Şampiy10
Magazin
Gündem

Kur’ân ayetleri birbirini açıklar niteliktedir

SORU: Teheccüd tam olarak ne demektir? Sayın Hüseyin Atay bu konu hakkında şöyle diyor: “İslâm âlimleri, İsra Suresi 79’uncu ayetteki ‘onunla’ ifadesinde yer alan zamirin, bir önceki ayette geçen Kur’ân’a ait olduğunda ittifak etmiş oldukları halde Kur’ân okumayı esas konu olarak almayıp içinde Kur’ân okumak da olan namazı esas almışlar ve ayeti ‘gece kalkıp namaz kı’ şeklinde yorumlamışlardır. Teheccüd, hiç uyumadan geceleyin Kur’ân okumak anlamına gelir. Namazın vakitleri tayin ve tespit edilmiştir. Bunların dışında namaz kılma emri vermenin bir hikmeti olmaz. Kur’ân’da gece kalkıp namaz kılmaya dair bir emir yokken Kur’ân okumaya dair emir bulunmaktadır.” Yani İsra Suresi 79’uncu ayetin, namazla ilgili olmadığını söylüyor. Bu görüş doğru olabilir mi?

“Kur’ân okumak üzere uyan”

CEVAP: Teheccüd, uyumadan Kur’ân okumak değil geceleyin uykudan uyanmak demektir. Teheccüdün asıl manası uykudan uyanmaktır. Evet İsra Suresi 79’uncu ayetteki “bihî” zamiri Kur’ân’a gider, Kur’ân okumak üzere uyan demektir. Ama kasıt Mushaf’ı açıp Kur’ân okumak değildir. Çünkü Peygamber zamanında Kur’ân, Mushaf halinde değildi. Dağınık parçalar halindeydi.

Hz. Peygamber’in kendisi de Mushaf’a bakarak Kur’ân okumazdı. Burada kasıt uyanıp okumak, dua etmek demektir. Bu okumaya Mushaf okuma da girer dua da girer. İsra Suresi’nin

78-79’uncu ayetlerinde Peygamber’e, geceleyin ibadet etmek, okumak, dua etmek üzere uyanması emredilmektedir. Zaten ibadetin asıl temeli beyni okumadır, duadır. Namazın asıl amacı da dua ve zikirdir. Bu husus Kur’ân’ın çeşitli ayetlerinde anlatılır. Kur’ân ayetleri birbirini açıklar niteliktedir.

* YARIN: Teheccüdün, geceleyin uyanıp namaz kılmak, ibadet ve dua etmek anlamına geldiğini açıklayan ayetler.

Yazının devamı...

Aşure günüyle ilgili rivayetler

Aşure günü hakkında bilgi isteyen okurum Muammer Sokullu’ya cevabımdır: Aşure, Peygamberimizin sünnetidir. Peygamberimiz Medine’ye geldiklerinde Yahudilerin Muharrem’in 10. gününde oruç tuttuklarını görmüş. Sebebini sormuş. Yahudiler, Musa’nın firavun zulmünden kurtuluşlarının anısına oruç tuttuklarını söylemişler. Peygamberimiz, “Ben Musa’ya sizden daha yakınım” diyerek kendisi de o gün oruç tutmuştur. Muharrem ayının 10. günü oruç tutmak Peygamberimizin sünnetidir. Başka bir rivayete göre bu oruç Hz. Nuh’un kurtuluşunun anısına tutulurdu. Ve Hz. Peygamber’in hicretinden önce de Araplar arasında uygulanırdı. Önceleri farz olan bu oruç Ramazan orucunun farz olmasıyla zorunlu olmaktan çıkarılıp isteğe bağlı kılınmıştır.

O günün akşamı için aşure aşı pişirip dağıtmak da gelenek olmuştur. Aşure çorbası da denilen bu tatlının, Hz. Nuh’un tufandan sonra aşure gününü kutlamak için geminin ambarında kalan erzağı karıştırıp bir tür tatlı hazırlamasıyla ortaya çıktığı rivayeti vardır. Özellikle Müslüman Türklerin dini halk geleneğinde önemli bir yer tutan aşure, aynı zamanda Muharrem ayının 10. günü başlamak üzere daha sonraki günlerde de özel merasimlerle pişirilip dağıtılan aşure aşının adı olmuştur. Aşure aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilirdi.

