Sondaj kuyusuna düşen yavru köpek için herkes seferber oldu... Köpeğin kurtulduğu haberi ile birçok evden bir “oley” sesi yükseldi...Sosyal medyanın hayatımızda birçok değişiklik yarattığı kesin. En büyük değişikliği ise hayvanlara bakış açımızda oldu. Hatta bu konuda gizli bir devrim bile yaşandığı söylenebilir. Öyle ya, çok değil on-onbeş yıl önce sokakta köpek dolaştıranlar “tiki”ydi. Hasta bir köpek için üzülsek “onca insan ölürken” diye söze başlanırdı. Sokak hayvanlarına ise zaten kimsenin dönüp baktığı yoktu. Köpeklere, kedilere yaz-kış yemek getiren kadınlara deli gözüyle bakılır, hani neredeyse onları gördüğümüzde çocuklarımızı saklardık. Kedilerin kuyruklarına konserve kutusu bağlanması, köpeklere eziyet edilmesi haber bile değildi. Biz insandık, üstündük, hakkımızdı, yapardık.Hepimiz mutlu oldukSonra kedi videolarıyla tanıştık. Aman tanrım, neydi o görüntüler. Bu nasıl bir sevimlilik, cazibeydi. Köpeklerin sadakatini, sevgisini anlatan videolar ise hepten kalbimizden vuruyordu. Onlardaki ahde vefa bize insanlık öğretiyordu sanki. Çocuklarla, hele hele bebeklerle hayvanların ilişkisi ise sanki İngiliz anahtarıyla kilitliyordu bizi. Üstelik büyük bir önyargıyı da kırıyordu. Hayvanların çocuklar için bir tehlike değil aksine harika bir dost, kardeş olabileceğini gösteriyordu.Sonunda öyle bir hale geldik ki, güne kedi-köpek-papağan-panda videosu izlemeden başlayamaz olduk. Artık yaz-kış kapılarımızın, pencerelerimizin önüne bir kap su ve yiyecek bırakır olmuştuk. Restoranlarda artan yemekleri “köpeğimiz için paketler misiniz” dediğimizde garsonların yüzündeki küçümsemenin yerini de artık gülümseme almıştı. Hatta Tombili’nin heykelini bile diktik ve öyle sevdik ki onu çalanlar bile heykeli geri getirmek zorunda hissettiler kendilerini.Ama, hiçbiri “Kuyu” kadar bizi mutlu etmedi. 70 metrelik bir sondaj kuyusuna düşen yavru köpek için belediye çalışanları, öğrenciler, halk adeta seferber oldu. Tüm gelişmeleri adım adım Twitter’dan takip ettik ki, köpeğin kurtulduğu tweet atıldığında birçok evden bir “oley” sesi yükseldi.Eminim ki, böyle bir olay daha önce yaşansa o köpek orada kalırdı. Belki birkaç gün uğraşılır, sonra da “elden gelen bu kadar” denirdi. Ya da birçok kişi, “memleketin onca derdi, belediyenin işi gücü varken bir köpekle mi uğraşıyoruz” derdi. Ama bu kez denmedi. Hem de her gün ölüm haberlerinin geldiği, memleketin en gergin olduğu dönemde demedik bunu.Bu adı neden çok sevdim?Yavru kangala “Kuyu” adının verilmesini bazıları ilk bakışta itici bulmuş olabilir. Ama ben çok sevdim. Evet, kuyu bizim kültürümüzde ve edebiyatımızda ürkütücü bir metafordur. Yusuf peygamber kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştır. Şems’in de yıllar sonra öldürüldükten sonra bir kuyuya atıldığı ortaya çıkar. Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanı rakibi tarafından öldürülen bir nakkaşın kuyuya atılmasıyla başlar, “Kırmızı Saçlı Kadın” romanında ise kahramanımız ustasını kuyuda bırakıp kaçar.Ama tüm bunların ötesinde kuyu bir nehrin, derenin, gölün olmadığı yerlerde su bulmak için kazılır.Kuyu su yani hayat kaynağıdır. Bu yüzden dört bir yanımızı ölüm ve gelecek kaygılarının sardığı bu kuraklıkta büyük bir mücadeleyle kuyudan çıkarılan yavru kangala “Kuyu” adı verilmesi ince bir zarafetin örneği. Çünkü bu kuyudan sadece yavru bir kangalı değil derinlerde sakladığımız insanlığımızı da çıkardık.
