Şampiy10
Magazin
Gündem

Öyle bir yolculuk ki!

16 Mart 1993 günü akşamüstü saatlerinde Lübnan’ın Bar Elias kasabasında PKK lideri Abdullah Öcalan kalabalık bir gazeteci topluluğuna ateşkes ilan ettiklerini duyurdu. Takım elbise kravatlı Öcalan’ın yanında Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Başkanı ve günümüzün Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani de vardı. Basın toplantısının bitmesinden bir süre sonra Sabah Gazetesi’nden Cengiz Çandar ile Turkish Daily News’tan İsmet İmset bir odada Öcalan’la başbaşa görüştüler. Talabani’nin ayarlamış olduğu bu görüşmeyi Çandar Öcalan’a şöyle izah etti: “Sonuç olarak, ben, görüşmemizi harfiyen (Cumhurbaşkanı) Turgut Özal’a, İsmet de (Başbakan) Süleyman Bey’e (Demirel) aktaracak. Gizlimiz saklımız yok. Birlikte görüşebiliriz. Ama siz, Turgut Özal ve Süleyman Demirel ile görüşüyor değilsiniz. Sizi, görüşmeyi tüm dürüstlüğüyle aktaracağıma temin ederim ama şu anda Türk devleti ile görüşüyor değilsiniz. Sadece iki bireyle görüşüyorsunuz.”

Dostlar, davalar ve misyonlar

Cengiz Çandar’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Mezopotamya Ekspresi: Bir Tarih Yolculuğu” adlı kitabında bu aktardığıma benzer çok sayıda anektod var. Çünkü Çandar kendi deyimiyle “misyon gazeteciliği” yapıyor. Peki misyonu ne? Kendisini kültürel olarak “Müslüman” siyasi olarak “özgürlükçü demokrat” olarak tanımlayan Çandar’ın genç bir devrimciyken saflarında birlikte savaştığı Filistinlilerin davasına kendisini adamış olduğunu, sadece Türkiye’deki değil bölgedeki tüm Kürtlerin eşit haklara kavuşmasını savunduğunu biliyoruz. Bu nedenle kitapta Filistin’in efsanevi lideri Yasir Arafat, Iraklı Kürt lider Celal Talabani, Lübnanlı Dürzi lider Velid Canbolat gibi isimlerle dostluklarına geniş yer vermiş.

Ama sadece onlar değil. Örneğin kitabın ana ekseninde danışmanlığını da yapmış olduğu Turgut Özal’la dostluğu ve onunla ilişkileri yer alıyor. Bir diğer dostunun, Irak’ın işgalinin mimarı olan ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz olması işleri iyice karıştırıyor. Sonuçta birçok kritik durumda Çandar’ın kendine biçtiği misyon(lar)la ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının örtüştüğünü görüyoruz. Öyle ki kitabın bir bölümünün başlığı “Savaştan yana olmanın dayanılmaz ağırlığı.” Savaştan esas olarak Irak’ın işgalini kasteden Çandar, bugünden baktığında bazı şeyleri yanlış hesaplamış olduğunu veya öngöremediğini kabul ediyor ancak o dönemde almış olduğu misyoner pozisyondan hiç de pişman olmadığının altını kalın çizgilerle çiziyor.

Mesleğimiz ve misyonumuz

Benim kuşağım Ortadoğu’yu, Filistin davasını, İran devrimini, Lübnan iç savaşını büyük ölçüde Cengiz Çandar’dan öğrendi. Sonraki kuşaklar da onu Türkiye’nin önde gelen gazetecilerinden biri olarak tanıdı ve ilgiyle takip etti. Bugün Çandar’ın sadece gazeteciler değil ilgili herkes arasında Ortadoğu’yu en iyi bilen isimlerden olduğu muhakkaktır. Ancak onun mesleğiyle kendine biçmiş olduğu misyonları sık sık birbirine karıştırması ve bundan hiç rahatsız olmaması nedeniyle tıpkı bu yazıda olduğu gibi şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Onun gazeteciliğinden ziyade misyonunu/misyonlarını tartışmak durumunda kalıyorsunuz. Eğer Çandar’ın misyonuyla aranızda bir sorun yoksa işiniz kolay, ama yanlış siyasi tercihler yaptığını düşündüğünüzde onun gazeteciliğine de mesafeli yaklaşıyorsunuz ki bu da tatsız durumların yaşanmasına yol açıyor.

Bana gelince: “Misyon gazeteciliği” denen tarza sıcak bakan biri değilim. Hele aynı anda hem gazetecilik yapıp hem de şu ya da bu devlet/devlet adamı/siyasetçi adına temaslar yürütmeye ilke olarak karşıyım. Bu nedenle Çandar’ın hayatının değişik anlarında yürüttüğü siyasi temasları doğru bulmuyorum.

Ama bu, onun gazeteciliğine şapka çıkarmama ve yaklaşık 650 sayfalık Mezopotamya Ekspresi’ni su gibi okumama engel olmuyor.

Yarın: Yahya Konuk’un “Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikayesi” kitabı.

Yazının devamı...

Arap ülkelerinde rejimler sahiden değişiyor mu?

