Şampiy10
Magazin
Gündem

Kur’ân’-ı Kerîm’de en vurgulu namaz gece namazıdır

SORU: Bir yazınızda gece namazının bireysel bir farz namaz olduğunu belitrmiştiniz. Ancak aklımda bazı tereddütler oluştu. Gece namazının farzlığını ortadan kaldıran yatsı veya vitr namazlarının eda edilmesi midir? Yoksa bu namazın gece uyanıp kılınması mı gerekir? Bu namazının vakti ne zaman başlar, ne zaman sona erer? İmsak vaktinin girmesiyle birlikte sabah ezanına kadar namaz (nafile namaz) kılınamayacağı fıkıh kitaplarında vardır. Bunun sebebi nedir? Gece namazını emreden İsra 79. ayetin muhatabı Peygamberimiz değil midir? (F. Gökhun Tokay)

CEVAP: Gece namazı, gecenin ortasında, özellikle seher vaktinde kılınan namazdır. Kur’ân’da en vurgulu namaz, bu namazdır. Hiçbir fıkıh kitabı şafak attıktan sonra sabah ezanına kadar nafile namaz kılınamayacağını söylemez. Kaynak eserlerde böyle bir şeye rastlamadım. Namazın kılınması mekruh olabilir mi? Ancak sabah namazının farzından sonra güneş doğuncaya kadar nafile namazın mekruh olduğu söylenir. Fıkıh kitaplarında olan budur. Yatsı namazı, aslında Kur’ân ile emredilen bir namaz değildir. Akşam namazının devamıdır. Güneş battıktan itibaren alacakaranlığa kadar olan zaman akşam vaktidir. Bunun birinci bölümünde kılınan namaza birinci akşam (işa-i evvel), ikinci bölümünde kılınan namaza ikinci akşam (işa-i ahir) denilir. Yani yatsı namazı akşamın devamıdır. Ayrı vakit değildir. Ama gece yarıları namaz kılınması Kur’ân’ın emridir. Kur’an şöyle buyurur: “1- Ey örtüsüne bürünen, 2- Geceleyin kalk (namaz kıl) yalnız gecenin birazında (uyu).

3- Gecenin yarısında (kalk) yahut bundan biraz eksilt. 4- Veya bunu artır ve ağır ağır Kur’ân oku. 5- Doğrusu biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. 6- Gerçekten gece kalk(ıp ibadet et)mek daha oturaklı ve (geceleyin) söz (dua) daha etkilidir. 7- Çünkü gündüz, senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır” (Müzzemmil: 1-7).

Vesveseden kurtulun

SORU: Ne zaman namaz kılmak, camiye gitmek veya salavat getirmek istesem aklıma saçma sapan şeyler geliyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Sizin bir tavsiyeniz olabilir mi?

CEVAP: Namaz kılmak veya dua etmek istediğiniz zaman aklınıza kötü düşünceler geliyorsa bunu yapan şeytandır. Allah’a sığının. Euzu besmele çekin. Şeytanın inadına namaz kılın, dua okuyun. Böylece zamanla o saçma sapan şeyler silinir, yerini iyi duygu ve düşünceler alır.


Yazının devamı...

Mümin her zaman Yüce Allah’ı anar

SORU: Kur’an’da sadece sabah, akşam ve teheccüd namazı zikredilmiştir. Öğle ve ikindi namazlarını Peygamberimiz kıldığı için biz de kılıyoruz. Oysa Rum Suresi 17’nci ve 18’inci ayetlerde, “O halde tespih Allah’a o zaman ki akşam edersiniz ve o zaman ki sabah edersiniz. Hem hamd O’na göklerde ve yerde ve ikindileyin ve o zaman ki öğle edersiniz” buyurulmaktadır. Görüldüğü üzere 4 vakit namaz tek tek zikrediliyor. Buna diğer surelerde geçen gece namazını yani bizim yatsı olarak kıldığımız namazı da eklediğimizde Kur’an’da 5 vakit namazın da emredildiği anlaşılmaz mı? (Ahmet Aktaşoğlu)