İyi günler ya da Güle güle demek kadar sıradanlaştı artık hellalleşmek. Çünkü evden çıkıp da akşama dönememek gibi bir gerçeğimiz var artık.Ölüm haberi almadığımız tek günümüz olmaz oldu. Meğer sosyal medyada kedi videoları seyretmek, manzara fotoğraflarına bakmak ne büyük lüksmüş. Coğrafyamız sanki çıldırmış ve belki bizler de delirdik farkında değiliz. Geçmiş tesseli aranan bir liman oldu. Depresyon üzerimize örtülen bir battaniye. Ama geçmiyor, bu ağırlık geçmeyecek de.Ve hemen her gün aynı yorumlar, siyasi analizler. İç dengeler, dış dengeler, Büyük Ortadoğu Projesi, ılımlı-ılımsız İslam, etnik kimlikler, özgürlük, barış yorumları… Hepimizin bir “kutsal ve iyi hâl sebebi var” olup biteni açıklarken.Ama tüm bu kutsalların gölgesinde bir kelime gittikçe silikleşiyor; HAYAT!Izdırap içindeyim. Hayatının uzun bir bölümünü hastanelerde geçirmiş ve hala geçirmekte olan, ölmemek, biraz daha yaşamayabilmek için mücadele etmiş ve edenlerin dramlarına tanık olmuş biri olarak bu aymazlık karşısında şaşkınım. Dilim tutuluyor.Diyaliz merkezindeyken yanımda iki hasta yatardı. Biri milliyetçi, diğeri Alevi’ydi. Beni de sola görüşlü ve bir feminist olarak görün. Kısaca üç benzemezdik. Ama o diyaliz iğneleri kimin koluna girse diğer ikisinin canı çekilirdi. Çünkü onun bir can taşıdığını bilirdik, canımız yandığı için.Bu yüzden günlerdir düşünüyorum, “Acaba” diyorum; “Tüm bu olup bitenleri ölümle kalım arasında mücadele eden hastalara mı sorsak?” Yani ölüm ve hayat arasındaki arafta en büyük mücadeleyi veren gerçek savaşçılara… Onlar mı yorumlasa bu coğrafyada alınan kararları?Mesela bir kanser hastasına mı sorsak “Sizce bu insanları yaşatmanın bir yolu var mıydı, ne dersiniz” diye? Ya da ölmüş bir İngiliz’in ya da Yunanlı’nın karaciğerini taşıyan bir organ nakilliye mi… “Sizce farklı etnik ve dini kimlikten insanların birlikte yaşaması mümkün müdür” diye?Ne dersiniz, bize ne anlatırlar?Mesela şöyle derler mi: “Hayat çok kısa. Hiçbirimiz birer tanrı veya tanrıça değiliz. Faniyiz ve hiçbirimizin hayatı diğerinden üstün değil. En büyülü şey hayatın kendisi. Kutsayacağımız tek şey o olmalı. Sevdiğimiz bir çiçek gibi sulamalı, bir evlat gibi bakmalıyız ona. O zaman evlatlarımızı da yaşatırız. Ve günü geldiğinde güzel ve huzurlu bir şekilde veda edebiliriz bu dünyaya.”Ne dersiniz, o zaman “barış ve huzur”un diğer adının hayat yani yaşamak ve yaşatmak olduğunu öğrenir miyiz?
