Şampiy10
Magazin
Gündem

“Yıllarca birbirimizden kız alıp vermişiz...”

1980 sonrasının Türkiyesi’ne kimlik politikaları damgasını vuruyor. AKP iktidarıyla birlikte muhafazakâr kesimlerin dinsel kimliklerini kamusal alana taşımalarının önündeki engeller büyük ölçüde kalktı ancak Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere farklı toplumsal grupların siyasi ve kültürel taleplerinin büyük bir kısmı henüz yerine getirilmiş değil.

Yıllarca siyaseti sağ-sol gibi ideolojik eksenlerden hareketle yapmış ve yaşamış insanların kimlik siyasetlerinin ön plana çıkıp zamanla her şeyin önüne geçmesini anlayamamaları, anlamak istememeleri; anladıktan sonra da kabullenmeye yanaşmamaları son derece normaldi. Örneğin bir Sünni’nin bir Alevi’ye, bir Türk’ün bir Kürt’e, başlığa çıkardığım gibi, “Yıllarca birbirimizden kız alıp kız vermişiz...” diye başlayan cümleler kurarak onun hak taleplerini geçiştirmeye çalışması bir yere kadar anlaşılırdı.

Anadolu toprağındaki farklı etnisite, din ve mezheplerin birarada yaşama deneyimlerinin olumlu yönlerini sahiplenmek kuşkusuz iyi bir şeydir. Fakat tarihin değişik dönemlerinde, yine bu topraklarda çoğunluğu oluşturanların farklı (ve hemen hemen hepsi haksız) gerekçelerle sayıca az olanlara zulmetmiş olduklarını da aklımızda tutmamız şart. Daha önemlisi, geçmişin birarada yaşam deneyimlerinin birçoğunun günümüzde hiçbir işlerliği kalmadı. Koca bir imparatorluktan geri kalan topraklarda yeni bir ulus-devlet inşa etme adına her türlü farklılığı yoksayan cumhuriyetin, 100. yılına girerken tüm farklı kimlikleri çoğulcu, özgür ve demokratik bir şekilde sahiplenerek yeniden inşası kaçınılmaz.

Sosyalist solun tükenişi

Kısacası işi artık tadında bırakmak ve kimlik siyasetleri gerçeğini kabullenmeme inadından vazgeçmek gerekiyor. Ama işimizin hiç de kolay olmadığı ortada. Çünkü kimlik siyasetlerine karşı direnç sadece devletten gelmiyor; temel siyasi aktörler de bu konuda yer yer devletten daha statükocu pozisyonlar alabiliyorlar. Ne var ki kimlik siyasetlerine kuşkuyla yaklaşan, onları kendi bünyelerine almanın yollarını aramak yerine karşılarına alan siyasi hareketler kaybetmeye mahkum.

Bu açıdan aklıma gelen ilk örnek, şahsen içinde yer aldığım sosyalist sol. 1970’li yıllardaki kitleselliğimiz ve gücümüzden uzak kalmamızı öncelikle 12 Eylül faşizmine, ardından birtakım strateji ve taktik hatalara, sol içi çatışmalara filan bağladık. 70’lerde kendilerini sosyalist olan tanımlayan bazı arkadaşlarımızın Kürt ve Alevi hareketlerine yönelmiş olmalarını da onların zaafıyla açıklamaya çalıştık.

Tam bu noktada bir örnek vermek istiyorum: 1970’li yıllarda devrimci hareket içinde tanıdığım bir arkadaşım var. 12 Eylül darbesinin ardından o da çoğumuz gibi hapis yattı. Çıktıktan sonra da mücadelesini sürdürdü. Ancak bir süre sonra Kürt siyasi hareketine katılmış olduğunu öğrendim. Nitekim PKK davası kapsamında, eskisinden daha uzun bir süre içerde kaldı. En nihayet Kürt hareketine de veda eden arkadaşım bir süredir Alevi kimliğini öne çıkaran entelektüel ve siyasi faaliyetlerde yoğunlaşmış durumda.

Arkadaşımı eleştiriyor değilim. Çünkü onunki bir döneklik öyküsü değil. Zira o sosyalist solda edinmiş olduğu siyasi kültürü, militanlığı, diğerkâmlığı bırakmadı, sonraki hareketlere de taşıdı. Buna karşılık kimlik politikalarına duydukları kuşku ve nefret nedeniyle bazı eski yol arkadaşlarımız ulusalcı harekete katılıp her ne kadar kendilerine “solcu” demeyi sürdürseler de faşizan bir çizgiye yöneldiler.