CEVAP: Rum Suresi’nin 17-18’inci ayetlerini bir daha dikkatle okuyun. Orada adı geçen tespih ve hamddır. Yani Allah’ı eksikliklerden tenzih etmeye ve övmeye vurgu yapılıyor. Namazdan söz edilmiyor. Tespih kelimesini namaz olarak yorumlamak, anlamı çarpıtmaktır. Tespihin zamanı yoktur. Çünkü zikirdir. Mümin her zaman Allah’ı anar. Bütün evren de O’nu tespih eder. Kur’ân göklerde ve yerde O’na hamd edildiğini yani O’nun övüldüğünü anlatır. “Subhanallah” demek tespihtir. “Hamd olsun, şükr olsun” demek hamd ve şükürdür. Elbette her zaman dilimizden bu tespihler eksik olmamalıdır. Ama salat yani namaz, hareketli bir zikirdir. İçinde tespih var, okuma var, eğilip kalkma, rükû ve secde var. İşte bu rükûnlu, hareketli ibadetin adı “salat”tır. Namaz kılma vaktini belirleyen ayetler İsra ve Hud surelerinde geçer. Başka yerde geçmez.

Geçer diyenler ayetleri çarpıtıyorlar, önyargılarını ayetlere yüklüyor, tespihten söz eden ayetleri namaz diye açıklıyorlar. Tespih başka, namaz başkadır. Kaf Suresi’nde, “Ve minelleyli fesebbihu ve edbaressucud: Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkasından Allah’ı tespih et” denilmektedir. “Secdelerin arkasından tespih et” sözü, tespihin namazdan ayrı bir zikir olduğunu anlatıyor. Eğer tespih, namaz olsa “Secdelerin arkasından namaz kıl” uygun olur mu? Zaten secde namazın bir rüknûdur. Namaz vakitlerini belirleyen iki surenin ayetleri şöyle: “Güneşin sarkmasından (aşağı kaymasından) gecenin kararmasına (yatsı vaktine) kadar namaz kıl ve sabahın Kur’ân’ın(ı uzunca Kur’ân okunan sabah namazını) da (unutma). Çünkü sabah Kur’ân (okuması, sabah ibadet ve duası) görülecek şeydir. Ayrıca senin, gecenin bir kısmında da Kur’ân oku(yup namaz kıl)mak üzere uyanman gerekir. (Böylece) Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a (güzel bir makama) ulaştırması umulur” (İsra: 50/78-79). “Gündüzün iki ucunda (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür” (Hud: 52/114).

Yazının devamı...

Hazretlere iftiradan Allah’a sığınmalı

SORU: Sayın Süleyman Ateş, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlânâ’nın 5 vakit namaz kılmadığı, Ramazan’da oruç tutmadığı biliniyor. Bunlara bir yorum getirir misiniz? (Hüseyin Can)

CEVAP: İnsan bu iftiraları yazarken biraz sıkılmalı. Siz Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makalatını okudunuz mu? Mevlânâ’nın eserini okudunuz mu? “Ben Mustafa’nın bendesiyim” diyor Hz. Mevlânâ. Ömürlerini ibadetle geçirmiş, bu sayede yücelmiş, Hakk’a ermiş insanları namaz kılmamakla suçlamak iftiranın en iğrencidir. Allah’a sığınırım bu tür iftirayı üretenlerden. Hacı Bektâş-ı Velî, Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş, Peygamber Sünnetine göre yaşamış, Ahmed Yesevî yolunda bir Hak eridir. Ama bugün Bektâşî diye bilinen tarîkatin, gerçekte Hacı Bektâş ile bir ilgisi yoktur. Hacı Bektâş’ın eserleri ortada. Bu eserlerde dine, sünnete aykırı hiçbir şey mevcut değildir. Yunus Hacı Bektaş’ın öğrencisinin öğrencisidir. Hacı Bektaş; Mevlânâ, Taptuk Emre, Yunus Emre. Bunlar dinin ruhunu yaşayan, nefsin kaprislerini kırıp yücelmiş mana erleridir.

İşte Hacı Bektaş’tan, Mevlânâ’dan, Taptuk yolundan feyz almış Yunus Emre’nin görüşü:

“Şeriat tarikat yoldur varana Hakikat ma’irfet andan içeru.”

Bilinçli şekilde yapılan ibadet

SORU: Ben her zaman yatmadan önce 5 vakit namazı hariç, Allah için iki rekat, bazen iki’şer rekat olmak üzere 4 rekat namaz kılarım. Fakat bu namazda (Fatiha, ek sure, rükû ve secdedeki) tesbihleri hep Türkçe okurum. Yani bilinçli şekilde namaz kılıyorum. Fakat inanır mısınız bu namazda gözlerimden yaş akıyor. Tüylerim diken diken oluyor, çok mutlu ve çok huzur içinde kılıyorum. O beş vakit bilinçsiz kıldığım namaz, şu Allah için bilinçli kıldığım iki rekat nafile namaz etmez. Çünkü bu namazda ne dediğimi biliyorum. Gerçekten de namazın değerini şimdi daha iyi anladım. Bilinçli ve bilinçsiz ibadetlerin arasında dağlar kadar fark olduğunu daha iyi anladım. Siz bu görüş ve uygulamam hakkımda ne dersiniz hocam? (Osman C.)