Uydurma sözler

SORU: Lise öğrencisiyim. Okuldaki arkadaşlarımın çoğu haftada bir gün “abi” dedikleri bir şahsa gidiyorlardı. Ben de merak edip bir kere gittim. “Abi”, mutlaka kendi cemaatlerine girmemi tavsiye etti. Bu cemaatin tüm üyelerinin yaptığı sevapların ve ibadetlerin toplanacağını, bizim de amel defterimize yansıyacağını söyledi. Bu doğru mu? (Ö. S.)

CEVAP: Sen zaten İslâm cemaatine mensupsun. Müslümanların bir ferdisin. Başka bir cemaate girmene gerek yok. Sana söylenen o sözlerin hiçbir değeri yoktur. Uydurmadır. Allah’a peygambere iftiradır. Bir Müslüman nasıl böyle şeyler söyler? Cemaatin tüm üyelerinin ibadetlerinin toplanıp cemaate intisap eden bireylere yansıyacağını hangi ayet veya hadise dayandırıyorlar? Allah her kuluna kendi can damarından yakındır. Allah ile kul arasında kimse yoktur. Ne şeyh, ne cemaat... Yeter ki kul Allah’a yönelsin.

Yazının devamı...

Dini öğütlerde bilginin önemi

SORU: Bunduğumuz yörede cuma hutbeleri insanları camiye gitmekten alıkoymaya yönelik oluyor. Geçen hafta gittiğim bir camide hoca tüm hoparlörleri açtı ve avazı çıktığı kadar bağırarak ezan okudu. Cami zaten küçük ve dolu. Buna hiç gerek yoktu. Ezandan sonra verdiği vaazda, “Almanya’da fırınlarda yakılan Yahudilerin çocukları Filistin’de öç alıyor, Yahudiler Müslümanları katlediyor” gibi şeyler söyledi. Filistin’de katliam yapan İsrail’dir. İsrail’in suçunu tüm Hristiyanlara ve Yahudilere yükleyemezsiniz. O zaman onlar da herhangi bir Müslüman ülkenin suçunu tüm Müslümanlara yükleyebilirler. Bu vaazlar kontrol edilmiyor mu? (Nevzat Koyuncu)

CEVAP: Haklısınız ama ne yapalım ki kimi kişiler vaaz yetkisi olmadığı halde küçük camilerde vaaz ediyor. Bilgi yok, araştırma yok, ağızlarına geleni söylüyorlar. Şayet söyledikleri gerçeğe, Kur’ân ve sağlam hadise aykırı ise kendilerinin manen ağır sorumluluk altına gireceklerini hiç düşünmüyorlar. Çünkü Peygamberimiz, “Kim bile bile benim söylemediğim bir sözü bana yakıştırmak suretiyle yalan söyler yani ‘Peygamber böyle buyurdu’ derse o kimse cehennemdeki yerine hazırlansın” buyurmuştur. Ama bazıları öyle yapıyor diye bütün vaizleri aynı kefeye koymak doğru değildir.

Kur’ân hiçbir ulusu toptan yargılamaz, mahkum etmez. İsrail devletinin bugünkü zulmünü bütün Yahudilere mal etmek asla doğru olamaz. Şunu iyi bilmek gerekir ki Peygamberimizin Ehl-i Beyti yani ev halkı arasında iki tane Yahudi kökenli (Safiye ve Reyhane), bir de Hristiyan kadın (Mariye) vardı. Kur’ân Yahudi toplumu içinde yoldan çıkmış, zalim kimseler yanında doğruya, hak ve adalete ileten iyi insanların da bulunduğunu vurgular:

“... İçlerinde tutumlu (ılımlı) bir ümmet var ama onlardan çoğu, ne kötü işler yapıyorlar” (Maide: 66), “Musa kavmi içinde doğrulukla hakka götüren ve hakla adalet yapan bir topluluk da vardır” (Araf: 159, 181). Kur’ân böyle söylerken dünyadaki tüm Yahudileri düşman, lanetli görmek ne kadar yanlış, ne kadar Kur’ân’a aykırı bir düşüncedir. Ben de kimi cuma konuşmalarından rahatsız olduğum için kurduğumuz vakıfta cumayı birkaç kişiyle birlikte kılıyorum. Siz mümkünse hocayı kırmadan kendisine yaklaşın. Böyle bağırmasının ve ölçüsüz konuşmasının insanları rencide ettiğini söyleyin.

Yazının devamı...

Kur’ân Kureyş lehçesiyle yazıldı

SORU: Kur’ân’ın yedi harfte yazılması ne demektir? Hz. Osman’ın altı nüshayı yaktırdığı doğru mu? Kur’ân’da nesih var mı?

CEVAP: Kur’ân yedi harfle yazılmadı. Öyle yazılması da mümkün değildir. O zaman bir tek henüz gelişmemiş Arap yazısı vardı. Kur’ân, mevcut yazıyla ve Kureyş Araplarının konuştuğu lehçeyle yazıldı. Ama Müslümanlar sadece Kureyş Araplarından ibaret değildi. Lehçeleri, Kureyş lehçesinden farklı kabileler vardı. Bunların Kur’ân’ı Kureyş lehçesiyle okumaları mümkün değildi. Çünkü bu iş uzun eğitim isterdi. O lehçeye dilleri dönmezdi. Onların da Kur’ân’ı kendi lehçeleriyle okumalarına izin verildi. Vahiy meleği buna müsaade etti. Bundan dolayı Peygamberimiz “Kur’ân yedi harf üzere indirildi” buyurdu. Yani belli başlı yedi Arap lehçesiyle okunmak üzere indirildiğini, kabilelerin Kur’ân’ı kendi lehçeleriyle okuyabileceklerini belirtti. Ama Kur’ân’ı yazanlar, onu en büyük ve fasih lehçe olan Kureyş lehçesiyle yazdılar.

Hz. Osman Kur’ân’ı yeniden derletip çoğaltırken yine Kureyş lehçesi esas alınarak yazılmasını emretti. Herhangi bir ayrılığa neden olmamak, tek yazımda birleşmek üzere özel Mushafları yaktırdı. Çünkü onlar denetimden geçirilmemişti. İnsanlar birey olarak bazı kelimeleri yanlış yazabilirlerdi. Ortada, 12 kişilik bir komisyon tarafından ortak akılla ve titiz bir çalışma sonucu yazılan resmi Kur’ân varken artık yazımında bazı yanılmaların bulunma ihtimali yüksek bulunan özel nüshaların kalması, ileride Müslümanlar arasında kafa karışıklığına neden olabilirdi. Bunda Peygamberimizin gözde arkadaşlarının konsensüsü vardı. Eğer öyle olmasaydı dört küsur yıl halifelik yapmış olan Hz. Ali, pekâlâ Osman Mushafını kaldırır, kendi Mushafını onun yerine resmi Mushaf yapardı. Oysa o, özel Kur’ân nüshalarının yaktırılması yüzünden Hz. Osman’ı eleştirenlere, “Ben de Osman’ın yerinde olsaydım, onun yaptığını yapardım” diyerek onu savunmuştur.

Neshe gelince. Bir tek nesih vardır. O da henüz yazılmadığı için unutulmuş olan bazı ayetlerin yerine yenilerinin gelmesi. Ama Kur’ân’da bulunan bütün ayetlerin hükmü geçerlidir. Kur’ân içinde birbirini nesheden (hükümsüz kılan) ayetler yoktur. Çünkü nesh ancak birbirine ters olan hüküm ayetlerinde yani emirlerde olur. Oysa Kur’ân’da Allah’ın sözlerinde ihtilaf bulunmadığı, O’nun sözlerinin değiştirilmeyeceği vurgulanır. Eğer Kur’ân’da birbirine aykırı sözler yoksa ve Allah’ın sözleri değişmez ise nesih de olamaz.

