New York Paul Kasmin Gallery’de Mayıs ayında açacağınız solo sergiyle başlamak isterim. Yunan mitolojisine dair yoğun göndermeler içeren “Golden Age/Altın Çağ” serinizde izleyiciyi neler bekliyor; serginin içeriğinden ve hazırlık sürecindeki zihinsel dinamizminizden bahsedebilir misiniz?Bu hali hazırda devam ettiğim Altın Çağ serisine ait son resimlerimin yer aldığı küçük bir pop-up sergi. Bu serime ait toplam dört-beş tane işim galerinin proje mekanında gösterilecek. Serinin tümünün gösterilmesine daha vakit var. Bu seriye 2012’de başladım. Bir heykel ve 11 resim oldu. Bir bu kadar daha yaptığım zaman sanırım sergileyeceğim.Bu seri benim ruhuma çok iyi gelen bir süreç, kendimi özgürce bırakabildiğim, hayal kurabildiğim politik olarak doğru olmak zorunda olmadığım bir süreç onun için çok mutluyum ve hiç bitmesini istemiyorum aslında. Altın Çağ, hayallerim ve mitolojik öyküleri birleştirerek, klasik resimleri birbirine harmanlayarak kendini geliştiren bir seri oluyor.Hem yerli hem yabancı sanat ortamı Taner Ceylan’ı hiperrealist resimleriyle tanıdı. Ancak son yıllarda klasik resmin sınırları içine giren, Yunan heykellerindeki mükemmel anatomik gücü yansıtan işlerle izleyicinin ilgisini uyanık tuttunuz. Bu değişim ya da yönelimin kaynağını nasıl açıklarsınız?Çok planlı programlı bir durum yok ortada ama işler ortaya çıktıkça görüyorum ki, fotoğrafın gerçekçiliği ile klasik resmin gerçekçiliği aynı yeraltı suyunda birleşiyorlar. Tam tanımlayamıyorum ama gerçekçilik konulardan bağımsız olarak kendisini sürdürüyor. Klasik resmi örneğin fotoğraf gibi yapmak için uğraşmıyorum. Rönesans’taki ustaların yaptığı gibi yapıyorum, oldukça gerçekçi yani. Daha önceleri nasıl boksör resmime bakıldığı zaman şiddeti teslimiyeti ve kanın görülmesini istiyorduysam, şimdi de bakıldığında bir Rönesans resmine bakılmasına istiyorum.İstanbul’da atölyesi bulunanlar daha şanslıTaner Ceylan’ı ayrıca genç sanatçıları destekleyen, öncülük eden bir mentor olarak da görebiliriz. Genel itibariyle Türkiye’deki genç sanatçıların eğilimlerini ve üretim pratiklerini nasıl değerlendirirsiniz?Gençlik dediğiniz şey bütün dünyada aynı, hele bu zamanda aynı şeyleri izliyorlar aynı şeylere gülüyorlar aynı şeyleri arzuluyorlar; ama ülkenin siyasal ve ekonomik koşulları, farklı dinamikleri, bu gençlerin yaratıcı gücünü farklı kanallardan besliyor. İnanılmaz dinamik yaratıcı bir gençlik var bu ülkede.Birçok şeyin buluştuğu çarpıştığı bir toprağın üzerindeyiz inanılmaz katmanlı ve zengin düşünce yapısına sahip gençler bunlar.Ne var ki dünyaya açılan iletişim kanalları İstanbul’da olduğu için, İstanbul’da çalışanların, atölyesi olanların daha büyük şansı oluyor. Çok sayıda başvuru oluyor bana, ülkenin dört bir yanından her gün dosyalar geliyor. Hepsiyle ilgilenmem söz konusu olamıyor, ama dikkatimi çeken çok yetenekli gençlere elimden ne geliyorsa destek olmaya çalışıyorum.Son yıllarda gerek ünlü müzayede evleri gerek artist residency’ler gerekse de bienal ve sergiler sayesinde gelişen yurt dışı görünürlüğümüzden bahsetmek isterim. Türk sanatçıların uluslararası düzeydeki bilinirliği gurur verici şekilde arttı. Bu gelişim sürecine dair sizin gözlemleriniz nelerdir?Dünya sanat ortamı iki kanaldan ilerliyor: birincisi küratörlerin oluşturduğu ilişikler zinciri ve ağlar, ikincisi de galeriler üzerinden. Küratörler üzerinden gerçekleşen etkinliklerin içeriğine bakmak lazım, genelde bu sergiler estetik kaygılardan ziyade politik kaygılara ve söyleme sahip oluyorlar.Bunlar açıkçası benim pek ilgimi çekmiyor, çünkü yapıtı anlamak için size tonlarca alt metin sunuyorlar yani küratör de serginin ve işin bir parçası haline geliyor. Benim dikkatimi verdiğim gündelik politikadan ziyade, estetik, ruhsal ve çok daha insanlığın derinlere hitap edebilecek sanatçılar ve sergiler. Bunu başaran çok önemli