“Kahire’nin Tahrir Meydanı’ndaki genç ‘işsizliğe’, Bahreyn’in başkenti Manama’da bulunan İnci Meydanı’ndaki kadın ‘eşit temsil edilmemeye’, Tunus’taki köylü ‘yoksulluğa’, Suriye Derra’daki gençler ‘düşüncelerini özgürce dile getirememeye’, Filistin’de bildiri dağıtanlar ‘hem yönetimlerine hem İsrail işgaline’ isyan ederken farklı taleplerle yola çıkanların birleştiği nokta rejimlerinin değişmesiydi...”

Gazeteci Mete Çubukçu, Batı’da üretilen ve bizde de benimsenen tanımla “Arap baharı” olgusunu ele aldığı yeni kitabına bu uzun cümleyle giriş yapmış. Ama şu önemli: Mete, “Arap baharı” tanımlamasıyla arasına belirgin bir mesafe koymak için “Yıkılsın Bu Düzen” adını verdiği kitabına altbaşlık olarak “Arap Ayaklanmaları ve Sonrası”nı uygun görmüş. “Çünkü” diyor, “Bölgede bahar değil ayaklanmalar gerçekleşti. Çünkü ayaklanma bir dönüşümü çağrıştırır. ‘Bahar’ terimi hem ithal, hem şablon, hem gelecek açısından sorunlu. Üstelik ayaklanma iyi ya da kötü- kitlesel bir hareketi, kitlesel bir kalkışmayı yani sosyal bir dönüşümü de içeriyor.”

Sadece gazetecilik değil

Mete, bizim kuşağımızdan, Afganistan, Filistin, Bosna, Azerbaycan, Irak, Kosova, Çeçenistan, Lübnan, Mısır, Suriye gibi kriz bölgelerinde gazetecilik konusunda çok sayıda başarılı işe imza atmış bir arkadaşımız. Onun kriz bölgelerinden sadece çatışma, savaş haberleri geçmediğini, olup bitenleri siyasi, kültürel, ekonomik, diplomatik ve tarihi açılardan ele almaya özel önem verdiğini zaten biliyorduk, bir kez daha görmüş olduk.

Mete, Tunus, Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerdeki ayaklanmaların ortak ve farklı noktalarını bizzat yerinde gözlemler ve söyleşilerle aktarmanın yanısıra bu ülkelerde etkili olan İslamcılar başta olmak üzere siyasi hareketler ve eğilimler hakkında doyurucu bilgi ve analizler de sunuyor okura. Arap ayaklanmalarını ana kıyaslamasını Mısır ve Suriye üzerinden yapma tercihinin de son derece isabetli olduğu kansındayım. Sonuçta onun dinamik gazeteciliğini sosyal bilimlerle yoğurması sayesinde hem son derece akıcı, hem de alabildiğine bilgilendirici ve ufuk açıcı bir kitap var elimizde.

Ayaklanmaların geleceği

Dün Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi “yeni firavun” ilan edip protesto edenlerle destekleyenler ayrı ayrı gösteriler düzenlediler. Bu da bize Arap ülkelerinde ayaklanmalar sonrasında neler olabileceği sorusunu bir kez daha sordurttu. İsterseniz kitaptan Mete Çubukçu’nun öngörüsünü aktarıp bu yazıyı sonlandıralım ve Yıkılsın Bu Düzen’i (Arapçası Fel Yaskut Ennizami) tavsiye edelim:

“Ortadoğu ‘eski rejimler’den ve bu rejimlerin ‘hastalık’larından kurtulduğu oranda demoktatikleşecektir. Sandıktan çıkarak eski rejimin alışkanlıklarını devam ettirenler, eski rejimin enstrümanlarını kullananlar, baskıcı rejim kurmaya çalışanlar ya da rejimi tamamen İslamileştirmeye çalışanlar kaybedecektir.

Yarın: Cengiz Çandar’ın Mezopotamya Ekspresi kitabı.



Dile kolay 400 Cumartesi

Cumartesi Anneleri bugün 400. kez, okulumun, yani Galatasaray Lisesi’nin önünde biraraya geliyor. Devletin ellerinden alıp kaybettiği yakınlarının izini sürme yolunda yine devletin zulmüne maruz kaldılar, çok çile çektiler, ama yılmadılar. Her türlü zorluğa rağmen onurlu ve dik duruşları sayesinde Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları yürüyüşünün hep en ön saflarında oldular.

Aslında Cumartesi Anneleri’nin desteğe ihtiyacı yok, ama bu ülkenin ve onun vatandaşlarının Cumartesi Anneleri’nin desteğine ihtiyacı var, ihtiyacımız var.

Yazının devamı...

20 yıldır ödenmeyen ve ödeneceğe de benzemeyen namus borcu

Savcı Zekeriya Öz’ün kaleme aldığı ilk Ergenekon İddianamesi’ni birçokları gibi heyecanla okumaya başlamış, ama yine birçokları gibi büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Onun elindeki bir yığın imkana rağmen bize anlatamadığı (veya belki de anlatmadığı) “derin devlet” olgusunu samimi olarak merak edenlere Güldal Mumcu’nun, eşi Uğur Mumcu’nun suikaste kurban gitmesinden yaklaşık 20 yıl sonra yayınlanan “İçimden Geçen Zaman” kitabını (um:ag Yayınları) tavsiye ederim.