Her sene olduğu gibi yeni yılın herkese önce sağlık getirmesini diliyorum. 2017’de zamanı geri alıp tekrar sil baştan yaşamak istiyorum. - İllaki sağlık. Bedenimin acı çekmemesi... Sivrisinek acısı gibi bir acı bile hissetmemek. Ruhumla, bilincimle, hayallerimle uyumlu olması. İstediklerimi zorlanmadan yapabilmek ve elbette tüm bunların uzun ömürlü olması, tüm sevdiklerim, ailem ve dostlarım için de geçerli olması. Hastanelere sadece bebek doğumları için gitmek.- Uzun uykular uyumak. Uyuyup uyanmak, okumakta olduğum bir kitaba kaldığım yerden devam etmek, rüyamda karakterlerle konuşmak, uyandığımda iki kurguyu birbirine karıştırmış olmaktan dolayı gülümsemek.- Daha çok klasik müzik ve caz dinlemek.- Daha çok sevmek. Eşimle bir kez daha evlenmek. Coşmak.- Huzur. Yoğun ve sıkıcı gündem maddelerinden kurtulmak.- Beni sevenlerle daha çok görüşmek, bedenime ve ruhuma zarar veren herkesi ve her şeyi hayatımdan ve zihnimden uzaklaştırmak. Hepinizi affediyorum, hadi yollarımızı ayıralım.- Pencereden bakmak. Beslediğimiz kuşları seyretmek, onlarla sohbet etmek.- Daha uzun susmak. Sessizliğin tadına varmak.- Rus klasiklerine tekrar başlamak. Ne varsa onlarda var, tecrübeyle sabittir, inanın.- Bilim dünyasını daha yakından takip etmek. Gökyüzüyle bağımı koparmamak. Evrenin ne kadar büyük ve bizlerin dertleri için ne çok çözüm taşıdığını tekrar tekrar hatırlamak.- Umutsuz yolları yürümeye inat etmemek. Ne kadar yol almışsam da acıyı gördüğümde geri dönüp başka, bambaşka bir yola sapıp şarkı söyleyerek yürüyecek başka bir yolculuğa çıkmak.- Uzaklaşmak. Bazen insan kaçamaz. Çare üretemez. Ama ağrı kesici alır gibi bulunduğu yerden, duygudan, bilinçten uzaklaşabilir. Belki bir köye, belki deniz kenarına, belki de arka balkona gidebilir. Ama illaki gidebilir ve derin bir nefes alabilir.- Geri dönüşüme dahil olmak. Kullanmadığım kıyafetleri ihtiyaç sahiplerine vermek. Daha az alıp tamamını tüketmek. Daha az çöp, daha çok bereket istemek.- Bella figura yapmak. Yani güzel figür. Bazen saça takılan bir çiçek, bir parça peynirin üzerine serpilen kekik... Ne yersen, ne yaparsan ona katkıda bulunmak. Güzelin peşinde koşmak.- Haksızlığa müdahale edemediğimde kıymetli, değerli ve faydalı bir şeyler üreterek en azından günah çıkarabilmek.- Belki resim yapmak. Boyamak, renklerle oynamak, onların geçişlerinde bir çocuk masalının hayalini kurmak.- Füruğ Fehruzzad okumak.- Edebiyatı adeta birer karikatüre çeviren dergilerden, aforizmalardan dört nala kaçmak. Karikatürize edilen şair ve şiirlerin sahici dünyasına dalmak. “Mutsuzluğa da var mısın” diyen Cemal Süreya yerine “Benim şiirim erotik bir şiirdir” diyerek başkaldıran Cemal Süreya’yı okumak.- Mutluluğun bir zihniyet ve medeniyet meselesi olduğunu unutmamak. Mutsuzluğun bulaşıcılığından uzak durmak. Görür görmez, “Bella Figura” yapmak.- Toplumsal barıştan, adaletten, hukuktan, kadın haklarından, kalıplara sıkışmış değil şiirsel boyuttaki inançtan vazgeçmemek. Daha çok Şener Şen filmleri seyretmek.- Daha güzel, özenli ve üretken çalışmak.- Yazmak. Evet bu yıl artık masa başına geçip içimde biriken ve dışarı çıkmak için beni sıkıştıran ne varsa, onlara bir şans vermek.- Eşimi, annemi, kardeşlerimi, dostlarımı, mesai arkadaşlarımı daha çok ama çok sevip bunu göstermek.- Son olarak; öfkemi sağlıklı yaşamak ve ifade edebilmek. Onun bana verdiği mesajları bastırmamak.
