Dağlıca ve Iğdır’da yaşanan terör saldırılarından ve ülkece yaşadığımız kabustan ötürü, Türkiye’nin iki büyük film festivali peş peşe ertelendi.Acımız büyük yasımız da.Ancak kültür-sanat etkinlikleri ile eğlenceyi birbirine karıştırılmamalıyız, diye düşünüyorum.Zira film izlemek ile “haydi eller havaya” diyerek göbek atmak aynı şey değildir.Aksine sanat, toplumları böylesi zor zamanlarda birbirine bağlayan, yakınlaştıran, sağduyusunu öne çıkaran ve hayata umutla sarılmasını sağlayan en güçlü öğedir.Hatta ve hatta sanat son tahlilde tam da bugünler içindir.Hayatta ve ayakta kalmak, varlığını sürdürmek, yaşanan acıların unutulmamasını sağlamak içindir.Bu yüzden keşke bu iki festival ertelenmeseydi, diyorum.Hele hele terör denilen şeyin amacının topluma korku salmak ve onun güven duygusunu yitirmesini sağlamakken.İnsanları evlerine kapatıp sokaktan uzaklaştırarak hatta günlük hayatlarını bile zar zor sürdürebilir hale getirerek güvensiz bir toplum yaratma amacını taşıyorken...O yüzden keşke #inadınayaşam diyebilse ve festivallerimizi düzenleseydik.Zira bugünleri ve geleceği daha iyi anlayabilmek ve bunların bir daha yaşanmaması için her zamankinden daha çok okumalı, izlemeli, yazmalı ve dinlemeliyiz.Aksi takdirde gelecek kuşaklar tarih kitaplarında bugünlere dair sadece gözyaşı ve acı bulacaktır.AKBANK CAZ FESTİVALİ KAÇMAZ!Türkiye’nin en uzun soluklu festivallerinden biri olan 25’inci Akbank Caz Festivali 21 Ekim- 01 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Kreatif direktörlüğü Pozitif Live tarafından gerçekleştirilen festival kapsamında yer alan isimler arasında; tüm zamanların en başarılı ve ilham verici saksafon virtüözlerinden David Sanborn, kendine özgü bir tarzı olan ve dünyanın sayılı davulcuları arasında gösterilen Manu Katché, 20 yıl sonra tekrar aynı sahneyi paylaşacak olan cazın iki büyük ismi John Scofiled & Joe Lovano yer alıyor. Özellikle gençlerin büyük bir merakla bekledikleri caz severlerin elektronik müziğe bakışlarını değiştirmelerine neden olan ünlü bas gitarist Tom Jenkinson de sıra dışı projesi Squarepusher ile festivalin unutulmaz performanslarından birine imza atacak.
İki yılda bir İstanbul’u başlı başına bir sanat serine dönüştüren İstanbul Bienali, bugün başlıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından bu yıl 14. kez düzenlenen Bienal’in bu yılki adı; “TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori.” Afrika, Asya, Avustralya, Avrupa, Ortadoğu, Latin Amerika ve Kuzey Amerika'dan 80'in üzerinde katılımcının bin 500'e yakın eserle katıldığı bienal buyıl, kelimenin tam anlamıyla tüm şehre yayılmış durumda... Ancak söz konusu şehrin İstanbul olduğunun altını kalın çizgilerle çizmekte fayda var. Yani içinden deniz geçen bir şehir olduğunun... Böylece bienalin mekanları denizde, karada biraz da hayalde dolanabilmiş.14’üncü İstanbul Bieanali’nde “Tuzlu Su”ya Boğaz hattı boyunca, Karadeniz’den Marmara Denizi’ne ve şehrin iki yakasında müzelerin yanı sıra tekneler, oteller, eski