Şampiy10
Magazin
Gündem

Kur’ân’da Adem’e vahyedildiğinden hiç söz edilmez

SORU: Semih Altınölçek, Tevrat’ta ve Kur’ân’da kendince çelişkiler gördüğünü, özellikle Tevrat’ın anlattığı tarihsel vakaların arkeolojik verilere uymadığını ifade ediyor. Örneğin Kur’ân’da da Tevrat da sözü edilen Adem ile Havva hikâyesinde Adem’in Kur’ân’da ilk insan ve bir peygamber oluşu, kendisine 10 sayfalık kitap verilişi gibi... Henüz yazının olmadığı bir zamanda kitap verilmesinin mantıklı olmadığını belirtiyor ve bu konuyu açıklamamı rica ediyor.

CEVAP: Siz Kur’ân’da olmayan şeyleri Kur’ân’da varsayıyor ve ona göre düşüncenizi kurguluyorsunuz. Kur’ân’da Adem’in ilk insan olduğu söylenmez. Ayrıca Kur’ân’da ne Adem’e vahyedildiğinden ne de kitap verildiğinden söz edilir. Kur’ân’a göre vahiy peygamberliği Adem ile değil, Nuh ile başlar: “Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik” (Nisa: 163). Eğer Adem’e vahiyle yazılı mesaj verilseydi önce onun adı geçerdi. Oysa ilk vahiy alanın Nuh olduğu belirtiliyor. Avrupalı bilim adamları bile Kur’ân’ın söylediklerinin bilime ters düşmediğini kabul ederken siz bir Müslüman olarak Tevrat’ta okuduklarınızı Kur’ân’daymış gibi algılıyor ve kuşku duyuyorsunuz. Size tavsiyem “İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân’dan Cevaplar” ile “Kur’ân Ansiklopedisi” adlı eserlerimi okumanızdır.


Dürüst olun yeter


SORU: Bankada çalışmak caiz mi? Devlet bankası ya da özel banka olması bu durumu değiştirir mi? Banka müfettişliği sınavı açılmıştı. Arkadaşlarım başvurdu. Ben bu konuda önce size danışmak istedim. “Kişi için alnının teriyle kazanılmış olandan daha hayırlı kazanç yoktur” diyerek burada çalışmayı düşünüyordum. Ama tereddütlerim var. Yardımcı olur musunuz?

CEVAP: Bu kadar hassasiyete gerek yok. Siz memursunuz. Bankada da, Emekli Sandığı’nda, başka bir kurumda da çılaşabilirsiniz. Ne fark eder? Laik devletin memurusunuz. Kendi hayatınızda istediğiniz gibi dini yaşarsınız. Dairede işinizi yapar böylece geçiminizi sağlarsınız. Devletin her kurumu faiz üzerine çalışır. Memurların maaşları faizlidir. Emekli Sandığı faiz sistemiyle çalışır. Siz yapacağınız işi dürüst yapın yeter.

Yazının devamı...

Mezheplerdeki namaz vakitleri farklılıkları (2)

* DÜNDEN DEVAM

Birkaç ay önce bu köşede Ali’nin 14 oğlu, 17 kızı olduğunu yazmıştım. Hz. Ali, değişik annelerden olan bu çocuklara Ebubekir, Ömer, Osman adlarını vermiş, sadece bir çocuğa değil, Ebubekir ismini, Ömer ismini birkaç çocuğuna vermiştir. Acaba bunları sevmese, bunlara saygı göstermese isimlerini çocuklarına verir miydi? Kaldı ki bunlar Peygamber’in sadece arkadaşı değil akrabasıydılar. Bir kere hepsi Kureyş’ten olduğuna göre büyük atalarında birleşiyorlardı. Ebubekir ve Ömer, Peygamber’in kayınpederiydi. Aynı zamanda Ömer, Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmiştir. Yani Ömer, Hz. Ali’nin damadıdır. Osman ise Hz. Peygamber’in ardı ardına iki kızıyla evlenmiş, iki kez Peygamberimizin damadı olmuştur. Şimdi siz kalkın bunlara gasıp deyin, hatta içten içe buğzedin. İşte asıl ayrılık burada. Sünniler bu tutumu hazmedemiyor. Bir başka temel ayrılık sebebi de masumluktur. Şiiler, Ehl-i Beyt soyundan gelen 12 imamı masum (günahsız) kabul ederler. Ama Sünnilere göre masumluk sadece peygamberlere özgüdür. Onun dışında kimse masum değildir.

