Şampiy10
Magazin
Gündem

Cumhuriyet kavramının içini nasıl doldurduk, dolduruyoruz?

Cumhuriyetin 50. yılında Galatasaray Lisesi’nde 6. sınıf (orta 1) öğrencisiydim. Tabii ki hepimiz cumhuriyeti ve Atatürk’ü çok seviyorduk. Bir sonraki büyük kutlama Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, yani 1981’de yapıldı. 12 Eylül 1980 darbecilerinin “coşkuyla” kutladığı o yılın ilk ayını özgür, iki ayını İstanbul Gayrettepe’deki polis işkencehanesinde, geri kalanını da Hasdal Askeri Cezaevi’nde geçirdim. 12 Eylül cuntacılarının, benim gibi çok insanın Atatürk ve onun kurduğu cumhuriyetle arasındaki mesafeyi iyice açmış olduğunu düşünüyorum.

Cumhuriyetin 75. yılında pek şatafatlı kutlamalara tanık olduğumuzu hatırlamıyorum ancak AKP iktidarının ve tabii ki Başbakan Erdoğan’ın 100. yıl için şimdiden kolları sıvadığını biliyoruz. Kuşkusuz cumhuriyetin 100. yılını bir vizyon olarak benimsemek son derece isabetli bir tutum ancak 11 yıl kala cumhuriyetimizin haline baktığımızda bu vizyonun ne derece gerçekçi olduğundan kuşku duymamak mümkün değil.

Örneğin, her ne kadar tek bir bayram toplumdaki çatlakları, kopuklukları, ayrılıkları gidermesi mümkün değilse bile en azından bir gün için o ülkenin insanlarına bunları yoksayma imkanı tanıyabilir. Ancak bizde bu Cumhuriyet Bayramı da, umulanın tam tersine toplumdaki her türden kamplaşmayı şiddetlendirdi. Kampların herbirinin, aralarındaki bitmek bilmez iktidar savaşında bayramları da kendilerine kalkan yaptıklarına bir kez daha tanık olduk.

Siyasi ile insani arasında

Cumhuriyet denilince benim aklıma Fransız Devrimi’nin o üç ilkesi gelir: Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. Cumhuriyetin 89. yılında bu ilkelerden ne kadar uzaklaşmış olduğumuzun bir kanıtı hep birlikte kutlayamadığımız bayramsa bir diğeri de cezaevlerinde süren açlık grevleridir. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bayram arifesinde Sincan Cezaevi’nde açlık grevcilerini de ziyaret etmesiyle umutlanmıştık ama “Öcalan’ı İmralı’da kim/hangi avukat ziyaret edebilir, kim/hangi avukat ziyaret edemez?”e sıkışıp kalmış bir tartışmayla Kurban Bayramı’nı bitirip Cumhuriyet Bayramı’na girdik, fakat ortada hiçbir umut ışığı yok.

Ülke olarak açlık grevlerinin insani ve siyasi yönleri arasında sıkışıp kalmış durumdayız. Normal şartlarda cumhuriyetinin 89. yılını kutlayan bir ülkenin insanları bu tür krizleri sözünü ettiğimiz cumhuriyetin temel ilkelerinden hareketle pek zorlanmadan çözmesi beklenir. Fakat bizde hiç de böyle olmuyor; bu açmazdan bunalanların bir bölümü sinik bir kayıtsızlığa savrulurken kimleri de acımasızlık tutumlar sergiliyor. Sahiden olayın vahametinin farkında mı değiller, yoksa neler yaşanabileceğini çok iyi görüyorlar da şimdiden sorumluluğu başkalarına (tabii ki öncelikle açlık grevi eylemcilerine ve onların dışardaki destekçilerine) yükleyerek kendilerini kurtarmaya mı çalışıyorlar?

İki hayati soru

Bu soruya herkes istediği cevabı verebilir ancak önümüzde çok daha hayati iki soru bulunuyor: Birincisi, 89 yılda cumhuriyet bu ülke insanlarına neler verdi; ikinci ve daha önemlisi, bu ülke insanları cumhuriyet kavramının içini nasıl doldurdu, dolduruyor?

Bu soruları cevaplamaktan kaçıp cumhuriyetin 100. yılına coşkuyla hazırlanma iddiasının hiçbir anlamı olmayacaktır.

Herkesin Cumhuriyet Bayramı’nı bu sorularla birlikte kutlarım.

Yazının devamı...

Devlet nihayet açlık grevcilerinin sesini duydu

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Ankara Sincan Cezaevi’nde açlık grevinde 43 günü dolduran mahkumlarla da görüştü. Ziyaret sonrası yaptığı basın toplantısında söylediklerinden hareketle açlık grevinin bitmesi yolunda umutlananlar da oldu, tam tersine hayal kırıklığına kapılanlar da. Hatta yurtdışından yayın yapan PKK’ya yakın bazı yayın organları, Ergin’in Sincan ziyaretini, devletin açlık grevlerine müdahale hazırlığının ilk etabı olarak göstermeye çalıştılar.

Dün Ergin’le cezaevi ziyaretinden sonra görüşme imkanım oldu. Kendisine ilk olarak “açlık grevine müdahale” iddialarını sordum, “kesinlikle böyle bir şey yok” cevabını aldım. Ergin Sincan’da açlık grevi yapan 26 mahkumla görüşme imkanı bulmuş. Özellikle PKK davalarından müebbet hapse mahkum olmuş bazı erkek eylemcilerle sohbetlerini “son derece düzeyli” olarak tanımladı.