Yazının devamı...

Allah affedeni ödüllendirir

DÜNDEN DEVAM
Bilerek veya bilmeyerek kocasına çok kötülük eden, onun üstüne dost tutan, hatta dostuyla birlik olup kocasını öldüren kadınlar vardır. Çocuklardan da öylesi var ki babasının yolundan ayrılır, onu üzer, onun malını kötü yollarda kullanır, onu döver, kapı dışarı eder. İşte bunlar insana düşman olan çocuklardır. Kişi kendisine dikkat etmeli, yolunda olmayan kadın ve çocuklarının kötülüklerinden sakınmalıdır. Aynı şekilde karısına kötülük yapan, zulmeden kocalar da vardır. Eşler birbirini sevmeli, birbirine karşı art niyet taşımamalı, erkek olsun, kadın olsun herkes, eşinin ve çocuklarının hareketlerine dikkat etmeli ama kendisini onlardan tamamen uzaklaştıracak davranışlardan sakınmalı, mümkün mertebe onların hatalarını affetmelidir. Aksi takdirde aile içinde dirlik ve düzenlik kalmaz. İşte yüce Allah, aile dirliğini, düzenini ve mutluluğunu korumak için ayetin sonunda, “Eğer affeder, hoşgörür, bağışlarsanız Allah da bağışlayan, esirgeyendir, affedenleri affeder” buyurmaktadır. Şura Suresi 62/40-43’üncü ayetlerde İslâm’ın genel prensipleri açıklanmıştır:

1. Kötülüğün cezası ancak dengi bir kötülüktür. Suça ancak dengi bir ceza verilebilir.

2. Nefsi savunma, yasal bir haktır. Fakat kişinin şahsına yapılmış bir kötülüğü affedip barışması, uzlaşması daha güzeldir.

3. Allah haksızlık edenleri sevmez, affedip uzlaşanları sever ve ödüllendirir.

4. Başkalarının hakkına saldıranlar kınanır ve Allah’ın cezasına çarpılırlar.

“Allah’ın Elçisi, Allah’ın yasakları çiğnenmedikçe nefsi için öc almamıştır.” Hz. Ayşe’den rivayet edilir: “Kim zulme uğradıktan sonra kendini savunursa böylelerinin aleyhine bir yol yoktur, ayetinin anlamını bilmezdim. Bir gün Zeynep, izin almadan, kızgın bir vaziyette odama girdi. Allah’ın Elçisi’ne, ‘Ebubekir’in kızının, bilekçiklerini sana ters çevirmesi (bu kadının seni kandırması) sana yetmedi mi’ dedi. Sonra bana döndü, (söz saydı). Ben yüzümü öteye çevirdim, bir şey demedim. Peygamber bana, ‘Kendini savunsana’ dedi. Ben de ona döndüm (söz saydım). Zeynep’in tükürüğünün ağzında kuruduğunu, (laflarının ağzında kaldığını) gördüm. Bana hiç cevap veremiyordu. Peygamber’in, sevinçten yüzünün güldüğünü gördüm.”

Yazının devamı...

Hoşgörü toplumu

Furkan Suresi’nin 63’üncü ayetinde Rahman’ın kullarının alçakgönüllü olarak yürüdükleri, böbürlenmedikleri, kaprislerine göre hareket edenlerle bir olmadıkları, kendilerine sataşan kimselere de selam verip geçecekleri fakat onların düzeyine inip onlarla bir olmayacakları belirtilmektedir. Enam Suresi’nin 54’üncü ayetinde Hz. Peygamber’e, inanan kimseler yanına geldikleri zaman onlara selam vermesi, sağlık ve dirlik dilemesi, kullarına acımayı üstlenen Allah’ın, cahillikle nefsinin arzusuna kapılıp bir kötülük işledikten sonra uslananları affedeceğini söylemesi emredilmiştir. Nahl Suresi’nin 119’uncu ayetinde ise cehaletle kötülük yaptıktan sonra dönüp uslananlan Allah’ın affedeceği bildirilmektedir. Cehalet kelimesi, bilmezlik anlamına geldiği gibi kaprislerine kapılarak düşünmeden hareket etmek anlamına da gelir.