küratörler de var. Çünkü gündelik siyaset değiştiği zaman onun üzerinden yapılan sanatta geçerliliğini yitiriyor. Yurtdışındaki her Türk sanatçısı iyi sanatçı demek değildir aynı şekilde her yabancı sanatçının da iyi sanatçı olmadığı gibi.Sanatçı elinden geleni yapıyor ama...Son olarak, dijital çağın bir getirisi olarak Türkiyeli sanatçıların global sanat çevrelerine hem fikirsel hem üretim anlamında entegrasyonu kolaylaştı. Sizce koleksiyonerler de bu vizyon gelişiminden paylarına düşeni alabildiler mi? Eseri dekoratif bir obje olmanın ötesinde değerlendirecek nitelikteki bir alım ortamından bahsedebilir miyiz?Türkiyeli sanatçıların global sanat çevrelerinde hem fikir sahibi hem üretim anlamında entegrasyonunun kolaylaştığına pek inanmıyorum. Önünüze bir kağıt kalem alın ve bir liste yapın aklınıza gelen ve sevdiğiniz uluslararası 20 sanatçı arka arkaya sıralayın. Sonra da bu sanatçıların milliyetlerine bakın. Durum burada çok netleşiyor.Bunun değişmesi için galerilerin, sanat kurumlarının, koleksiyonerlerin rolü çok büyük, hep birlikte çok çalışmak gerekiyor. Sanatçı elinden geleni yapıyor bahsettiğim gibi yaratıcı güç burada, mutfak var, yemek var fakat servis edecek garson ve restoran?İstanbul’dan bir sanatçıyı Guggenheim’a hangi koşullarda sokarsınız ve MOMA’ya? Burada sanatçı tamamen pasif. Rol, terazinin diğer tarafındaki aktörlere düşüyor. Türkiye’de çok ciddi koleksiyonlar oluşmaya başladı, özellikle spesifik koleksiyonlar çok heyecan veriyor. Sırf portre biriktiren, sırf video işi biriktiren veya erotik sanat toplayan gibi. Eserin bir dekoratif obje olarak görüldüğü dönemi atlattık bunu biliyorum gerçekten bu koleksiyonu tutkuyla aşkla yapan koleksiyonerler var, dediğim gibi asıl mesele bundan sonra başlıyor. Beni en çok sevindiren durum da tüm bu zor koşullara rağmen bu noktaya gelinmiş olması. Ben çok umutluyum. Diğer taraftan da özünde çok inançlı olduğumu da eklemem lazım. Herhangi birisi bana uzaylıyım dese, tereddüt etmeden hangi galaksiden diye sorarım.
Mixer ve Galata Rum Okulu'nda devam sergiler çarpıcı ve ufuk açıcı...İstanbul’un en özel yapılarından biri; Galata Rum Okulu, güncel sanatçılarımız arasındaki en parlak isimlerden Ahmet Doğu İpek’e ev sahipliği yapıyor. Muazzam bir birleşime tanık olacağınız "Günler", sergi mekanına dönüştürülmüş bir okulda, resimden enstalasyona uzanan pratiğiyle adeta çağdaş sanat dersi veren genç bir yeteneğin ikinci kişisel sergisi. Aşina olduklarımızın yanı sıra son dönem çalışmalarını da izleyiciye sunan İpek, suluboya, taş baskı, grafit çizim gibi tekniklerde ürettiği birbirinden etkileyici işleriyle ağırlıklı olarak kullandığı kağıda ustaca hükmedebildiğini göstermiş. Malzemeyi resim dilini yansıtacak bir araç değil aksine onu oluşturan bir unsur gibi işleyen İpek’in, sergi hazırlık sürecinde her gün bir resim eklemesiyle büyüyen, 120 parçalık siyah soyut serisi bu ilişkiyi en güzel yansıtan işlerden bana göre.Yerleştirmeler de resimler kadar etkileyiciSergiye adını veren bu serinin açtığı kapıdan içeri girdiğimizde ise “Yıldızlar” isimli muhteşem çalışmayla sanatçının iç dünyasından geçerek kendimizinkine dönüyoruz. Siyaha boyalı dev bir kağıdın yüzeyindeki çentikler, bir yandan göz alıcı bir feza imgesine hayat veriyor, diğer yandan zihnimizdeki sınırsız boşluğu gün gün ele geçiren küçük oyukları görünür kılıyor. Sergilendiği karanlık odada seyrine daldığım resmin büyüleyici etkisini uzun süre hissettim diyebilirim. İpek, çatlamış ve dağılmak üzere olan kaya kütlelerini, altın tozu müdahaleleriyle onardığı desen çalışmalarıyla ise iyileştirmek, bir arada tutmak, işe yarar hale getirmek fikirleri üzerinden sembolik bir "tamir" gerçekleştiriyor. Sergideki yerleştirmeler de en az resimler kadar etkileyici. Özellikle birinci katta yer alan iş, binanın mimari, tarihsel ve işlevsel belleğini