli kalemle yazıldığı bir saman kağıdıydı.Artık yolumu bulmuştum, bir haritaya sahiptim. Bundan sonrası sabır ve çalışkanlığa kalmıştı.Ertesi gün bu listeyle aynı kitapçıya gittim ve kitaplarımın ne kadar tuttuğunu hesaplattım. Karşıma çıkan rakam benim küçük bütçelerimi kat kat aşıyordu. Ama ümitsizliğe kapılmadım çünkü bazı arkadaşlarım okul saatlerinin dışında promosyon elemanı olarak marketlerde çalışıyor ve harçlığımızın asla büyüyemeyeceği kadar para kazanıyorlardı. Ailemi ikna ederek ben de bu işlerden birine başvurdum. Üç-dört ay sonra hayalini kurduğum şiir kitaplarımın parasını biriktirmiştim. Hatta fazlasını...En yakın arkadaşımı bile çağırmamıştım kitapçıya giderken. Yalnız olmak istiyordum. Kitapçıdan elimde poşetlerle çıkınca da önce güzel bir yemek yemiştim. Ne de olsa hak etmiştim. Dahası bugün benim bayramımdı ve artık zengin bir öğrenciydim.Sonra kitaplarımı tek tek çıkarıp masanın üzerine koymuştum. Ne birinin kapağını açtım, ne de okudum. Hem de tek satır bile.O gün, o kafede sadece uzun uzun masamın üzerindeki zenginliği seyretmiştim, o kadar!
Sevgileri yarınlara bıraktınız/ çekingen, tutuk, saygılı./ Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.” başlar Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” şiiri. Modern insanın, yani “durup ince şeyleri anlamaya” vakti olmayanların yanılgılarını, kederlerini anlattığı... Yarın, denilen zamanın hep olacağının sanılmasını... Böyle böyle yarınların düne verilmesini:“Bitmeyen işler yüzünden/(Siz böyle olsun istemezdiniz)/ bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi/ kalbinizi dolduran duygular/ kalbinizde kaldı/ siz geniş zamanlar umuyordunuz/ çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.”Belki de sevmekten korktukları içindi bu telaşlı suskunluk. Sevip de yitirenlerin bulaşıcı korkusu. Bu yüzdendi belki de her gün telaşla oradan oraya koşturmak. Bir makine, çarkın paslanmaz çalışkan dişlisi gibi hiç durmadan ince, zarif duyguları bilinmez yarınlara ertelemek:“Yılların telaşlarda bu kadar çabuk/ geçeceği aklınıza gelmezdi./Gizli bahçenizde/ açan çiçekler vardı,/gecelerde ve yalnız./ Vermeye az buldunuz/ yahut vakit olmadı.”Ne zaman Behçet Necatigil’in bu şiirini okusam, ertelediğim hayallerim, sevgilerim gelir aklıma; bir türlü çıkamadığım semt yürüyüşlerim, annemi daha sık aramayışım gibi. Ama öğüt verir gibi değildir bu şiir ya da isyan bayrağı çektirmez. Büyük harflerle yazılan, gürül gürül okunan bir şiir de değildir. Adeta mırıldanır. Sanki bir akşam üzeri, tavana vuran güneş ışığının belleğimizde canlandırdığı anılarımızın anlattıkları gibidir. Aracısız, damıtılmış. Tam da bu yüzden zor ve derinlikli bir şiirdir. Kendini hemen açmaz, fakat kapısı da kilitli değildir. Sadece dikkat ve özen gerektirir. Belki bu yüzden de popüler değildir. Olmalı mı, o da tartışılır. Selim İleri ise onun için “Kırık İnceliklerin Şairi Behçet Necatigil” diyor. Henüz bir lise öğrencisiyken “zorla çırağı” olduğu, sık sık ziyaret ettiği Necatigil’in edebiyatını ilk şiirden son şiire kadar inceliyor bu kitabında ve böylece bu yıl doğumunun 100’üncü yılını kutlayacağımız şaire olan vefasını bir kez daha gösteriyor. Daha önce basılan ve yenilenen “Kırık İnceliklerin Şairi Behçet Necatigil” kitabı için kızı Ayşe Sarısayın ise şöyle diyor: “1999 yılında ilk okuduğumda çok etkilemişti bu kitap beni. Tekrar yayımlandığı içinse çok mutluyum. Çünkü anneme okuduğum son kitaptı bu. Gözleri kötülemişti. Ama bu kitabı baştan sona dinlemişti.”