Kitap 24 Ocak 1993 Pazar günü saat 10.30’da, yani Uğur Mumcu’nun arabasının patlayıcıyla havaya uçması sonucu hayatını kaybetmesiyle başlıyor ve 2006 yılında sona eriyor. Yaklaşık 190 sayfa boyunca, devletin aydınlatılmasını bir “namus borcu” olarak tanımladığı bir suikastin nasıl elbirliğiyle üstünün örtüldüğüne tanıklık ediyoruz.

Güldal Mumcu, sadece devleti eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda böylesine tarihi ve dramatik bir olay karşısında ne yapacağını şaşıranları, işgüzarlıkta yarışanları; ayrıca durumdan vazife çıkarmaya veya suikasti istismar etmeye çalışanları da alabildiğine samimi ve doğal bir dille anlatıyor.

Ama bu bir “şikayet” kitabı değil. Çünkü hem Uğur Mumcu’nun anısı, hem de geride bıraktığı ailesi, sevenleri, dostları sayesinde ayakta duruyorlar ki yazar onlara yönelik sevgi ve minnet duygusunu ifade etmekte hiç de cimri davranmıyor.

Gazeteciliğin bir numarası

Kitaba dönmeden önce Uğur Mumcu’nun hayatımdaki yerine kısaca değinmek isterim. 23 yaşında gazeteciliği seçtiğimde kesinlikle Uğur Mumcu’nun etkisi çok büyüktü. O zamana kadar yazmış olduğu tüm kitapları okumuş, köşe yazılarının hemen hemen hiç kaçırmamıştım. Siyasi olarak hem yakın, hem uzaktık: O Kemalist bir solcuydu, bense solculuğumdaki her türlü Kemalist etkilenmeyi ayıklamaya çalışıyordum. Bununla birlikte Mumcu’yu ülkemiz gazeteciliğinde başlıbaşına bir ekol olarak görüyor ve “bir numara” olduğunu düşünüyordum. Onca yıl sonra bugünden baktığımda da, hayatımda gördüğüm, okuduğum, az da olsa tanıştığım ülkemiz gazetecileri arasında hiç düşünmeden onu birinci sıraya yerleştiririm. Kitapları arasındaysa benim için en değerlisi “Rabıta”dır.

Öldürüldüğünde New York’taydım. Çok üzülmüştüm. O tarihlerde internet çok gelişmediği için gelişmelerden çok az haberdar olabiliyorduk. Cenazesinin bir laiklik gösterisine dönüştürülmesine canım sıkılmıştı. Ortada çok fazla bir bilgi olmamasına rağmen Mumcu’nun muhtemelen İran rejiminin desteklediği radikal İslamcılar tarafından öldürüldüğü yolundaki tahminlerin aldatıcı olduğunu, cinayetin arkasındaki güçlerin böyle bir imajın ortaya çıkmasını özellikle istemiş olabileceğini düşünüyordum.

Yıllar sonra mahkeme suikastin ardında Oğuz Demir, Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen’in bulunduğuna hükmetti ve firari olan Demir’in dışındaki iki sanık müebbet hapse mahkum oldu. Ama kitaptaki anlatımdan Mumcu ailesinin de bu karardan tam olarak tatmin olmadığını anlıyoruz. Zaten mahkeme kararına rağmen Uğur Mumcu suikastinin aydınlatılmış olduğunu düşünen herhangi bir TC vatandaşı (ki kararı veren yargıçlar da muhtemelen aynı durumdadır) bulunduğunu sanmıyorum. Bundan sonra aydınlanabilir mi? Maalesef, hiçbir umudum yok. Belki bu kitap yeniden bazı şeyleri düşünmemize neden olabilir.

Son olarak, Uğur Mumcu cinayetinin aydınlatılamamasında devletin yanısıra biz gazetecilerin de günahının çok büyük olduğunu vurgulayarak sözü Güldal Mumcu’ya ve onun kitaptaki son cümlelerine bırakmak istiyorum:

“Yıllar boyunca bütün bu olayları yaşarken üstümden akan zamanla, içimden geçen zaman bir değildi. Biri yaşamam gereken hayatı bana sunarken, diğeri sonsuzluğun içindeki beni bana gösterdi.”

Yarın: Mete Çubukçu’nun “Yıkılsın Bu Düzen: Arap Ayaklanmaları ve Sonrası” kitabı.

Yazının devamı...

Öcalan realitesini tanımak

Abdullah Öcalan, açlık grevlerini bitiren açıklamasıyla bir kez daha siyasi hayatımızın en önde gelen aktörlerinden biri olduğunu gösterdi. Anlaşılan önümüzdeki dönemde adını daha sık duyacağız. Ne var ki kendisine adeta peygamber muamelesi yapan sıkı takipçilerinin aşırı övgüleri ve onunla daha sonra ayrı düşmüş eski yoldaşlarının karalamaları dışında Öcalan üzerine, önemsenmeye değecek bir literatür olduğu söylenemez.

