Çok önemli bir “ilk” dün TÜİK tarafından gerçekleştirildi. 1998 bazlı seri için takvim ve mevsim etkileri temizlenmiş milli gelir verileri yayınlandı. Böylece veri üretiminde ciddi bir eksiklik daha giderildi. Gelişmiş ülkeler uzunca süredir bu yönteme geçmişti. Çünkü bir yıl öncesi ile karşılaştırma özellikle konjonktürün kırılma dönemlerinde anlamını kaybediyor. İnsanlar bir önceki döneme kıyasla değişimi görmek istiyor.İşareti mayısta gelmişti. 2005 bazlı sanayi üretim endeksi için takvim ve mevsim etkileri düzeltilmiş veriler yayınlanmaya başladı. Herhalde yakında aynı yöntem milli gelire de uygulanır dedik. TÜİK’i kutluyorum.Daha temmuz sanayi üretimi ve ilk yarı milli gelir verilerini değerlendiremedik. Kısaca durumu özetleyelim. Yeni verilere göre, hem sanayide hem milli gelirde dipten dönüldüğü görülüyor. Yani bir önceki döneme kıyasla artış var. Ayrıntısına döneceğim.IMF’den kritik raporIMF tarafından hazırlanan 2009’un ikinci Küresel Mali İstikrar Raporu dün yayınlandı. IMF’in krizden çıkış hakkında gözlem ve analizleri zaten merak ediliyordu. İstanbul’da açıklanması bizim medyanın da ilgisini artırdı.Nisan raporu ile fark ilk sayfadan itibaren hissediliyor. Nisanda tüm analizler karamsar bir tablo çiziyordu. Bu kez hava değişmiş. Hâlâ bazı tedirginlikler var. Ama raporun genel tonu çok daha iyimser.Küresel mali kriz bitti mi? Resmi kuruluşlar kendilerini bağlayacak yargıları sevmez. Açık kapı bırakmayı, genel gözlemler yapmayı tercih eder. Ona rağmen IMF mali krizde en kötüsünün geride kaldığı yönünde ifadeler kullanıyor. Anlamlıdır.İyimserlik krizin küresel mali kesimde yol açtığı toplam zarar hesabına yansıyor. Nisanda 4 trilyon dolar hesaplanmıştı. Ekimde 600 milyar dolar azalmış. Şimdi 3.4 milyar dolar zarar öngörülüyor. Ama rapor hemen uyarıyor: Sakın rehavete kapılmayın. “Rehavet” (complacency) sözcüğü metinde sık geçiyor. Mali piyasalar toparlanmaya başlayınca hükümetlerin acılı reçeteleri uygulamaktan vazgeçmesinden korktuğunu hissediyoruz. Haklıdır.Bir modelin sonuAdettir; böyle durumlarda Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren konulara bakılır. Bence raporda önemli bir gözlem var. Geri planda küresel kredi mekanizmasındaki zafiyetlerin bir süre daha sürmesi ve toparlanmanın yavaş seyretmesi yatıyor.Dolayısı ile, büyümesi dış kaynak girişine bağımlı ekonomiler için karamsar bir tablo çiziliyor. Avrupa’nın yükselen ekonomilerine açık referans veriliyor. Eski modele, yani genişleyen iç talep ve büyük dış açıkla büyümeye geri dönüş olanaksız görülüyor.Katılıyorum. Türkiye bu çıkmaz yola 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikaları sonucu girdi. Zaten küresel krizden önce soluğu kesilmişti. Kriz düzeltmenin, yani iç taleple ihracat arasında yeni bir denge kurmanın maliyetini artırdı. O kadar...