Bir süredir #şiirsokakta. Sanki onları geleceğe ve okurlara taşıyan kitaplar bile şiirlere dar gelmiş gibi kendilerini sokağa atmışlar. O yüzden şairlerin dizelerine duvarlarda, kaldırım taşlarında hatta afişlerde rastlıyoruz. Hem de “artık şiir satmıyor” denilen ve bu yüzden şiir kitaplarının baskısının 500 adetle sınırlandığı bir dönemde. Kim bilir, belki de şairler bu satış grafiklerine hapsedilmeye dayanamadıkları için kitap kapaklarını birer kanat yapıp sokaklara fırladılar… Olamaz mı? Söz konusu yarı-kahin, birer ön bilici olan şairler olunca bence hepsi mümkün! Ama ille de katı gerçekçi, sosyolojik bir yanıt istiyorsanız eğer, ben bunu genç kuşak okurun Türkçe şiirin büyük şairlerini -en azından bazılarını- keşfi olarak görüyorum. İnternet ve bilginin demokratikleşmesi sayesinde oldu bu tanışma.Zira öbür türlü okurların kitapçıların arka raflarına dizilen ve baskısı 500 adetle sınırlı kaldığı için ancak tek tük konan kitaplara tesadüfen el atması ile mümkün olacaktı. Elbette bunda sosyal medyanın dizeler halinde yazıldığı için şiirin paylaşılmasına olanak veren yapısının da etkisi büyük.Tabii bu popüler paylaşımlar şiirin yapısına ne kadar uygun bu tartışılabilir, hatta tartışılmalı da. Zira günlerdir Gülten Atkın’ın “Ah kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya” dizesi o kadar sloganlaştırıldı ki, kimse şiirin bütününü okumaz ve tam da dizenin eleştirdiği şeyi yapar oldu.Ama buna rağmen şiirin sokağa çıkması ile pek çok şairimizi anar, ona sahip çıkar olduğumuz gerçeğini de atlamamalıyız. Zira bence “Hepimiz Turgut Uyar’ın dizeleriyiz” kadar güzel bir slogan bu ülke tarihinde atılmadı.Ne güzel ki, bu sürecin genç kuşakla tanıştırdığı şairlerden biri de Cemal Süreya oldu. Yani bugün 26’ıncı ölüm yıldönümü olan İkinci Yeni’nin “Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor/ Bütün kara parçalarında/ Afrika hariç değil” dizelerinin şairi… Cemal Süreya, genç kuşak tarafından o kadar sevildi ki, “Hayat kısa kuşlar uçuyor” dizesi sosyal medyanın en çok paylaşılan dizelerinden oldu ve belli ki olmaya da devam edecek. Bunda elbette, Cemal Süreya’nın şehir efsanelerine dönüşmeye müsait yaşamı da etkili oldu. Mesela düğmelerini “pırt” diye koparıp karşısındaki kadına “dik” diye vermesi, dikerse evleneceğini söylemesi dilden dile anlatılıp duruldu. Neden böyle yapardı, kimsenin net bir bilgisi yok. En mantıklı yorum, sanırım adındaki diğer “y”ye de veda etmesine neden olacak kadar iddiaya girmeyi sevmesiydi.Özetle; gençler, genç okurlar şairleri keşfediyor. Umarım yayıncılar da bunun farkına varır ve bu ilgiyi karşılayabilecek kitaplar yayımlarlar. Yoksa şairin de dediği gibi “Hayat kısa kuşlar uçuyor.”