bankalar, otoparklar, bahçeler, okullar, dükkânlar ve özel konutlar gibi kara ve su üzerindeki geçici yerleşim alanlarında bile rastlayacağız. İstanbul Modern, ARTER, Özel İtalyan Lisesi ve Galata Özel Rum İlköğretim Okulu karma sergilere ev sahipliği yaparken, diğer tüm mekânlarda ise tek sanatçı ya da sanatçı topluluklarının işleri yer alıyor. Peki neden bienalin teması neden “Tuzlu Su”? Bienali şekillendirenCarolyn Christov-Bakargiev, “Tuzlu Su”ya ilişkin fikirlerini şöyle açıklıyor:“Boğaziçi ekseninde kentin geneline yayılan bu sergi bir materyalin tuzlu su ve çelişen düğüm ve dalga imgelerinin etrafında dönüyor. Sergi, dünyayı şiirsel ve politik olarak şekillendiren ve dönüştüren, görünür ve görünmez farklı dalga örüntülerini ve frekanslarını, su akıntılarını ve yoğunluklarını ele alıyor. Hem zamanı askıya alan durdurulmuş hareketler vardır (denizler, okyanuslar üzerinde insan taşımacılığının düğümleri, savaş, emek, etnik temizlik düğümleri) hem de dalgalar gibi dağınık ve tekrarlanan hareketler vardır (ayaklanma dalgaları, ‘jouissance’ dalgaları, elektromanyetik dalgalar). Hem kelimenin düz anlamıyla su dalgaları vardır hem de insan dalgaları, duygu ve anı dalgaları. Dalgaları teşhis ederek, görerek örüntülerinin farkına varırız sualtındaki su örüntüleri, rüzgâr örüntüleri.Belki de bir dalga sadece zamandır bir dalganın yüksek ve alçak noktaları arasındaki farkta duyumsanan his zamanı, dolayısıyla mekânı ve dolayısıyla yaşamı imleyebilir. Sanatla birlikte ve sanat aracılığıyla yas tutuyor, hatırlıyor, kınıyor, iyileşmeye çalışıyoruz ve kendimizi bu mekânda beraber yaşamış birçok topluluğun neşe ve canlılık olasılıklarına adıyor, formdan yeşeren yaşamasıçrıyoruz.”
İster ukala deyin, ister “Fransız”, yerli dizi seyretmiyorum. Daha doğrusu seyredemiyorum. Dakikalarca süren manasız bakışmalar, karakterlerin az sonra podyuma çıkacak ya da acayip bir partiye katılacakmış gibi giyinmesi, herkesin gizli bir sır saklaması… Hele hele iyilerin ise salak ölçüsünde saf olması. Bunlar beni daraltıyor. Ve ne yazık ki dizilerin zeka seviyesi her geçen gün biraz daha düşüyor ve belli ki düşecek de.Tartışma programları da çok sıkıcı. Hemen her program 10 hadi bilemedim 15 kişi arasında dönüp duruyor. Artık kimin ne söyleyeceğini ve söylemeyeceğini bile ezberledik. Bu yüzden biz de kendimizi yabancı kanallara emanet ettik. Özellikle de belgesel kanallarına. Oh be, dünya varmış. Türkiye ve Türkiye’nin kısır sorunlarının, estetik ve şov anlayışının ötesinde kocaman bir dünya varmış. Bir dönem, sırf hayatımdaki sorunlara takılıp kalmayayım diye teleskop almıştım. İstanbul’da gökyüzünü gözlemleyemeyeceğimi elbette biliyordum. Zaten derdim, bir yerlere bakmaktan ziyade, o teleskobun bana kendi küçük hayatım ve sorunlarımın dışında kocaman bir evren olduğunu hatırlatmasıydı. İşte bu belgeseller bende bu etkiyi yaptı. Mesela ağaç evi tutkunu bir adamın (mühendis) belgesel dizisi var. Tavsiye ederim. Şahane bir şey. Mesela şu ana kadar, ölmemiş tek bir dal bile kesmedi. Hem o dalı yaşatıp hem de