O ses duyuldu

Ergin, eylemcilere “Eğer sesinizi duyurmak için açlık grevine gittiyseniz bu ses duyuldu. Kendi bedenleriniz, kendi sağlığınız, sizi sevenler ve sevdikleriniz için bu bayram arefesinde bu eylemden vazgeçin” diye seslendi. Kendisine bu çağrısına olumlu yanıt almasının mümkün olup olmadığını sorduğumda şu cevabı verdi: “Bu biraz da niyet meselesi. Eğer bu eylemi organize edenler bağcı dövmek değil de üzüm yemek istiyorlarsa neden olmasın?”

Galiba sorun niyet noktasında düğümleniyor. 12 Eylül’de başlayan açlık grevinin iki temel talep üzerinde yükseldiğini biliyoruz: 1) Abdullah Öcalan’ın tecridinin kaldırılması;

2) Anadil üzerindeki engellere son verilmesi.

Anadil talebinin de iki ayağı bulunuyor: 1) Eğitim; 2) Mahkemelerde savunma.

Ergin dün, anadilde savunma hakkının son AKP kongresinde benimsenmiş olduğunu hatırlatıp bakanlık olarak bu konudaki çalışmanın son aşamasında olduklarını söyledi. Dolayısıyla taleplerin birinin karşılanma sürecinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak anadilde eğitim konusunda Başbakan Erdoğan’ın katı bir ret pozisyonunda olduğunu da biliyoruz.

Öcalan faktörü

En kritik talebin Öcalan’ın tecritinin kaldırılması olduğu muhakkak. Bu noktada da belli bir sürecin çoktan başlamış olduğunu göz ardı edemeyiz. Erdoğan devlet olarak Öcalan’la yeniden görüşebileceklerini söyledi ki bu görüşmelerin bir süre önce yeniden başlamış olduğuna dair epey işaret var. Ancak anlaşıldığı kadarıyla devlet, Öcalan’ın dış dünyayla avukatları üzerinden ilişki kurmasını bir süre daha ertelemek istiyor. Örneğin Mehmet Öcalan bir süre önce abisiyle görüştü, eğer başvurursa bu bayramda da görüşebileceğe benziyor.

Eğer kardeş Öcalan bayramda İmralı’ya gider ve abisinden açlık grevlerinin sonlandırılması yolunda bir mesaj alırsa eylemlerin bitmesi belki mümkün olabilir. “Belki” diyorum çünkü Kürt siyasi hareketi, aile üyeleriyle kısıtlı görüşme imkanı verilmesinin Öcalan’ın tecridinin bittiği anlamına geleceğini düşünmüyor.

Bir dirhem empati

Bakan Ergin’in Sincan Cezaevi ziyaretinin sorunu tek başına çözmesini beklemek inandırıcı olmaz. Ancak hükümetin açlık grevlerine yönelik ilk resmi tepkisini bu şekilde vermiş olması, yani açlık grevinin meşruiyetini tartışma konusu yapmaması; bakanın bizzat eylemcileri muhatap alması; çıkışta olabildiğince ılımlı ve yapıcı mesajlar vermeye çalışması amaçları üzüm yemek olanları bir nebze de olsa umutlandırmıştır.

Bu açıdan bakıldığında Ergin’in “Herkes sorumluluğunun gereğini yerine getirmelidir. Ama yangına benzin dökmek isteyenler varsa onlar da söz orucuna girsinler. Ya hayır konuş, ya da sus” çağrısı isabetlidir. Onun bu sözlerine şöyle bir ekleme yapmak isterim:

Hayatlarında bir gün bile hapis yatmamış, hiç işkence görmemiş, değil kendileri hiçbir yakını açlık grevine gitmemiş bazı insanlar, cezaevi-işkence-açlık grevi gibi konularda çok incitici, horgörücü, faşizan bir üslupla uluorta konuşmaktan çekinmiyorlar. Kuşkusuz bu konularda konuşmak için illa bunları yaşamış olmak gerekmez, ama bunları hiç yaşamamış insanların, yaşamış olanlara karşı asgari bir saygıya, bir dirhem empatiye sahip olmalarını beklersek fazla şey mi istemiş oluruz?

Umarım cezaevlerindeki açlık grevleri bir an önce sorunsuz bir şekilde son bulur ve bu eylem Türkiye’nin Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmesine katkıda bulunur.

Her bayramda olduğu gibi bu bayramın da bizlere barış getirmesini diliyorum. İyi bayramlar.

Yazının devamı...

Gazetecileri korumak, gazetecilerden korunmak

Dünyanın en önemli basın hakları kuruluşu sayılan New York merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) “Türkiye’nin Basın Özgürlüğü Krizi” adlı raporundan herhalde bir şekilde haberdar olmuşsunuzdur. CPJ’nin ülkemizde basın özgürlüğü konusunun bir “kriz” halini aldığını saptaması bile başlıbaşına önemli. Bu krizin en kritik ayağını hapisteki gazeteciler oluşturuyor. CPJ’ye göre, halen 76 gazeteci demir parmaklıklar ardında bulunuyor ve bunlardan en az 61’i doğrudan gazetecilik faaliyetleri nedeniyle suçlanıyor.