Her ne kadar AVM’ler gündemimizden çıkmasa da, her şehrimizde birer ikişer boy gösterse de, indirimli - indirimsiz hafta sonları buralara gidilse de, sayıları tüm ülkede 400’ü geçse de ben size bugün bir müzeden bahsedeceğim.Tüm Türkiye’deki müze sayısı 385 iken, AVM sayısının 400 olması beni incitiyor. Hele hele bu sayının Almanya’da 6 bin 500, İngiltere’de 1850, her fırsatta yerden yere vurduğumuz, küçümsediğimiz, kültürsüz olduğunu iddia ettiğimiz ABD’de ise 17 bin 500 olması ağrıma gidiyor.Müzelerimizin çoğunun kalitesini, bu saydığım ve saymadığım dünya müzelerinin kaliteleri ile kıyaslamaya ise hiç yeltenmiyorum bile. Bu yüzden son yılların moda söylemi olan “İstanbul müthiş bir cazibe merkezi, çok dinamik. Oysa Avrupa kentleri öyle mi? Bitmiş, tükenmek üzere” duyduğumda “Hepimiz Lourve’un ziyaretçileriyiz” diye slogan atacağım! Ama biz ecdadımızı yılbaşı kutlamaları, tarihimizi de kurgusu ve fantazisi bol dizilerden öğrendiğimiz için müzeleri müzelik sanıyoruz! Sanatın, müzeciliğin önemini ve sevgisini tüm hücrelerinde hissedenler de var, ki bunlardan biri de Suna- İnan Kıraç Vakfı. Zira vakfın 10 yıl önce açtığı Pera Müzesi ve bana göre İstanbul’un en büyük kazanımlarından. Beyoğlu’na her çıktığında bu müzeye uğrayan, geçici sergilerin yanı sıra, kalıcı sergilerin gözbebeklerinden Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi’ni ziyaret edip sohbet eden bir İstanbullu olarak bunu söylemek benim için bir borçtur. Mimar Sinan Genim’in yorumlayarak yeniden hayata döndürdüğü bu güzel binada oturmak, katlarında dolaşmak, tabloların, çini eserlerin uzayda doldurduğu boşluğu ve yansıttığı gölgeleri izlemek hatta bu hislerle dolmuş bir halde kafesinde bir kahve içmek bana her zaman ilham vermiştir. Bu ilham şehrime, ülkeme ve yaşama dairdir. Bir mücevher kutusu gibi olan bu butik müze bana her defasında şunu hissettirmiştir: “Çoğunluğa, kitlesel olana değil farklı olana bak!”Bu yüzden geçen hafta müzenin kuruluşunun 10’uncu yılını kutlamak için verilen yemekte İnan Kıraç’ı dinlerken sözlerine bu düşüncelerim eşlik ediyordu. Bu nedenle onun bir gün bu dünyaya veda ettiğinde müzenin sadece vakfın değil biz ziyaretçilerinin de sorumluluğunda olduğu sözlerini dinlerken hem içim sızlıyor hem de orada bulunan ve bulunmayan daha birçok kişiyle tuhaf bir kader ortaklığı hissediyordum. Bu müze ve Suna-İnan Kıraç Vakfı’nın ülkeye katkıları üzerine söylenecek daha çok şey var. Ama bence, bunları benden okumak yerine yeni yılın bu ilk günlerinde bu müzeye gidin ve gözlerinizle görün, kafesinde bir de kahve için...
Patrik Süskind “Koku” romanında, eşi benzeri olmayan sosyopat bir katilin hikayesini anlatır. Ancak onu diğer insanlardan ayıransa sosyopat ve katil olması değildir. Zira dünya üzerinde milyonlarca sosyopat ve katil vardır. Ama Jean-Baptiste Grenouille’ün hiç kimsede görülmeyen, görülemeyecek bir koku alma yeteneğine ve hafızasına sahiptir.Formülü sır gibi saklanan sofistike bir parfümün bileşenlerini ve oranlarını çözmek için şöyle bir koklaması yeterlidir. Ya da yıllar önce kokusunu aldığı bir insanın öteki mahalleden geçtiğini fark etmesi için de hafif bir rüzgarın esmesi... Ve ne tuhaf ki, dışarından bakıldığında neredeyse görünmez kadar silik olan bu adamın kendi kokusu yoktur ve o çok iyi bir parfüm uzmanıdır.“Koku”yu ne zaman okudum, tam hatırlamıyorum. Çünkü birçok kez okudum. Daha da okuyacağım. Zira sadece romanın alegorik yapısının anlattığı değil aynı zamanda kokuların o gizemli, çekici, bazen hüzünlü, bazen fıkır fıkır dünyasının yaydığı o düşsel koku hala başımı döndürüyor.Bu yüzden kokularla ilişkimizi ele alan Vedat Ozan’ın “Kokular Kitabı”nı merakla okumuştum. Kokular dünyasına bilimsel ve bir o kadar da keyifli bir üslupla yaklaşan bir kitaptı bu. Kokunun hayatımızdaki yerini anlatıyordu ve yer bir gül gibi çok katmanlıydı. Buna rağmen kitap, “koku” dendiği an modern dünyada yaşayan bir kadının aklına hemen gelen parfümleri kapsamıyordu.