Beklenen günler geldi. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’nın (IMF-DB) yıllık toplantısı yarın sabah başlıyor. 7 Ekim’de bitiyor. Koşuşmalı ama ilginç bir hafta geçireceğiz demektir.Bir ara İstanbul Kongre Merkezi’nin toplantılara yetişmeyeceği rivayeti çıktı. Bir ay önce IMF-DB’den bir heyet medyayı bilgilendirme toplantısı yaptı. İlk soru bu oldu. Biraz şaşırdılar. Neyse, bir sorun çıkmadığını anlıyoruz. Binlerce katılımcı, özel kesim tepe yöneticileri, tüm dünyadan ekonomi bakanları, bürokratlar, dünya medyası, korumalar, polisler... Epey karmaşa olur. İstanbulluları sıkıntılı günler bekliyor. Taksim civarından uzak durmanızı öneririm.IMF-DB Yıllık ToplantısıProgramın önemli anlarını kısaca özetlemek istiyorum. Yarın IMF’nin Küresel Mali İstikrar Raporu tanıtılıyor. Para ve Sermaye Piyasaları Direktörü Jose Vinals sunuyor. IMF’nin küresel mali piyasalarla ilgili teşhis ve öngörüleri çok merak ediliyor.Perşembe günü IMF’nin ünlü Dünya Ekonomisine Bakış’ı açıklanıyor. Sunumu Başekonomist Olivier Blanchard yapıyor. Makroiktisadın ustaları arasındadır. Özellikle krizden çıkışla ilgili IMF tahminleri çok konuşulacaktır.Cuma günü DB Başkanı Robert Zoellick, ve IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn birer basın toplantısı yapıyorlar. Kurumsal düzeyde bundan sonra olabilecekler açısından önemli ipuçları taşıyabilir.Cumartesi yıllık toplantı resmen başlıyor. Açılış seansı televizyondan canlı yayınlanıyor. Türkiye’den Ali Babacan ve Güler Sabancı katılıyor. Toplantı Pazartesi akşamına kadar seminerlerle sürüyor. Pazar günü Kemal Derviş, “Fırtınadan sonra büyüme: Uzun dönemli perspektif” başlıklı bir konuşma yapıyor.Son olarak bakanların katıldığı Genel Kurul var. Salı sabahı başlıyor ve Çarşamba sabahı bitiyor. İşin formalite kısmı olarak görülebilir.Alternatif zirve Bilgi’deHaftanın mekânları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi dikkat çekiyor. Perşembe günü IMF Başkanı Strauss-Kahn üniversitenin Dolapdere kampüsüne gidiyor. Ekonomi bölümü öğrencilerine konuşma yapıyor. Sorularını cevaplıyor.Daha önemlisi, ertesi gün (Cuma) aynı binada küreselleşme ve piyasa ekonomisi muhalifleri karşı zirvelerini başlatıyor. Birbirini tamamlayan ve zaman olarak kesişmeyen iki zengin program hazırlanmış. İlginç olacağını düşünüyorum.“IMF-DB ve Krizdeki Dünya: Karşıt Sesler” Cuma ve Pazar günü yapılıyor. Ekonomik sorunlar dışında çevre ve iklim, kadın hakları, işçi hareketi vs. geniş bir alanı kapsıyor. Ufuk Uras, Erinç Yeldan ve Robert Wade konuşuyor.“IMF-DB: Eleştirel Arayışlar” Cumartesi tam gün yapılıyor. Program daha iktisat ağırlıklı duruyor. Konuşmacılar arasında Ahmet Tonak, Oktar Türel ve Anwar Shaikh yer alıyor.