ABD’li yazar Henry Miller, “Clichy’de Sessiz Günler” adlı romanında, bohem yaşantısından dünyaya haykırıyor...Bazı yazarlar kendilerini edebiyata dönüştürür; Pessoa gibi.... Yarattığı karakterler, her birine ayrı bir üslupla yazdırdığı kitaplarla Pessoa, “edebiyat nedir?” sorusunun alabildiğine kanlı canlı bir örneğidir...Bir de bir roman kahramanı gibi yaşayan yazarlar vardır. Bukowski gibi, Can Yücel gibi, Anais Nin, Virginia Woolf, Albert Camus, Metin Kaçan gibi. Bir süre sonra bu kişiler bir şehir efsanesine dönüşür. Ve bu her yazara, şaire nasip olmaz...Bana göre Henry Miller da bu yazarlardan... Her ne kadar Türkiye okuru onu yıllarca sansüre takılarak sayfaları siyah bantlarla yayımlanan ve sık sık da başka bir kitabı olan “Yengeç Dönencesi” ile karıştırılan “Oğlak Dönencesi” ile sınırlı bir şekilde tanısa da... Oysa çok daha fazlasıdır.“Henry Miller’ı bir edebiyat kahramanı gibi algılamamızın nedeni nedir?” diye sorabilirsiniz... Bunun yanıtı çok basit; kendisi! Zaten şöyle der; “Yaşantımı hem daha kolay, hem de daha gerçek olduğu için yazdım. Yaşamım benim açımdan önemli olduğu için hayal ürünü kişiler ve olaylar aramaya gerek duymadım.”Beş kuruşsuz bir yaşam...Hemen her yazdığı romanla bir şekilde sansür kurullarına takılan erotizm anlayışı da onun yaşam biçimine aittir. Dünya edebiyatının bir başka kilometre taşı Anais Nin ile olan ilişkisi, 75 yaşında aşık olduğu 28 yaşındaki Japon sevgilisi Hoki’ye olan sevgisi ve fahişelere olan özel ilgisi...Beş kuruşsuz olsa da her daim sekse odaklı olması, gece hayatına, ve elbette alkole düşkün bohem hayatıyla sanki Can Yücel’in “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” dediği “Sevgi Duvarı“ şiirinden Paris sokaklarına fırlamış gibidir.Onun kült kitaplarından sayılan “Clichy’de Sessiz Günler” de bu şiir gibidir... Bu nedenle kitabın birinci tekil şahıs yazılması da çok doğal... Çünkü konuşan, işin içinde kurgu olsa da, Miller’dan başkası değil. Miler, “Clichy’de Sessiz Günler”de de diğer kitaplarında olduğu gibi elbette cinselliğe yer veriyor ve tabii çok sevdiği fahişelerine de... Miller, fahişelere olan düşkünlüğünden ötürü sık sık Bukowski ile ilişkilendirilir. Oysa her iki yazarın yaklaşımı çok farklıdır. Bukowski’nin fahişeleri, onun burjuva hayata ve bir kadına bağlanmaya direnmenin simgesi iken Miller’da sadece kadın bedenine duyulan karşı konulmaz bir ilgi olarak karşımıza çıkar. Kadınlar Miller’ın en büyük hazzıdır. Her daim, karnı açken bile seks öncülüdür. Onun ihtiyaç piramidinin adeta ilk basamağıdır. Nitekim bunu da en iyi yine kendisi ifade eder ve şöyle der; “Seks, yaşamın dokuz sebebinden biridir. Diğer sekizi de zaten önemli değildir.”