“Kokular Kitabı II, Parfümler” tonlarca çiçeceğin, bitkinin, baharatın, esansının türlü türlü oranlarda bir araya gelmesiyle türeyen parfümlerin hikayesini mitolojiden kültürel tarihe, kimyadan ekonomi-politiğe, edebiyattan sinemaya kadar her alanda ele alıyor ve tatlı tatlı anlatıyor.Mesela bugün bir klasik olan Chanel 5’in hikayesini okurken aynı zamanda Nazi İşgali altındaki Paris’i, Coco Chanel’in SS sevgilisiyle ilişkisini, dönemin istihbarat sistemini, parfüm üretiminin ve ticaretinin temel meselelerini de öğreniyorsunuz. Ya da günümüz parfümlerinin neredeyse bir yemek masası gibi koktuğunu! “Bugünün parfümlerinde sıkça şeker, baharat, tropik meyveler, vanilyalar, çikolatalar gibi soframızda yer alan pek çok koku noktası kullanılıyor. 90’ların başından beri parfümörler, bize kokusal tatlı tabakları sunuyor. Bu kulvarın en çarpıcı örneği, Theierry Mugler’in ilk kadın parfümü, hayallere dayalı pazarlama dünyası için bile oldukça sıradışı bir parfüm olan Angel!” Veya Yves Saint Laurent’in ünlü parfümünün nasıl Opium yani afyon adını alışını ve şişesine Samurayların ilaç ve afyon tabletlerini koydukları “inro”nun ilham verişini...Ozan’ın kitabı hakkında, bıraksanız sabahlara kadar yazabilirim. İşin özü ise şu: Bu kitap parfümlerin adeta esansı olmuş. Yani Vedat Ozan parfümle ilgili tüm bilgileri toplayıp bir kazana koymuş, posasını atmış ve kalan o “damla”yı yani işin özünü en güzel, en çekici haliyle sunmuş. Bu yüzden “Kokular Kitabı II Parfümler”, hangi sayfasını açarsanız açın, ya da hangi cümleden başlarsanız başlayın baş döndüren bir çekiciliğe sahip, sizi hemen kendine çekiyor.
Bu silahla pek çok kapı açılır onlara ama açılan kapıların üstlerine kilitlenme riskleri de çok yüksektir. Onları arzulanır kılan aynı zamanda kısıtlayan hatta tutsaklaştıran olabilir. Mesela rahmetli Çetin Altan biz kadın gazeteciler için "kadın gazetecilerin ömrü göğüsleri sarktığında biter" derdi. Bundan kastı, kadınlara yönelik iş hayatında zihinsel bir kontenjanın olduğu ve bu kontenjana da -bir iki istisna hariç- güzel kadınların tercih edildiğiydi.Kadın bedeninin uluslararası düzlemde bir "meta" olarak algılandığını ve sunulduğunu dikkate alırsak, buna itiraz etmek pek de mümkün değil. Hem de kadın bedeninin sanata ilham veren estetik yapısına ve güzelliğin de iyiliği çağrıştırmasına rağmen! Ama ne yazık ki, iyiliğe yönelmek yerine güzele hükmetmek iktidar tutkunu dünyamızda daha çok tercih ediliyor.Bu yüzden de kadınları ağırlıklı olarak güzelliklerinin sergilendiği işlerde görmek son derece doğal kabul ediliyor.Ama dünya değişiyor. Kadınların 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan hak arama mücadeleleri artık meyvelerini veriyor. Her ne kadar ülkemizde, tersine rüzgarlar esse de, artık kadınları en sert sporlardan siyasete, sivil toplum kuruluşlarından genetik bilimine kadar her yerde görüyoruz. Onların iş hayatının her alanında varolma arzusu ve ısrarı da beraberinde sayısız değişimi getiriyor. Zira kadınlar, artık "Mad Man" dizisinde tane tane anlatıldığı gibi maço adamların dizayn ettiği bir dünyanın pasif tüketicileri değil aynı zamanda üreticileri de. Mesela Özgecan cinayetinden sonra bu cinayeti protesto etmek için ekranlara simsiyah reklamlar verebiliyor....Elbette bazıları bu değişimi görmek istemeyecek hatta reddedecektir. Zaten kimse değişimin ve uyumun herkesin harcı olduğunu söylemiyor. Pirelli gibi. Nitekim Pirelli'nin her yıl sonu yayımladığı takvim, nü'yü sadece "çıplak kadın" olarak algılayan erkeklerin merakla beklediği bir takvimdi. Ancak bu yıl Pirelli bir sürpriz yaptı ve meraklılarını ters köşe yatırdı. Çünkü takvimde bu kez, güzel ve çıplak değil aynı zamanda düşünen, değiştiren kadınlar vardı. Hem de en doğal haliyle. Gerçi soyunmak isteyen de soyunmuştu. Komedyen Amy Schumer gibi. Ama bunu bir erkeği etkilemek, baştan çıkarmak ya da onlar istediği için değil eğlenmek hatta kraliçe gönlünü eğlendirmek için yapmıştı.Özetle: Dünya dönüyor, takvimler değişiyor, kadınlar "hayır" diyor!