Bunun birçok nedeni olabilir. Ama en önemli nedeninin, Cengiz Çandar’ın ifadesiyle “Türkiye’nin Kürtlerinin hatırı sayılır bölümü ile Öcalan arasındaki sembiyotik ilişki” olduğu muhakkak. (“Sembiyoz” genel anlamda “birlikte yaşama” demek. Biyolojide, birbiriyle sembiyotik ilişki içinde olan iki canlı türünün, her zaman her iki taraf için de yararlı olması gerekmeyebiliyor. Psikiyatride de iki insan arasında ki aşırı bağımlılık ve bunların birbirlerini kullanmasına da sembiyotik ilişki deniyor.) Öcalan’ın Kürtlerle sembiyotik ilişkisi söz konusu olduğunda kimisi bunu çok abartırken kimisi küçümsüyor, kimisi de anlamaya çalışmıyor, hatta anlamaya direniyor.

Kavramın telif sahibi Çandar kendisini son gruba yerleştiriyor. “Mezopotamya Ekspresi” adını verdiği anı kitabının omurgasına Kürt sorununu oturtmuş ve doğal olarak PKK ve Öcalan’dan da geniş bir şekilde söz etmiş olan Çandar, Irak Cumhurbaşkanı (ve yakın dostu) Celal Talabani’nin kendisine “Türkiye Kürtlerinin bu adamın hâlâ arkasından gitmesini anlayamıyorum, senin bir izahın var mı?” diye sormuş olduğunu söylüyor, ama ona ne cevap verdiğini yazmıyor. Galiba bu sorunun cevabını birçoklarımız gibi Çandar da tam olarak bilmiyor.

Öcalan’a bakıştaki değişim

Yine aynı kitaptan devam edelim. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiğini Yeni Delhi’deki bir toplantı sırasında öğrenen Çandar ilk günlerin ardından geldiği noktayı şöyle anlatmış: “Öcalan’ın ifadesini ve savunmasını hiç beğenmedim. Benim gözümde isyan ettiği devlete teslim olmuş, boyun eğmiş bir lider profili çizmişti. Öcalan’ın ve onunla birlikte PKK’nin bittiği, PKK’nin artık Kürt sorunu denkleminin dışına çıkacağı hükmüne vardım.”

Öyle ki bir grup DTP’li belediye başkanıyla yapılan kapalı bir toplantıda onlara şöyle seslenmiş: “Öcalan ile aranıza kesin bir sınır çekmediğiniz takdirde her girişiminiz, Fırat’ın batısında İmralı’nın yeni bir taktiği olarak algılanacak.” Hızını alamayıp 2007 yılı sonbaharında Diyarbakır’da basına açık bir toplantıda büyük bir kalabalığa “Kürtler bağırlarına taş basarak Öcalan’dan başka bir lider bulmak zorundalar” demiş.

Çandar’ın bir süre sonra yaklaşımını ve üslubunu değiştirdiğini, kendi kelimeleriyle konuşacak olursak, Öcalan ile Kürtler arasındaki sembiyotik ilişkiyi anlamaya direnmekten vazgeçtiğini ve anlamaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Çandar’ın Öcalan’a bakışındaki değişimi, kesinlikle onu eleştirmek ve suçlamak için aktarmıyorum. Tam tersine birçok kişinin benzer bir süreci yaşadığı ama bununla samimi bir şekilde yüzleşmediği bir ortamda Çandar’ın yaptığının takdire şayan olduğunu düşünüyorum.

Ne oldu da oldu?

Eğer iç içe geçmiş olan Kürt ve PKK sorunlarının çözümü için Öcalan realitesini kavramamız bir zorunluluksa (ki bence öyle) o zaman şu soruyu sormak hayatidir: Ne, nasıl oldu da birçok kişinin “bitti” dediği Öcalan küllerinden yeniden doğdu. Bu yeniden doğuşta devletin, PKK başta olmak üzere Kürt siyasi hareketinin ve tabii ki Öcalan’ın payı ne kadardır?

Bunun ardından iç içe şu iki soruyu sormak da yerinde olacaktır: Bu aşamadan sonra Öcalan’ın etkisizleşmesi/etkisizleştirilmesi mümkün müdür? Mümkünse, bu Türkiye’nin hayrına mı olur?

Yazının devamı...

Açlık grevi dersleri

Açlık grevlerinin kimsenin hayatını kaybetmeden son bulması kuşkusuz son derece sevindirici bir gelişme. Ancak sevinmenin yanısıra bu olayı bütün boyutlarıyla değerlendirip Kürt sorununun çözümü için birtakım dersler çıkarmak isabetli olacaktır. Bu konuda ilk akla gelenleri sıralayacak olursak:

1) Kürt siyasi hareketinin Türkiye’yi istikrarsızlaştırabilecek yegane (en azından birinci) güç olduğu bir kez daha kanıtlandı: Bir yanda hükümet açlık grevlerine karşı tutarlı ve çözüm alıcı bir strateji geliştiremedi, hükümete kayıtsız şartsız destek veren kişi ve çevreler de tam anlamıyla bocaladı; diğer yanda, normal şartlarda, değil Kürt siyasi hareketinden, Kürtlerden bile hazzetmeyen bazı odaklar bu eylemden hükümeti zora düşürdüğü için son derece memnun oldular. Bereket açlık grevleri Öcalan’ın devreye girmesiyle can kaybı olmadan sonlandı da buradan bir kaos çıkmasını umanların hevesleri kursaklarında kaldı.