müşterinin kimi zaman lüks sayılabilecek isteklerini gerçekleştirmeyi başarıyor. Bir diğer ağaç tutkunu ise ağaç kulübe yapıyor. Basit ya da lüks. Pahalı ya da ucuz. Fark etmiyor. O da müşterisinin isteğini doğaya zarar vermeden, doğanın da ihtiyaçlarını gözeterek yapmayı amaç edinmiş biri. Çünkü biliyor ki, bu dünya hepimizin. Bir bölümde, eski bir kulübenin tahtalarını satın aldı. Meğer, bu kulübe 1900’lerin başında yok olan bir ağaç türünün (sanırım Amerikan meşesiydi) tahtalarından yapılmıştı. Yani artık bu tahtalar yok. O yüzden sahibi, ondan kulubüye yıkıp yenisini inşa etmesini istediğinde o da karşılığında tahtalarını istemişti. Tek bir amacı vardı; soyu tükenmiş bu ağacın tahtalarını bir başkasına yapacağı kulübede kullanmak ve bu şekilde o tahtaları ve ağacı yaşatmak. Çünkü yaşadığı yeri, doğayı, yuvasını korumak istiyordu o da hemen hemen tüm canlılar gibi. Ancak ben de teleskop etkisi uyandıran bu keyifli seyirler haberleri seyrettiğim an bitiyor. Çünkü o zaman, bu belgeseller sayesinde gördüklerim dışında bambaşka bir insan prototipiyle karşılaşıyorum ve yaptıklarına bir türlü anlam veremiyorum. Bu insan tipi, mega projeler uğruna derelerin yataklarını değiştiren, ormanların bağrına hançer saplayan, birçok hayvan ve bitki türünün yok olmasına neden olan ve bundan ötürü hiçbir sorumluluk hissetmeyen bir anlayışa sahip. Az önce bir dalı kesmemek için -20 derecede 24 saat daha fazla çalışmayı gönüllü olarak tercih eden insanlarla hiçbir alakaları yok. Hatta binlerce ağacın kesilmesinin bir “gelişme” olduğunu bile iddia edebiliyorlar. Hem de “PES” artık diyerek şehirlere inen börtü böceğe, yaban hayvanlarına, “Ben yandım sen de yan” diyen hava koşullarına rağmen!
Bir zamanlar, Anadolu’da bir şehre gitmek, başka bir şehre gitmek demekti. Şehirlerin kendine has mimarisi, çocuk sesleriyle çınlayan dar sokakları, köylünün, çiftçinin ürettiğini sattığı rengarenk pazarları, zanaatkarlarının bir yandan üretip diğer yandan satış yaptığı eski veya tarihi çarşıları, yerel kumaşçıları, ev-el yapımı ürünler satan dükkanları, üç kuşağın devir teslim yaptığı kahvehaneleri, ailecek gidilen çay bahçeleri, çeşmeleri vardı.Buralardan dönerken eşe-dosta oraya ait ürünler, hediyelikler alınırdı. Öyle ki evlerin kilerleri ya da sandıkları coğrafya kitabı gibiydi. Alınan ürünler uc uca eklense patch work bir Türkiye haritası ortaya çıkardı.Ancak artık Türkiye’de başka bir şehre gitmek, başka bir şehre gitmek gibi değil. Şehirleri deniz, göl, dağ gibi kolay kolay yerinden kıpırdamayacak coğrafi şekiller ayırt edebiliyor ancak. Bir de kendini bir şekilde kurtarmış tarihi eserler, birkaç eski sokak, halefi olmayan ustalar...Nereye gitsek devasa beton binalar, siteler, TOKİ yapıları. Her yerde aynı kumaştan, aynı modelden elbiseler, peştemallar, gıda ürünleri, kahve fincanları. Ve ne yazık ki bunların çoğu “el ve ev yapımı“ süsü verilen fabrika ürünleri.