Zürih’teki Galeri Gmurzynska, sanat tarihinine damga vurmuş iki ismi, Kazimir Malevich ve Donald Judd’ı tek bir çatı altında buluşturdu.Geçtiğimiz günlerde Art Basel vesilesiyle bulunduğum İsviçre’de, taptaze bir trendin başlangıcına denk geldim. Özellikle köklü müze ve galerilerin yıllık programlarını hazırlarken izleyicinin ilgisini uyanık tutacak, yenilikçi temalara yönelmesi çoğu sanatseverin dikkatini çekmiştir.Sergi içeriklerinde, temsil ettikleri sanatçıların solo ve karmaları dışında sanat tarihi referanslı seçkiler düzenlemeye başladılar. Zürih’teki Galeri Gmurzynska da özgün bir konsept yaratarak iki büyük ustayı tek bir çatı altında buluşturuyor.Fikir olarak çok heyecan verici bulduğum bu konsepte ait ilk sergiyi hayranlıkla izledim.İki ustanın büyüleyen akrabalığıSüprematizmin öncüsü Rus sanatçı Kazimir Malevich ile Amerikalı minimalist sanatçı Donald Judd’ın birleşiminden doğan “Judd / Malevich” sergisi, ikilinin 1994 yılından bugüne dek ilk kez bir araya getirilen eserlerini görücüye çıkarıyor. Bundan yıllar önce filizlenen bir proje kapsamında, galeri henüz Köln’deyken yapıtları bir araya getirilmiş iki sanatçının ortaklığını, 23 sene sonra Zürih’teki yeni mekânlarında tekrar canlandırma fikrini müthiş yaratıcı buldum. Modernist soyut resmi tüm ekspresyonist ve öznel etkilerden arındırıp; yalnızca saf formların hakim olduğu geometrik soyut sanatı yaratan Malevich ile heykellerini, renk blokları ve mutlak boşluklardan ibaret minimal birer objeye dönüştüren Judd, muazzam bir diyalog içine girmiş diyebilirim. Aralarındaki biçimsel ve felsefi akrabalık öylesine bariz ki; dakikalarca keyifle seyrettiğim yapıtların, ortak bir kavramsal altyapıyla sergiye özel olarak üretilmiş çalışmalar olduğunu zannetmek bile mümkün.Bu iki ustanın sanat tarihsel ilişkisini, klişelerden uzak bir tavırla yansıtan sergide, Malevich’in fazla bilinmeyen suluboya figür desenlerini de görmek eşsiz bir deneyim oldu benim için. Donald Judd’ın oğlu Flavin Judd tarafından kürasyonu yapılan seçki, Rus süprematistlerinin Amerikan minimalistleri üzerindeki yoğun etkisini fazlasıyla gözler önüne seriyor. Muadilleri ülkemizde de olmalıSanat tarihinde çığır açmış öncü isimlere, bu tür karşılaştırmalı yaklaşımlarla saygı duruşunda bulunmak gerektiğini düşünüyorum. Müzelerde görmeye alıştığımız retrospektiflerin ötesine geçerek onların üretimlerini daha derinden anlamayı mümkün kılan bu tür girişimlerin popülerleşeceğinin ipucunu verebilirim. İsviçre’nin köklü sanat kurumlarından Beyeler Foundation’ın, gelecek yılki Basel fuarına denk düşen tarihlerde sürrealist/ekspresyonist heykeltıraş Giacometti ile ekspresyonist ressam Francis Bacon’ı buluşturacağı kulağıma gelenler arasında. Bacon ile çevresine “beni herkesten çok etkileyen adam olarak tanımladığı Giacometti, özellikle savaş sonrası dışavurumculuğun tükenmeyen kaynakları diyebiliriz. İç dünyalarından taşanları benzer imge ve ifadelerle canlandıran bu iki sanatçının eserlerinin, birlikte söyleyecek çok şeyleri olduğundan eminim.Beni şimdiden sabırsızlandıran bu serginin muadillerini ülkemizde de görmeyi çok isterim doğrusu.Türkiye’deki sanat üretiminin geçmişteki ve bugünkü ustaları arasında anlamlı bir köprü kurulması kendi sanat tarihimizi doğru okumak adına yerinde olurdu. Böylece biz sanatseverler için de güncel pratikleri farklı gözlerle yorumlama fırsatı doğar.