dikkate alarak okunduğunda derin anlamlar kazanıyor. Galata Rum Okulu’nun 4'üncü katındaki Açık Okul Kütüphanesi ise Erinç Seymen’in proje sergisini ağırlıyor. Her iki sergi de 13 Mayıs tarihine dek devam ediyor. Bilinçaltı ve hafızanın karmaşık ilişkisiMixer’de Sırma Doruk ve Deniz Derin Akıncı'nın işlerini buluşturan “Kapsama/Kavrama” adlı ortak sergi, tek bir çatı altında iki farklı sanat pratiğinin uyumlu diyaloğuna sahne oluyor. Sırma Doruk’un psikanalitik teorinin gündelik hayata tezahürünü irdelediği çalışmalarını epey özgün buldum. Videolarındaki döngüsel imajlar ve farklı medyumlardaki yerleştirmeleri, bilinçaltı ve hafızanın gerçeklikle olan karmaşık ilişkisini sade bir dille sorgulatmayı başarıyor. Diğer tarafta Deniz Derin Akıncı'nın yapıtları ise günlük rutinimizde yer edinmiş nesneler aracılığıyla cinsiyet rolleri, toplumsal kimlik ve statü gibi kavramları masaya yatırıyor. Kız-erkek kimliğini renklerle özdeşleştirerek tüketim olgusuna uyarlayan zihniyeti eleştirdiği işi ve çeşitli pantonelerde sıralanmış bilgisayar mouse’u yerleştirmesi serginin öne çıkanlarıydı. Sırma ve Deniz’in ortak çalışmalarındaki bütünsellik de izleciyi tatmin eden nitelikte. 29 Nisan’a dek sürecek olan bu sergiyi kaçırmayın derim.
Atina'da devam eden çağdaş sanat sergisi "documenta"da bu yıl Türk sanatçılar öne çıkıyor."documenta" her beş yılda bir Almanya’nın Kassel şehrinde düzenlenen önemli bir çağdaş sanat sergisi. Eserlerin 100 gün boyunca sergilenmesi sebebiyle etkinlik, "100 günlük müze" olarak da adlandırılır. documenta bu yıl Haziran ayında Kassel’de izleyiciyle buluşmadan önce 8 Nisan - 16 Temmuz tarihleri arasında Atina’da gerçekleştiriliyor.Çeşitli ülkelerden 100’ü aşkın sanatçının katıldığı serginin artistik direktörlüğünü bu yıl Polonyalı Adam Szymczyk üstleniyor. Yunanistan’da devam eden ekonomik buhran, mülteci krizi konusundaki stratejik konumu gibi nedenlerle Atina’yı odağa almayı tercih eden ekip, etkinliğin kavramsal temasını "Learning from Athens-Atina’dan Öğrenmek" olarak belirlemiş.Mobilyalar müzik aletine dönüşürseBu yılki documenta’da Türk sanatçıların öne çıktığını söyleyebilirim. Nevin Aladağ, Banu Cennetoğlu gibi isimlerin yanı sıra Ardan Özmenoğlu Nitra Gallery’deki kişisel sergisiyle, Pınar Ögrenci ve Erkan Özgen ise "ARTISTS at RISK" pavyonuyla boy gösterdiler. Birbirinden başarılı bu isimler büyük ilgi görüyor.Nevin Aladağ’ın sehpa, koltuk, iskemle gibi mobilyalara ve çeşitli objelere tel çekme, deri germe gibi müdahalelerle onları müzik aletine dönüştürdüğü üç kişilik muhteşem performansı documenta’ya damga vurdu diyebilirim. Özellikle ferforje masaya bağlanmış tel ve çanlar ile müzik yaparken adeta transa geçen sanatçı, nesnelerin insan bedeniyle kurduğu direkt bağdan yola çıkarak müziğin bireysel ve içsel yönüne vurgu yapıyor. Etkinlik süresince tekrarlanacak olan performansa yabancı basının yoğun ilgisi gerçekten gurur vericiydi.Dünyaya ilham veren müze: AkropolisBanu Cennetoğlu’nun Gennadius Kütüphanesi'nin avlusunda sergilenen “Gurbet’s Diary” yerleştirmesi etkileyici bir çalışma olarak öne çıkıyor. Bir günlüğün tüm kelimelerini içeren 145 adet taş levha, bir zamanlar yok edilen "Manuscripts Don't Burn" isimli kitabın atfettiği gibi elyazmalarının ölümsüzlüğünden dem vuruyor.Atina’daki çağdaş sanat müzesi Benaki Museum, hem documenta’ya ev sahipliği yapan mekanlar arasında olmasıyla hem de ilgi çekici koleksiyon ve tematik süreli sergileriyle mutlaka görülmesi gereken bir nokta. Özellikle Hiwa K’nın yapının bahçesinde yer alan, gri beton merdivenle kurgulanmış oda yerleştirmesi şehrin tarihi dokusu ile düşündürücü bir tezatlık yaratmayı başarmış. Şehrin geçmişinin muazzam bir özeti niteliğindeki Akropolis Müzesi'nde, M.