Çocukluğumuzun flu ama gülümseyen anılarında kalan o yerel tatlar ve dokular ne yazık ki artık yavaş yavaş kayboluyor. Her şehir birbirine benzerken, köyler birer ikişer haritadan siliniyor.Gerçek şu: Artık Anadolu yok. Anadolu öldü ya da son nefesini vermek üzere. O kendine özgü dansları, kimlikleri, yemekleri, mimari çeşitliliği barındıran Küçük Asya tarih olmak üzere. Aslına bakılırsa çok uzundur Türkiye Trakya ve Anadolu olarak bile anılmıyor. Evet arada bir Boğaz olabilir, biri Avrupa kıtasında diğeri Asya’da da olabilir ama şu bir gerçek Türkiye’de hangi şehre baksak artık tek bir şehir görüyoruz, İstanbul’u.Ama o herkesin hayalini kurduğu, silüeti ile göreni hayran bırakan İstanbu değil bu. Sitelerin, beton binaların gökyüzünü delmek ister gibi yükseldiği o yeni şehri görüyoruz sadece her yerde.Bu yüzden Fikret Otyam’ın ölümü benim için başka bir şeyin ölümünün de simgesi. Yaşar Kemal edebiyatta bir yazım türünün, anlayışın, kültürün yazarıysa Fikret Otyam da resim de oydu. Bize bir zamanlar yani henüz “Angara’nın Bağları“yla bastırılmadığı için, her bölgesinden farklı türkülerin yükseldiği, sanatçıların, aydınların üzerine hayaller kurup romanlar yazdığı, dahası onun üzerinden aydınlanma, kalkınma planlarının inşa edildiği bir Anadolu’dan bahsettiler. Türkiye’deki kardeşliği, barışı yaşatacak ve besleyecek bir Anadolu’dan. Kadim kültürlerin izlerini canlandıracak kadim bir vatandan.Ama şimdi, Yaşar Kemal’le, Fikret Otyam’la bize bunu anlatan sanatçıları, aydınları birer ikişer kaybediyoruz. Bize topraktan, ağaçtan, ışıktan, doğanın sesinden, hayvanların dilinden bahseden kalmayacak.Anadolu ölmek üzere ve bizler de aynı şehrin aynı manzarasına bakan insanlar olacağız.
Doğan Heper mesleğe gözünü açtığı 1964 yılından beri Milliyet Gazetesi’nde. Yani 50 yıllık meslek geçmişi aynı zamanda Milliyet Gazetesi’nin de 50 yılından kesitler içeriyor. Zaten kendisi de “Benim hayatım Milliyet’tir” diyor.Heper yarım asıra yayılan bu hayatı şimdi “Milliyet’te 50 Yıl” adı altında kitaplaştırdı. Milliyet Gazetesi’nin Demirören Medya Grubu’nda yer almasından önceki dönemi içeren kitapta Korkmaz Yiğit’in kaset skandalından genel yayın yönetmeni değişikliklerine kadar pek çok olayın perde arkası yer alıyor. Bir bölümünü bugünkü VatanKitap’ta bulabileceğiniz Heper’in kitabındaki bir başka anıyı ise buradan aktarmak isterim. Bana son derece ilginç gelen bu anektod, Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın firariyken Milliyet Gazetesi’ni aramasıyla ilgili:“Mehmet Ali Ağca, saat 12.45’te gazetemize telefon etti. Ben ve bazı arkadaşlar yazı işleri masası etrafındaydık.‘Ben Mehmet Ali Ağca’ dedi. Telefonu açan arkadaşımız Mehmet, birinin şaka yaptığını sanarak sordu: ‘Kimsiniz, kimsiniz?’Telefonun öteki ucundaki ses hiç de şaka yapan birinin sesine benzemiyordu:‘Ben Mehmet Ali Ağca’yım’ diye yineledi, ‘ªimdi size bir bildiri gönderiyorum. Gazetenizin yakınındaki Bilge Eczanesi’nin karşısındaki posta kutusuna bakınız. Bildirimi orada bulacaksınız.’Bu sözlerden sonra telefon kapandı. Arkadaşımız bu konuşmayı hemen heyecanla ve yüksek sesle tekrar etti. Fakat ‘Bildiri posta kutusuna