Yaz ayları karma sergilerin dönemi desek yanlış olmaz. Kaliteli eser izleme fırsatı bulacağınız sergilerden mini bir seçki hazırladım.Akbank Sanat’ta açılan “Beni Bul” isimli fotoğraf sergisi bu ayın öne çıkanları arasında. Merih Akoğul’un küratörlüğünü üstlendiği sergi, çağdaş sanat adına yıldızlar geçidi gibi diyebilirim. Kezban Arca Batıbeki, Ahmet Elhan, Balkan Naci İslimyeli, Şükran Moral, Ferhat Özgür, Gül Ilgaz, Ali Kabaş bu isimlerden yalnızca birkaçı. Sanat tarihinde spesifik bir janr olarak tanımlayabileceğimiz otoportre geleneğini, fotoğraf sanatındaki yansımaları üzerinden ele almak özgün bir yaklaşım olmuş. Üretim pratikleri, başvurdukları yöntem, teknik ve materyaller hayli farklı yerlerde konumlanan birbirinden başarılı sanatçılar, bu kez objektifi kendilerine yöneltmiş. Hayatı ve dünyayı algılayış biçimlerine dair samimi dışavurumlar olarak görebileceğimiz eserler, sosyolojiden sanata, felsefeden psikolojiye derin sorgulama ve yorumlamaların öznesi oluyor. Otoportrenin, çağdaş bakış açısından paylaşılmış fotoğrafik bir yolculuğu niteliğindeki sergi, sanatçı ile objesini, çeken ve çekilen olarak aynı karede birleştiriyor. Roland Barthes’tan Freud’a, türlü teorik yaklaşımların ışığında, fotoğrafçı ile modeli arasındaki ilişkiyi masaya yatıran sanatçıların iç dünyalarına dair arayış ve buluşların öyküsünü bizlerle paylaşıyor. 29 Temmuz’dan önce ziyaret edin derim.İçeriği dönüşüme uğrayacakDepo İstanbul ise karma sergi deyip geçemeyeceğimiz, izleyiciyi, kolektif üretimin sınırları üzerine düşünmeye davet eden bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Apartman Projesi grubunun 2016 yılında başladıkları ortak bir çalışmanın ürünü olan “Kuşla Göz Arasında”, Selda Asal, Fatma Belkıs, Elmas Deniz, Borga Kantürk ve Merve Ünsal gibi kavramsal üretimlerini beğeniyle takip ettiğim sanatçıların ortak fikirsel ve biçimsel girişimi diyebiliriz. Serginin en önemli özelliği, süresi boyunca davet ve katılımlarla genişleyecek, zenginleşecek, içerik bakımından dönüşüme uğrayacak olması. Bir grup sanatçının, birlikte kafa yormayı, hareket etmeyi tercih ettikleri konulara dair bu süreçteki yöntem ve usullerini mercek altına almaları bana oldukça ilgi çekici geldi. Mekânın ilk katındaki “Gelen Kağıtlar” bölümünde basma ve çoğaltma araçları üzerinden baskı, sansür ve dilsizleştirilme gibi eylemler eleştiriliyor. İkinci kattaki “Televizyon” bölümü ise kurgulanan TV programı stüdyosu ortamıyla söz söylemenin eski ve yeni araçlarına dair zihin açıcı bir yönlendirmede bulunuyor. 16 Temmuz’a kadar yeni isimlerin katılımıyla, kolektif emeğin başarılı örneklerine kapı açan sergiyi mutlaka görmelisiniz.Zamansız ve mekansız hikayelerKasa Galeri, Hande Varsat, Aras Seddigh ve Meltem Işık’ın işlerini, beden, gerçeklik, kimlik kavramları ışığında bir araya getiren “Ne Hikaye?” sergisini izleyiciyle buluşturuyor. Bir sanat yapıtının hikaye anlatma ve sahibine ait birikim ve deneyimi paylaşma potansiyelini ele alan sanatçılar, kendilerine has görsel ifade biçimleriyle ortak bir dil yaratıyor. Bireysel bir mesele olarak kadın kimliğine değinen Hande Varsat, zamansız, mekânsız hikayeler anlattığı kurgularıyla Aras Seddigh, bedenin algılayışı ve algılanışı üzerine sorular soran Meltem Işık gayet başarılı bir iş çıkarmış. Görmek için 7 Temmuz’a kadar vaktiniz var.