Asılacak Kadın, Yarın Yarın, Cinayet Fakültesi ve diğerleri... Pınar Kür, kaleme aldığı tabu yıkan romanlarıyla her daim edebiyatımızın dikkat çekici ve özel yazarlarından oldu. Onu bu denli özel kılan, ele aldığı konuların sadece toplumun sansür anlayışına yönelmiş olması değil aynı zamanda edebiyatın oto sansürlerini de ortaya çıkarmasıydı. Bu nedenle hep tartışıldı, hep konuşuldu.Son romanı “Cinayet Fakültesi”nin üzerinden ise tam 10 yıl geçti. Onu bu kadar uzun süre edebiyattan uzak tutan ise, hepimizin üzerine bir toz bulutu gibi çöken halsizlik ve peşini bırakmayan sağlık sorunları, kazalardı. Neyse ki, Pınar Kür’ün sadece kalemi değil kendisi de mücadeleci biri olduğu için yaşadığı sakatlıkları bir bir atlattı ve “Sadık Bey” romanıyla okurlarına kavuştu. Sıradan bir kaybeden“Kimdir bu Sadık Bey?”, diye sorarsanız, hemen söyleyeyim; herhangi biri. Her gün işyerinde, yolda, kafede gördüğümüz sıradan bir kaybeden.En büyük özelliği, günümüze, ayak uyduramamış, değişimi gözlemlemeyi aklına bile getirmemiş, kazık yiyebileceğini aklının ucuna dahi getirmeyen biri. Her türlü acı ve yıkıcı olayın geçmişte kaldığını, bunların geleceğe hatta şimdiye etkisinin olmadığını sanan... Hep kendi acısını hissetmiş, karşısındakinde nasıl yıkıcı etkiler uyandırabileceğini hatta kuyruk acısı yaratabileceğini aklına bile getirmemiş. Getirmemiş ama hayat öyle değil. Bu yüzden de paspas altına süpürdüğü ne kadar çıkmaz sokak varsa hepsi bir gün karşısına dikiliyor. O kadar gerçeklikten kopuk ki, her şey tüm çıplaklığı ile gözlerinin önünde cereyan etmesine rağmen, yüzüne vurulana kadar da fark etmiyor.“Sadık Bey”i okurken sık sık aklıma Türkiye geldi. Onun her türlü sorununu görmezden gelişi, kendine acıması ya da acılarından kaçması...İlk bakışta birey romanı gibi görünen “Sadık Bey”, bu yüzden satır aralarında bizlere toplumsal bir okuma sunuyor ve nasıl her şeyin “biz yaşarken olduğunu” bir kez daha anlatıyor.
İndirimler bitmek üzere ve sonbahar-kış sezonu vitrinlere çıkmaya başladı. Peki bu sezon bizi neler bekliyor. İşte Levi’s ® ve United Colors of Benetton’un koleksiyonları..80’lerin sonu... Türkiye yeni yeni dışa açılan bir ülke. Giyim- kuşam bugünkü gibi kolay değil. Yerli markalar sınırlı. Her mahallede bir terzinin olduğu günler... Elinden dikiş gelen komşuların evlerinden sürekli dikiş makinesi sesinin duyulduğu... Hal böyle olunca da her gardırop sınırlı. Burda dergisinin verdiği örgü modelleri, kalıplar elden ele dolaşıyor.Derken, dışa açılıyoruz ve bir anda 90’ların başında “Jean”ler moda oluyor. Hele hele Levi’s ® 501 kelimenin tam anlamıyla bir statü simgesi oluyor. 501’in mi var, üstüne giysen önemli değil.O günden bu yana çok şey değişti. Artık bir zamanların pazar fiyatına ürün satan “demokratik markalar” var; her sınıftan, her kesimden insanı buluşturan. Yerli tekstil ise alıp başını gitmiş durumda. Artık şık olmak sadece biraz mesai ve yaratıcılık meselesi.Ama bu süre içinde Levi’s ® 501 şöhretinden de değerinden de hiçbir şey yitirmedi. İndirimlerde etiket fiyatı çok az değişti, tek tük outlet’lerde görüldü. Öyle ki, hala ABD’ye gidenlerin sipariş listelerinin en üst sırasında yerini koruyor.Vintage, modern ve kişisel Bu durum Levi’s ® ’in yeni sezonu için de geçerli. Bunun en önemli nedeni de “Good Life” temalı yeni koleksiyonun vintage bir tarzı olması. Zira, Levi’s ® güvenlik için özgürlüklerden taviz veren ve savaş seslerinin yayıldığı günümüz dünyasına inat tekrar 60’lar ve Rock diyor. Hatta