2) PKK’nın Öcalan’a rağmen, hatta ona karşı hareket etmeye başladığı iddiaları boş çıktı: Her ne kadar açlık grevlerinin üç talebinden en kritik olanı tecridinin sonlanması olsa da, Öcalan’ın bu eyleme sıcak bakma ihtimalinin düşük olduğu düşünülüyor, dolayısıyla PKK’nın dışardaki lider kadrosunun artık kendi başlarına hareket etmeye başladıkları yorumları yapılıyordu. Kardeşi Mehmet Öcalan’ın İmralı’ya ziyarete gitmesini devletin isteyip örgütün istememesi de bu konuyla ilişkilendiriliyordu. Sonunda kardeş Öcalan abisiyle görüşüp ondan son derece açık mesajlar getirince açlık grevleri hızla sona erdi. Bu da bize PKK’nın Öcalan’dan en fazla ‘özerk’ hareket edebileceğini ama ‘bağımsız’ davranamayacağını gösterdi.

3) Öcalan’ın liderliği etrafındaki kuşkular sona erdi: PKK’nın Öcalan’a rağmen hareket ettiği tespitine ek olarak kendisinin Kürt siyasi hareketinin mutlak lideri olma özelliğini kaybettiği yolunda değerlendirmeler de yapılıyor, örneğin ‘Bu saatten sonra Öcalan bile açlık grevlerini bitiremez’ deniyordu. Bunların geçersiz olduğu ortaya çıktı. Tabii gelinen bu noktada devlet PKK sorununu barışçıl yollarla çözmek istiyorsa esas muhatabının Öcalan olduğu yeniden belli oldu.

4) BDP bir altın fırsatı daha kaçırdı: İlgili hemen herkesin açlık grevlerini PKK’nın dayattığını, Öcalan’ınsa buna en azından mesafeli durduğunu düşündüğü bir ortamda BDP’liler kaybetme ihtimali en yüksek olan (ve nitekim kaybeden) tarafa oynayıp bir kez daha kaybettiler. Halbuki PKK’nın eylemi yaygınlaştırma stratejisine karşı durup bir an önce sonlandırma yolunda çaba sarf etmiş olsalar, hem Öcalan ile aynı dalga boyunda hareket etmiş olup Kürt hareketi içinde daha fazla güç; hem de gerek hükümet, gerekse Türk kamuoyu nezdinde belli bir kredi kazanmış olacaklardı. Anlaşılan BDP’liler de İmralı ile Kandil arasındaki iktidar denklemlerini yanlış değerlendirmişler.

5) Hükümet kriz yönetiminde sınıfta kaldı: Hükümetin açlık grevlerine son derece hazırlıksız yakalandığı ilk günlerden anlaşıldı. Belli ki hükümet en çok Öcalan’ın devreye girmesiyle eylemin sona erecek olmasına güveniyordu ama nedense bu devreye girişin bir an önce olmasını sağlayamadılar veya belki de bilerek geciktirdiler. Bu süreçte iktidar partisinden çok farklı sesler çıktı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in çözüm yolunda yaptıkları her temas, attıkları her adım, Başbakan Erdoğan’ın ‘Açlık grevleri yok, şov yapıyorlar’ açıklamalarıyla berhava oldu. Sanıyorum açlık grevleri süresince sergilemiş olduğu tutum, bundan sonraki dönemlerde, özel olarak Kürt siyasi hareketiyle, genel olarak Kürtlerle kuracağı ilişkilerde Erdoğan’ı bir gölge gibi takip edecek ve onun aleyhine çalışacaktır.

6) Aydınların Kürt sorununun çözümünde pek bir işlevleri kalmadığı anlaşıldı: Her ne kadar Kürt sorununun çözümünde birçok taraf ‘akil adamlar’ın devreye girmesini önerse de, açlık grevleri, ‘akillik’ için ilk akla gelen isimlerin ne devlet, ne de Kürt hareketi nezdinde pek etkili olmadıklarını gösterdi. Eğer neden böyle olduğu üzerine kafa yorulmazsa bundan sonraki krizlerin yaratacağı hasar çok daha ağır olacaktır.

Yazının devamı...

İnsani duruş, siyasi duruş

Dünyada ne çok acı var! Daha acı olanı, insanların acılar arasında tercih yapması, acıları yarıştırması. (Başkalarının acılarından kendilerine mutluluk devşirmeye çalışanlar hakkında pek fazla söze gerek bile yok.)

“Acıları yarıştırma”ya gelince: Herhangi bir siyasi davaya taraftar/destekçi toplayabilmenin kabaca iki yolu bulunuyor: İnsanların ya zihnine ya da kalbine seslenmek. Zihne hitap derken söz konusu davanın esas olarak siyasi olarak “haklılığını”; kalplere hitaptansa o davayı yürüten/sahiplenenlerin çektikleri acıları anlatmayı kastediyorum. Kuşkusuz insanların hem zihinlerinde, hem de kalplerinde karşılık bulan davalar daha güçlü oluyor ama bunların sayısının çok fazla olduğunu söylemek zor. Sonuçta kendi davalarına daha fazla taraftar/destekçi çekmek isteyenler kendi acılarının dışındaki acıları yoksaymak veya önemsizleştirmek için çaba harcıyorlar ki son günlerde ülkemizin gündeminde ciddi yer işgal eden Suriye/Kürt sorunu/terör/Filistin gibi konularda bu yarıştırmayı görmek mümkün. Halbuki bir insan hem Esad rejiminin katlettiği Suriye halkına, hem İsrail devletinin zulmünden bir kez daha muzdarip olan Filistinlilere, hem açlık grevindeki Kürt mahpuslara, hem helikopter şehitlerine aynı anda üzülebilir. Üstelik Suriye halkının yanında olmak için silahlı Suriye muhalefetinin, Filistinlilerin yanında olmak için Hamas’ın, açlık grevi eylemcilerinin yanında olmak için PKK’nın, şehit askerlerin yanında olmak için devletin politikalarını benimsemeniz de gerekmez.