Yolu bir şekilde profesyonel sanat eğitiminden geçmiş herkes için tartışmasız ilk sıralarda yer alan eleştirmen ve yazar, John Berger’dir. Görsel kültür ve düşünce sistemleri bağlantısı üzerine kaleme aldığı çok değerli kitaplarının yanı sıra 1970’lerde kendi sunumuyla izleyenlere seslendiği TV programı da bu anlamda çığır açmıştır. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz bu önemli ismin öğrettiklerini hatırlamak adına Arter’deki "Görme Biçimleri" adlı sergiyi büyük bir merakla izlemeye gittim.M.Ö 1000'den günümüze...Serginin küratörlüğünü üstlenen, Montblanc Kültür Vakfı eşbaşkanları ve Art Reoriented’ın kurucuları Sam Bardaouil ve Till Fellrath ile izlediğim seçki, çoğu, Türkiye’de ilk kez sergilenen 33 sanatçının 70’e yakın yapıtını bir araya getiriyor. M.Ö. 1000 yıllarına tarihlenen eserlerden günümüze kadar farklı disiplinlerde üretilmiş çalışmaların tümünü tek bir yerleştirme gibi okumak mümkün. Bir yapıtı çözümleme ve eleştirme sürecini izleyici için daha anlaşılabilir bağlar üzerine inşa etmenin kapılarını açan Berger’ın, görme biçimlerine dair ortaya koyduğu kılavuz, bu sergide yeniden okunuyor.Picasso resmine tersten bakınKüratoryal düzenlemeyi çok beğendiğim sergide, Walid Raad’ın müze zemininin bulanık yansımalarını ölümsüzleştiren fotoğrafları ile hemen karşısında yer alan, Édouard Richter’in 19'uncu yüzyıla ait oryantalist resmi, aralarındaki zihin açıcı diyalogla favorim oldu diyebilirim. Yine onlara eşlik eden Vik Muniz’in dünyaca ünlü bir Picasso resminin tersini gösterdiği yerleştirmesiyle de başarılı bir anlam bütünlüğü kurulmuş. Mekân-yapıt ilişkisinin sınırlarını yeniden çizen Hans-Peter Feldmann’ın enstalasyonu ise kaidenin üzerindeki nesne ve ona dair bir kuralla odada tek başına kalan izleyicinin yüzleşmesini kaçınılmaz kılıyor. Formal olarak yalın bir anlayışın sınırlarında gezinip kavramsal bakımdan derin "challange"ları yüzeye çıkaran "Teke Tek", sergideki ilginç çalışmalardandı. Çantalara yüklenen anlamSerginin öne çıkan yapıtları arasında Hassan Sharif’in çocuk sırt çantalarından oluşan "Okula Dönüş" isimli duvar yerleştirmesini de saymak gerekir. Objeyi işlevselliğinin ötesinde değerlendirerek bu çantalara geleceğe bilgi taşıyan araçlar gibi daha kutsal bir anlam yükleyen Sharif’in eseri, hem görsel dili hem de alt metniyle beni etkiledi. Gustav Metzger ise interaktif sayılabilecek bir seriye imza atmış. Metzger, vahşet içerikli fotoğrafları, ilk bakışta görmemizi engelleyen bir perdeyle kapatarak bizi, gerçeğe ulaşma dürtümüz ve sınırları aşma kapasitemizle baş başa bırakıyor. Irk, cinsellik ve eşitsizlik temalarını kendine has gölge oyunu tekniğiyle işleyen Kara Walker’ın yapıtındaki tekinsiz ruhu, çok başarılı buldum. "Görme Biçimleri"ni en iyi tamamlayan işler arasında ise Kim Tschang-Yeul’un algı sınırlarını zorlayan hiperrealist su damlaları resimlerini sayabilirim. Berger’ın, eser okuma/algılama yollarına dair çizgi dışı önermelerini anımsamakla kalmayıp pek çok üst düzey sanatçının da işlerini yakalamak istiyorsanız 13 Ağustos’a dek vaktiniz var.
Farklı coğrafyalardan 34 sanatçının yapıtlarını “Çiftdüşün Çiftgörü“ sergisi kapsamında bir araya getiren Pera Müzesi, ziyaretçilere eleştirel bir bakış kazandırıyor.Pera Müzesi’nde geçen hafta açılan “Çiftdüşün Çiftgörü“, Rus Konseptüalizmi’nin başarılı örneklerini bir araya getiren, tüm dünyadan 34 sanatçının yapıtlarını izleyiciyle buluşturan kuvvetli bir seçki. Yüzyıllardır gücünü kaybetmeden bugüne ulaşan kurumsallaşmış düşünce biçimini hedefe alan sanatçıların, bu sistemi kökünden değiştirme motivasyonuyla çeşitli bürokratik yapıların çalışma yöntemlerini hicivli bir dille eleştirmesi gerçekten ilgi uyandırıcı.