Haftaya Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve hemen ardından gelen G-20 toplantısı damgasını vurdu. Dünya liderleri bir araya gelince medyaya gün doğuyor. Olmadık ayrıntılar gündemi işgal edebiliyor. Eski tabirle zarf mazrufun önüme çıkıyor.Gene öyle oldu. Kaddafi’nin çadırı, Berlusconi’nin Bayan Obama’ya bakışı, Carla Buruni’nin kıyafeti vs. başlıklara taşındı. Her zaman olduğu gibi, her ülke kendi liderinin söylediklerine odaklandı. Bu tür uluslararası forumlarda, demokrasilerden gelen liderlerin esas derdi iç siyasette avantaj yakalamaktır. İçerik kısmını teknik kadrolar hazırlar. Sonuç bildirisi genellikle önceden yazılır. Bazen birkaç küçük değişiklik yapılır. O kadar.Yanlış anlama olmasın. G-20 toplantısını küçümsemiyorum. Tam tersine, küreselleşmenin geldiği noktada yararlı bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Ancak, kısa dönemde etkisi kısıtlıdır diyorum. İlk küresel krizKriz nedir? Nisbeten sakin bir çizgide seyreden süreçte ani bir kopuş, kırılma yaşanmasıdır. Neden olur? Nesnel koşullar değişir ama zihniyetler ve kurumlar buna ayak uyduramaz. Dengesizlikler birikir. Şiddetli bir sarsıntı gerekir. Bu krizin geri planında 20.nci yüzyıldın büyük teknolojik, ekonomik ve siyasi dönüşümleri yatıyor. Saymaya gerek yok: internet, komünizmin sonu, AB ve Euro, Çin ve Hindistan’ın yükselişi, vs. vs.Bu süreçte küresel ekonomi hızla bütünleşti. Ülkeler arasında mal, hizmet ve finans akımları inanılmaz boyutlara tırmandı. Gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak ekonomilerin karşılıklı bağımlılıkları arttı. Küresel ekonomi 21.inci yüzyıla böyle girdi.Ne var ki, küresel kurumlar ve iktisat politikası anlayışları gerekli dönüşümü geçirmedi. Onlar geçen yüzyılda kaldı. Yeni koşulların gerektirdiği tedbirler alınmadı. Reel ekonomide ve mali kesimde büyük dengesizlikler engellenemedi.Olayın bu boyutu iyi anlaşılmalıdır. “Tüm krizlerin ağababası” aynı zamanda tarihin ilk küresel krizdir. Bir: Küresel ekonomide ulusal iktisat politikası çabasının krizidir. İki: Küresel ekonominin gerektirdiği küresel kurumsallaşmadan kaçınmanın krizidir. Arayış önemlidirKriz değişime direnildiği için patlar. Bu bakıma, tarihin değişimi zorlama mekanizması olarak görülebilir. Eski çözümlerin yeni koşullarda yetersizliğini belirginleştirir. Toplumları yeni çözümler aramak zorunda bırakır.Aynen öyle oluyor. G-20’nin ortaya çıkması, bu ihtiyacın başta ABD, gelişmiş ülkeler tarafından kabul edildiğini, yeni koşullara uygun bir kurumsallaşma ve iktisat politikası anlayışı arayışının başladığını simgeliyor. Çabalar üç alanda yoğunlaşıyor.Bir: konjonktür politikalarının küresel düzeyde koordinasyonu. Bir dizi somut adım atılıyor. İki: finans kesimine küresel denetleme. Tartışmalı ama ilerleme işareti var. Üç: küresel rezerv para yaratılması. IMF’in güçlendirmesi ve yönetim reformunda odaklanıyor.Özetleyelim: G-20 toplantısı içerdiği arayış açısından önemlidir. Kısa dönemli somut sonuçları ikincildir. Sürecin yavaş işleyeceğini ve yeni koşullara uygun iktisat politikası anlayışı ve küresel kurumların oluşturulmasının uzun süre gerektireceğini bilmeliyiz.