Ö. 6'ncı yüzyıla dayanan görkemli tarihiyle tüm dünyaya ilham vermiş Yunan uygarlığını keşfetmek harika bir deneyim. Mekanın özenle tasarlanmış iç mimarisi de doğal gün ışığı ile gölgelerin büyüleyici oyununa tanıklık etmenizi sağlıyor.Nevin Aladağ, etkileyici çalışmasıyla müziğin bireysel ve içsel yönünü vurguluyor.Turistik olarak Türkiye’den rol çalınmış...Tarihi kalıntıları, yüzyıllara yenilmemiş yapılarıyla adeta bir açık hava müzesi olan Atina’yı yaşamanın en iyi yolu yürüyerek gezmek. Portakal çiçeklerinin mis gibi kokusu eşliğinde dolaşmanın eşsiz bir tecrübe olacağını söyleyebilirim. Genel itibariyle organizasyonel sorunların dikkat çektiğini söylemeden geçemeyeceğim. Pek çok kişiden de duyduğum gibi etkinliğin içeriği, programı ve yönlendirmeleri zayıf. Ancak yurtdışı sanat çevresinden kayda değer isimlerle tanışmak, bir araya gelmek için de önemli bir fırsat.Tamamen politik sebeplerle seçilen bu rota, her ne kadar turistik anlamda Türkiye’den rol çalmış gibi görünse de ülkelerarası diyaloğu sağlamak, sınırları yok ederek ortak bir anlayışta buluşmak, bu şiddet ortamında sanatın umut veren ışığından faydalanmak adına bu deneyimi yaşamak gerektiği kanısındayım.
Sergi turlarım esnasında, galeri sahiplerinden piyasaya ve sanatçılara dair yeni haberler almaktan keyif duyuyorum. Hem güncel sanat ortamımızın gidişatını öğrenmiş hem de onlarca etkinlik arasında gözümden kaçan üretimleri keşfetmiş oluyorum. Bu hafta da İstanbul’un en eski galericilerinden olan, uzun zamandır görüşemediğim Fatoş Saka ile Kare Sanat’ta izleyiciyle buluşan sergiyi gezme şansım oldu. Keyifli bir sohbet eşliğinde eserleri incelerken yeni jenerasyon kadın sanatçılarımızın yükselişini de değerlendirmiş olduk. Kadın figürü üzerine umut verici çalışmalarÇağlar boyunca çeşitli uygarlık ve toplumlarda farklı düzeyde yerler edinse de bazı temel kalıplarla ötekileştirilmekten kurtulamamış kadın kimliğine odaklanan "Köşedeki Kadın" isimli sergi, çeşitli disiplinlerde üretilmiş eserleri bir araya getiriyor. Aile içi şiddet, eğitim hakkından mahrumiyet, çocuk gelin kavramı, günlük hayat ve iş hayatındaki önyargılı bakış gibi sorunlardan bir türlü yakasını kurtaramamış kadınların sesi olarak değerlendirdiğim bu başarılı çalışmaları görmek bana umut verdi. Toplum içindeki konumunu, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda dahi eril iktidara karşı direnen dişiliği ile sağlamlaştırmak durumunda kalmış kadın figürü üzerine yeni bir tartışma açan sanatçılar, yerinde bir söylem geliştirmeyi başarmış diyebilirim.İpek baskı ve dikişin etkili birleşimiDenizhan Özer küratörlüğünde gerçekleşen sergide, en beğendiğim işlerden biri Leyla Emadi’nin eski hamam çeşmesi formundaki yerleştirmesi oldu. Çocuk istismarına dokunaklı ve çarpıcı bir ifadecilikle yaklaşan sanatçının, böylesine derin bir konuyu abartısız bir şekilde işlemesini yerinde buldum. Pakistanlı sanatçı Mehwish Iqbal'in kumaş üzerine ipek baskı ve dikiş tekniğiyle ürettiği göz alıcı çalışması, Bahar Oganer’in görmeye alıştığımız rengarenk tuvallerinin aksine yalnızca siyah beyazı tercih ettiği anlamlı resmi, Meltem Sırtıkara’nın sıra dışı görsel dilini konuşturduğu eserleri ve Hayal İncedoğan’ın sembolik anlamı yüksek video çalışması serginin diğer öne çıkan işleri bana göre. Uzun zamandır takibimde olan Manolya Çelikler’in kitap sayfalarını heykelsi objelere dönüştürdüğü işleri de hayranlık uyandırıcı. Hem tematik hem görsel açıdan oldukça tatmin edici bu seçkiyi mutlaka görmelisiniz, 30 Nisan’a dek devam ediyor.Toplumsal sınıflararası seyahat mümkün!Köklü bir galerinin ardından taze sanat mekanı Öktem&Aykut’a geçtim ve yeni nesil galericilerimizin İstanbul sanat ortamına kazandırdıkları genç bir isim olan Jennifer İpekel’in ilk kişisel sergisini gezdim. İçinde bulunduğumuz çağa ayak uydurmaya çabalayan bireyin, gündelik yaşamına dair kesitleri yer yer gerçeküstü yer yer dışavurumcu bir dille ifade eden İpekel’in çalışmalarını heyecan verici buldum. Bu kaotik dönemin insanlara dayattığı belirsizlik, kaygı, şaşkınlık, karamsarlık gibi hisleri başarıyla yansıtan "ATOMTAXI" isimli sergi, başlığını, Jered Higgins'in distopik edebiyat eseri Genesis'te, toplumsal sınıflararası seyahati mümkün kılan araçtan alıyor. İpekel'in enerjik, renkli ve mizahi dokunuşlar içeren eserlerinde Avrupa’nın modernist ustalarından izler bulmak da hoşuma gitti diyebilirim. Umut vadeden bir isimle tanışmak için 29 Nisan’dan önce Öktem&Aykut'u ziyaret edin derim.