Ramones ve Debbie Harry tarafından giyilen, Rolling Stones’un Sticky Fingers albüm kapağını da süsleyen efsanevi 505C Levi’s ® tasarım ekibi tarafından tekrar yorumlanarak daha Modernize edildi. Tasarım ekibinin, Levi's ® 'ın vintage jean'lerinden esinlenerek tasarladığı bir diğer model ise, Wedgie. Kadınların Jean giymesini daha kolaylaştıran ve şıklaştıran modelin en önemli özelliği; 501 estetiğini yansıtırken bel ve kalçaların rahatlığına vurgu yapması.Tüm bunların yanı sıra, Tailor Shop köşelerinde eskitme, onarma, yama yapma, inceltme gibi hizmetlere de yer veriliyor.Yani isterseniz jean’inizi kişiselleştirebilirsiniz.ANNE ŞEFKATİ VE GENÇ KIZ MODERNİZMİBir diğer 60 ve 70’ler rüzgarı estiren marka da United Colors of Benetton. 2016 sonbahar – kış sezonuyla ilk kez mağazalarda yer alan “Clothes for Humans” koleksiyonu, her sabah gardırobun önünde kıyafet seçerken duygularımıza da hitap etmeyi amaçlıyor. Malum, kimi zaman bir kulaşın tende yarattığı şefkat duygusu şıklığın önüne geçebiliyor. Bu nedenle United Colors of Benetton, bu amaçla yani insanların kendilerini en iyi şekilde yansıtabilecekleri üç seri sunuyor. İş yaşantısı ve özel anlar için Dress Up, rahatlığı ön planda tutan rafine tarzıyla Dress Down ve sportif bir üslubu olan Dress to Move. Ama hepsinde bir anne şefkati ve genç modernizmi var. Trikoların, örgülerin, ponponların öne çıktığı kumaşlar hem vintage bir tarza sahipken hem de modern kesim ve renkleriyle yenilikçi bir anlayışı birleştiriyor. Böylece de karşımıza sanki annemizinden kalmış bir elbiseyi modern hayatın dokunuşları ile yeniden yorumlamışız gibi bir stil ortaya çıkmış. Açıkçası tam benim sevdiğim gibi. Geçmiş ve geleceğin şimdide de buluşması.Dress Up serisinin en önemli özelliği 1963 yapımı The Prize filminin modern caz esintili Stockholm atmosferini yansıtıyor olması. Kaşmir ve ipek gibi doğal malzemelerin modern bir siluette buluştuğu seri son derece sofistike bir görünüm de sergiliyor. 1960’lar tarzın desenli gömlekler, damla dekolteleriyle resmi olduğu kadar kadınsı da. Desenli kazakların ve mikro baskılı gömleklerin üzerine giyilebilecek bol jileler, diz üstü mantolar ve süet deri karışımı “clutch”lar ise kombinlerin tamamlayıcısı niteliğinde. 70’lerin ince ve keskin hatları, parlak renkli işlemeli trikolar ve balıkçı yakalarla birleşmiş.Günün her saatine uygun olan Dress Down ise United Colors of Benetton’un klasik İtalyan felsefesiyle hazırladığı pratik ve rafine bir seri. Yumuşak hatlar, camgöbeği, hardal, mürdüm, macenta renkleriyle örgüler balıkçı ve polo yakalarla, püsküllü pançolar ve kocaman atkılar ise kloş elbiselerle buluşuyor.Geridönüşümlü jean’ler, degrade yün mantolar, çarpıcı renkli elbise ve mini eteklerde kullanılan çevreci deriler, 70’lerin moda anlayışına minimalist bir yorum katıyor. Yaka ve kolları farklı renkte bol kesimli kazak, bele oturan yumuşak keçe ceket ve bol paça pantolonlar, kadınların günlük hayatının kurtarıcaları olacak. Erkeklerde ise rahat ve şık ceketler, parlak renklerde yumuşacık sıfır veya balıkçı yaka kazak, denizci tarzı kısa bir palto ve dar kesimli pantolonlarıyla rahat ve klasik şıklığı yansıtıyor.Kolesyinonun son serisi Dress to Move ise, sportif ve şık parçalardan oluşuyor. Scuba kumaşı, incecik neoprenler ve doğal denimlerle; dijital baskılı kareli gömlekler... Maksi spor elbise veya 70’lerin tarzı tenis eteğinin üzerine giyilecek neopren bir bomber ceket… Özetle; United Colors of Benetton yine çok renkli, çok kimlikli.