AKP de CHP’nin yolunda

CHP’nin de en temel krizinin kimlik siyasetleri karşısında yalpalamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Parti içindeki ulusalcı kanadın sesini her vesileyle güçlü bir şekilde çıkartması, ana muhalefet partisini yenilemeye soyunan kadroların hevesini kırıyor, gücünü azaltıyor ve CHP böylece etkisini daha da kaybediyor.

Kürt sorununda “Kürt-Türk kardeştir, ayrım yapan kalleştir” sloganının ötesine gidemeyen, gideceğe de benzemeyen MHP’yi bir kenara bırakalım. Özel olarak AKP, genel olarak İslami hareketin kaderi de sosyalist sol ve CHP’ninkine benzeyebilir. Bir süredir, benim de aralarında bulunduğum bazı gözlemciler, dindar Kürtlerin, hükümetin Kürt sorununda açılım çizgisinden vazgeçmesi nedeniyle iktidar partisinden uzaklaşmaya başladığını yazıp söylüyor. Ama bu uyarılara karşı “bunlar PKK propagandası” dışında dişe dokunur bir tepki gelmiş değil.

Sonuç olarak: eğer AKP hükümeti, Kürtler, Aleviler ve diğer sayıca az toplumsal gruplarla, eşit yurttaşlık temelinde yeni bir toplumsal sözleşme yapma yoluna gitmezse kendisi de kaybeder, tüm ülkeye de kaybettirir.

Yazının devamı...

“Peki Batı’daki Kürtler ne olacak?”

Turgut Özal ile bir kez karşılaştım, o da Türkiye’de değil. Vefatından önceki son ABD gezisinin New York ayağında, Columbia Üniversitesi’nde bir konuşma yapacaktı. O sırada aynı üniversitede doktora yapan lise arkadaşım Hakan Yılmaz ve eşi Arzu Öztürkmen ile birlikte gittik. Özal’ın konuşmasından aklımda Amerikalı bir dinleyiciyle arasında geçen şu diyalog kaldı:

Dinleyici: Kürt sorununu nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?

Özal: Biliyor musunuz, Kürtlerin en az yarısı Türkiye’nin batısında yaşıyor.

Dinleyici: Peki geri kalan yarısı ne olacak?

Özal: Onlar da Batı’ya gelecek!

Artniyetli bir soru

Özal’ın Kürt sorunu ve dolayısıyla bunun çözümü diye bir derdi olmadığı için bu kaçamak cevapları vermiş olduğunu o gün de düşünmemiştim, bugün de düşünmüyorum. Zaten üniversitedeki toplantıyı izleyenlerin çoğu da Özal’ın cevaplarının altında bir çaresizlik yattığını anlamış olmalılar ki Kürt sorunundan hareketle üzerine gitmediler.

Ancak ülkemizde çok kişinin Kürt sorunuyla yüzleşmeden kaçınmak ve/veya bunun çözümüne yanaşmamak için sıklıkla “Batı’daki Kürtler” olgusunu kullandıklarını biliyoruz. Örneğin Kürtlerin siyasi talepleri ve buna bağlı olarak gelecekteki statükoları üzerine yapılan tartışmaların çoğunda başlığa çıkardığımız “Peki Batı’daki Kürtler ne olacak?” sorusu ortaya atılır. Bu soruyla, her türlü yeni statüko önerisinin Kürtlerin en az yarısının ülkenin batısında yaşaması gerçekliği yüzünden mümkün olmadığı kanıtlanmak istenir. Sonuçta sorunun çözümünü kolaylaştırmayı değil de zorlaştırmak, hatta imkansızlaştırmayı hedeflediği için bu kesinlikle artniyetli bir sorudur.

Birkaç gözlem

Ancak, genellikle artniyetle ortaya atılıyor olması, bu sorunun sahici ve hayati olduğu gerçeğini gölgeleyemez. Yani Kürt sorununun çözümünü istiyorsak bu soruya muhakkak bir cevap bulmamız gerekecek. Şahsen bu cevaba sahip değilim, ama özgür ve eşit bir diyalog ve tartışma ortamında en çetrefil soruların cevabını, sorunların çözümünü bulmak pekala mümkündür. Öte yandan kesin bir cevabımın olmaması “Batı’daki Kürtler” hakkında bazı bilgi ve gözlemlerimi paylaşmama engel değil:

1) Irak, İran ve Suriye’de Kürtler büyük ölçüde kendi topraklarında yaşar ve diğer etnik gruplarla içiçelikleri çok düşük düzeydeyken Türkiye’de tam tersi bir durum söz konusu;

2) Ülkenin batısında yaşayan Kürtlerin bir bölümünün “orta sınıf”, hatta bazılarının “üst sınıf” kategorisine terfi etmiş olması mevcut sistemin bir başarısı olarak algılandı ve (zaten olmadığı düşünülen) Kürt sorununun bu tür ekonomik ve toplumsal entegrasyonla önlenebileceği/çözülebileceği düşünüldü;