Borusan Contemporary ve Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri'deki sergiler, hem görsel hem de içerik olarak son derece tatmin edici...Yeni medya sanatı denilince akla ilk gelen adres Borusan Contemporary’de açılan, küratörlüğünü Kathleen Forde’un üstlendiği Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu sergi dizisi “Uvertür”ün ikincisinde, son dönemde okuduğum kitaplardan izler bulmak harika bir duyguydu. Harari’nin kaleme aldığı Homo Deus isimli kitapta bahsedilen zeka ve bilinç ilişkisi, insanın gelecekte bilincini işlevsiz kılarak mekanikleşmeye doğru gitmesi gibi distopik konulara dair referanslar taşıyan sergide, dijital ve interaktif çalışmalar öne çıkıyor.Portrenizle anı ölümsüzleştirinGenel çerçevesi ekoloji, doğa tasviri, doğanın sınırları ve gelecekteki canlı yaşamı üzerine kurgular üzerinden şekillenen sergiye girdiğimde karşılaştığım hareketli heykel tam da zihnimden geçenlerle örtüştü. Belirsiz bir canlının yalnızca omurgadan ibaret olacak şekilde robotlaşması gibi yorumladığım, U-Ram Choe’nun çalışması mekanik ama etkileyici bir yeniden yaratım sunuyor. Çevre bilinci üzerine derin sorgulamalar yapmamızı sağlayan, iklim değişikliği, küresel ısınma gibi olgular sonucu doğanın öngörülemeyen akıbeti gibi meselelere odaklanan video çalışmalarını izlerken insanın nasıl ekolojik bir seri katile dönüştüğünü düşünmeden edemedim. Dijital sanatın nabzını tutan sergide, Christa Sommerer ve Laurent Mignonneu’nün “Anında Portre” adlı interaktif çalışmasını da çok beğendim. İzleyicinin portresini yaparak grafik çizimlerle o anı ölümsüzleştiren bilgisayar enstalasyonu, içinde bulunduğumuz çağın sanal görselliğine ve yapay zeka fikrinin somut bir temsiline imza atmış.Aşina olduğumuz kültürel diyalogDijitalleşen dünyamız, robotlaşan insanoğlu ve ekolojik yıkıma dair farkındalık yaratan, keyifli bir sergi deneyiminin ardından Necmi Sönmez küratörlüğündeki "Ola Kolehmainen: Sinan Projesi"yle turuma devam ettim. Çağdaş fotoğraf sanatının öncü isimlerinden olan Ola Kolehmainen, Mimar Sinan imzalı başyapıtları Bizans ve Osmanlı mimarisi geleneğiyle birlikte ele aldığı çalışmalarında, biz İstanbullular için tanıdık bir kültürel diyaloğu görselleştirmiş.Son olarak çağdaş sanat ile zaman arasındaki ilginç ilişkiyi sorgulayan “Günlerin Tortusu” sergisini de gezdikten sonra Borusan Contemporary binasının terasındaki Müze Cafe’yi ziyaret ettim. İstanbul’a karşı kahvemi yudumlarken, ilham verici işler üzerine tekrar düşünme fırsatı buldum. 3 Eylül’e dek yalnızca hafta sonları görülebilen bu sergileri kaçırmayın...İnsan eliyle yıkıma uğrayan mekanlarSabancı Üniversitesi Kasa Galeri’de ise bir süredir radarıma aldığım üç genç ismin işlerini bir araya getiren “İmkansız Uzam” sergisi devam ediyor. Deniz Aktaş, İhsan Oturmak ve Hasan Pehlevan'ın kent, bellek, yıkım, yaşam alanı, coğrafya, aidiyet kavramlarını temel alan yeni üretimleri oldukça doyurucu ve uyumlu bir birliktelik oluşturmuş. İhsan Oturmak’ın Çatalhöyük'ten referans alan enstalasyonu, Deniz Aktaş’ın tekinsiz manzara fotoğrafları ve Hasan Pehlevan’ın kentsel tahribata işaret eden geometrik desenleri, insan eliyle yıkıma uğrayan her türden mekana, günümüz yaşam algısı etrafında sorular yüklüyor. Bu başarılı sergiyi 5 Mayıs tarihine kadar izleyebilirsiniz.