Birkaç yıldır, pilates yapıyorum ve söylemek isterim ki; bu şu ana kadar kendim için yaptığım en doğru şeylerden biri.Bu cümleyi okuyan pek çok kişinin, özellikle de fitness yapan erkeklerin, müstehzi bir ifadeyle gülümsediğini görür gibiyim. Onlara diyecek tek sözüm var; “gelin sizinle matta buluşalım.” Bu küçümsemenin alt okumalarının elbette farkındayım. Çünkü erkekler bu sporu kendilerine pek yakıştıramıyor. Ne de olsa bir “delikanlı” sporu değil. Zaten ağırlıklı olarak da kadınlar yapıyor pilatesi. Çünkü ortada ne üçgen vücutlar var; ne kas yığınları, ne de ağırlıklar.Aksine; her şey kişinin kendi ağırlığı ile gerçekleşiyor. Bir bakıyorsunuz, bir kadıncağız iki kolunu açmış, dizlerinin üzerinde sağa-sola esniyor ya da bir makineye yatmış dizleriyle makinenin aksamını itip çekiyor. Ne halter var, ne de buram buram bir terleme.Üstelik az sonra kadın, iki dizinin arasına bir top alıp sıkmaya da başlıyor. Biliyorum, bir delikanlı için olmayacak hareketler bunlar! Allah muhafaza ya bir arkadaşınız sizi böyle görürse! Neyse ki, son yıllarda pilatese olan bu maço bakış açısı değişmeye başladı. Erkekler de bu spora ilgi gösteriyor, oran artık % 35’e %65.Neyse ki diyorum çünkü pilates sadece bir spor değil; fizyoterapi temelli bir rehabilitasyon yöntemi. Sağlık sorunları yaşayanların, özellikle de omurga ve ortopedik diğer problem yaşayanların sağlığına kavuşmak ya da hastalıklarının ilerlememesi için tercih ettiği bir yöntem.Pilatesin tarihine baktığımızda da bunu görüyoruz. Zira yaratıcısı Joseph Hubertus (1880, Almanya) doğuştan raşitizm ve astım hastasıydı. Hatta doktorlar ailesine çok uzun süre yaşamayacağını bile söylemiş. O da vaktinin çoğunu evde çeşitli tıp ve özellikle Uzakdoğu sporları ile ilgili kitapları okuyarak geçirmiş. Sonunda da yoga, kayak, dans, savunma sporu ve ağırlık çalışmaları üzerinde uzmanlaşarak pilatesi yaratmış. Öyle ki, I. Dünya Savaşı başladığında İngiltere`de İngiliz polislerini çalıştırıyormuş.Bu nedenle, bir spor salonuna gittiğinizde gördüğünüz, pilates yapanların o “basit” hareketleri çok büyük bir buzdağının sadece görünen yüzeyi. Suyun altında ise; kendi ağırlığı ve nefesiyle ilmik ilmik dokunan çelik gibi bir beden var.Burada “çelik gibi” deyimini bilinçli kullandığımı, “demir gibi” demediğini vurgulamak isterim. Çünkü pilates sadece güçlü bir beden değil aynı zamanda zarif, esnek ve dengeli bir beden vaat eder. Zaten tam da bu yüzden ünlü cerrahların, iş adamlarının tercih ettiği bir yöntem. Benim fitness çalışanlara rahatlıkla “gelin sizinle matta buluşalım” dememin sebebi de bu. Çünkü vücut çalışanların esnekliği yoktur, 15 dakikadan sonra matın üzerinde nefes nefese kalırlar.Temel pilates hareketlerini izlemek için tıklayınız...Ben iki senedir Bülent Özgür ile çalışıyorum. Kendisi sekiz yıldır pilates hocalığı yapıyor ki, öğrencileri arasında ortopedik sorunlar yaşayanlar, Türkiye’nin ünlü cerrahları (Prof. Dr. Bingür Sönmez, Prof. Münci Kalayoğlu), ünlü gazeteciler (Mithat Bereket) de var. (Bu arada benim de bir organ nakilli ve düzenli kortizon kullanan biri olduğumu belirtmek isterim.) Peki, pilatesle birlikte hayatımda ne değişti? Öncelikle ben hiçbir sporu düzenli yapmazdım/ yapamazdım. Zaman zaman derslerim aksasa da pilatesten hiç kopmadım. Çünkü pilates beni mutlu ediyor, ders bittiğinde ayaklarım sanki birer ayak değil de kanatmış gibi hissediyorum. Kortizonlardan kaskatı olmuş olan sırtımdaki ağrılar her geçen gün daha da azalıyor. Hastalıklarımdan ötürü bedenimi hiç bırakmayan kas ağrıları da… Çocukluktan beri bir karıncayı andıran karnım artık şekle girmeye başladı. Evet, göbeğim hala yerinde ama artık bir şekli var.