Makroiktisat dersleri milli gelir muhasebesi ile başlar. Önce öğrencilere gayri safi milli hasıla, katma değer, deflatör, satın alma gücü paritesi gibi temel kavramlar anlatılır. Sonra genel bir değerlendirme yapılır.Ben Churchill’in demokrasi üstüne söylediklerini hatırlatırım. “Milli gelir fevkalade yetersiz bir ölçüdür; ancak elimizde daha iyisi yoktur” derim. Somutlaştırmak için bir dizi refah göstergesini kullanırım.Mali kriz milli gelir muhasebesinin zafiyetlerini kamouyu gündemine taşıdı. Tartışmayı Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin hazırlattığı rapor tetikledi. Sözcülüğünü ise Nobel İktisat Ödülü sahibi Stiglitz üstlendi.Rapora göz attım. İyi hazırlanmış ve yararlı buldum. Stiglitz’in sonuçları özetleyen kısa bir makalesi de yayınlandı. Başlığı çok çarpıcı: “Milli Gelir Fetişizmi”. Polemiğe The Economist bile son sayısında katıldı.Amaçlar karışıncaEkonomik büyüklükleri ölçmekte karşılaşılan nesnel sorunlara sık sık değiniyoruz. Nesnel sözcüğüne dikkat çekerim. Hataların kasıt ya da kötü niyetten değil, yapılan işin doğasından kaynaklandığına işaret ediyor.İlk kritik sorun, ölçmenin ne amaçla yapıldığını saptamaktır. Ölçülecek gerçek karmaşıklaştıkça, her amaç için farklı bir ölçü geliştirmek ve hesaplama gerekir. Bir hedef için geliştirilen ölçünün başka hedefler için kullanılması işleri karıştırır.Milli gelir muhasebesinin kritik sorunu budur. Başlarda amaçlanan ekonominin toplam üretimindeki dalgalanmaları izlemekti. Tek tek kesimlerin (buğday, çelik, elektrik, telefon vs.) üretimlerini birleştiren bir ölçü bulmaktı.Gayrisafi yurt içi hasılanın hesaplanmasında kullanılan yöntemin özü hâlâ aynıdır. Piyasa için üretilen tüm mal ve hizmetler kapsanır. Kamu tüketimi girdi maliyeti ile eklenir. Sabit sermayenin aşınma ve eskimesi hesaba katılmaz.Ne var ki, üretimin dalgaları toplumun fazla ilgisini çekmez. İktisat politikası sorumlularına havale eder. Toplum kendi tüketimine bakar. Refah düzeyini ifade eden bir ölçü arayışındadır. Ama iş karışır. Çünkü milli gelirin amacı refah düzeyini ölçmek değildir.Refah ölçüsü gerekiyorÇelişkiyi somutlaştırmak için en basit örneği verelim. Üretim tüketimden çok daha hızlı artabilir. Yüksek büyümeye rağmen refah artışı sınırlıdır. Akla Çin geliyor. Tersi de olabilir. Düşük büyüme ile yüksek tüketim artışı bize Türkiye’yi hatırlatıyor.İktisatçılar olayın farkındadır. Büyük bölümü milli gelir hesaplarını konjonktür dalgalarını ölçmekte başarılı bulur. Buna karşılık zaman içinde ya da ülkeler arasında refah karşılaştırması için çok yetersiz kaldığını kabul eder.Satınalma Gücü Paritesi bu sorunu hafifletmek için geliştirilmiştir. Örneğin AB ortalaması 100 kabul edilerek 2008 yılı için kişi başına gayrisafi yurt içi hasıla miktar endeksleri TÜİK tarafından 1 Temmuz’da yayınlandı. Ama gene üretimi kapsıyor.Yaşam kalitesini ve refah düzeyini daha iyi yansıtan yeni bir ölçme yöntemi ve birimi taleplerine ben de katılıyorum. Mevcut teknik olanakların buna izin verdiği çok açıktır. Bu açıdan son tartışmayı yararlı buluyorum.