CEVAP: Ne mutlu size. Hasan-ı Basrî’nin dediği gibi zerre miktarı salim vera’(saf dindarlık), bilinçli olarak Allah’ı düşünme, yıllarca bilinçsiz ibadetten hayırlıdır. İbadette önemli olan dil değil, duygudur. Türkçe ibadette daha bilinçli ve ve konsantrasyonun daha iyi ise öyle yap. Allah bizden gönül istiyor; söz değil.

Yazının devamı...

Çeçenistan (13)

* DÜNDEN DEVAM

Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ mânayı harflerle takyid edersin (bir söz söylersin). Serbest olan mânayı hapsettin, nefesi bir kelime ile bağladın.

Sen faydadan gizlenmiş; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmez iken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da, fayda, kendisinden zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez?

Mânânın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların herbiri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.

Cüz’lerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden faydasız olsun?

Tanrıya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek, şükür değildir. Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!” (Mesnevî, 1/140-146)

İşte Hz. Ömer’in bu tevazuu ve adaleti, adını ebedileştirmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı bu tevazuunuzu ömür boyu sürdürmenizi temenni eder, Allah’tan size, yapmak istediğiniz hayırlı işlerde başarılar dilerim.

Ramazan Kadirov da cevaben “Allah beni bu yoldan ayırmasın!” dedi. Kendisiyle fotoğraf çektirip vedalaşarak ayrıldık. Akşamleyin de Kültür Bakanlığı’nın folklor eğitimi veren okuldaki küçük öğrencilerin gösterilerini izledik. Öğrencilerin maharetle sergiledikleri Çeçen-Kafkas oyunları gerçekten büyüleyiciydi. Bu arada bizim heyette bulunan Çeçen asıllı Abdurrahman Bey de bir miktar Çeçen oyunu oynadı.

O akşam Grozny Belediye Başkanı’nın verdiği yemekte bulunduk. Başkan bizim masamıza geldi. Çeçenistan hakkında epey konuştuk, bilgilendik. Cumhurbaşkanı’nın son derece halk ile bütünleşmiş ve dindar bir insan görüntüsü verdiğini söyledim, bunun samimiyet derecesini sordum.

Başkan da “Cumhurbaşkanı bir ulema ailesinden gelir. Babası da önce müftülük yapmış, sonra cumhurbaşkanı olmuştur” diyerek, çocukluğundan beri namazında, orucunda, dinine içtenlikle bağlı, dürüst bir kimse olduğunu izah etti. Uzun bir sohbetin ardından istirahate çekildik ve ertesi gün, saat 06.00’da yaptığımız kahvaltıdan sonra arabalarla Çeçenistan, Osetya cumhuriyetlerini aşarak Gabar-Balkır Cumhuriyeti’ndeki Nalchik Havaalanı’na geldik. Öğle vakti 12.00’de havalanan uçağımız 02.30’da Atatürk Havalimanı’na indi.

* BİTTİ

Yazının devamı...

Çeçenistan (12)

* DÜNDEN DEVAM

Elçi “ya Emîrülmü’minîn! Can yücelerden yere nasıl indi? Hiçbir şeyle mukayyed (bağlı) olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu.

Ömer dedi ki: Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi. Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.

Yok olanlar, onun afsunuyla varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa, derhal ve iki çifte atla sürer.

Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi. Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.

Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.

O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır.

Toprağın kulağına ne söyledi ki murakabeye vardı (boynu bükük), dalgın bir halde kaldı!...

Can kulağıyla can gözü, zahirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta iflâs etmiştir.

Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur. Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içindeyse küçük, büyük inciler.

Dışarıdaki kan damlaları, misk ahularının içinde misktir. Sen, “dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur?” deme!

“Bu bakır, dışarıda âdi ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş?” da deme!

Ekmek, sofrada durduğu sürece cansızdır. Fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir.

Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, Selsebil suyuyla o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.

Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?

Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.

Elçinin Ömer’den, ruhların, bu balçığa tutulmalarının sebebini sorması

Ömer’den bu sözleri işiten elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi. Soru da mahvoldu, cevap da. Hatâdan da kurtuldu, doğrudan da.