3) Güneydoğu’da bazı seçim bölgelerinde çok başarılı sonuçlar elde eden Kürt partileri Batı’daki Kürtlere ulaşmakta uzun bir süre zorluk çektiler;

4) 1990’larda Refah Partisi, ardından Fazilet Partisi ve AKP’nin büyükşehirlerde elde etmiş oldukları başarının ardında özellikle yoksul Kürtlerin güvenini kazanmış olmalarının rolü büyüktü;

5) Batı’daki Kürtlerin ciddi bir bölümünün sisteme entegrasyonunu, özellikle ülkeyi yönetenler yanlış bir şekilde “asimilasyon” şeklinde okudular. Ne var ki Batı’daki Kürtlerin hatırı sayılır bir bölümünün, sistemden ne ölçüde pay alırlarsa alsınlar Kürtlüklerini unutmadıklarını bariz bir şekilde görüyoruz. İlginçtir içlerinden birçoğu Kürt kimliklerini sahiplenmek ve Kürt siyasi hareketine yakınlaşmakla birlikte hâlâ AKP ve CHP’den tam olarak umudu kesmiş değil. Fakat bu iki partinin Kürt sorunundaki mevcut söylemlerini muhafaza etmeleri halinde bu kişileri de kaybetmeleri kuvvetle muhtemeldir.

Pazar günü çıkan “Artık bana kardeşim deme!” başlıklı yazım (http://www.rusencakir.com/Artik-bana-kardesim-deme/1898) için “Bu kadar hassas, dolayısıyla tehlikeli bir konuyu keşke kurcalamasaydınız!” diyen okurlar oldu. Bugünkü yazının da benzer bir akıbeti olabilir. Yapacak bir şey yok, çünkü Kürt sorununu ne yapıp edip kalıcı bir şekilde çözmemiz şart ve çözüm için de bu tür zor ve hassas konuları konuşup tartışmamız zaruri.

Yazının devamı...

Hüda-Par ne yapar?

Kürtler arasında BDP/PKK ve AKP’den sonra üçüncü önemli siyasi güç olan Hizbullah’a yakın isimler, beklendiği gibi Hür Dava Partisi (Hüda-Par) adını verdikleri siyasi partinin yasal başvurusunu dün yaptılar. Bu yazıda bu yeni parti hakkında akla gelen soruları irdelemeye çalışacağız:

1) Hizbullah sahiden silahlara veda etti mi? Bugün yasal siyasi faaliyeti esas alıyor gözüküp yarın yeniden şiddete başvurabilir mi?

Hizbullah yaklaşık 10 yıl önce strateji değiştirip yeraltı faaliyetlerini geri plana atmaya ve yasal çalışmaları öne çıkarmaya karar verdi. Dergiler, yayınevleri, kitaplar, gazeteler, televizyon kanalları, vakıf ve dernekler üzerinden yürütülen faaliyetlerde belli bir başarı elde edildiği düşüncesiyle bir üst aşamaya geçip parti kurulmasında karar kılındı. Bununla birlikte, geçmişteki silahlı eylemlerin ikna edici bir şekilde özeleştirisini yapmamış ve buna bağlı olarak alenen “silahlara veda ettik” diye bir açıklama yapmamış olması nedeniyle örgütün değişen şartlarda yeniden silaha başvurabileceğinden kuşkulananlar var. Bu kaygılar mesnetsiz olmamakla birlikte Hizbullah’ın silaha dönme ihtimalinin kuvvetli olduğunu sanmıyorum. Tabii şu da bir gerçek: geçmişte yaşandığı gibi, bazı güç odakları Hizbullah’ı PKK’ya karşı kışkırtmak isteyebilir ve bu hareketin içinden bazı kişileri ayartabilir. Ama Hizbullah yönetiminin bu tür provokasyonları engellemek için ellerinden geleni yapacaklarını tahmin edebiliriz.

2) Hizbullah tüm İslamcı Kürtleri yeni partinin bünyesine katabilir mi?

Sanmıyorum. Bunun üç nedeni var: Öncelikle Hizbullah geçmişte PKK yanlılarına olduğu kadar kendinden olmayan İslamcılara da saldırdı ve bugüne kadar bu konuda ikna edici açıklamalar yapmadı. İkinci olarak, din konusundaki eski katı dil ve söyleminden uzaklaşmasına paralel olarak Kürt İslamcılarının ciddi bir bölümü ile PKK öncülüğündeki Kürt hareketi arasında belli bir yakınlaşma yaşandı ve bu sürüyor. Son olarak, PKK ve Hizbullah dışında bağımsız hareket etmeye çalışan Kürt İslamcıları Azadi İnisiyatifi gibi oluşumlar üzerinden kendi örgütlenmelerini kurmaya çalışıyorlar.