Benim Kur’ân’dan anladığıma göre peygamberler de dahil hiç kimse hatasız, günahsız değildir. Çünkü Kur’ân Peygamber kabul edilen Adem’in cennette yasak meyveden yiyerek günah işleyip kovulduğunu bundan ötürü tövbe edip tövbesinin kabul edildiğini, Musa’nın bir Mısırlıyı öldürdüğünü, Davud’un da günah işleyip tövbe ettiğini, Yunus’un kavminden kaçmakla cezalandırılıp balığın karnına atıldığını sonra balığın onu boş araziye bıraktığını anlatmaktadır. Bunlar Peygamberken bu hataları yapmış iseler demek ki masum değillerdir. Ancak Peygamberler günahta ısrar etmezler (Al-i İmran: 135). Hatalarının farkına varır varmaz hemen tövbe ederler. İşte Kur’ân’ın peygamberler hakkındaki görüşü budur. 1400 yıl önceki siyasi olayları bugüne taşıyıp bunu ayrılık sebebi yapmak sadece İslâm düşmanlarının ekmeğine yağ sürer. Gelin o meseleyi orada bırakalım, birbiriyle yakın akraba olmuş, birbirine destek olup İslâm uğruna beraber savaşmış insanları sanki birbirine düşmanmış gibi gösterip Müslümanları bölmenin hiçbir yararı yoktur. Onların hepsi cennette, Peygamberimizle beraberdir. Namazda ellerini açmak veya bağlamak hiç de önemli değil. Önemli olan namazda ayakta durmak, Kur’ân okumak, rükû ve secde yapmaktır. Bu konularda mezhepler arasında ayrılık yoktur.

Yazının devamı...

Mezheplerdeki namaz vakitleri farklılıkları (1)

SORU: Caferi mezhebine mensubum. Bizim namaz vakitlerimiz 3’tür. Hak mezhep olarak kabul ettiğiniz Hanefilik’te namazın 5 vakit olmasından dolayı kendimle bir anlaşmazlık içerisindeyim. Biz öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirerek kılıyoruz. Namazın kaç vakit olduğunu gösteren hadis veya ayet var mı?

CEVAP: Namazın beş vakit olduğu konusunda hiç ihtilaf yok. Bununla ilgili pek çok hadis var. Hepsini burada ayrı ayrı zikredemem. Herhangi bir ilmihal kitabına bakabilirsiniz. Ancak Peygamberimiz zaman zaman, özellikle yolculuklarda öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı birlikte kılmıştır ki buna cem denir. Ehl-i Beyt imamları Peygamberimizin bu ruhsatını daha çok uygulamışlardır. Caferi mezhebi mensupları da bunu böyle sürekli uygulamışlardır. Ama Caferi mezhebi âlimleri de namazları ayrı ayrı vakitlerinde kılmanın daha efdal olduğunu söylerler. Nitekim 1973 yılında Necef’te görüştüğüm âlim merhum Muhammed Bakır es-Sadr, bana cem olayını kolaylık bakımından sürekli uyguladıklarını ama ayrı ayrı kılmanın daha efdal olduğunu söylemişti.