İlginçtir, CPJ geçen yıl dünya çapında bir liste hazırlamış ve Türkiye’de sadece 8 kişinin gazetecilik faaliyetleri nedeniyle yargılandığını belirtmişti. Türkiye’deki gazecilik örgütlerinin ve dünyadaki birçok insan hakları kuruluşunun tepkisini çeken bu rakam hükümet tarafından da benimsenmiş ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin, ana muhalefet partisinin 70’i aşkın gazetecinin tutuklu olduğu yolundaki iddialarını CPJ’yi kaynak göstererek yalanlamaya çalışmıştı.

Değersizleştirme yarışı

Bu yılki Türkiye raporu, CPJ’nin geçen yılki eleştirilerden ciddi olarak etkilendiğini gösteriyor. Ve tabii ki hükümet bu raporu herhangi bir şekilde referans göstereceğe benzemiyor. İktidar partisinden veya hükümetten şu ana kadar rapora yönelik sert eleştiriler gelmemiş olması, mesela kimsenin raporu bir canlı yayında kaldırıp çöpe fırlatmaması da ilginç.

Hükümet sessiz ama bazı meslektaşlarımız CPJ raporunu değersizleştirme konusunda garip bir yarışa girişmiş durumdalar. Örneğin daha rapor ortaya çıkar çıkmaz bazı gazeteciler sosyal medyada basın özgürlüğü konusunda en çok kendilerinin mağdur olduğundan ama raporda kendilerinden bahsedilmediğinden şikayet ettiler. Basın özgürlüğünün savunulması ve genişletilmesi yolunda daha önce herhangi bir çabalarına tanık olmadığımız bu meslektaşlarımız arasında haklarında dava açılmış olanlar var ama herhangi birinin bir saat bile gözaltına alınmış olduğunu duymadık. Kaldı ki CPJ raporunda onlarınkine benzer durumlardan da geniş bir şekilde söz ediliyor.

Tabii ki taraflı

Daha sonra, raporu “taraflı” ve “siyasi” olduğu için eleştirmeye kalkan gazeteciler gördük. Halbuki kendine “gazetecileri koruma” diye bir misyon seçmiş olan bir kuruluşun basın özgürlüğü konusunda taraf tutmasından daha doğal ne olabilir? Aynı şekilde bir ülkede basın özgürlüğünün durumunu siyasi olmadan tartışmanın imkanı var mıdır?

Sanıyorum bu rapor şu nedenlerle çok rahatsızlık verdi:

1) Daha bir yıl önce CPJ’nin saygınlığı kabul edilmiş olması;

2) 61 tutuklu gazeteciyle dünya rekorunun Türkiye’ye verilmiş olması;

3) Basın özgürlüğünün sadece tutuklu gazeteciler açısından ele alınmayıp işlerinden olan gazeteciler, otosansür gibi konuların da genişçe irdelenmesi;

4) Kürt gazetecilerin yaşadığı hak ihlallerine ayrı ve geniş bir bölüm ayrılması...

5) Kısa süre önce AB İlerleme Raporu’nda da hak ve özgürlükler, bu arada basın özgürlüğü konusunda Türkiye’ye ciddi eleştiriler yöneltilmiş olması...

Gazeteci gazetecinin kurdudur

Başka mesleklerde de böyle midir, bilmiyorum ama 30 yıla yaklaşmakta olan meslek hayatımda “gazeteci gazetecinin kurdudur” sözünün doğruluğunu net bir şekilde gördüm. Örneğin başka meslektaşlarının ihbarı, hatta kimi durumda komplosu yüzünden içeri giren çok gazeteci var. Gazetecilerin tutuklanması başta olmak üzere basın özgürlüğü ihlallerine karşı zorlukla mücadele yürütmeye çalışan gazetecilere en fazla çelmeyi de yine meslektaşları takmıştır.

Peki niye böyle oluyor? Bunun bir dizi nedeni var kuşkusuz. Şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Bazı meslektaşlarımız, özgür bir medya ortamında bugün sahip oldukları iktidarlardan mahrum olacaklarını bildikleri için bu statükonun, yani ihlallerin sürmesini yeğliyor...

Yazının devamı...

Kürt sorununu çözse çözse Erdoğan mı çözer?

Refah Partisi’nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinden sonra, sandıktan birinci çıkacağı 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden önceki bir zaman diliminde Necmettin Erbakan bir Güneydoğu gezisi yapıp çok sayıda kent merkezinde konuşma yapmıştı. Ben de gazeteci olarak bu geziyi baştan sona izledim. 1991 genel seçimlerinde üç millitevekilini birden RP’ye vermiş olduğu için “Milli Görüş’ün kalesi” olarak bilinen Bingöl’de partinin iki üst düzey yerel yöneticisiyle sohbet sırasında bana şu soruyu sordular: “Ne dersiniz, biz iktidara gelsek Kürt sorununu çözebilir miyiz?” Benim cevabım “sanmıyorum” olunca içlerinden biri şöyle konuştu: “Maalesef biz de sanmıyoruz. Çünkü izin vermezler.”

Erbakan başbakanlığında Refahyol hükümeti kurulduktan bir süre sonra Mardin Kızıltepe’de bir çay bahçesinde bir vatandaşa “Erbakan Kürt sorununu çözer mi?” diye sorduğumdaysa şu cevabı alacaktık: “Hiç umutlu değilim. Ama İstanbul’daki belediye başkanı var ya, Tayyip Erdoğan, işte o başka. Çözse çözse o çözer.”