bırakılmış‘ diyeceği yerde, heyecandan olacak, şaşırıp ‘Bildiri çöp kutusuna bırakılmış‘ dedi.Arkadaşlarımız koştular, Milliyet’in 40-50 metre ötesindeki Bilge Eczanesi’ne gittiler. Çevrede çöp kutusu aradılar. Ve bir çöp kutusu buldular. Ancak çöp kutusunun içinde, telefonda sözü edilen türden bir bildiriye rastlayamadılar. Arkadaşımız gazeteye dönüp, ‘araştırmalarının bir sonuç vermediğini bildirirken, radyoda 13 haberlerinin özetleri veriliyor, yazı işleri kadrosu, bir yandan da radyoyu dinliyordu. Telefon bu sırada bir kez daha çaldı. Yine aynı arkadaşımız açtı telefonu. Karşıdaki ses 20 dakika kadar önce konuşan ve ‘Ben Mehmet Ali Ağca’ diyen kişinin sesiydi.‘Bildiri mi aldınız mı?’ diye sordu.Arkadaşımız sordu:‘Kimsiniz?’Telefonun öteki ucundaki ses devam etti:‘Ben Ağca... Bildiriyi aldınız mı?’‘Gittik... Fakat yerini tam saptayamadık’ dedi. Karşıdaki kişi, bu kez ağır ağır konuşarak anlattı:‘Sizin gazetenin köşesinde Bilge Eczanesi var ya... Onun önünde bir posta kutusu var. Bildirim, posta kutusunun içindedir. Bir zarfın içindedir. Üstü yazısız, beyaz bir zarftadır, bildirim.’‘Alarm’ çalışmasına giren Milliyet İstihbarat Servisi, yarım saat sonra üstü yazısız beyaz zarfı elde etmiş, görevini yerine getirmişti. Zarfın içinden çıkan ve metnini Milliyet’in birinci sayfasından sunduğumuz mektuptaki imza ve elyazısını, Mehmet Ali Ağca’nın poliste verdiği ve imzaladığı ifadesindeki el yazısı ve imzayla karşılaştırdığımızda, mektubun Mehmet Ali Ağca tarafından yazılıp imza edildiğinden kuşkumuz kalmamıştı.”
Chuck Palahniuk’un “Dövüş Kulübü” için “dünya erkeklerinin dengisini şöyle bir tıkırdatmıştır” dersek abartmayız. Malum, erkekler pek bir sever “erkek kulüpleri”ni. Hem de bu sadece bizim gibi erkek-erkeğe, kız-kıza takılan toplumlarda değil karma toplumlar için de geçerli. Tabii şimdi haksızlık yapmalım, bu kulüplerin hepsi aynı değil. Bazıları kapitalizmin bir sonucu olan statü kaygısı olarak karşımıza çıkarken, bazıları da kişiye yeni yıllar açabiliyor. Ama “Dövüş Kulübü”nün bakış açısıyla bakarsak, hiçbirinin birbirinden farkı yok ve hepsi sıradan, renksiz hayatlarımıza katlanmamazı sağlıyor, o kadar. Bu yüzden de Dövüş Kulübü’nde bir araya gelip hem birbirlerini hem de sinirlerini zıplatanları döverek bu kimliklerinden sıyrılmaya çalışıyorlar. Ama yine de geriye hep bir kimlik kalıyor; benzemek istemedikleri, reddettikleri diğer tüm kulüplerdeki gibi: Erkek kimliği.Zaten bir süre sonra görüyoruz ki, anlatıcı-kahramanın içindeki Tyler’a sarılmasının asıl nedenin de kadın korkusuymuş. Zira erkek yazarlara göre (buna Nazım Hikmet ve Oğuz Atay da dahildir) kadınlar erkekleri küçük burjuva hayata hapseden varlıklardır. İşte “Bahçesi ebruli küçücük ev” meselesi falan...Ama Palahniuk bir çizgiroman olarak yazdığı “Dövüş Kulübü 2”de bu korkuyu bir adım daha öteye taşımış ve meseleye kadın tarafından da bakmış. Sebastian’ı (evet bu arada anlatıcı-kahramanımızın adı buymuş) bir psikiyatri kliniğinde tedavi görmüş, ilaç kullanan, evden-işe, işten-eve