Saltanat sistemi kurmadılar

Ayrıntı önemli değil. İmam Cafer Hazretleri’nin mezhebi de Hak mezheptir. Peygamber torununun içtihatları Hak mezhep olmaz mı? Esasta birleştikten sonra ufak tefek ayrılıklar hiç önemli değildir. Aslında Şiilerle Sünniler arasındaki en büyük ayrılık bu tür ayrıntıda kalan ihtilaflar değil, inanç ihtilafıdır. İşte asıl sorun burada. Bize göre Peygamberimiz herhangi bir saltanat sistemi kurmamış, kendisinden sonra yerine bir halife de bırakmamış, bunu ümmetin seçimine tevdi etmiştir. Şartlar Ebubekir’in seçilmesini getirmiş fakat Ebubekir, yerine kendi oğlunu tayin etmemiştir. Ondan sonra gelen Ömer de sonra gelen Osman da böyle bir şey yapmadılar. Daha sonra işler karıştı. Hz. Ali’nin 4.5 yıl süren hilafeti zamanında iç savaşlar baş gösterdi. Ali’nin şehadetinden sonra Hilafeti ele geçiren Emeviler onu saltanata çevirdiler. Şimdi Şiiler, Peygamber’in mağara arkadaşı Ebubekir’i gasıp, Ömer’i gasıp, Osman’ı gasıp sayıyorlar. Oysa biz Sünnilere göre Peygamber’den sonra ashabın en üstünü Ebubekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir. Allah hepsinden razı olsun. Peygamber’in üç gözde arkadaşına gasıp demek, Hz. Ali’nin tutumuna da aykırıdır.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

“Zuhr-i ahar”, ne farzdır ne sünnet

SORU: 1- Cuma namazında kılınan zuhr-i ahir namazı için “öğle namazının ilk sünneti gibi veya öğle namazının farzı gibi kılınır” deniyor. Öğle namazının farzı gibi kılarsak kamet getirmek gerekir mi? Kamet getirmeden “farzı gibi kılıyorum” diyenler var? 2- Bir yerde, sabah ve ikindi namazı kıldıktan sonra kaza namazı kılınmaz diye okudum. Ben de öğle, akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra kılabildiğim kadar kaza namazı kılıyor sonra tesbihat ve duaları yapıyorum. Böylesi uygun olur mu? Yoksa vakit namazı kılınıp tesbihat ve dualardan sonra ayrıca kaza namazları mı kılmak gerekir? (H. Nurlu)

CEVAP: 1- Cuma namazını kılan için artık öğle namazı yoktur. Zuhr öğle demektir. “Zuhr-i ahir” yazmışsınız. Bu yanlış, doğrusu “zuhr-i ahar” dır. Zuhr-i ahar, başka öğle anlamına gelir. Cuma namazının kabulünden kuşkulananlar böyle bir uyduruk namaz ortaya attılar. Bu Peygamberimizin sünnetine aykırıdır. Ne farzdır, ne sünnettir. Bu namazı kılmak değil, kılmamak sünnettir. Böyle niyetlerle namaz kılmayın. Cuma namazı 2 rekâttır. Ardından isterseniz 2, isterseniz 4 rekât sünnet kılın. Sünnetlerin her rekâtında Fatiha’dan sonra sure veya ayet okunur. Sonra istediğiniz kadar 2 veya 4 rekât namaz kılın. Sünnet, müstehab (güzel, hoş) demeye gerek yok. Tekbir alıp namaza durun. 2 kılın, 4 kılın. Ne kadar çok kılarsanız o kadar sevap alırsınız. Ama zuhr-i ahar diye bir namaz yok.

2- Kasten namaz kılmamış olanın kazası yoktur. Kasten oruç tutmayanın da kazası yoktur. Çünkü kasten namaz kılmayan insan kültür itibariyle Müslüman ise de eylemli Müslüman değildir. Kur’ân’ın anlatımına göre böyledir. Şimdi namaza başlamış olan kimse, yeni eylemli İslâm’a girmiş olur. Yeni Müslüman olan kimseden önceki zamanlarda yapmadığı ibadetleri yapması istenmez. Çünkü İslâm, daha önceki günahları siler. Hadis böyle diyor.