İmgelerin altındaki politik iğnelemelerİsmini George Orwell’ın yayınlandığında oldukça ses getiren ve halen kült edebiyat eserlerinden biri sayılan distopik romanı 1984’te kullandığı “Çiftdüşün” kavramından alan sergi, imgelerin altına gizlenmiş politik iğnelemelere de sahne oluyor. Rus sanatçı Pavel Pepperstein’in açıklık getirdiği gibi; aslında olumsuz gibi görünen “çiftdüşün” kavramı, 1970-80’lerde devlet nezdinde sanatçı kimlikleriyle özgürce üretim yapmaktan imtina eden Moskovalı kavramsalcıların geliştirdikleri farklı iletişim biçimine işaret ediyor. Alistair Hicks’in küratörlüğünü üstlendiği seçkide, Anselm Kiefer, William Kentridge, Bruce Nauman, Raymond Pettibon, Marcel Dzama, Keith Tyson ve Thomas Ruff gibi yıldız isimlerin işleri de kuşkusuz seyir zevkini artıran unsurlardan biri. Türkiyeli sanatçılar da gerek sergi konsepti gerekse de görsel ve kavramsal altyapı bakımından bu ustalarla müthiş bir uyum ve diyalog içinde.Sovyet sistemine dair sorularÖzel ilgiyi hak eden üst düzey eserler arasından “Sınıraşımı“ yerleştirmesi öne çıkıyor: Galim Madanov ve Zauresh Terekbay bu kolektif çalışmayla 2011 yılındaki Venedik Bienali’nde de Kazakistan’ı temsil etmişti. Raflara yerleştirilmiş 400 adet küçük tuval resmiyle, gündelik hayatımıza işlemiş prototipleri merceğe alan ikili, Sovyet sistemine dair sorularını Kazak kültürüne ait imgelerle soruyor. Nikita Alexeev’in “İkonostasis Kravatı“ ise sembolik diliyle, bu soruların cevabını bulmanıza ön ayak oluyor.Kader Attia’nın “Hiçbir Şey Değişmedi” isimli işi serginin temasıyla direkt olarak örtüşmesi bakımından dikkate değer. Dikenli tellerle sarılmış 3 adet kitaptan oluşan yerleştirme, bir işkence yöntemi olarak bilgiden mahrum etme, fikirlere ket vurma gibi tutumları hatırlatıyor. Attia’nın çalışması, zıtlıklara dikkat çekerken; dikenli tellerin kıvrımları, düşünce sisteminin yapısını temsil ediyor.Dokunaklı bir nostalji: Türkçe KütüphanemSanatçıların son derece kişisel deneyimlerle ortaya koyduğu, izleyicinin empatiyle yaklaşmasını gerektiren işler de seçkiyi zenginleştiriyor. Marilá Dardot’nun kitap kapaklarından oluşan duvar enstalasyonu “Türkçe Kütüphanem” ile hem göze hem ruha hitap eden bir eserin derinlerine inerek dokunaklı bir nostalji yaşamak mümkün.Hera Büyüktaşçıyan’ın “Kayıp Cennetten Mektupları“nı okumaya çalışmak, Aslı Çavuşoğlu’nun devrime yüklediği yeni anlamı keşfetmek, Ali Kazma’nın sıradan olana kazandırdığı masalsılığa tanık olmak ve Erdem Taşdelen’in 48 kartvizitlik yerleştirmesiyle “Bir insan kendini kaç farklı şekilde sunabilir?” sorusunun cevabını ve altında yatanları aramak size de keyifli gelecektir.Oto-sansürün tuzağına düşmeden, tersten okuma ya da çoğulcu fikir üretmenin nasıl zihin açan bir eylem olduğunu keşfedeceğiniz sergi, 6 Ağustos tarihine dek devam ediyor. Fotoğraf tarihinin ilk örnekleri Sadberk Hanım Müzesi’ndeVehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi, İstanbul Modern ve Satıp Sabancı Müzesi, fotoğraftan soyut sanata kadar farklı alanlarda çarpıcı sergileri ağırlıyor.Fotoğrafın 1839 yılındaki icadının ardından, dönemin en ünlü seyyahları Osmanlı İmparator luğu’nu ziyaret etmiş, pek çok fotoğraf karesini miras bırakmıştı. Bu noktada Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi’nde geçtiğimiz hafta sanatseverlerle buluşan “Gümüşten Suretler, Ömer M. Koç Koleksiyonu’ndan Erken Dönem Fotoğraflar 1843-1860” sergisi bir döneme ışık tutuyor. Osmanlı coğrafyası ile dönemin Doğu Akdeniz metropollerinde çekilmiş 46 nadide fotoğraf, 10 Ekim’e dek ziyaret edilebilir.İstanbul Modern Fahrelnissa Zeid’i ağırlıyorTürkiye modern sanatının öncülerinden ve soyut sanatın ilk temsilcilerinden Fahrelnissa Zeid’in kapsamlı bir koleksiyonuna sahip olan İstanbul Modern, sanatçının yapıtlarından oluşan bir seçkiyi gün yüzüne çıkardı.Sergide, kullandığı renklerle adeta gözlerinizi kamaştıran Zeid’in, Türkiye’deki sanat ortamında başladığı 1940’lı yıllardan, Amman, Ürdün’e taşındığı 1970’lere kadar, en etkin olduğu dönemden yapıtları yer alıyor.Etkinlik, 13 Haziran’da Tate Modern’de gerçekleşecek retrospektif Zeid sergisine de paralel bir ilgi yaratmayı amaçlıyor. Eserler 30 Temmuz’a dek görülebilir.Sakıp Sabancı Müzesi 15’inci yılını kutluyorSabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), 15’inci yılında ressam, heykeltıraş Selim Turan (1915-1994), “Tez-Antitez-Sentez” başlıklı sergisiyle sanatseverlerle buluştu. 1947’den ölümüne kadar hayatını Paris ile İstanbul arasında sürdüren Selim Turan’ın sergide bulunan 100’ü aşkın eseri, onun her iki kentin kültür ortamından aldığı esinin izlerini taşıyor.Sergi 13 Ağustos’a kadar görülebilir.