Bayram İstanbul’da bol yağmurlu geçiyor. Sıcaklık da aniden düştü. İçimden dışarı çıkmak gelmeyince kendimi okumaya verdim. Başlayıp bitirmediğim kitaplar masamı doldurmuştu. Ufak çaplı bir tasfiye yapabildim.Bayramın üçüncü günü ne yazmalı? Mali piyasalar kapalı, yeni veri yok. Eskiler var ama ayrıntılı milli gelir ya da bütçe hesapları uygun durmadı. Genel bir konu ararken aklıma son yazıda verdiğim söz geldi.Olayı biliyorsunuz. Başbakan Erdoğan, laf arasında, bağımsız kurullardan şikâyet etti. Araya Merkez Bankası’nı da kattı. “Tokmak onlarda ama davul bizim sırtımızda” mealinde eleştirdi. Bekleneceği gibi, bu sözler medyanın da çok ilgisini çekti.Ekonomi-siyaset ilişkisi modern toplumun en karmaşık, dolayısı ile en tartışmalı çatışma alanıdır. Tersine çok sayıda rivayete rağmen, aslında çözümsüzdür. Şartlarla birlikte toplumun bu ilişkiyi algılama biçimleri ve çözüm arayışları da değişir.Liberalizm ve iktisatSorun piyasa ekonomisi ile yaşıttır. Piyasa bireylerin karşılıklı ilişkilerini özümser. Ancak aynı anda toplumu temsil eden bir kamu otoritesi (biz devlet deriz) gerekir. İkisi arasındaki ilişkiler nasıl olmalıdır?Liberaller için, 19’uncu yüzyıldan itibaren çözüm, ünlü “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” anlayışıdır. Devlet piyasaya (ekonomiye) karışmaz. Oyunun kurallarını koymakla yetinir. Gerisi bireylerin ve piyasanın işidir.Klasik ve sonra neoklasik iktisat bu çerçeveyi yansıtır. Kullanılan teknik araçlar giderek iyice karmaşıklaşır ama sonuç değişmez. Özetle, piyasa iyi, devlet müdahalesi kötüdür. Siyasetçilere ekonomiye müdahale hakkı asla verilmemelidir.Bu sonuca toplumu toplum ve tarihi tarih yapan her şey dışarıda bırakılarak ulaşıldı. Geriye kalan kısır söyleme “bilim” dendi. Son mali kriz aynı zamanda bu teorik yapının bunalımıdır.İktisat bilim olabilir mi? Bilimsel yöntemleri hiç şüphesiz kullanır. Ancak hiçbir zaman doğal bilim (“müsbet ilim”) olamaz. Çünkü öznesini insanlar, inançlar velhasıl siyaset oluşturur. Skidelsky “ahlaki bilim” (moral science) diyor. Katılıyorum.Seçilmişler ve atanmışlarŞimdi Türkiye’ye gelelim. Piyasa ile tanışması çok yenidir. Tarihinde liberal düşünce ve siyaset geleneği adeta hiç yoktur. Bugün bile yadırganan, küçümsenen, hatta tehlikeli kabul edilen bir görüştür.Nitekim, Türkiye’de hâkim zihniyet için “devlet” toplumun üstünde, adeta kutsal bir varlıktır. Ekonomi dahil, toplumun her köşesine müdahale etmesi, kısıtlaması, denetlemesi olağan, hatta gereklidir. Velhasıl devlet iyidir.Bu noktada ek bir sorun devreye girer. Devlet ve hükümet ayrışır. Devlet, başta asker, atanmış bürokratlardır. Hükümeti ise halk seçer. İlki özel çıkarlara karşı toplumun tümünü temsil eder. İkincisi tüm kötülüklerin kaynağıdır.Özetleyelim. Liberal düşünce ve teori baştan beri siyaseti ekonomiden kovmaya çalışıyor. Yürümüyor. Türkiye’nin devletçileri de siyaseti devletten kovmaya çalışıyor. O da yürümez. Benden söylemesi...