Ömrünün bir zamanında namaza başlayan kimse, önceki namazları ve oruçları için Allah’tan af dileyecek tövbe istiğfar edecek. Bir daha böyle bir şey yapmayacağına söz verecek. Düzenli namazını kılacak. Ama soğuk, yolculuk, hastalık gibi bir sebeple bir veya iki günlük veya 3-5 vakitlik namaz kılamamış ise o kimse önce kılamadığı namazları sırasıyla kılacak. Mesela iki gün öncesinden itibaren önce sabah namazını, ardından öğle, ikindi, akşam, yatsı, sonra ikinci günün namazlarını sırayla kılacak. Daha sonra içinde bulunduğu vaktin namazını kılacak. Bu aslında kaza değil “cem”dir. Peygamberimizin uygulaması böyledir. Tesbihat falan da namazın aslı değildir. Yapılırsa güzel, yapılmazsa namaz tamamdır.

Yazının devamı...

Yüce Allah’ın kaderine inanın

SORU: 7 yıl öncesine kadar hayat dolu biriydim. Ancak babamı kaybettiğimden beri evham ve takıntı hastalığı yaşıyorum. Bu durum hayata olan bağlılığımı alıp götürüyor. Kötü şeyler düşünmekten kendimi alamıyorum. Hastalığımdan mı kaynaklanıyor bilmiyorum ama sürekli içimde korku yaşıyorum. Ne yapabilirim? Korkum, cinlerin aklıma girip beni yanlış şeyler yapmaya yönlendirmesinden mi ileri geliyor? Onlar zihnime, yüreğime hâkim olabilirler mi?

CEVAP: Sizin durumunuzda olan pek çok insan var. Bu, benim yanıtlayabileceğim bir şey değil. Bu, psikolog veya psikiyatr sorunudur. Benim size tavsiyem namazlarınızı muntazam kılın, Allah’ın kaderine inanın. Kadere inanmak, insanı üzüntüden uzak tutar. Allah’ın takdiri dışında bir şey olmaz. Ömrümüzün genel hatları değişmez. Ayrıntıları da biz aklımızla seçeriz. Aklımız var, dinimizin gösterdiği yol belli. Bu ikisine uyarak yolumuza devam edersek güven içinde yaşarız. Yanlışlara düşmeyiz. Cinlerin iyileri var, kötüleri var. İyilerinden zarar gelmez. Onlar bize yardımcı olurlar. Kötüleri şeytanlardır. Şeytanlar insanın içine kötü düşünceler, takıntılar, kuşkular atmaya çalışır. Ama onlar güçlü varlıklar değillerdir. Kul Euzu, besmele çekince kaçarlar, sinerler. Siz takıntı ve kuşku durumunda Allah’a sığının. Ayetelkürsi, Felak ve Nas surelerini okuyun. Cin falan kalmaz. Dağılıp giderler. Ama dilinizden duayı eksik etmeyin. Allah’ın adı anılıp Allah’a sığınılınca ne yerde ne de gökte hiçbir şey zarar veremez. Allah size huzur versin.

Yeni bir hurafe daha

SORU: Cuma namazında hoca vaazında şöyle dedi: “Uhut cenginde dişi kırılan Resulullah’ın ağzından kan akmaya başladı. Ancak kan yere düşmeden Allah Cebrail’i gönderdi ve ‘Habibimin kanı yere düşmesin, düşerse bu cihanı yakarım’ dedi. Cebrail aleyhisselam kanın akmasına müsaade etmedi.” Böyle bir hadis, ayet veya rivayet var mı? (Kemal Alan)

CEVAP: Bunu söyleyen tam manasıyla bir hurafeciymiş. O savaşta Peygamber’in başı yarıldı, dişi kırıldı. Akan kan yere düştü. Peygamber’in kızı Fatıma, babasının akan kanını durdurmak için çaputu yakıp yaranın üstüne bastırarak kanı durdurdu. Hurafeciler işte böyle şeylerle halkı kandırıp sözde çıkar sağlıyorlar. Cüppe, takke giyip ekranlara da çıkıyor, bir sürü hurafeyle reyting sağlıyorlar. Ama dini gülünç duruma düşürüyorlar. Elimden gelse o kişiyi derhal görevden alırım ki bir daha böyle hurafeler halka anlatılmasın.

Yazının devamı...

Kur’ân açısından Evrim Teorisi (2)

DÜNDEN DEVAM

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnamesi’nde evrim hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Varın yok olması, yoğun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok da daima yoktur. Fakat var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur (eleman), istihale (evrim) ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından (karışımından) önce madenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiş ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir.