Galerilerde birbirinden güzel sergiler izleyicisini bekliyor. Bu hafta güneşli bir hafta sonuna dahil edebileceğiniz mini bir seçki hazırladım.Çukurcuma bölgesine yolu düşenler PG Art Gallery’de devam eden “Polaris” sergisiyle Ayşe Wilson’un kendine has üslubunu keşfedebilirler. Üretim pratiğinin temel bir parçası olan monokromatik skalasını çok beğendiğim Wilson, hassas temaları eğlenceli bir yaklaşımla dile getirmeyi tercih ediyor. Sanatçının, hafıza, gençlik, kimlik gibi konuları, fantastik sınırlarda gezen imgeler aracılığıyla yorumladığı işleri, özel bir ilgiyi hak ediyor. 17 Haziran’a dek görebilirsiniz.Kanıksanmış etiketleri aşma zamanıCihangir’in yükselen sanat mekânlarından Ark Kültür’e de uğramadan geçmeyin derim. “Bize Ait Bir Oda” sergisi, tektipleştirilen annelik profiline, kadını anne olmak üzerinden yüceltmek ve yermeye yönelik tüm söylem ve mekanizmalara karşı bir tepkiyi dile getiren kadın sanatçıların işlerini izleyiciyle buluşturuyor. Benim de severek takip ettiğim isimlerden Arzu Yayıntaş, Güneş Terkol, Işıl Eğrikavuk, Nancy Atakan, Neriman Polat, Nurcan Gündoğan, Sena Başöz ve Sezgi Abalı gibi başarılı sanatçıların, annelik ve kadınlık deneyimleri üzerine eleştirel çalışmaları mutlaka görülmeye değer. Ön yargıları ve klişeleri yıkarak izleyiciyi kanıksanmış etiketlerin ötesinde bir kimlik oluşumuna tanık olmaya davet eden sergi, 4 Haziran tarihinde son buluyor.Damla Özdemir’in ürettiği kolajlar güncel meseleleri başarıyla irdeliyor.Süslerden arındırılmış bir gerçeklikSıraselviler’deki Pilot Galeri ise Ali Miharbi’nin ikinci kişisel sergisini ağırlıyor. Başlığını, Antik Yunanca’daki “Pneuma” kavramından alan sergide sanatçı, galeri mekânını; havaya şekil, renk ve ses vererek onu yönlendirdiği bir deney alanına dönüştürüyor.3 Haziran’a kadar vaktiniz var.Beyoğlu taraflarında olacaklar için Mısır Apartmanı’ndaki Pi Artworks güzel bir seçenek. Susan Hefuna’nın “Crossroads” videolarından mini bir seçki sunan “Angst Eats Soul”, sanatçının süslemeden arındırılmış ifade dilinin kapılarını açıyor. Video sanatında farklı bir dil geliştiren Hefuna’nın ufuk açıcı işlerini görmek için son tarih 17 Haziran son gün.Popüler kültüre farklı bir yaklaşımNişantaşı civarındaysanız ilk durağınız Galeri Merkür olabilir.Şeyda Cesur, popüler kültüre dair imgeleri, realite ile bağını kopararak el aldığı sergisi “Kuş Dili”nde, kullandığı sembolik dil ile ilgi çekici işlere imza atıyor. “Kuş Dili”nin altıncı duyumuz varsayılan algıya bir gönderme olduğunu belirten Cesur; renk, ölçü, doku, biçim bakımından zıtlıklardan faydalanarak yalnızlık, yaşam, ölüm ve hayaller gibi temaları mitolojik anlatımıyla derinleştiriyor. 10 Haziran’a kadar devam edecek sergiyi listenize ekleyin derim.Yine Nişantaşı’da bulunan Galeri İlayda’da ise Damla Özdemir’in stop motion animasyon ve dijital sanat tekniklerinden beslenerek kendi üslubuyla birleştirdiği kolaj üretimleri sanatseverler tarafından keşfedilmeyi bekliyor. Kültürel kodlamalar, cinsiyet, kimlik, uygarlık, bireyin toplum içindeki aidiyet ve özgürlük alanları gibi yaşadığımız çağa dair güncel meseleleri masaya yatıran Özdemir, “Free Speech Zone” isimli sergisinde çözülmek üzere heyecan verici ipuçları sunuyor. 23 Haziran tarihine dek mutlaka görülmeli.