gidip gelen iyi bir baba ve iyi bir eş olarak görüyoruz. Yani herkes kadar mutlu, herkes kadar mutsuz bi olarak. Ama asla Marla’dan daha fazla değil.Kadın hareketi dünyanın hatırı sayılır bir bölümünde siyasal ve hukuki haklar elde etmiş olabilir. Ancak tarih boyu tüm üretim araçlarını ve iktidarı elinde bulunduran erkekler bu değişim karşısında hala şaşkınlar. “Dövüş Kulübü” benim için başından beri “kadın korkusu”nun ve bu korkuyla baş etmeye çalışan erkeklerin romanıydı. Yanılmamışım, Palahniuk çizgiromanın ilk iki cildinde bunun iyice çizmiş.
“Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan/ Yoluna bir can koyduğum/ Gökte ararken yerde bulduğum/ Karadutum, çatal karam, çingenem/ Daha nem olacaktın bir tanem?/ Gülen ayvam, ağlayan narımsın/ Kadınım, kısrağım, karımsın.”Ancak, Eyüboğlu’nun şiirinde “karımsın” diye seslendiği kadın eşi Eren Eyüboğlu değildir. O bu şiiri bir başka kadın için, Mari Gerekmezyan için yazmıştır.Aşkları, 1940’ların başında, Mari Akademi’nin heykel bölümünde asistanken başlamış. Ancak Gerekmezyan ailesi, Bedri Rahmi evli olduğu için bu aşkı onaylamamış ve çareyi kızlarını bir başkasıyla evlendirmekte bulmuş. İki aşık ne yapıp etse de aileyi ikna edememiş. Ne yazık ki, çok geçmeden de yedi yıl sonra Mari veremden ölmüş.Tüm bu olup biten karşısında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun eşi Eren Eyüboğlu ise hep susmuş. Zaten o sıralar yurt dışındaymış. Türkiye’ye dönemediği için olup biteni sadece “sessizce” izlemiş. Ama gerçekten sessizce. Sadece Bedri Rahmi’nin vefat ettiğinin ertesi günü, oğlu Mehmet’e bu ilişkiden bahsetmiş ve “Bu olay beni derinden yaraladı“ diyebilmiş.Bu aşk, sanat çevrelerince hep bilinmiş ve hakkında uzun uzun konuşulmuş olsa da Bedri Rahmi biyografilerine yansımaz, bu hikaye sanatın magazinel boyutuna havale edilirdi. Ancak bu kez böyle olmadı. İş Bankası Kültür Yayınları‘ndan çıkan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ailesi, dostları, meslektaşları ile yazışmalarından oluşan “Biz Mektup Yazardık” kitabında Karadut ile yazışmalarına da yer verilmiş. Gerçi çok az sayıda mektup var ama yine de yer verilmesi önemli. Zira Hughette Eyüboğlu’nun dediği gibi bu aşk göz ardı edilecek boyutta değildi. Şöyle diyor Eyüboğlu: “Önemli bir kararla Karadut’un mektuplarını da yayımlamaya karar verdik. Bedri Rahmi’nin yaşamındaki önemli olayları belgelerle aydınlatacak bu kitapta, Mari Gerekmezyan’a olan büyük ve çalkantılı aşkı şimdilerde dahi herkes tarafından biliniyorken, onun ‘Karadut’ adını verip şiirlerine, resimlerine konu ettiği bu kimliği göz ardı etmek doğru olmazdı.”Dediğim gibi kitapta bu aşka dair çok mektup yok ama Bedri Rahmi ve Mari’nin aşkının tutkusu hissettirmek için yeterli. Bunu anlamak için şu kısacık mektubu okumanız bence yeterli olacaktır: “Canım Cebişim, Belki eski günleri hatırlarsın da sokağın başında beni beklersin diye deli gibi arkandan yokuştan aşağıya koştum, fakat kayıp olmuştun. Saatlerce siluetini aradım, nafile. Her gölge beni aydınlatıyordu.”