Acı sömürüsü

Çünkü herhangi bir siyasi olay karşısında kalbiniz ve zihniniz (aklınız) pekala aynı şekilde düşünmeyebiliyor. Hatta son 20 yılda dünyayı ve insanlığı ciddiye alanların sık sık kalp ve akıl bölünmesi yaşadığına tanık oluyoruz. Bunun temel nedenlerinden biri bazı insanlık dramlarını sonlandırmak için ortaya atılan çözüm önerilerinin başka (ve belki de daha büyük) dramlara yol açma ihtimalinin fazla olması.

Yaşadıkları mağduriyetler, çektikleri acılarla insanların kalplerini kazandıklarını gören bazı kişi/çevre/odak/devletler, bunun kendilerine geniş bir meşruiyet alanı açtığı düşüncesiyle her eylemlerinin alkış alacağına inanarak çok büyük yanlışlar yaptılar. Öyle ki, örneğin Saddam Hüseyin’in kendi halkına reva gördüğü zulme insani nedenlerle karşı çıkıp ABD öncülüğündeki koalisyonun Irak’ı işgaline siyasi ve yine insani nedenlerle karşı çıkan çok kişi oldu. Keza 11 Eylül terör saldırılarında hayatlarını kaybedenler için derin üzüntü duymakla birlikte Washington’un bunları gerekçe gösterip küresel çapta gözü dönmüş bir savaş yürütmesine isyan edenlerin sayısı da fazlaydı.

Dengesini kaybedenler

Sözü iki ayı geçmiş olan cezaevlerindeki açlık grevlerine getirmek istiyorum. Daha önce de belirttiğim gibi eylemcilerin üç talebinin de haklı olduğu ama bunları istemenin yolunun açlık grevi olmadığı düşüncesindeyim. Ama siyasi olarak doğru bulmadığım bir eylemin insani yönünü görmezden gelmem mümkün değil. Mahpuslar her geçen gün ölüme daha fazla yaklaşıyor ancak ortada çözüm yolunda pek bir ışık göremiyoruz. Üstelik Başbakan Erdoğan ısrarla “açlık grevi yok, şov yapıyorlar” diyerek en ufak bir insani ortak paydanın oluşmasına da izin vermiyor.

Açlık grevlerine karşı insani duruş ile siyasi duruş arasında bir denge kuramayan, hatta kurmak dahi istemeyen çok kişiyle karşılaşıyoruz. Bunlardan sadece birisine buradan teessüflerini bildirmek istiyorum. 1985 yılında, gazeteciliğe başladığım Nokta Dergisi’nde tanıştığım Salih Memecan ile o tarihte de farklı siyasi görüşlere sahiptik, bugün de öyleyiz. Yakın dönemdeki birçok karikatürünü hiç beğenmedim, eminim o da benim yazıp söylediğim çoğu şeyden hoşlanmıyordur. Ama açlık grevi üzerine çizdiği dünkü karikatürü tanıdığım Salih’e hiç ama hiç yakıştıramadım. Herhalde kendisi de sonra çok utanmıştır.

Umarım onun küstah alaycılığına cezaevlerinden dramatik bir tekzip gelmez.

Yazının devamı...

Rakipleri ve hatta düşmanları Erdoğan’a çalışıyor

Önce birkaç tespit:

1) Erdoğan “tek adam” oldu veya olmaya doğru gidiyor;

2) Erdoğan ülkenin gündemini tek başına belirliyor, muhalefetin tümü de ona ayak uydurmaya çalışıyor;

3) Erdoğan kürtaj, idam gibi konuları, uygulamaya niyeti olmamasına rağmen gündem değiştirmek veya seçmen desteğini artırmak için bilinçli bir şekilde tartışmaya açıyor;

4) Zaten Erdoğan bütün adımlarını 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerini düşünerek, oyların yüzde 50’den fazlasını garantilemek için atıyor;

5) Erdoğan bu nedenle MHP tabanının hoşuna gidecek söylemlere başvuruyor;

5) Erdoğan kafasındaki birçok şeyi gerçekleştirmeyi 2014 sonrasına ertelemiş durumda...

Muhaliflerinin Erdoğan’a katkıları

Bu tespitlerinin hepsinde özne Başbakan Erdoğan. Bunların hemen hepsi, Erdoğan’a mesafeleri ne olursa olsun, sevsinler veya nefret etsinler kamuoyunun büyük çoğunluğu tarafından doğru kabul ediliyor. Hatta birçok kişi, çevre ve odak AKP iktidarına karşı muhalefetlerini/mücadelelerini bu tespitler ekseninde sürdürmeye çalışıyorlar. Ve çok büyük bir yanlış yapıyorlar.