Ay sonuna yaklaşırken sanatseverleri, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda iki etkileyici sergi bekliyor.Pi Artworks İstanbul, İran’dan yurt dışı çağdaş sanat sahnesine açılan en önemli kadınlardan birini, Parastou Forouhar’ı ağırlıyor. İran İslam Devrimi’nin ardından güzel sanatlar eğitimi için Offenbach’a yerleşen sanatçı, üretimlerinde, doğduğu ülkenin ve buna paralel rejimlerin sebep olduğu evrensel terör, şiddet, savaş ve baskı ortamına yönelik keskin dilini sakınmayan bir isim.Eserlerinde neredeyse hepimizin aşina olduğu trajik konuları gündeme getirmesi sebebiyle benim dikkate değer bulduğum sanatçılardan diyebilirim. Ancak Forouhar’ın hayranlığımı kazanan bir diğer yanı, Batılı sert bakış açısına hapsolmadan, Orta Doğu’ya dair ortak eleştiri noktalarında Oryantalizm tuzağını ve bu kılıfla yaratılan “öteki”leştirmeyi de hedefine alması. Pi Artworks’te sergilenen “Written Room” isimli yerleştirmesi tam da bu çelişkili algıyı konu ediniyor.Farsça yazılar ve zarif süslemelerÇağdaş sanat ortamında yeni bir cazibe alanı olarak Orta Doğu kültürü ve sanatına yönelik ilginin samimiyetini sorgulayan Forouhar, White Cube niteliğindeki bir galeri mekanını doğulu bir estetikle bezemiş diyebilirim.Zeminden tavana, duvardan duvara, yatay ve dikey her yönde serbestçe kendine yer bulmuş Farsça yazılar, bir süre sonra sizi kuşatan zarif süslemelere dönüşüyor. Ancak bu büyülü alana kendinizi kaptırmanızı engelleyen, yere saçılmış pinpon topları, zihninizdeki tüm okumaları alaşağı ediyor. Sanatçının fiziksel varlığından bağımsız bir performans olarak da nitelemeyi seçtiğim bu iş, yalın ve ince referanslarıyla beni kendine hayran bıraktı. Daha önce 7. Asia Pacific Çağdaş Sanat Trienali (Avusturalya), Fondazione Merz Turin (İtalya), Avustralya Yahudi Müzesi, Kunsthalle Saarbruecken (Almanya), 4. Selanik Çağdaş Sanat Bienali (Yunanistan), Villa Massimo Roma’da (İtalya) ve Museum of Fine Arts Ghent’te (Belçika) sergilenen bu yerleştirmeyi ülkemizde görme fırsatı gelmişken kaçırmayın derim. 10 Mayıs’a kadar ziyarete açık.Forouhar, galeri mekanını doğulu bir estetikle bezemiş diyebilirim.Hareketli imge kullanmakta usta sanatçıGaleri Nev İstanbul ise çok beğendiğim video sanatçılarımızdan Ali Kazma’nın “Çay Saati” isimli sergisine yer veriyor.Sanatçı, bir anlamda ilk denemesi sayılabilecek, sergiye de adını veren senkronize ve 3 kanallı çalışmasında, Paşabahçe Cam Fabrikası‘nda gerçekleştirdiği çekimlerden yola çıkıyor.Üç yüz bini çay bardağı olmak üzere, günde toplam bir milyon ürünün üretildiği bu fabrikaya dair izlenimlerini neredeyse soyut görüntüler olarak izleyiciye sunan Kazma, müthiş etkili bir mekan-zaman-ritim-ses döngüsü yaratıyor. Sergi alanına girer girmez karşıma çıkan dev triptik videoyu, ilk andan itibaren hipnotize edilmiş gibi izledim. Birbirinden farklı ama muazzam bir görsel uyum içinde olan bu üçlü sahneler, kusursuz çalışan bir makinanın dişlisi gibi hissetmenize neden oluyor. Öyle ki bir anda kopup mekandan çıkmayı başaramıyorsunuz.Burada Ali Kazma’nın hareketli imge kullanımında ne denli usta olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Her an renk, form ve kompozisyon açısından birbirinden güzel soyut fotoğraflar görme şansı yakalayabileceğiniz bu çalışma, süregiden zamanın onun nesnesi olan bizlerle ilişkisine dair düşünme fırsatı veriyor. 29 Nisan tarihine dek görmenizi tavsiye ederim.