Bu yıl Şeker Bayramı hafta sonuna geldi. Bayramları bir tatil fırsatı olarak görenler üzülmüştür. Kendi hesabıma İstanbul’da trafik yoğunluğu öngörüyorum. Anladınız. Ben evde çalışarak geçireceğim.Geçen yıl Bayram günleri çok olumsuz bir konjonktürün ortasına rastladı. Lehman Biraderler yeni batmıştı. “Tüm krizlerin ağababası” mali piyasaları kasıp kavuruyordu. Türkiye’de de moraller çok bozuktu. Siyasette yerel seçim öncesinin gerginliği hakimdi. Bu yılın ekonomik ve siyasi ortamı daha olumlu duruyor. Birkaç gün önce derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu yükseltti. Pek çok gözlemci ona rağmen hakkettiği notun altında kaldığını düşünüyor.Merkez Bankası gecelik faizi yüzde 7.25’e indirdi. Böylece son 12 ayda faiz indirimi 9 puana ulaştı. Bono faizleri de ilk kez yüzde 8’in altını gördü. TL’nin tekrar değer kazanması eğilimi güçlendi. Üstelik IMF’le anlaşma yapılmadı. Siyasi açılımlarHiç şüphesiz ekonomik gelişmelerin olumlu havaya katkısı oldu. Küresel mali krizde dip aşıldı. Reel ekonominin yavaş yavaş resesyondan çıktığı yönünde işaretler arttı. Türkiye’de ekonominin temellerinin sağlam olduğu görüldü. Listeyi uzatabiliriz.Ancak, siyasi gelişmelerin katkılarını da inkar edemeyiz. Son yıllarda, AB perspektifinde pürüzler arttıkça, değişim çabası yerini atalete bırakmıştı. Eskiler “idare-i maslahat” derler. Sorunlar büyüyor, siyaset bakıyordu.Bu açıdan, yaz aylarından itibaren siyasi değişim sürecinin tekrar hızlanması fevkalade önemlidir. Beklemediğimi, hatta önceleri ciddiye almadığımı söylemeliyim. Özellikle Başbakanın kararlılığı benim için olumlu bir sürpriz oldu.İç politikada bence kritik olan Kürt sorununa kalıcı çözüm arayışının başlamasıdır. Geçmiş politikaların başarısızlığı kanıtlanmıştır. Fiilen getirilecek “Kürt açılımının” somut ayrıntıları ikincildir. Esas olan değişim niyeti ve iradesidir. Dış politikada Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesi aynı derecede önemlidir. Milliyetçi muhalefet iki tarafta da bu sürece karşı çıkıyor. Eşdeğer komplo teorileri kullanılıyor. Gene ayrıntılara değil esasa bakmak gerektiğini düşünüyorum.DestekliyorumLafı uzatmayalım. Hükümetin iç ve dış politikada giriştiği cesur açılımları destekliyorum. Türkiye’nin potansiyelini daha iyi gerçekleştirmesine katkı yapacağını düşünüyorum. Benim desteğimin pratik sonucu yok. Ama köşe yazarının temel siyasi konularda durduğu yeri açıklaması gereğine inanıyorum. Ayrıca, tarihe kayıt düşmeyi sevdiğimi de söylemeliyim. Okuyucularımın Şeker Bayramını kutlar, sağlık, huzur ve refah dolu günler dilerim. Not: Başbakanın Merkez Bankası’na yönelik eleştirilerini atlamadım. Türkiye’nin ezeli (ebedi?) seçilmiş-atanmış çelişkisine son örneği kısaca geçiştiremezdim. Bayram sonrasına bırakıyorum.