Christine Tohmé’nin küratörlüğünü üstlendiği 13'üncü Sharjah Bienali’nin kavramsal çerçevesi, "dalgalanma, çalkantı, kabarma, inişli çıkışlı form" anlamına gelen "Tamawuj" ifadesiyle özetleniyor. Projenin İstanbul ayağında ise doğanın döngüsünden yola çıkan ekip, bahar ve tohum kelimeleri üzerine temayı inşa ediyor.Sultanahmet’teki büyüleyici tarihi yapı, Abud Efendi Konağı’nda, Zeynep Öz küratörlüğünde gerçekleşen "Bahar" isimli sergi, Eylül’ü beklerken kabaran bienal özlemimizi dindirdi diyebilirim. Doğanın yeniden dirilişini, baharı, tohumların canlanması ve filizlenmesini metaforik bir kaynak olarak ele alan bienal, sanat eseri üretimi, sanatçının fikirsel besin kaynakları gibi katmanları irdeliyor.Egzotik kokunun tamamlayıcısıAna girişten bahçeye adım attığınızda ilk karşınıza çıkan, kapısı yasemin çiçeklerinin kokusu arkasına gizlenmiş tonozlu bir oda oluyor. Fatma Belkıs’ın "Bataklıkta Fert Değil" isimli enstalasyonunu barındıran bu alan, karanlık ve rutubetli ortamında uçuşan turna kuşlarının meskeni olmuş. Kurgulanmış bir bataklığı canlandıran Belkıs, odağını, bu toprak alanın zemin yapısına değil sazlığından balığına, üzerinde uçan kuşuna kadar orayı bataklık yapanlara çeviriyor. Bana varoluş ve aidiyet kavramlarını farklı bir açıdan düşündüren bu iş, sergiye etkileyici bir start veriyor. Binaya girdiğinizde burnunuza gelen egzotik kokunun tamamlayıcısı enstalasyon ise yine bir odaya konumlanmış. João Modé, konağın bir odasını tamamen toprak ve büyük boyutlu, yemyeşil bitkilerle donatmış. Kaktüsten palmiyeye, yosundan çeşitli endemik türlere kadar bir sürü bitkiyi mekana adeta istifleyen Modé, yapay bir doğa parçası yaratarak kök ve değerlerimize dair sembolik bir hatırlatmada bulunuyor. Bu çarpıcı yerleştirmeye eşlik eden "Esans/Brezilya’dan Tohumlar" başlıklı işi keşfetmek ise size kalmış. Etrafa serpiştirilen tohumlardan gelen kokuya zihninizi yönlendirdiğinizde kokunun, bireyin alan algısını şekillendirme gücünü de deneyimlemiş olacaksınız.Varoluş ve yaşam hakkı için diren!Yine giriş kattaki bir odada yer alan, Pınar Öğrenci’ye ait video çalışması da benim favorilerimden. Sanatçı, Van Gölü’nde yaşayan, gölün sodalı sularında üreyemediği için her sene baharda tatlı sulara doğru yol alıp yumurta bırakan inci kefali göçünü görsel olarak kendi yaşam alanıyla birleştirmiş. Bir özdeşleştirmenin izini sürdüğümü hissettiğim bu video; zorluklara rağmen yol alma, yaşam ve varoluş mücadelesi, direniş ve göç gibi konulara dair yaklaşımın özgünlüğüyle beni etkiledi. Serginin öne çıkan ortak üretimlerinden biri de Burcu Yağcıoğlu & Ülgen Semerci imzası taşıyan enstalasyon. Dev bir patates ile filizlendiği tarlası olan konağı; mitolojik, sembolik ve soyut çağrışımların hakim olduğu bir yorumlar bütünü şeklinde izleyiciyle paylaşıyor. Lateks yerleştirmenin biçimsizliği ile kolaj ve resimlerin estetik dilinin oluşturduğu zıtlığı da anlamlı buldum. Diyalog, kavrama ve karşılaşma kavramlarını irdeleyen Merve Ertufan ise "Bir Cevap Şaşırtabilir mi?" isimli video enstalasyonuyla beğenimi kazanan diğer isimlerden. Hemen hepsi site-spesific özellikler gösteren ve mekanla daha da yücelen eserleri görmek için 10 Haziran’a kadar vaktiniz var.