Gövdeyi anladı, dallardan geçti. Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya başladı.

Ömer’e, “O duru suyun, bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne? Bunda ne sır var? Duru su toprakta gizlenmiş, saf can, cisimlerle bağlanmış, sebebi nedir?” dedi.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Çeçenistan (11)

* DÜNDEN DEVAM

Hz. Ömer’e ait bir anekdotu okurlarımla paylaşmamda yarar var. Hz. Mevlana Mesnevi’de Ömer’i korumasız, bir ağaç altında gören Bizans elçisinin hayretini anlatır: Rum kayserinden, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi. Medine halkına, “Halifenin köşkü nerede? Atımı oraya çekeceğim” dedi. Halk, dedi ki: “Onun köşkü yok. Ömer’in köşkü ancak aydın canıdır. Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.” Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi (şevkinden dönmeye başlayan elçinin), Ömer’i görme özlemi arttı. Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da...

“Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu. Candan kul olmak (ona bağlanmak) için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur. Bir bedevi kadını onun Ömer’i aradığını anlayıp, “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında. Halktan ayrılmış, yapayalnız gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör” dedi.

Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı. O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi. Mahabbet ve heybet birbirinin zıddıyken gönlünde bu iki zıddın birleştiğini gördü. Kendi kendine, “Ben nice padişahlar gördüm, büyük sultanlar tarafından kabul edildim. Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün, rengi bile kaçmadı. Birçok savaşlarda bulundum. Hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetliydi. Bu adam silahsız, kuru yerde yatıyor. Benim yedi azam tir titremekte, bu ne? Bu heybet Hak’tan, halktan değil, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.

(Elçi) Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.

Elçi ona saygı gösterdi, selâm verdi. Peygamber “Önce selâm, sonra kelâm” demiştir. Ömer selâmını alıp onu yanına çağırdı, teskin etti, karşısına oturdu... Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.

Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı. O mürşid, onun irşadedilmeye kabiliyeti olduğunu gördü, temiz tohumu, temiz yere ekti.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Çeçenistan (10)

DÜNDEN DEVAM

7 Ekim sabahı Grozny’nin oldukça uzağındaki bir ilkokula gittik. Çok lüks olan okulun öğretmenlerinin seçilmiş oldukları belliydi. Bu okula öncelikle o semtte oturanların çocukları kayıt yaptırabiliyormuş. Şayet kontenjanda açık kalırsa başka semtlerden başvuranlar da alınabiliyormuş. Bütün öğretmenlerin ve kız öğrencilerin başlarının ön ve arka kısmı açık, orta kısmı yarım bir örtüyle kapalıydı. Küçük öğrenciler bizi şiirlerle karşıladı. Müdür, okul hakkında bilgi verdikten sonra bizi gezdirdi. Her sınıfta 15-20 kişi vardı. Spor salonu gayet geniş ve donanımlıydı. Okuldan ayrıldıktan sonra Kumuk Türklerinin oturduğu bir köye gittik. Beyaz tenli, genelde yeşil gözlü erkek ve kız öğrenciler, koro halinde şiirlerle bizi karşıyadı. Bir kız öğrenci de Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov’u ne kadar çok sevdiklerini belirten bir şiir okudu.

Törenden sonra Türk kadınlarının hazırladığı yemeklerden ikram ettiler. Türkçe konuşuyorlardı ama lehçe farkından dolayı sözlerinin hepsini anlayamıyorduk. Mesela “Yemek gerek mi, size çay geldireyim mi?” diyorlardı. Getireyim yerine “geldireyim” sözcüğünü kullananıyorlar. Belki de doğrusu budur. Çünkü “gelmek”in geçişli hali “geldirmek” olmalı. Ama biz değiştirmişiz, “getirmek” yapmışız. Yemekten sonra Kanal TV’den Seyfullah Soytürk izlenimlerimizi aldı. Daha sonra hipodroma gittik. Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov’un da katıldığı at yarışlarını izledik. Çeçenistan gibi henüz savaştan yeni çıkmış özerk bir cumhuriyetin böyle yarışlar düzenleyebilmesi önemliydi. Çünkü bu, alt yapı ve tecrübe isteyen bir organizasyondu. Yarışın sonunda Cumhurbaşkanı Çençence bir konuşma yaptı. Biz anlamadık ama son sözünü yanımızda bulunan Emrullah şöyle tercüme etti: “Putin iyidir ama tek eksiği Çeçen olmayışıdır.”