Rahmeti gazabından fazladır

Ayetlerde bu anlamda kullanılmıştır. Nefsinin dürtüsüne kapılan kimse yanlış hareket eder, günah işler. Çünkü hareketleri aklının kontrolünden çıkmıştır. İşte kim nefsinin dürtüsüne kapılarak günah işler de sonra bundan dönüp Allah’a yönelirse Allah onu bağışlar. Çünkü Allah, acımayı üstlenmiş, kendisine prensip yapmıştır. Rahmeti gazabından fazla, affı cezasından çoktur. Allah’ın Elçisi, Rabbin rahmetini şöyle bir temsille anlatmıştır: “Allah yaratıkları yaratıp bitirdikten sonra katında, Arş’ın üstünde bulunan kitaba şu hükmü yazdı: Rahmetim gazabımı yendi (başka rivayetlere göre geçti)” (Buhari, Tevhid: 55, 15; Müslim, Tevbe: h. 14-16).

Nur Suresi’nin 22’nci ayetinde de hali vakti yerinde olan erdemli kimselerin, kendilerine kötülük etmiş olanlara dahi iyilik etmekten geri durmamaları öğütlenmektedir. Eşlere ve çocuklara karşı hoşgörü: “Ey inananlar, eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır. Onlardan sakının. Ama affeder, hoşgörür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir (O da sizi bağışlar)” (Tegabun: 107/14) ayetinde, bazı eş ve çocukların insana düşman olduğu bildirilmekte ve öylelerinden sakınmaları emredilmekte, buna rağmen onları da affedip hoşgörmeleri ve bağışlamaları öğütlenmektedir.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

İsrail neden bu kadar güçlü? (3)

* DÜNDEN DEVAM

Kur’ân, Allah’ın birer ayeti gördüğü doğa olaylarını dikkatle incelemeyi önerip bunların yanından körü körüne geçip gidenleri kınarken; bilimi nur, cehaleti karanlık sayarken; inen ilk ayetinde insanın yaratılışını incelemeye dikkatimizi çekerken; asırlarca biz ayrıntılarla, iğne başı kadar yer kuru kalırsa guslün olmayacağı, ojeli tırnakla abdestin ve guslün tutmayacağı, hayz ve istihaza gibi sorunlarla, diş doldurmanın caiz olup olmadığı fetvalarıyla uğraşıp durmuşuz. İnsanın ne dünyasına, ne de ahiretine bir yararı olmayan nasih mensuh gibi bir takım terimleri, din ihtisas okullarında dinin temel kuralıymış gibi ezberletip durmuş, gençlerin kafasını bu temelsiz bilgilerle koşullandırıp Kur’ân ayetlerini birbiriyle çelişik göstererek birçok ayetin hükmünü geçersiz kılma cüretini göstermişiz. Kur’ân’ın anlamı üzerinde yoğunlaşmamız gerekirken dat harfinin şöyle çıkarılacağı, ayn harfinin şöyle çatlatılacağı, Mushaf’ın abdestsiz ele alınamayacağı gibi düşüncelerle kolaylaştırılmış Kur’ân’ı, güçleştirmeye çalışmışız.

Kur’ân bu tür ayrıntıların din olmadığını söylüyor. Dinin kolaylık üzerine kurulduğunu, kolay dinin akıl yürütmelerle, haramlar üretmekle daraltılmamasını, güçleştirilmemesini vurguluyor. Kur’ân temel düşüncesi olan tevhidi anlatmak için hikâyeler sunar, benzetmeler yapar. Yerin göğün yaratılışını, doğa olaylarını tevhidin kanıtları olarak sergiler. Kur’ân’ı düşünerek okuyan, denizler, ırmaklar, ormanlar, şifalı besinler üreten bal arıları, gökte cıvıl cıvıl uçan kuşlar arasında dolaşır. Zifiri karanlıklar içerisinde bardaktan boşalırcasına yağan yağmur altında kalır, gökte çakan ürpertici şimşeğin parıltısını görür, kulakları yırtan gök gürültüsünü işitince korkudan yüreği hoplar.