İstanbul'un farklı bölgelerinde yer alan sergiler, sanatseverlerin ufkunu genişletirken çarpıcı bir estetik anlayışı sunuyor.Geçtiğimiz hafta Plato Sanat’un değerli küratörü Marcus Graf ve Gaia Gallery’nin işbirliğiyle çok özel bir sergi gerçekleşti. İstanbul Ayvansaray Üniversitesi öğrencilerinin burs havuzuna katkıda bulunmak amacıyla düzenlenen "Yarın" isimli sergide, çağdaş sanatın başarılı isimlerinin eserlerinden oluşan bir seçki izleyiciyle buluştu. İhtiyaç sahibi öğrencilerin eğitimlerini sürdürebilmelerini sağlama motivasyonuyla yola çıkan ekip, Kerem Ozan Bayraktar, Serkan Demir, Sinan Demirtaş, Ahmet Duru, Ali Elmacı, Fırat Engin, Murat Germen, Genco Gülan, Horasan, İrfan Önürmen, Ardan Özmenoğlu, Günnur Özsoy, Burcu Perçin, Seçkin Pirim, Nejat Satı, Ilgın Seymen ve Saliha Yılmaz’ın da aralarında bulunduğu 40'a yakın sanatçıyı projeye dahil ederek takdire şayan bir emek sarf etmişler. Seçkinin galerideki sunumu 6 Mayıs tarihinde sona ermiş olsa da eserlerin tanıtımına iki hafta boyunca Plato Sanat ve Gaia Gallery websiteleri üzerinden devam edileceği bilgisini verelim. Kayıtsız kalmamanızı tavsiye ediyorum.Papa ve Galileo karşı karşıyaGuido Casaretto’nun kişisel sergisini sabırsızlıkla bekliyordum. Nihayet Zilberman Gallery’de izleyiciyle buluşan "Papa ve Galileo Küçük Bir Anlaşmazlığa Düştü" isimli sergi, sanatçının son beş yıllık üretimine ışık tutuyor. Başlığını, olguları açıklamak için kendi kabul ettikleri sistemlerden faydalanan iki tarihi figürden alan seçki, gerçek oluşumlar ile onların kopyaları arasındaki kavramsal ortaklığı masaya yatırıyor. Benzer bir üretim sürecini paylaşan bu parçalar, temsil ettikleri öğelerin fiziksel bağlamından uzakta konumlanıyorlar. Çalışmalarında beton, deri, toprak ve epoksi gibi farklı malzemeleri ustalıkla işleyen Casaretto, izleyicide, bir duyumsama yaratmakla ilgileniyor ve bunu başarıyor.Serginin öne çıkanlarından "Historical Connotations on a Z-axis" adlı çalışma, ilk bakışta mermer bloklardan oluşan bir yerleştirme gibi algılansa da grafit ile mermer dokusunu "taklit eden" sanatçının mercek altına aldığı malzemenin belleği konusunu akla getiriyor. Büyüleyici görselliğin ardındaki pratiğe odaklanmak bu referansın can alıcı kısmı. Örneğin, görkemli dağ görüntüsünü yalnızca gerçekçiliği üzerinden yorumlayıp bir duvar heykeli izlemenin ötesine gitmezsek Guido’nun işaret ettiklerini kaçırmış oluruz. Sanatçının etkileyici işlerinin arkasına yerleştirdiği notları keşfetmeyi size bırakıyorum. 17 Haziran’a dek vaktiniz var. Ceza sahasında trajik hikayelerToplumsal gündemimizde başı çeken bir mesele göç, ülkece içinde bulunduğumuz dönem de göz önüne alındığında doğal olarak sanatçıların üretimlerini şekillendirmeye devam ediyor. Beğeniyle takip ettiğim isimlerden Serkan Demir, son dönem işlerinin yer aldığı "Ceza Sahası" isimli sergisinde, iç savaş nedeniyle göç vermiş ve nüfusunun büyük kısmının artık mülteci sayıldığı Suriye’ye odaklanıyor. Türlü trajedilerin yaşandığı bu zorunlu yolculuğun duraklarını kendi deyimiyle ceza sahası olarak tanımlayan Demir, bu süreçte karşılaştığı hikaye ve görsellerden yola çıkarak zihin açıcı bir görünürlük alanı kurguluyor. Kullandığı nesne, malzeme ve zaman zaman soyuta varan ifade diliyle, derinlerde ironinin ve sorgulamanın yattığı sembolik bir dünya yaratan sanatçı, bıçak sırtı bir konuyu ajitasyonun ve tekrarın tuzağına düşmeden, özgün bir şekilde yorumlamasıyla bir kez daha hayranlığımı kazandı. Sergiyi 10 Haziran’a dek artSümer’de izleyebilirsiniz.