Çözümün olmazsa olmazları

Bundan en az 15 yıl önce, İslamcılıkla ilişkisi olmayan, tercihini Kürt partilerinden yana yapan politize bir Kızıltepeli’nin bu sözlerini AKP tek başına iktidara geldikten, özellikle de Erdoğan partide “tek adam” olduktan sonra birbirlerinden farklı kişilerden duyar olduk. Tabii çarpıcı olan bunların arasında belki de Türkler kadar Kürtlerin, sorunun çözümünü isteyenler kadar istemeyenlerin de bulunmasıydı. Çarpıcı olan bir diğer husus, Erdoğan’ın açılım perspektifinden uzaklaşıp “aslında Kürt sorunu yok” dediği bir dönemde bile Leyla Zana, Sırrı Sakık gibi önde gelen Kürt siyasetçilerin çözümün adresi olarak Erdoğan’ı göstermesidir.

Artık başlıktaki soruya dönebiliriz: Sahiden Kürt sorununu çözse çözse Erdoğan mı çözer? Bu soruyu cevaplayabilmek için, çözümün olmazsa olmazlarından ilk aklımıza gelenleri sıralayalım: Konuya hakimiyet, çözme niyeti, samimiyet, kararlılık, cesaret, maharet, sebat...

Erdoğan’ın Kürt sorununu çözüp çözemeyeceği tartışmalarının bu kavramlar etrafında cereyan ettiği malum. Erdoğan’ın sorununa ne derece hakim, çözüm için ne kadar niyetli, samimi ve ısrarcı olup olmadığını; çözüm için gereken cesaret, beceri ve sabıra sahip olup olmadığını daha çok konuşup tartışacağa benzeriz.

Tek başına mümkün mü?

Bu yazıda öncelikle “niyet” konusunda birkaç söz söylemek istiyorum. 2023, hatta 2071 vizyonunu dillendiren bir siyasetçi herhalde bu hedeflere Kürt sorununu çözmeden varacağını düşünmüyordur. Niyette pek sorun gözükmüyor ama yöntem için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Şöyle ki Erdoğan’ın Kürt sorununu da diğer birçok konuda olduğu gibi “tek başına” veya “birlikte olmak istediği kişiler”le halletmek istediğini görüyoruz.

Ancak ortada çok ciddi bir sorun var: Uzun bir süredir Kürt sorunu ile PKK sorunları içiçe geçmiş durumda. Ayrıca Erdoğan’ın (devletin) bütün çabalarına rağmen PKK’ya alternatif (ve tabii ki hükümete yakın) güçlü bir Kürt hareketi ortaya çıkmış değil ve çıkacağa da benzemiyor. Hükümetin Kürt sorununu Kürtleri aktif bir özne olarak sürece katmama yolundaki kimi girişimleri de bölgede AKP’ye yönelik ilgi ve desteğin azalmasına, dolayısıyla PKK’nın daha da kitleselleşmesine neden oluyor.

Özetle Kürt sorununu çözme konusunda bugüne kadar gelmiş başbakanların hemen hepsinden daha avantajlı olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Erdoğan’ın kendisine acilen Kürt bir “çözüm ortağı” bulması gerekiyor.

Yazının devamı...

Kürt sorununda kaygı ve umut günleri

Önce kaygı verici durumdan başlayalım. Ülke çapında 53 cezaevinde 400’den fazla tutuklu ve hükümlünün başlattığı açlık grevi bugün 38. gününe ulaştı. 12 Eylül günü 63 kişinin başlattığı eyleme her gün yeni tutuklu ve hükümlüler katılıyor. Son olarak, tutuklu BDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız da açlık grevcilerinin arasına katıldı.

Aslında yakın dönemde, PKK liderliğindeki Kürt siyasi hareketinin cezaevlerinde “açlık grevi” ve “ölüm orucu” gibi eylemlere sıcak baktığını pek görmedik. Örneğin 2000 yılının Ekim ayında bir grup solcu tutuklu ve hükümlü F tipi cezaevi uygulmasına geçişi engellemek için önce açlık grevine gitti, ardından bunu ölüm orucuna çevirdi. Kamuoyunda belli bir ilgi uyandırmasına rağmen DSP liderliğindeki koalisyon hükümeti “Hayata Dönüş” adını verdiği katliam operasyonuyla bu eylemi sonlandırdı.

12 yıl önceki eyleme katılmayan Kürt hareketi bugün cezaevi koşullarıyla doğrudan ilgisi olmayan iki talep ekseninde açlık grevi başlatmış durumda. Bunlar: 1) Abdullah Öcalan’ın tecridinin kaldırılması; 2) Anadil üzerindeki engellere son verilmesi.

Görüldüğü gibi bu iki siyasi talep zaten bir süredir Türkiye’nin gündeminde ama bunların, çok kısa zamanda eylemcilerin istediği şekilde sonuçlanmalarını beklemek inandırıcı olmaz. Peki o zaman ne olacak? Şimdiden bazı eylemcilerin sağlık durumlarının kötüleştiği yolunda haberler geliyor. Çözümsüzlük sürerse kaygı verici haberler de artış olması kaçınılmaz. Öte yandan, bu tür durumlarda sık sık yaşandığı gibi, devletin bilinçlerini kaybeden eylemcileri zorla beslemeye gitmesi cezaevlerindeki (ve buna bağlı olarak dışarıdaki) gerilimi daha da tırmandırabilir.