Birden bütün parlaklığıyla görünen güneş, kuşluk vaktinde insanı sarmalayıp ısıtır. Sonra insan, gecenin, gündüzün ışığı üstüne; gündüzün de gecenin karanlığı üstüne dolanmasını izler. Bu haliyle Kur’ân sadece bir din ve ahiret kitabı değil, dünya ve ahireti kaynaştıran Tanrısal bir mesajdır. Kitabımız bizi kâinat kitabının ayetlerini okumaya yöneltmiş, ne yazık ki biz o ayetleri okuyamamışız. Başkaları okumuş, Allah’ın doğa yasalarını keşfetmiş, onlardan yararlanmayı bilmiştir. Allah sadece Müslümanların Rabbi değil, bütün âlemlerin Rabbidir. O, temel yasasını değiştirmez. Buyruğunu tutanları, yasalarına uyanları başarıya ulaştırır. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”

Yazının devamı...

İsrail neden bu kadar güçlü? (2)

* DÜNDEN DEVAM

ABD her 1 milyon kişiye karşılık yaklaşık 4 bin bilim adamına, Japonya

5 bin bilim adamına sahipken tüm Arap dünyasındaki tam zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 35 bin kişidir. Her 1 milyon Arap’a 50 teknisyen düşerken Hristiyan dünyasında 1 milyon kişiye 1000 teknisyen düşmektedir. İslâm dünyası gayri safi milli hasılasının yalnızca % 0.2 sini araştırma-geliştirme bütçesi olarak ayırırken Hristiyan dünyası % 5 oranında araştırma-geliştirme fonu ayırmaktadır. Makalenin yazarına göre bu, İslâm dünyasının, bilgi üretebilecek kapasiteden yoksun olduğu sonucunu doğurmaktadır. Pakistan’ın ileri teknoloji ihracatının, toplam ihracatı içindeki oranı %1, Suudi Arabistan, Kuveyt, Fas, ve Cezayir’in % 0.3tür. Oysa Singapur’da bu oran % 58 dir. Bu da İslâm dünyasının bilgi uygulamasını gerçekleştiremediği sonucunu vermektedir. Yazar, sonuçta İslâm dünyasının güçsüzlüğünü “kaliteli eğitim yoksunluğu”na bağlamaktadır.

Dr. Faruk Saleem’in dediği gibi Yahudilerin güçlenmesini sağlayan sorgulayıcı, araştırıcı, özgün eğitim; Müslümanların geri kalışını hazırlayan da yanlış eğitim (sorgusuz, araştırmasız, ezberci eğitim)dir. Özellikle muhafazakâr kesimde, dünyanın her alanında kilit noktalarının Yahudilerin kontrolünde olduğu söylenir ve buna inanılır. Eğer bu düşünce doğru ise Yahudilerin, nasıl böyle bir güce ulaştıkları ve kilit noktaları ele geçirdikleri sorusu akla gelir. Hiç kuşkusuz bu sorunun yanıtı, özgün araştırma ve eğitimdir.

Eğitimsiz insanların bir yere gelmeleri, kalıcı güç oluşturmaları mümkün değildir. Peki bizde eğitim yok mu? Var elbette. Ama eğitim düzeyimiz hem sayı bakımından az hem de özgünlükten yoksun ve ezberci... Hemen her ilimizde bir veya birkaç üniversitemiz var. Ama bunlar içinde dünyanın belli başlı 500 üniversitesi arasına giren yok. Çünkü özgün araştırma, özgün eser yetersiz. 1000 yıl önce yazılmış kitapları hiçbir şey eklemeden, yenilikler katmadan yineleyip durmuşuz. Yeni şeyler bulması, bilim âlemine yeni şeyler getirmesi gereken üniversite üye ve yardımcılarının çoğu, şuradan buradan derleme, kopyalama kitaplar ortaya çıkarmışlardır. Mevlânâ’nın deyişiyle “Cancığazım bize yeni şeyler gerek.”

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.