Bugün ilk yarıda büyümeye bakmayı planlamıştım. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. 2010-12 dönemi için Orta Vadeli Program Bakan Ali Babacan tarafından bir basın toplantısı ile açıklandı. İlke olarak okuldaki odama televizyon koydurmam. NTV radyoyu dinlerim. Doğrusu bu kez sorun oldu. Neyse ki, Babacan’ın konuşması biter bitmez yaptığı sunumu Hazine sitesinden (www.hazine.gov.tr) indirdim. İlgilenenlere mutlaka göz atmalarını öneririm.Orta Vadeli Program 2000 sonrasının önemli yeniliklerinden biridir. Her yıl sonbaharda açıklanıyor. Hükümetin gelecek üç yıl için öngördüğü ortamı ve uygulamayı düşündüğü temel iktisat politikalarını kapsıyor. Mevcut konjonktürde ayrı bir önemi var. Küresel mali kriz ve ardından gelen ağır resesyon belirsizliği arttırdı. Program ekonomik aktörlerin tahmin ufkunu uzatmaya olumlu katkı yapacaktır. Krizden çıkış senaryosuBüyüme tahminleri ile başlayalım. Bu yıl için resmi küçülme tahmini yüzde 6’ya yükselmiş. Son beklentilerle uyumludur. Büyük çoğunluk 2009’da küçülmenin yüzde 5-6 arasında bir yerde çıkacağını, son çeyrekte ise büyümenin artıya geçeceğini öngörüyor.Sonrası için program güçlü bir toparlanma beklemiyor. Büyüme hızı 2010’da yüzde 3.5, 2011’de yüzde 4, 2012’de yüzde 5 oluyor. Buna göre yıllık milli gelir 2008 ortasındaki düzeyine ancak 2011 sonlarına doğru ulaşır. Programın büyümeye yaklaşımını genelde gerçekçi buldum. Belki biraz karamsar kalabilir. Türkiye’nin geçmişte krizlerden tahmin edilenden daha hızlı çıktığını unutmayalım. 2010’u bilmem ama sonraki iki yılda ekonomi daha canlı seyredebilir. Programda istihdam ve işsizliğe öncelik veriliyor. Olumludur. Resesyonun nihai bedelini işsizlerin ödediğini her fırsatta vurguluyorum. Bu yıl işsizlik oranı yüzde 14.8’e tırmanıyor. Sonra tedrici bir düşüşe geçiyor. 2012’de yüzde 13.3’e geriliyor. Biraz iyimser bulduğumu söylemeliyim. Enflasyonda düşüş sürüyor. Bu yıl yüzde 5.9, 2012’de yüzde 4.8 tahmin ediliyor. Ben dönem boyunca enflasyonu daha düşük bekliyorum. Dış açık bu yıl milli gelirin yüzde 1.89’ine (11 milyar dolar) iniyor. 2012’de yüzde 3.9’a yükseliyor. Gerçekçi gibi duruyor.Maliye politikasıProgramın can alıcı noktası maliye politikasına üç yıllık bir ufuk getirmesidir. Hükümetin bütçe ve kamu borçlanmasına yaklaşımı özellikle mali piyasalar için kritik önem taşıyordu. Geri planda resesyonun bütçede yarattığı büyük delik var. Sayıları özetleyelim. Bütçe açığının milli gelire oranı bu yıl yüzde 6.6 tahmin ediliyor. Sonra inişe geçiyor. 2012’de yüzde 3.2 oluyor. Benzer bir eğilim toplam kamu faiz-dışı dengesinde görülüyor. Bu yıl yüzde 2.1 açıktan 2012’de yüzde 1 fazlaya geçiliyor.Maliye politikası kamu borcunu belirliyor. 2008’de yüzde 39.5’a gerileyen AB tanımlı borç stoğu bu yıl yüzde 47.3’e, 2010’da yüzde 49’a çıkıyor. Sonra düşüş başlıyor. 2012’da yüzde 47.8’e iniyor. Ne anlama geliyor? Bir: Hükümet orta vadede bütçe disiplinini sürdürmeyi, yani büyüme güçlendikçe bütçedeki bozulmayı durdurmayı taahhüt ediyor. İki: Ama bunu tedricen yapıyor, maliye politikasını büyümeye destek için kullanmaya devam ediyor. Toparlanma sırasında para ve maliye politikasında hata yapmamak hayatidir. Geri döneceğim.