O zaman bu kaygı verici durumdan nasıl çıkılacak? Eylemcilere yakın kişi ve çevreler bu konuda tek bir adres gösteriyor: Öcalan. Daha önce kritik ve dönüşü yokmuş izlenimi veren birçok krizi yaptığı müdahalelerle sonlandıran Öcalan bu sefer de olaya el koyabilir. Ancak çok uzun bir süredir avukatlarıyla bile görüş(türül)meyen bir kişinin bunu nasıl başarabileceği belirsiz...

Ummak istiyoruz

Tam da bu noktada “kaygı”dan “umut”a geçebiliriz. Bir süredir, özellikle Suriye krizinin tırmanmasına paralel olarak hükümetin Öcalan’ı yeniden devreye sokmak istediğine dair işaretler görüyoruz. Nitekim Başbakan Azerbaycan dönüşü gazetecilere “MİT her an, her tür hareketi yapabilir. Mesela yarın İmralı’ya gitmek gerekiyorsa MİT Müsteşarı’na ‘Sen gerekeni yap’ derim” dedi.

Anlaşılan Hakan Fidan-Abdullah Öcalan görüşmeleri kısa süre içinde kaldığı yerden devam edecek (kimbilir belki çoktan başlamıştır) ve ilk konuşulacak konulardan biri de cezaevlerindeki açlık grevi olacak.

Dün iki ayrı gazetede umutlanmamıza vesile olabilecek bir haber ve bir köşe yazısı okuduk. Bunların en iddialısı Yeni Şafak’ta Abdülkadir Selvi imzalı “İşte yeni çözüm sürecinin perde arkası” başlıklı haberdi. Bazı BDP milletvekillerinin önce Cumhurbaşkanı Gül, ardından TBMM Başkanı Cemil Çiçek ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal ile görüşmüş olduklarını haberleştiren Selvi, “Ankara’da bir şeyler oluyor” başlıklı bir de köşe kaleme alarak barış için umutlu olduğunu vurguladı.

İlginçtir, çözüm yolunda umutlanmamıza neden olan bir diğer yazının başlığı da “Kürt sorununda bir şeyler oluyor”du. Hürriyet yazarı Şükrü Küçükşahin de yeni arayışların merkez üssü olarak Çankaya’yı tarif etti ve Gül’ün sorunla ilgili olarak, “etkili ve bir daha oturmayacak şekilde ayağa kalkmış” olduğunu yazdı.

Her iki meslektaşımın yazdıkları önemli ama henüz “yeni bir çözüm süreci”nde olduğumuzu sanmıyorum. Yine de, son günlerin moda tabiriyle, böyle olmasını “ummak istiyorum”.

Tıkanmayı aşmak

Şu an Kürt sorununun bütün “iç” aktörleri belli bir tıkanma yaşıyor ve bu durum bazı “dış” aktörlerin iştahını hayli kabartıyor. Bu açıdan bakıldığında Cumhurbaşkanı Gül’ün dün gazetecilere söylediği şu sözleri akılda tutmak şart: “Türkiye’nin en önemli konusunun, en önemli hayati meselesinin bu meseleler olduğunu görmezsek çok büyük yanlış yaparız. Dolayısıyla Türkiye’nin geleceği açısından bu meseleleri, sorunları sahiplenmemiz ve bunları doğru mecraına sokmamız için herkesin uğraşması gerekir.Yoksa bu meseleler kendi haline bırakılırsa hiç ummadığınız yollara, çıkmaz sokaklara gider. Bunların da gelecek nesillere maliyeti çok büyük olur. Onun için Türkiye’nin zaten devamlı gündemi budur. Türkiye’nin geleceğini düşünen herkesin de bu mevzulara önem verip, her türlü yapıcı katkıyı, doğru ve kapsamlı çalışmayı yapması gerekir.”

Evet, Kürt sorununun çözümü için yapıcı katkılara devam...

Tabii ilk olarak cezaevlerindeki açlık grevlerini kötü haberler gelmeden sonlandırmak için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.

Yazının devamı...

Kürt’ün Kürt’ten başka dostu var!

Gazeteci dostum Metin Gülbay’ın farklı alanlardan ve siyasi görüşlerden 14 aydınla söyleşi yaparak ortaya çıkardığı “Türk’ün Türk’ten Başka Dostu Yoktur” adlı kitabı (İthaki Yayınları) okuyorum. O meşhur deyişin tırnak içine alınmış olmasından da anlaşılacağı gibi Metin’in amacı bu anlayışın eleştirel bir analizini yapmak, yaptırmak. Nitekim kitap “Bir Toplum Mühendisliği Çalışması” üst başlığını taşıyor.

Uzun bir süredir Türklerin tarihi üzerine çalışan Metin, kitaba ad olarak seçtiği sözün Türkiye’nin son dönemlerine özgü olduğu düşüncesindeymiş. Söyleşi yaptığı kişilerin de (Rula Baysan, Ahmet Ümit, Arus Yumul, Atilla Kıyat, Aydın Uğur, Ferhat Kentel, Gündüz Vassaf, Mehmet Altan, Murat Belge, Murat Kapkıner, Oral Çalışlar, Osman Arolat, Serdar Kaya ve Yasemin Çoruhlu) benzer düşündüğünü görmüş.