Cuma günkü yazımda Erdoğan’ın “tek adam” olduğu tezine neden katılmadığımı yazdıktan sonra AKP muhalifi (hatta bir kısmı düşmanı) bazı okurlardan sert tepkiler aldım. Örneğin “mutlak iktidar” sahibi olmadığını söylediğim için Erdoğan’ı koruyup kolladığımı öne sürdüler. Galiba Erdoğan’ın otoritesini ne kadar geniş gösterirlerse onu o kadar kolay “otoriter” olmakla suçlayabileceklerini ve bu yolla halk desteğini azaltabileceğini düşünüyorlar. Halbuki bir liderin güçlü olması illa otoriter olduğu; otoriter olması da halk tarafından sevilmeyeceği anlamına gelmez. Sonuçta Erdoğan’ı “tek adam” göstererek “sert” muhalefet yaptıklarını sananların aslında onun gücünü daha da artırdıklarını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Gündemi kim belirliyor?

Erdoğan’ın ülke gündemini tek başına belirlediği ve tüm muhalefetin ona göre tavır belirlemeye çalıştığı tespiti de “doğru bilinen yanlışlar”dan bir başkası. Aslında Kürt siyasi hareketini saymazsak bu tespit pek yanlış gözükmüyor. Ama son dönemde birçok durumda ilk hamlenin (bunun en son ve dramatik örneği açlık grevleridir) Kürt hareketinden geldiğini, hükümetinse bunları savuşturmaya çalıştığını görüyoruz.

Bu savuşturma çabaları sırasında Başbakan’ın ve iktidar partisinin bazı geri adımlar attıklarına tanık oluyoruz. Dün Yeni Şafak’ta Ali Bayramoğlu bu geri adımların esas nedeninin “Kürt sorunuyla başetmekteki başarısızlık” olduğunu yazdı ki haklıydı. Bununla birlikte gerek sevenleri, gerek rakipleri ve hatta düşmanları, Erdoğan’ın bu geri adımlarını bir başarısızlık sonucu sürüklenme değil de iyi çalışılmış bir stratejinin aşamaları olarak görmek ve göstermekte ısrarcılar.

Tam da bu noktada 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri imdatlarına yetişiyor. Seveni, sevmeyeni ve nefret edeniyle birçok kişi Erdoğan’ın, özellikle Kürt sorunundaki tıkanıklığı aşmakta zorlandığı için bunun doğurabileceği sıkıntıları en aza indirme yolunda attığı zorunlu (geri) adımları onun Çankaya hesaplarıyla irtibatlandırıyor ve bu yolla kendisini büyük ölçüde rahatlatıyorlar.

Son bir not: Başbakan’ın idam cezasını geri getirme konusunda samimi olduğunu, ancak parti içinden çok ciddi uyarı ve ikazlar geldiği için (en azından şimdilik) frene bastığını düşünüyorum. Sanıyorum idam konusunu çok geçmeden, yeniden ve daha nitelikli bir şekilde tartışma imkanımız olacak.

Açlık grevlerinde akıl ve vicdan dengesi

Hasan Cemal Milliyet’te yine bizi kıskandıracak bir işe imza attı ve Mesut Barzani ile görüştü. Bakalım devamında başka hangi röportajlar gelecek. Neyse, Barzani’nin “Açlık grevleri artık sona ersin. Mesajlar verildi, alındı. Buna karşılık devlet de olumlu bir cevap versin” sözleri son derece isabetli olmuştur. Açlık grevi kararını veren Kürt hareketinin yöneticileri ve bunu hayata geçiren mahpusların rasyonel düşünüp, gelinen pozitif noktayı değerlendirirek eyleme son vermeleri son derece doğru olacaktır. Tabii buna paralel olarak başta Başbakan olmak üzere hükümet ve iktidar partisi yöneticilerinin de üsluplarını gözden geçirip insani ve vicdani bir yaklaşımı öne çıkartmaları şart.

Eğer bu akıl ve vicdan dengesini kuramazsak hep birlikte kaybedeceğiz.

Yazının devamı...

‘Yeni Türkiye’ye eski adetler

AKP’nin 10 yıllık iktidarıyla birlikte Türkiye’nin tepeden tırnağa değiştiğini söyleyebiliriz. İktidar partisine yakın kimileri gelinen noktayı ‘yeni Türkiye’ olarak tanımlamayı seviyor. Beğenin ya da beğenmeyin, yaptığımız ve yapacağımız tartışmalar için ‘yeni Türkiye’ kavramsallaştırmasının epey kullanışlı olduğu muhakkak.

Örneğin Başbakan Erdoğan’ın ısrarla sürdürdüğü idam tartışmasını bu kavram ekseninde ele alalım: İdamı yeniden bir ceza yöntemi olarak benimsemek Türkiye’yi nasıl daha yeni kılabilir? Türkiye’nin yenilenmesi ve yenileşmesinde lokomotif işlevi gören ve Erdoğan’ın da defalarca “Cumhuriyetten sonra en büyük medeniyet projesi” olarak tanımladığı AB üyeliği süreci böyle bir gelişmeden nasıl etkilenir?