Özetle; sadece estetik için değil sağlıklı yaşamak isteyen herkes için pilatesi öneririm.Ayrıca Bülent Özgür, bel sakatlıklarının yüzde 90’ının sabah uyandığımızda yaptığımız ters bir hareketten kaynaklandığını belirterek, herkesin evinde yapabileceği hareketleri de gösterdi. (Bülent Özgür, Core Pilates, İnstagram: @corepilatesist)Bel sakatlıklarından kurtulmak için ne yapmalı? (İZLE)
Milano’da outlet ürünlerinin satıldığı AVM’lerde öyle indirimler oluyor ki... Artık bu kent yalnızca sanat ve mimari değil, Armani ve Prada gibi markaları yüzde 70’i bulan indirimlerle satın alabileceğiniz bir alışveriş cenneti.Son yıllarda “outlet turları”nın da düzenlenmesiyle biz Türkler için Milano, alışveriş şehri oldu.Aslında bu şöhret çok da abartılı değil. Çünkü burası, hele indirim dönemlerinde Armani’den Prada’ya kadar İtalyan ve dünya markalarının outler’de etiket fiyatının çok çok altında satın alınabildiği bir şehir. Atlasglobal’in 2 Ağustos’tan itibaren Milano’ya başlattığı seferler vesilesiyle düzenlediği gezi sırasında bunu bizzat gözlerimle gördüğümü söyleyebilirim. Bunun en büyük göstergesi de şüphesiz ki, outlet ürünlerin satıldığı alışveriş merkezlerine valizlerle gelenlerdi. Bir hatta iki valizle... Özellikle İtalyan markalarının yüzde 50- 60 indirimle satıldığı bu AVM’lerde sezon sonlarında ayrıca yüzde 70 indirim uygulanabiliyor. Yani doğru zamanda, disiplinle belirlenmiş bir ihtiyaç listesi ile Türkiye’de yıl boyunca yapacağınız alışverişten çok daha az harcayarak, çok daha kaliteli ürün almanız mümkün. Euro’ya kanmayın!Bu AVM’lerde yok yok... Dahası etiketler Euro üzerinden olduğu için ilk bakışta fiyatları düşük algılayabiliyorsunuz; ta ki, ekstreniz gelene kadar. O yüzden ne alırsanız alın, hesap makinenizde önce TL’ye çevirin. Şayet vaktiniz varsa, AVM’nin büyüklüğüne aldırmadan önce bir dolaşın. Önceliğinizi de İtalyan markalara verin. Çünkü burada ABD, Fransız ya da İngiliz markaları yerli markalara oranla doğal olarak daha az indirim uyguluyor. Ve tabii yapabiliyorsanız, bu bilgileri önceden internetten araştırın. Ne de olsa burası Milano ve burası sadece bir alışveriş merkezi değil.Çünkü Milano diğer alışveriş merkezi şehirlerin aksine (mesela Dubai) aynı zamanda sanatın ve tarihin baştacı yapıldığı bir şehir. Başta Avrupa’nın dördüncü büyük katedrali olan Duomo’nun da dahil olduğu katedrallerin, müzelerin, galerilerin de şehri... Elbette Leonardo Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” resminin de... Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” romanıyla ününe ün katan ve sanıldığı gibi bir tabyo olmayan bu duvar resmi Santa Maria Della Grozia Manastırı‘nın yemekhanesinde her yıl milyonlarca kişi tarafından görülmekte. Resmin zarar görmemesi için sınırlı sayıda ziyaretçinin gruplar halinde içeri alınmasından ötürü de manastırın önündeki kuyruklar uzayıp gitmekte. Hatta pek çok kişi içeri giremeden, geri dönmek zorunda kalıyor. Bu yüzden muhakkak biletlerinizi internetten alın.