“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözünün kökeni tartışmasını bir kenara bırakacak olursak, yakın tarihimizde sık sık gündeme geldiğini ve epey taraftar topladığını herhalde biliyorsunuz. Ayrıca, bu sözle en keskin ifadesini bulan milliyetçi yaklaşımın Türkiye’ye ne çok şeye mal olduğunu da biliyor olmalısınız. Tabii bir de, bu sözün hâlâ etkisini koruduğundan da haberdarsınızdır.

Yurtseverlik mi, milliyetçilik mi?

Peki bu sözün bir benzerinin, yani “Kürt’ün Kürt’ten başka dostu yoktur” inanışının Türkiye Kürtleri arasında da yaygınlaşmakta olduğunu ileri sürsem tepkiniz ne olur?

Biliyorum, Kürt siyasi hareketi içinde çeşitli görevler üstlenmiş olanların ezici bir çoğunluğu kendilerinin “milliyetçi” değil “yurtsever” olduğunu söyleyerek bana karşı çıkacaklardır. İlk bakışta haksız da sayılmazlar. Çünkü bu hareket uzun bir süredir, istikrarlı bir şekilde Kürt milliyetçiliğine savrulmamak için çabaladı. Fakat aynı hareketin, uluslararası konjonktür vb. gibi “dış” etkenlerden çok Kürt milliyetçiliğine yönelik rezervlerini gevşetmiş, örneğin bu bağlamda dine (İslam’a) karşı kayıtsızlığın yerine ölçülü bir hassasiyet ve ilgiyi koymuş olduğu için son dönemde alabildiğine kitleselleşebildiği de açık değil mi?

“Kürt’ün Kürt’ten başka dostu yoktur” sözüne kuşkusuz Türk milliyetçileri de itiraz edecek ve ABD, İsrail, AB ve bazı bölge ülkelerini de içeren kabarık “Kürt dostu (hatta hamisi) ülkeler” listeleri çıkaracaklardır. İddialarının doğru olup olmadığı bir yana, bu itiraz sahiplerinin “Kürt’ün Kürt’ten başka dostu yoktur” sözünün esas anlamını kavrayamadıklarını söyleyebiliriz. Zira “Kürt’ün Kürt’ten başka dostu yoktur” sözünün sahipleri, Türkiye Kürtlerine herhangi bir Batılı veya bölge ülkesine güvenmemeyi değil Türkiye toplumunun Kürt olmayan kesimleriyle ortak hareket etmek için boşuna çabalamamalarını telkin ediyorlar. Bu açıdan bakıldığında yasal Kürt partilerinin yıllardır denedikleri ve bir türlü beceremedikleri “Türkiye partisi” olma iddiasını boş, gereksiz ve hatta tehlikeli görüyorlar.

Yoksa da olmalı

“Kürt’ün Kürt’ten başka dostu yoktur” önermesinin savunucuları Kürt olmayanların onay ve desteği için harcanan enerjinin diğer ülkelerdeki Kürtlerle ilişkilerin geliştirilmesine kanalize edilmesini savunuyorlar. Zaten kafalarında büyük ölçüde “birleşik bir Kürdistan” fikri var.

Son derece hassas konuları dile getirdiğimin farkındayım. Bu nedenle şimdilik burada kesiyorum ve “Kürt’ün Kürt’ten başka dostu var” diyorum. Var olduğunu biliyorum ama olmasa da Kürtler olması için çalışmalı. Çünkü yakın tarihimizde Kürtleri dost edinmeyen Türklerin kaybettiğine tanık olduk. Benzer şekilde Türkleri kendilerine düşman etmek de Kürtler için hayırlı sonuç vermeyecektir. Her iki milliyetçiliğin birbiriyle çatışmasının tüm Türkiye’ye nelere mal olduğu ve olacağı da apayrı bir konudur.

Yazının devamı...

Devlet şefkati Kürt sorununu çözer mi?

1980’li yılların ortalarından 1990’ların sonlarına kadarki bir zaman diliminde, büyük gazetelerimizin birinci sayfalarında düzenli aralıklarla, Güneydoğu’da küçük çocuklarla futbol oynayan “süper vali” veya yine çocuklara şeker dağıtan emniyet müdürleri fotoğrafları basılırdı. Bu fotoğraflar, devletin bölge insanına (tabii ki Kürt denmezdi) “şefkati”nin kanıtları olarak gösterilirdi.

O tarihlerde devlet (ve onunla paralel giden büyük medya) “terör sorunu”na odaklanmıştı. Güvenlik güçleri kırsal alanda PKK ile mücadele ederken yerleşim birimlerinde de devlet görevlileri halkın örgüte uzak, devlete yakın olması için çabalıyordu. Ne var ki kimlik eksenli her türlü hak ve özgürlük talebini görmezden gelen devletin Kürtlere “şefkat”ten başka verebileceği pek bir şey yoktu. Kısacası, “bölge halkını kazanma” olarak adlandırılan bu strateji, “Kürt sorunu”nun varlığı kabul edilmediği için etkili olamadı.

Bu noktada belki de tek istisna Diyarbakır’ın efsanevi Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’dır. Ancak onun yıldızının Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesinden sonraki nispeten sakin ve çözüm umutlarının yeşerdiği bir ortamda parlamış olduğunu da unutmayalım. Unutmamak gereken bir diğer noktaysa Okkan’ın kendi halindeki Kürtlere ne kadar yakınsa Kürt siyasi hareketinin temsilcilerine o kadar uzak olmasıydı.