Ahmet Ümit’n yeni romanı “Elveda Güzel Vatanım”ın 250 bin adetlik ilk baskısının çıkar çıkmaz 240 bin satması pek çok kişi ve kurumu adeta şaşkına çevirdi. Kitabın bir hafta içinde 50 binlik ikinci baskısının yapılacak olması ve toplamda 700 bin civarı bir satış potansiyeli taşımasına ise, tüm verilere rağmen, inanamayan çok.Evet, Türkiye’de bir şeyler siyasi ve kültürel düzlemde ters gidiyor. Hem de çok. Ama tüm bunlara rağmen, “kaldırımların altında sahil” olduğu gerçeği gibi çok güçlü bir dip dalga da yüzeye çıkmak istiyor. Ancak yıllardır kullandığı gözlüklerini değiştirmeyi unutmuş entelektüeller ve bazı kanaat önderleri de dahil olmak üzere, birçok kişi ve kurum ısrarla bunu kabul etmiyor ya da etmek istemiyor. Bu köşede birçok defa yazdığım gibi tekrar yazıyorum. Kusura bakmayın ama Türkiye’de kitap satıyor ve okunuyor! Hem de sizin tahmininizden de fazla. Bu konuda daha önce Yayıncılar Birliği başta olmak üzere birçok kurumun araştırmaları olmuş ve sonuç hep bunu göstermişti. Ama bunu, ne zaman dile getirsem de sözlerimde bir bit yeniği, yanılgı aranmıştı. Bakalım bu sefer ne yorum yapılacak merak ediyorum.Bu kez araştırmayı Libronet Bilgi ve Teknoloji Hizmetleri, Artı Araştırma Şirketi'ne yaptırmış. "Türkiye’de kitap okuma alışkanlıkları"nı ölçmek amacıyla Türkiye genelinde kentsel alanlarda 18-65 yaş aralığında yapılan araştırmaya göre, Türkiye’nin yüzde 68'i kitap okuyor! En çok okuyanlar ise; kadınlar, evliler ve çekirdek aileler. Diğer verilerden bazıları ise şöyle:-Yüzde 55'lik oranla kadınlar daha çok kitap okuyor.-Katılımcılar arasında en yoğun okuyan (yüzde 61) yaş grubu: 18-45.-Kitap okuyanların yüzde 51'i gazete, yüzde 80’i ise dergi okumuyor.-Kitap okumayanların yüzde 32’si "vakitsizlik" nedeniyle, diğerleri de "alışkanlığının olmaması" ve "sevmediği” için okumadığını ifade ediyor.-7 bölge üzerinde yapılan araştırmaya göre çok okuyan Marmara, en az okuyan ise Akdeniz Bölgesi. Onu Ege ve Karadeniz izliyor.-Kitap okuyanların yüzde 35'i yılda 12 adetin üzerinde kitap okuyor. Yarısı ise daha fazla okuması gerektiğini “iş yoğunluğu” yüzünden okuyamadığını ifade ediyor.-Katılımcıların okumak istemesinin en önemli sebebi ise "kendini geliştirmek."-Okurlardan yarıdan fazlası hem yerli hem yabancı yazar okurken sadece yerli yazar tercih eden okur 1/3'lük bir kesim.