Bildik stratejiler

‘Yeni Türkiye’nin belirgin vasıflarından biri hiç kuşkusuz devletin şeffaflaşmasıdır. (Yoksa di’li geçmiş zaman mı kullanmalıydım?) Başta TSK olmak üzere birçok tabuya son 10 yılda dokunuldu ve çok da iyi oldu. Ama bir an geldi ki yine ‘ulusal güvenlik’, ‘terörle mücadele’, ‘devlet sırrı’ gibi gerekçelerle (isterseniz “bahanelerle” de diyebilirsiniz) devlet kendini vatandaşa kapatmaya, dokunulmaz kılmaya; “İzin verin de kimin neyi bilip bişlmeyeceğine biz karar verelim” cümleleri yeniden en yetkili ağızlardan çıkmaya başladı. Hiç tartışmasız bunun zirvesi Uludere/Roboski faciasıdır. Nerdeyse bir yıl dolacak ama hâlâ ne bu facianın sorumlularını, ne de bunların saptandıktan sonra cezalandırılıp cezalandırılmayacaklarını biliyoruz.

Devletin, Kürt sorununda inkar-ret ve asimilasyona dayalı resmi çizgiden kopması da ‘yeni Türkiye’nin alamet-i farikalarındandı. Ancak açılım politikalarından, yaşanılması belki de kaçınılmaz olan ilk hayal kırıklıkları yüzünden çabuk vazgeçilip tekrar güvenlik eksenli yaklaşımlar öne çıkartıldı. Son bir-iki yılda yaşadığımız tıkanıklık ve kriz halinin ‘yeni Türkiye’ye hiç mi hiç yakışmadığı açık değil mi? Bu tıkanıklıkta birinci derecede rolü olan bazı odaklar, hükümete önerdikleri “Kürtlerle iyi geçin, PKK’ya haddini bildir” diye özetlenebilecek stratejilerin AKP öncesi birçok hükümet tarafından zaten denenmiş olduğunu bilmiyor olabilirler mi?



Ali Akel’in Diyarbakır’dan gözlem ve uyarıları

Uludere/Roboski üzerine yazdığı yazı yüzünden yıllarca çalıştığı Yeni Şafak Gazetesi’ndeki işinden olan Ali Akel bir süredir Güneydoğu’da. Ali sadece Türkiye’deki değil bölgedeki Kürt hareketlerini, özellikle İslami yönü güçlü olanları çok yakından tanıyan bir gazetecidir. Nitekim Diyarbakır’da farklı İslami grup ve cemaatlerin temsilcileriyle görüşmüş, bir aksilik olmazsa izlenimlerini en kısa zamanda size aktarmaya çalışacağım. Şimdilik kendisinin twitter hesabında dile getirmiş olduğu Diyarbakır izlenimlerini aktaralım:

“Salı gününden beri Diyarbakır’daydım. Meselenin nabzını bölge başkentinden tutmaya çalışıyorum. Tek gündem var o da açlık grevleri. Başbakan Erdoğan, havaalanında helikopter kazasında hayatını kaybeden askerler için cenaze töreninde iken, binlerce insan da sokaklardaydı. Son zamanlarda göstericilere adım bile attırmayan polis, pazarlıklar sonrası E Tipi Cezaevine gruplar halinde yürünmesine izin veriyor. Cezaevi önünde bir olay yaşanmazken, DTK binası önünde yine o klasik sahneler yaşandı. Gaz, tazyikli su, uçan tekmeler, yumruklar... Bütün bunlara ragmen yanımdaki Diyarbakırlı dostum ‘Erdoğan şehirde olduğundan olsa gerek son zamanların en sakin gösterisi oldu’ diyor.

Gündüz ve sonrasında yaşanan arbedeyi gece yarısı şehri terkedip daha içerileri doğru yol alırken devrilmiş çöp konteynırları, direği eğilmiş tabelalar, her tarafa dağılmış çöpler daha net ortaya koyuyordu. Otobüsün en önünde gecenin karanlığını yarıp giderken, aklıma hemen herkesin söylediği şu cümle çınlayıp durdu: ‘Çok kötü olurÖ Cezaevinde ölüm, dağda çarpışarak ölen asker ve PKK’lının ölümüne benzemezÖ’

Diyarbakır’da şunu gördüğümü söylebilirim: Bu bir şantaj falan değil. Kimse lafı eveleyip gevelemiyor. Ne söylüyorsa doğrudan söylüyor. En kötüsü de bana göre şu: Vatandaşın önemli bir kesimi, diyalogu, müzakereyi, gösteri yapmayı, eyleme katılmayı artık ‘lüzumsuz’ görüyor. Asıl tehlikeli olan bu ve iktidarın ‘şantaj’, ‘idam’ söylemi buna tuz biber ekiyorÖ Bu hissiyatı ve ayrışmayı daha da derinleştiriyor.

Haydi, idam geri geldi diyelim. Ne olacak, dağda her an ölüm ile yaşayanlar ‘işin ucunda idam var’ deyip, tıpış tıpış dağdan mı inecek? Cezaevlerinde ölümün kıyısında dolaşanlar, idamdan korkup açlık grevini sona mı erdirecek mesela...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.