Ara varlıkların hikmeti

Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır, bitkilerle hayvanlar arasında ara varlık hurmadır, hayvanlarla insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Aracıların varlığının hikmeti şudur ki, her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zemanın tetimmesi (yaratıkları dolaşan nefsin, olgunluğun doruğu olan başlangıç noktasına varması), cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir. İşte bu mertebede ahlaken yükselip Tanrı huylarıyla vasıflanan kişi, marifet kemaline erip küllî (bütünsel) akla kavuşmuş ve bu mertebede varlık dairesi birleşip tamamlanmıştır. Onun iptidası (o dairenin başlangıcı) akl-ı evvel (ilk akıl), sonu da insan-ı kâmildir (olgun insan).”

Şeyh Galip’ten sesleniş

İnsanın, evrenin özeti olduğu görüşünü büyüleyici şiir diliyle belirten Şeyh Galip de insana seslenerek böyle gizli bir hazineye sahip olduğunu anımsatmaktadır:

Ey dil ey dil neye bu rütbede pür gamsın sen

Gerçi virane isen genc-i mutalsamsm sen

Secde fermay-i melek zat-ı mükerremsin sen

Bildiğin gibi değil, cümleden akdemsin sen.

Ruhsun nefha-i Cibril ile tevemsin sen

Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryem’sin sen

Hoşça bak zatına kim zübde-ı âlemsin sen

Merdüm-i dide-i ekvan olan Adem’sin sen.

Bu konu, “Soru ve Cevaplarla İslâm” adlı eserimin 3’üncü cilt 355-362’nci sayfalarında geniş olarak açıklanmıştır.

Yazının devamı...

Kur’ân açısından Evrim Teorisi (1)

SORU: Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin bir maymun türünden evrimleştiğimizi savunduğu doğru mu? (Şahin Telli)

CEVAP: 1974 yılında Ankara Üniversitesi dergisinde yayınladığım “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Evrim Teorisi” adlı makalemin özeti aşağıdadır. Size yararlı olacağını sanıyorum.

Allah için zaman söz konusu değildir

Yüzeysel düşünen kimi kişiler, insanın evrimini kabul etmeyerek “Allah’ın, Adem’i bir anda yaratmaya gücü yetmez mi ki, bu kadar uzun zamanda yaratsın?” der ve evrim düşüncesini Kur’ân’a ve Allah’ın kudretine aykırı bulurlar. Düşünmezler ki Allah için zaman söz konusu değildir. O’na göre milyonlarca yılla bir an aynıdır. Çünkü sonlu varlıklar olan bizler, zamanı böler ve parça parça algılarız. Ama Allah, parçaları bütünleştirir. Çokluklar O’nda bir olur. Damlalar denizle bütünleşir. Kesret (çokluk), vahdete (birliğe) döner.

Allah’ı insanla karıştırmak, sınırsız kavramı sınırlı algılarla karşılaştırmak, insanı yanlış yargılara götürür. Kaldı ki birden bire yaratıvermek basit bir şeydir. Ama ince planlar, yasalarla milyonlarca yıl içinde dünyadan süzüle süzüle meydana getirilmiş varlığın değeri büyüktür. Bundan dolayı Allah, insan için, “Gerçekten biz, insanoğluna çok ikramda bulunduk, onu çok değerli, şerefli yaptık” (İsra: 70) buyurmak suretiyle insanın değerini belirtmiştir. Kur’ân’ın ifadesine göre üzerindeki canlıların anası olan şu dünya, dört ilahi günlük, yani dört büyük zamanlı evrim sürecinden geçirilerek bu şekline sokulmuştur. Canlıların zübdesi olan insan da çok derin bilgi, ince hesap ve planların sonucunda süzüle süzüle doğa güçlerine hükmeden, dünyayı onaran, daima ilerleyen, kalkınan mükemmel bir varlık haline getirilmiştir.