Çocukluğuma ve mutluluğa dair hatırladığım anılarımdan biri de bir bayram sofrasıdır. Mutfaktaki telaşı, çoban salataya doğranan maydanozu, incecik kesilen soğanın şeffaflığını hala unutamam. Tabaklara bölüştürülen güveci, her gidiş gelişte ağza atılan kalem inceliğindeki yaprak sarmaları, kokusuyla tüm evi mest eden peynirli böreğin üzerine serpilmiş çörek otlarının Samanyolu takım yıldızı gibi şekillendiği sanımı, zeytinyağlı fasulyenin kayık tabağa yayılışını, kutu kutu gelen tatlıları... Ve elbette sandalyenin üzerinde sabırsızlanan, ayakları bir türlü yere değemeyen halimi...Anlattığım bu anının pek çok kişiye yabancı gelmediğine eminim. Çünkü yemek yemek hiçbir zaman, sadece karnımızı doyurduğumuz, insilün ihtiyacımızı dengelediğimiz veya haz aldığımız bir eylemle sınırlı olmamıştır. Yemeğin, hele hele birlikte yenen yemeğin muhakkak mutlulukla, dostlukla, aileyle, yuvayla ve tabii paylaşmakla bir ilgisi var.Bu yüzden benim için yemek kitabı okumak yemek yemekten bile zevkli olabiliyor. Çünkü yemek kitapları hayal kurdurur, anıları tazeler. Geçmişteki bir lezzeti hatırlatır. En güçlü hafızamız olan koku hafızamızın kapılarını açar. Ondan sonrası ise türlü türlü hayaller, çağrışımlar ve sonu mutfakta biten bir üretme sürecidir. Bu nedenle iyi bir yemek kitabı benim için iyi bir roman kadar kıymetlidir. Ama iyi bir yemek kitabı! Zira son yıllarda ortalık yemek kitaplarına olan ilgiden ötürü, internetten, şurdan burdan özensizce toplanan bilgilerle yazılan kitaplardan geçilmez oldu. Üstelik herkes gurme, herkes yazar!Oysa çok ciddi bir iş yemek kitabı yazmak. Büyük bir disiplin, çalışkanlık, fedakarlık, araştırma isteyen. Hele hele kültürel ve tarihi boyutları olan bir yemek kitabıysa söz konusu olan...Neyse ki, son yıllarda Türkiye’de bu tür yemek kitapları yazılmaya başlandı. Evet, şu an sayıları çoğunlukla kıyaslandığında orantısız olarak az, ama kaliteleri de yine orantısız olarak fazla! İşte bu kitaplardan biri de Alfa Yayın Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Bayrak’ın özel bir ekiple, beş sene süren bir proje sonucunda yazdığı ve yedi kitaptan oluşan “Soframda Anadolu” serisi.Dile kolay beş sene! Türkiye’nin tüm illerindeki kaynakların taranmasıyla yola çıkılan, her bir tarifin denendiği, tadıldığı ve belki tekrar pişirildiği bir kitap bu. Yani aslında söz konusu olan sadece bir yemek kitabı değil aynı zamanda “Türkiye’nin yemek ve lezzet envanteri.” Faruk Bayrak’ın bu beş senelik emeğinin, titiz araştırmasının, sabrının ürünü olan “Soframda Anadolu” için kendisine bir “elinize sağlık” demek isterim.