Leica Galeri İstanbul, dünyanın 15'inci Leica Galerisi, Türkiye’nin tek profesyonel ve uluslararası fotoğraf galerisi olarak geçtiğimiz ekim ayında Bomontiada’da açıldı. Tutarlı estetiğinden ve kurgu sanıp da yanıldığımız fotoğraflarından tanıdığımız Alp Sime ve arşivi geçtiğimiz yıl ortaya çıkan İkinci Dünya Savaşı’ndan bir gazetecilik örneği olan Kurt Hutton sergilerinin ardından, şimdi de Magnum Ajansı’nın bir dönem başkanlığını yapmış ünlü Alman fotoğrafçı Thomas Hoepker’i ağırlıyorlar. 89 yaşındaki Hoepker açılış için de bir haftalığına İstanbul’a geldi.İlacın yapamadığını gülmek yapıyor11 Eylül 2001’de dumanların diğer yakasında keyifle sohbet eden gençleri yakaladığı fotoğrafı ve Muhammed Ali serisi ile tüm dünyaya adını duyuran fotoğrafçının bugüne dek İstanbul’da hiç sergilenmeyen birçok tarihi fotoğrafı "Ani Bir Zafer" adlı bu sergide buluşmuş. Yasemin Elçi’nin kaleme aldığı katalog yazısından bu başlık seçimini ve seçkinin odağını anlıyoruz. Metni okuyunca sergiyi bir kez daha gezmek istedim, son paragrafta şöyle diyor: "Mizah doğanın bir hediyesi, zamana meydan okuyarak türümüzün devamını sağlayan evrensel bir dildir. Bir bebeğin ilk sesli tepkisi önce ağlamak, sonra gülmek olur ve bu döngü insan ömrü boyunca sürer. Kısa zaman önce, kocasını yeni kaybetmiş bir kadının kahkaha attıktan sonra yine gözyaşlarına boğulduğuna tanık oldum. Belki de gülebilmek hem bireysel hem de kitlesel seviyede hiçbir ilacın sağlayamayacağı bir direnç yaratır. Kökü Latincede sıvı anlamına gelen (h)umor kelimesinin kana, suya ya da ilaca referans vermesi muhtemelen tesadüf değildir. Siyaset ve eğlence sektörlerinin arasındaki sınırın daraldığı bir dönemde mizah, ağrı kesici görevi üstlenebileceği gibi, doğru kullanılırsa büyük değişimlere de ilham verebilir. 17. yüzyıl filozoflarından Thomas Hobbes'un düşüncesinden hareketle, belki mizah bizi daha esaslılarına götürecek 'ani bir zafer'dir."Hiciv ve alaya ihtiyacımız varHoepker seçkinin bu metinden yola çıkarak yapılacağını duyunca çok şaşırmış. Çünkü henüz kitapçılara bile ulaşmayan bir kitap üzerine çalışıyormuş ve Strange Encounters adlı bu kitabı mizahi işlerden oluşan işlerini içeriyormuş. Mizah, hiciv, alay, tüm bunlar bugünlerde çok ihtiyacımız olan, ifade etmek istediklerimizi hapseden, belki de birbirimizle iletişimimizi hafifleten metodlar. “Ani Bir Zafer”deki bazı işler sanatçının arşivinden ortaya çıkarılarak ilk kez basılmış. Aralarından bir tanesi "Toledo’da Bir Düğünde Düşes" ise 21 Mayıs’a kadar Tate Modern (Londra)’da devam eden "The Radical Eye: Modernist Photography From the Sir Elton John Collection" adlı sergide de yer alıyor. Londra’ya yolu düşmeyenler bu fotoğrafı burada mutlaka görmeli.Tarihi anlar estetikle buluşuyorŞu anda Leica Galeri’de uluslararası bir sergi gezebilirsiniz. Doğu Berlin’e ilk kez geçmiş, Malezya, Venezuella, İran, Şili gibi dünyanın birçok ülkesinde çalışmış bir fotoğrafçının adeta retrospektifi sayılabilecek, mekan ya da zaman ayrımı olmadan, bugüne ait, hepimizi ilgilendiren bir tema üzerine, kitaplardan okuduğumuz tarihi anların estetikle buluşması gibi. Tomi Ungerer portresi, Doğu Berlin evlerinin önündeki Erich Honecker afişi ve beni en çok etkileyenlerden biri olan 1962’de İran’da çekilmiş bir kare: Muhammed Rıza Şah Pehlevi’nin ayaklarına kapanmış bir çiftçi. Şah onu engellemeye çalışıyor, ayakkabısının çamuru ise yerdeki halının deseniyle birleşiyor."Ani Bir Zafer" dünya tarihini, bir fotoğrafçının kariyerini ve hiciv üzerine düşünceleri bir araya topluyor. Leica Galeri’ye gidin ve orada biraz vakit geçirin. Muhammed Ali’nin ikinci eşiyle ilk flört ettiği zamanlara ait fotoğrafı da kaçırmayın. Hangisi olduğunu söylemeyeceğim.