Tophane’de bulunan DEPO, kentin güncel sanat alanındaki en önemli boşlukları doldurmaya devam ediyor. Eş zamanlı iki sergiyi izleyiciyle buluşturan mekânda, giriş katta karşıma çıkan tabela yerleştirmesi sürprizlerle dolu bir serginin beni beklediğini hissettirdi. Benim kuşağımın aşina olduğu bir döneme ışık tutan "SILA YOLU - Türkiye Tatili Yolu ve Otoban Hikâyeleri" sergisi, Almanya ve Türkiye arasında 1960'lardan beri Türkiyeli göçmenler tarafından kullanılan karayolu güzergâhındaki yaşanmışlıklara odaklanıyor. "Almancı" vatandaşların gündelik hayatına dair ikonik nesnelerle tüm mekâna yayılmış dev bir görsel-işitsel enstalasyon yaratan Malve Lippmann ve Can Sungu, müthiş bir kültürel kimlik okumasına ve dönem analizine imza atmış bana göre.Tarih ve popüler kültürün işbirliğiBir diğer sergi olan "Geriye Akış" ise Aikaterini Gegisian ve Fatma Çiftçi'nin işbirliğiyle hayat bulmuş etkileyici bir seçki. Serginin temasını şekillendiren, 2015'te ortaklaşa ürettikleri 1960'ların popüler sineması üzerine bir araştırma olan Beethoven vs. Chopin video kolaj işine tek kelimeyle bayıldım. Her iki sanatçının da cinsiyet temsilleri üzerinden varoluş ve kimlik sancıları zeminine oturttuğu işleri, hem popüler kültür imajlarından hem de tarihsel kalıntılardan besleniyor. Gegisian'ın "Self-Portrait as an Ottoman Woman" isimli çalışmasında, kadın ikonografisinin coğrafya ve gelenekle olan doğrudan bağlantısı, Çiftçi'nin “Asker Olacağım 2” ve “Sultan Mustafa Camii” işlerindeki nakış ve el işçiliğinin sembolik diliyle güçleniyor. Sergi 9 Nisan’a dek devam ediyor.Tophane bölgesindeki favorilerimden Krank Art Gallery, Elif Çelebi’nin “Ekosistemden Ayrılmamak Üzere” isimli yeni sergisini ağırlıyor. İnsanın doğaya ve canlılara hükmetme eğilimi ve bu yönde geliştirdiği acımasız sanayi toplumunu eleştiren sanatçı, suluboya çalışmalarının kavramsal zeminine, insan-hayvan-bitki türlerinden bağımsız, bütüncül bir doğa fikrini yerleştiriyor. Fikirsel açıdan geçişken çağrışımlarla soyuta göz kırpan organik formların, ekolin ve çini mürekkebinin birleşiminden doğan görselliği beni çok etkiledi. Ali Akay küratörlüğünde vücut bulmuş bu doyurucu sergiyi 21 Nisan’a dek mutlaka görün derim.Dış dünyadan soyutlanan figürlerDolapdere’nin taze nefesi Gaia Gallery ise Sinan Demirtaş’ın muhteşem hiperrealist resimlerini içeren "Homo Ludens" sergisine yer veriyor. Demirtaş’ın anatomi, desen ve boya konusundaki ustalığının parlak birer yansıması niteliğindeki çalışmaları, bedeni kavramsal açıdan heykelleştiriyor. Dış dünyadan tamamen soyutlanan figürler, tuval içerisindeki boşlukta yaratılan sanal mekânda kendi varoluşlarını ilan ediyorlar. Bu halleriyle her biri birer heykele dönüşen figürler, sanatçının bedenleri bir yanılsamanın ötesinde hayata dahil etme girişiminin çarpıcı güzellikteki oyuncuları oluyor. Geleneksel pentürün sınırları içinde böylesine yenilikçi ve özgün bir yaratıma tanık olmak için 23 Nisan’a dek mutlaka sergiyi ziyaret edin.Karaköy’ün gözdelerinden artSümer’de, takibimde olan genç isimlerden Bahar Yürükoğlu’nun sergisi devam ediyor. Dijital çağın avangart estetik dilini kendi öznel kurgusuyla birleştiren Yürükoğlu, kimi zaman yabancılaştıran ama mutlaka iç dünyasından izler taşıyan, samimi fotoğraflarıyla beni heyecanlandırdı. Bireysel çağrışımların üzerine inşa edilmiş sıra dışı bir dokuya sahip imgelerle tanışmak için 22 Nisan’a dek vaktiniz var.