Evrim Teorisi’ni Müslümanlar geliştirdi

Evrim Teorisi’ni Müslümanlar işlemiş ve geliştirmişlerdir. İlk defa Cahiz (ö. 255/868), göçlerin ve genel olarak çevrenin, kuşların hayatında yaptığı değişikliğe dikkati çekmiştir. Daha sonra İbn Miskeveyh (ö. 421/1030), el-Favzul-Asgar adlı eserinde bu evrim görüşüne daha belirgin bir şekil vermiştir. Evrim Teorisi’nin kurucusu Darwin’den (1809-1882) çok önce Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1772), Marifetnamesi’nin 31-32’nci sayfalarında özetlemiştir.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Gerekli olsaydı Hz. Peygamber vasiyetini yazdırırdı

SORU: Bir yazınızda, Kur’ân-ı Kerîm’in bizim için yeterli olduğunu, Peygamberimizin son günlerinde bir şeyler yazmak istediğinde Hz. Ömer’in, “Gerek yok, bize Kur’ân yeter” dediğini belirtmiştiniz. Bildiğim kadarıyla Peygamberimiz, “Bana yazacak bir şeyler verin, yazayım ki benden sonra ihtilafa düşmeyesiniz” demiş. Bunun üzerine etraftakiler bir şeyler vermek istemiş ama Hz. Ömer bu ifadeden Peygamberin Hz. Ali’yi halife olarak atamasından korkarak, “Durun! Peygamber hasta. Şu anda sayıklıyor” demiş. Kur’ân bizim için yeterli ise o zaman hadislere niye itibar ediyoruz? (Hüseyin Ünsal)

CEVAP: Hz. Ömer, sadece Allah’ın kitabı Kur’ân’ın bağlayıcı olduğuna inanıyordu. Kur’ân’dan başka yazılı bir şeylerin bulunmasını istemiyordu. Bu yüzden kendi döneminde hadis yazılmasına müsaade etmemiştir. Sebebi, Peygamber’in söyleyip söylemediği veya belli şartlar içinde söylediği ama şartların değişmesiyle geçerliliğini yitirecek sözlerin Kuranlaştırılmasını önlemektir. İşte hasta yatağında Peygamber’in vasiyet yazdırmasına da bunun için gerek görmemiştir. Aslında ateşler içinde yatan Peygamber’in o durumda vasiyet yazdırmasını, sağlıklı olmayacağı gerekçesiyle istemeyen yalnız Hz. Ömer değil başka kimseler de vardır. Onlar, “Peygamber ağır hastadır. Bu durumda sayıklayabilir. Elimizde Kur’ân varken vasiyete ihtiyaç yok” düşüncesiyle bu vasiyet yazımına karşı çıkmışlardır.

Ama vasiyetin içeriği bilinmiyor. Eğer vasiyet çok gerekli olsaydı Peygamberimiz itirazlara önem vermez yazdırırdı. “Hz. Ali’yi yerine bırakacaktı, onu vasiyet edecekti, bunu önlemek için Ömer buna karşı çıktı” sözleri hep yorumdur. Peygamberimiz böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca böyle bir şey yapacak olsaydı bunu pekâlâ sağlığında yapardı. Oysa böyle bir işaretin yapılmadığı şu olaydan anlaşılmaktadır: Allah’ın Elçisi ölüm döşeğindeyken amcası Abbas, Hz. Ali’ye, “Ben Haşimoğulları’nın son demlerini bilirim. Resulullah bu hastalığından vefat eder. Biz yanına girip kendisinden sonra kimin yerine geçeceğini soralım. Eğer bize geçecekse bilelim. Başkasına geçecekse bize bırakmasını rica edelim” der. Hz. Ali, “Vallahi Resulullah’a sorduğumuzda şayet kabul etmezse artık daha sonra hiç kimse bize bu mevkiyi vermez. Biz asla bir şey sormayalım” der. Bu olaydan Hz. Peygamber’in Ali’ye, kendisinin yerine yönetime geçeceği hususunda bir işaret yapmadığı veya herhangi bir şey söylemediği anlaşılır. Bu vasiyet yazımı isteği de sonuçta bir rivayettir, doğruluğu kuşkuludur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.