AKP ile değişen

2002 yılında AKP’nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte devletin Kürt sorununa bakışından çok ciddi değişiklikler olduğu kesindir. Erdoğan’ın 2005’te Kürt sorununun varlığını kabul ettiği Diyarbakır konuşması ve 4 yıl sonra startı verilen Kürt açılımı bunun kanıtlarıdır. Her ne kadar açılımdan bu yana hükümet tarafından pekçok geri adım atılmış, Erdoğan arada sırada “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır” şeklinde çıkışlar yapmış olsa da, o bildik benzetmeyle, cin çoktan şişeden çıkmış durumda. Yani devletin Kürt sorununda “red, inkar ve asimilasyon” politikalarına dönüşü artık neredeyse imkansızlaşmıştır.

Bu tespitlerimle, Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven ile Tunceli Emniyet Müdürü Hayati Yılmaz hakkında sırf yaptıkları bazı “insan eksenli” açıklamalar yüzünden inceleme başlatılmış olmasının örtüşmediğinin farkındayım. Haklı olarak şu soruluyor: Neden devletin bölge insanına daha anlayışlı, şefkatli olmasını isteyen bürokratlara bile tahammül edilemiyor?

Yakın dönemden örnekler

Bu soru haklı ancak olay galiba göründüğü kadar basit değil. Çünkü Güneydoğu’ya halkla iyi ilişki kuran, kurabilen bürokrat yollamak AKP hükümetinin karşı çıktığı bir şey değil, hatta tam tersi söylenebilir. Öyle ki bu yönleriyle temayüz etmiş iki Diyrabakır valisinden Efkan Ala Başbakanlık Müsteşarlığı, Hüseyin Avni Mutlu ise İstanbul Valiliği ile ödüllendirildi. Bir diğer örnekse Hakkari Valisi Muammer Türker’in genç yaşta MGK Genel Sekreteri yapılmasıdır.

Ala, Mutlu, Türker gibi isimler geçmişteki benzerlerinden farklı olarak, Kürtleri “devlet yanlısı yapma” yerine, “devlet karşıtı olmaktan çıkartma”yı hedefliyorlardı, bunda belli ölçülerde başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Geçmişten bir diğer farkları da yasal Kürt siyasetçilerin meşruiyetini kabul etmeleri, onlarla belli ölçülerde diyaloğa geçmeleriydi.

Anlaşılan hükümet (yoksa Başbakan mı demeliyiz?) tam da Kürt sorunu konusunda ne yapacağını bilmediği kritik bir dönemde Recep Güven ve Hayati Yılmaz’ın ayrı ayrı yaptığı çıkışları zamansız bulmuş ve bir tür “rol çalma” olarak algılamış. (İşkencecilikten suçlanan İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Sedat Selim Ay’a kalkan olan Erdoğan’ın, onun kadar kritik görevleri olan Güven ve Yılmaz’a açıkça tavır almasının “rol çalma” algısının ötesinde de birtakım nedenleri olabilir.)

Neyse, başlıktaki sorumuza dönecek olursak: “Devlet şefkati Kürt sorununu çözer mi?” sorusunun cevabı tabii ki hayır olacaktır. Çünkü çözüm için devletin öncelikle Kürtlerin talep ve beklentilerini gözetmesi ve bunların gereğini yapması şarttır. Tabii bunları yaparken şefkatli davranması da hiç fena olmaz.

Yazının devamı...

Gülen 5 yıl önce Erdoğan’a Kürt sorununun çözümü için ne önerdi?

Yeni Şafak Gazetesi yazarı Yusuf Kaplan, Gülen cemaatinin ABD’nin Houston şehrindeki bir faaliyetine Türkiye’den davet edilen bir grup gazeteci arasında yer alıyordu. Kaplan dünkü yazısında, Houston’dan Pennsylvania’ya geçtiklerini ve burada Fethullah Gülen ile sohbet ettiklerini belirtip izlenimlerini yazmış. Söz konusu yazıda Kürt sorunuyla ilgili bir bölüm hayli ilginç. Kaplan, Gülen’in şöyle söylediğini aktarıyor: “5 yıl önce, Kürt meselesi konusunda bölge halkıyla bütünleşmeyi, hemdert olmayı, insanlarımızın gönüllerini fethetmeyi sağlayacak bir öneride bulunduk hükümetimize. Bu öneriler dikkate alınmış olsaydı, mesele, Allah-u a’lem, bu noktalara gelmeyebilirdi.”

Cemaatin vizyonu, devletin imkanları

Yazıda bu konuyla ilgili herhangi bir ek bilgi yer almıyor ancak Gülen’in sözlerinden şunları çıkarmak mümkün:

1) Gülen’in (ve hareketinin) Kürt sorununun çözümüne yönelik (“bölge halkıyla bütünleşmeyi, hemdert olmayı, insanlarımızın gönüllerini fethetmeyi sağlayacak”) iddialı bir projesi bulunuyordu;

2) Bu proje 5 yıl önce doğrudan hükümete önerildi;

3) Hükümet öneriyi benimsemedi;

4) Hal böyle olunca bu (kötü) noktalara gelindi.