Çağdaş sanatımızın gözde isimlerinden Selma Gürbüz ve Vahit Tuna'nın devam eden sergileri, ziyaretçilerine farklı bir deneyim sunuyor...Türkiye güncel sanatında, özgün içerik ve üslubuyla sağlam bir yere sahip olan Selma Gürbüz, üçüncü kişisel sergisi "Karnavalesk" ile Rampa’da. Görsel açıdan net bir şekilde Gürbüz’ün estetik diline denk düşen aşinalığımız bu sergide de devam ederken sanatçının ilk kez görücüye çıkardığı üç boyutlu ve kinetik çalışmaları beni oldukça heyecanlandırdı.Büyüleyici karnavalesk yaklaşımları...Sanatçının, eserlerinde her daim öne çıkan mitolojik, felsefi, tarihsel referansların büyüleyici bir karnaval atmosferinde kendine yer bulduğu sergi, bir kutlama ortamının tüm öğelerini içeriyor. Mekanı gezerken görsel bir tatmin yaşamanın yanı sıra gerçekle gerçeküstünün birbirine geçtiği tekinsiz bir şenlik sahnesine adım atmış gibi hissettim. Selma Gürbüz, bu ortamı kurgularken karnavalesk terimini eğlenceye dayalı anlamından uzaklaştırarak toplumsal açıdan keskin sınırların silikleştiği, zıtlıkların yan yana durduğu yeni bir özgürlük alanı yaratıyor. Sanatçıların üretim pratiklerinde bu türden yenilikçi alanlara meyletmesini çok önemli buluyorum. Gürbüz de; dans eden, kavga eden, meydan okuyan, eğlenen, savaşan, söylenen, kısaca yaşamda “var olan” figürler aracılığıyla, hem kendi resim dilini hem de başroldeki kimlikleri özgürleştirmiş diyebilirim. Selma Gürbüz’ün sanatının temelini oluşturan, muhteşem titizlikteki kağıt üzerine mürekkep işlerini beğeneceğinize eminim; ancak benim favorim “Savaş ve Barış” isimli tuval çalışması oldu. Bir meydan muharebesi mi yoksa bir kutlama töreni mi olduğunu kolaylıkla ayırt edemeyeceğiniz bu iş, karnaval temasının tüm çelişkili anlamlarını taşıyor bana göre. Bir sonraki girişiminde tuvalden bağımsızlaşarak kendi hareketli dünyalarına ulaşacaklarını öngördüğüm figürlerin şimdiki aşamalarını görmek için sergiyi mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. 8 Nisan’a dek vaktiniz var.Vahit Tuna, ruhsal ve düşünsel açıdan da yapıtlarla ilişki kurmamızı bekliyor.Sergiyi dört farklı mekanda ziyaret edinSanatseverleri bekleyen derinlikli bir başka sergi de Vahit Tuna’ya ait. Sanatçının "Pşisel Sergi" başlıklı sergisi, 4 farklı mekannda eş zamanlı olarak izleyiciyle buluşuyor. Galerist, Alt Sanat Mekanı, MARSistanbul ve REM Art Space’te birbirini tümleyen işlerin izini süreceğiniz sergi, tıpkı Psişe kavramının içerdiği gibi farklı şekilde var olan ama bir aradalığı yadsınamaz “şey”lere odaklanıyor. Geniş anlamıyla kolektif bilinçaltından, dar anlamıyla da kişisel geçmişine dair izlerden hareketle sergiyi kurgulayan sanatçı, yalnızca görsel olanla değil işitsel, ruhsal ve düşünsel açıdan da yapıtlarla ilişki kurmamızı bekliyor. Sırasıyla mekanları gezerken anlamlandırmak istediğim yerleştirmelerin fikirsel yönden bütünlenebilmesi için sabırsızlık etmeden sonraki sergi alanına devam etme gerekliliği beni çok etkiledi. Bu yönüyle de izleyici için deneysel ve ilgi uyandırıcı bir sergi izleme pratiği geliştiren Tuna’yı tebrik ediyorum. Sanatçının çocukluğuna ait anıların ışığında, güncel meselelerin kendine yer bulduğu çok yönlü çalışmalar arasında benim en çok beğendiğim, Sait Faik Abasıyanık’ın Sarnıç isimli hikayesinden bir alıntının yazılı olduğu mermer yerleştirme oldu. Zaman-mekan-bellek üçgeninde salınan metaforların, en güçlü şekilde zihinden dışarı taştığına tanık olduğumuz işin bu olduğunu düşünüyorum. Kentin farklı yerlerine yayılmış mekanlarda, bir yap-bozun çözülüşüne dahil olmak istiyorsanız bu sergiyi kaçırmamalısınız. 8 Nisan’a kadar devam ediyor.