İki haftalık zorunlu yazı molası bitti. Zorunlu diyorum çünkü aniden yazılarda hata oranı arttı. Önce kavramadım. Sonra mesajı aldım. Biraz kafayı boşaltma zamanının geldiğini anladım. Kabahat benim. Genelde molayı yaz aylarında veririm. Deniz ve güneşten daha iyi yararlanmak için kullanırım. Bu yıl o fırsatı kaçırdım. Onun yerine “mıntıka temizliği” yaptım. Odamı topladım. Dosyalara çeki düzen verdim. Dersleri hazırladım.Yaşamın ritmi insanın yıl anlayışını da etkiliyor. Tarımcının yılı ekimle başlar hasatla biter. Bizimki de ders yılına endekslidir. Yılbaşı sonbaharda okulların açılmasıdır. Temmuz ayında öğrencilerin gitmesi ile sona erer.Bu yıl tam öyle oldu. Ders yılı sabah başladı. Öğle üzeri yazıya başladım. Birazdan yarın vereceğim derslere bakacağım. Velhasıl sezonu açtım. Veri yağmuruİki haftada çok önemli veriler açıklandı. Eylül başı veri açısından zengin bir dönemdir. Sevgili Mahfi Eğilmez “veri yağmuru” diyor. Çok haklı. Bir sıraya sokup yavaş yavaş hepsini değerlendireceğiz.Geçen hafta ikinci çeyrek milli gelirinin yayınlanması ile ilk yarının makro resmi tamamlandı. Milli gelir verileri konjonktür açısından çok önemlidir. Geçmişi yansıtır ama yakın gelecek hakkında kritik bilgiler de taşır. Ayrıntılarına mutlaka gireceğiz.Üçüncü çeyreğin ilk üretim ve dış denge verileri de açıklandı: Temmuz sanayi üretimi, dış ticareti, dış ticaret endeksleri ve ödemeler dengesi. Bunlardan hareketle ekonominin üçüncü çeyrekteki yönünü anlamaya çalışacağız.Üçüncü çeyrek enflasyonu kesinleşti. Ekonomik küçülmenin enflasyon tehdidini ortadan kaldırdığını biliyorduk. Ancak enflasyonun seyri hala para politikası açısından büyük önem taşıyor.Devam edelim. Ağustos tüketici ve reel kesim güven endeksleri, Eylül Merkez Bankası Beklenti Anketi sonuçları çıktı. Temmuz’u da kapsayan Haziran istihdam ve işsizlik sayıları bugün açıklanıyor. Velhasıl çok konumuz var. Sel felaketiBu yıl yağmur ekonomik verilerle sınırlı kalmadı. Marmara Bölgesi’nin olağan Eylül başı fırtınası korkunç bir sel felaketine dönüştü. Gençliğimin bir bölümü Selimpaşa’nın sel bölgesinde geçmişti. İçim parçalandı. Olağanın dışına çıkan doğa olayları modern toplumu çok zorluyor. Bunlar çok ender oluyor ama büyük hasar bırakıyor ve yüksek maliyetli önlemler gerektiriyor. Cevabı muğlak sorular ortaya çıkıyor. Maliyeti kim ödeyecek? Ekonomik rasyonalitesi var mı? Türkiye’de bunlara hem yönetimden hem toplumdan kaynaklanan ek zafiyetler ekleniyor. Vahim müşevvik uyumsuzlukları oluşuyor. Kısa dönemde yanlış kararlardan yararlananlarla uzun dönemde onun bedelini ödeyenler farklı insanlar oluyor. Neticede her felaketin ardından büyük tepki dalgası geliyor. Ama somut önerilere dönüşmüyor. Toplumun dikkati zaten kısa sürede dağılıyor. Herşey eskisi gibi devam ediyor. Kısır döngü bir türlü kırılamıyor. Nesin Vakfı’nın Çatalca’taki tesisleri de selden büyük hasar gördü. Köşe komşum Mutlu Tömbekici benden önce yazdı. Okuyucularımı destek olmaya çağırıyorum. Gerekli bilgilere www.nesinvakfi.org adresinden ulaşabilirsiniz.