Görüldüğü gibi Gülen, hem hükümetin 5 yıl önce kendi önerilerini reddetmesinden, hem de o günden bugüne izlenen politikalardan memnun değil. Bu nedenle insan cemaatin 5 yıl önce hükümete ne önermiş olduğunu merak ediyor. Dün bu sorunun cevabını araştırdım ve bazı şeyler öğrendim. Bunları farklı kaynaklardan doğrulatamadığım için yazmayacağım ancak 5 yıl önceki önerinin ana hatlarını şöyle çizmek mümkün olabilir: Devletin imkanlarıyla Gülen hareketinin yetişmiş insan gücünü, yine esas olarak bu hareket tarafından çizilecek olan “çözüm vizyonu”yla harmanlamak.

PKK’sız çözüm

Dolayısıyla karşımıza bu “çözüm vizyonu”nun ne olduğu sorusu çıkıyor. Bunun şifrelerini, yukardaki sözlerde ve cemaatin Kürt sorunu konusunda bugüne kadar gösterdiği performansta bulabiliriz. Burada anahtar sözcükler bölge halkıyla (daha açık söylemek gerekirse Kürtlerle) “bütünleşme”, “hemdert olma”, “gönüllerini fethetme” olarak gözüküyor. Telaffuz edilmemekle birlikte bu vizyonun omurgasında, Kürt siyasi hareketini muhatap almama, hatta onu olabildiğince kriminalize etmenin bulunduğunu biliyoruz. Sonuçta Gülen’in (ve hareketinin) Kürt sorununu PKK’sız, KCK’sız, Öcalansız, hatta belki de BDP’siz çözme iddiasına sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yani Kürt realitesini kabul, Kürt siyasi hareketi realitesini red ve inkar çizgisi.

Aslına bakılacak olursa Başbakan Erdoğan da belli bir süredir benzer bir vizyona sahip. Örneğin son kongre konuşmasında Kürtlere, örgüte sırtlarını dönüp kendilerine kucaklarını açmaları çağrısında bulundu. Ancak yeni bir Oslo sürecine kapıları aralık tuttuğu için Gülen hareketiyle yolları tam olarak birleşmiyor.

Gaffar Okkan örneği

Tekrar “çözüm vizyonu”na dönecek olursak: Kendilerinin Gülen hareketiyle doğrudan ya da dolaylı bir ilişkisi var mı bilmiyorum ancak Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven ile Tunceli Emniyet Müdürü Hayati Yılmaz’ın son çıkışları sanırım Gülen tarafından takdir edilmiştir. Çünkü hem PKK (terör) ile aralarına belirgin bir mesafe koyup hem de Gülen’in ifadesiyle konuşacak olursak “bölge halkıyla bütünleşme, hemdert olma ve gönüllerini fethetme”yi başarmış, üstelik bunu tek bir cümleyle becermiş gözüküyorlar. (Ki bu görüntünün ne derece gerçeği yansıttığı ayrı bir tartışma konusu)

Diyarbakır’ın efsanevi Emniyet Müdürü Gaffar Okkan da böyleydi. Öldürülmesinden kısa bir süre önce kendisiyle görüşme fırsatı yakaladığım Okkan, halka ne kadar yakınsa Kürt siyasi hareketinin temsilcilerine o kadar uzaktı. “Hiçbirinin yüzünü bile görmek istemiyorum” deyişini hâlâ hatırlarım. Kürt siyasetçiler de bunun farkındaydılar ama sırf halkla ters düşmemek için Okkan’ın cenazesine katıldılar.

O günden bu yana çok şey değişti. Her şey bir yana, devlet bölgede yeni Okkanlar istemediğini açıkça beyan etti ve muhalefetten de destek aldı. Gülen’e ve onun öncülüğündeki harekete gelince: Onlar da Kürt sorunu üzerinden hükümeti eleştirmeyi sürdüreceğe benziyorlar. Ama ne cemaatin, ne hükümetin Kürt sorununun bugün geldiği noktaya karşı uygulanabilir bir çözüm vizyonuna sahip olduğunu düşünüyorum.

Birikim’in penceresinden “Cemaat-Hareket-Hizmet”

Birikim Dergisi bu ayki 282. sayısını Fethullah Gülen ve hareketine ayırmış. Ömer Laçiner, Yüksel Taşkın, Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem, Kerem Ünüvar, Kıvanç Koçak, Bayram Balcı, Martin van Bruinessen, Yavuz Çobanoğlu, Cemalettin Canlı, Polat S. Alpman, Erdoğan Özmen ve Kenan Başaran imzalı tam 13 yazıda, bu küresel yapılanma tüm yönleriyle eleştirel bir şekilde tartışılıyor. Meraklısına (ki sayılarının giderek arttığının farkındayım) hararetle öneririm. İlerde Birikim’in bu özel sayısındaki bazı görüş ve değerlendirmeleri ayrıntılı bir şekilde tartışmayı planlıyorum.

Askeri vesayet bitti mi?

AKP-TSK ilişkileri ve askeri vesayet tartışmalarını önemseyen okurların dikkatine: Agos Gazetesi’nin son sayısında Prof. Ümit Cizre imzalı “İktidarın yeni ideolojisi: Statükocu reformizm” başlıklı yazıyı (http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=iktidarin-yeni-ideolojisi-statukocu-reformizm&haberid=2897 ) hâlâ okumadıysanız kaçırmayın.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.