Yarıştan sonra bizi Cumhurbaşkanı’nın rezidansına götürdüler. Biraz sonra Cumhurbaşkanı bizimle vedalaşmak üzere yanımıza geldi. Yavuz Bülent Bakiler ve bana izlenimlerimizi sordu. Dedim ki: “Şu dünya geçicidir, dünya mevkileri de geçicidir. İnsanın değeri tevazuyla orantılıdır. Burada güzel şeyler gördüm. Ama beni en çok etkileyen, Cumhurbaşkanı’nın halkla bütünleşmesidir. Allah mütevazı olanı yükseltir, böbürleneni alçaltır. İkinci Halife Ömer de halk gibi yaşadı. Muhtaç durumda olan bir yaşlı kadının çadırına sırtında azık götürdü. Halkı kendisini öylesine seviyordu ki korumasız olarak tenhada bir ağacın altında uyuyabiliyordu. İşte halkınız sizi öylesine seviyor.” DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Çeçenistan (9)

* DÜNDEN DEVAM

Cin Hastanesi’nin müdürü, bizi gezdirip tedavi odalarını ve tedavi yöntemlerini gösterdi. Gördüklerimi bir objektif gibi hiç yorum katmadan aktarıyorum: Zemin katta muayene odası var. Müracaat eden hastalar bu odaya alınıyor. Kendilerine banttan Kur’ân dinletiliyor. Bir hoca da bu sırada hastaların tepkisini ölçüyor. Okuma esnasında sıçrayan veya anormal tepki veren, ses çıkaran ve titreyenlerin cinden etkilendiğine, bu kişilerin vücuduna cin girdiğine hükmediliyor. Cinlerden etkilenmiş olanlar tespit edildikten sonra diğerlerine, “Sizin hastalığınız cinle ilgili değil, psikolojiktir. Siz doktora gidin” deniliyor. Cinin etkisinde olan hastalar tedavi odalarına çıkarılıyor. Her odada bir hafız, üstü örtülü olarak yatan hastanın kulağına sürekli Kur’ân okuyor. Çeşitli sureler veya ayetler okunuyor. Kocasından veya karısından nefret etmeye başlayan hastalar da varmış ki bunların bir kısmının bu işi cin etkisiyle yaptıkları anlaşılıyormuş. Hastane müdürü, bize büyük bir torba içinde biriktirdiği, hastaların üstünden çıkan büyü örneklerini gösterdi.

Acayip yazılar, çeşitli iğneler batırılmış kâğıtlar, bez parçaları, kurt kuyruğu... İşte bu büyüler sonucunda etki altına alınan cinler de hastaya tebelleş oluyor, onu kocasından veya karısından nefrete yöneltiyor veya yabancı bir kadını veya erkeği sevmeye yönlendiriyorlarmış. Okuma seansları sonunda hastanın vücuduna girmiş olan cin, kendini açığa vuruyor, bu işi kendisinin yaptığını söylüyormuş. Ona da yine öğüt verilerek yaptığının büyük günah olduğu söylenip hastayı bırakması telkin ediliyormuş. Bu seanslarda cin konuşmaya başlayınca sesi, etkisinde bulunduğu cinin cinsiyetine göre çıkıyormuş. Eğer onu etkileyen cin erkekse kadın hastanın sesi kalınlaşıyor, cin kadın ise erkek hastanın sesi inceliyormuş. Ama bundan hastanın haberi olmuyormuş. Bir, iki veya üç seansta cin ikna olunca hastadan el çekiyor ve o kişi anasından yeni doğmuş gibi sıkıntılarından kurtulup normal yaşamına dönüyormuş. Uzun süre cin etkisinde kalmış olanların tedavisi çok daha uzun sürüyormuş. Kimi insan da birden fazla cinin etkisinde bulunuyormuş. Cinlerin Müslüman’ı, Yahudi’si, Hıristiyan’ı ve başka din mensupları da varmış. Müslüman cin, Kur’ân telkinine daha kolay teslim olup tövbe ediyormuş. Ama Müslüman olmayanları daha inatçı davranıyorlarmış. İslâm’a davet edilen bu türler içinde Müslümanlığı kabul edenler de oluyormuş. Hastane müdürü, ertesi gün gitme fırsatımız olursa hastadan cini nasıl çıkardıklarını göstereceğini söyledi ama bizim programımız dolu olduğundan gidemedik.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.