3) Hüda-Par seçimlere katılacak mı?

Öyle anlaşılıyor. Önümüzdeki yerel seçimlerde Hüda-Par adaylarının Güneydoğu’da belediyeleri kazanmak için yarışmasına tanık olacağa benzeriz. Bazı belde ve ilçelerde iddialı olabilirler ancak kendileri dahil herkes yeni partinin toplam oyuna bakacak ve bunu diğer iki partinin (AKP ile BDP) oylarıyla kıyaslayacak. Açıkçası partiyi yerel seçimlere yetiştirerek ciddi bir risk almışa benziyorlar. Seçimlerde yaşanacak bir hüsran hem hareketin tabanında hayal kırıklığına, hem de kadroları arasında “bu iş partiyle filan olmaz” diyenlerin güçlenmesine yol açabilir.

4) Hüda-Par AKP’den oy çalabilir mi?

Muhakkak çalacaktır çünkü her ne kadar tavan açıkça işaret etmemiş olsa da Hizbullah tabanının son 10 yılda büyük ölçüde AKP, kısmen SP’ye oy verdiği, referandumlarda da iktidar partisine paralel hareket ettiği düşünülüyor. Dolayısıyla Hüda-Par’ın AKP’den oy çalamaması, en azından kendi tabanını bile tatmin edemediği anlamına gelir. Kaldı ki son politikaları nedeniyle dindar Kürtlerin iktidar partisinden uzaklaştığı tespiti eğer doğruysa Hüda-Par’ın önünde ciddi bir fırsat var demektir.

5) Hüda-Par BDP’den oy çalabilir mi?

Kuvvetle muhtemel çünkü geçen seçimlerde çok sayıda seçmenin sırf AKP’ye tepki duydukları için BDP’ye yönelmiş olduğunu duyuyoruz. Hüda-Par eğer Kürt sorunu konusunda tatminkâr çıkışlar yaparsa BDP’ye ödünç gitmiş bazı dindar oyları geri alabilir, en azından yeni yönelişlerin önünü alabilir.

Sonuçta Hüda-Par’ın (dolayısıyla Hizbullah’ın) kısa vadede PKK/BDP ile AKP’yi belli oranlarda sarsabileceğini ama yıkamayacağını düşünüyorum. Fakat eğer çok acele etmezlerse orta ve uzun vadede bu hareket ve parti daha güçlü bir aktör haline gelebilir.



Erbakan ve Avcı söyleşileri

NTV’de Mirgün Cabas ile birlikte yaptığımız bazı Yazı İşleri canlı yayınlarının dökümlerini kendi web sayfamda yayınlamaya başladım. Meraklısı Hanefi Avcı ile kitabının yayınlamasından hemen sonra, 26 Ağustos 2010’da yaptığımız özel yayının dökümünü http://rusencakir.com/Hanefi-Avci—-26-Agustos-2010-Yazi-Isleri-Ozel/1899

Milli Görüş hareketi lideri Necmettin Erbakan ile vefatından kısa süre önce, 7 Aralık 2010 günü yaptığımız özel yayının dökümünü http://rusencakir.com/Necmettin-Erbakan—-Yazi-Isleri-Ozel-7-Aralik-2010/1892 linklerinden okuyabilirler.

Bu vesileyle Erbakan Hoca’ya bir kez daha Allah’tan rahmet dailerken, Avcı’nın da bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını dileyelim.

Yazının devamı...

“Artık bana kardeşim deme!”

Başbakan Erdoğan bir süredir ısrarla “Kürt sorunu diye bir şey yok; Kürt kardeşlerimizin sorunu var” diye tekrarlıyor. Bu yaklaşıma en sert eleştirilerden biri BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’den geldi. Önder Meclis kürsüsünden AKP’lilere “Kürtler bu kardeş lafından tiksiniyorlar, istemiyorlar. Bırakın kardeşlik demeyi ya da manikürcü terimlerini, etmiş, tırnakmış... Bunlarla sosyolojik bir mesele çözülemez. Eşitlik deyin, en tılsımlı şey budur” diye seslendi.

Kürt sorununda “kardeşlik” kavramının hâlâ geçerli olabilir mi? Kürtler sahiden bu kavramdan tiksiniyorlar mı? Önder’in Meclis konuşmasından kısa bir süre önce bu soruları eski Yeni Şafak yazarı Ali Akel’e sormuş ve ondan tereddütsüz “evet” cevapları almıştık. (http://www.rusencakir.com/Soylesi-Turk-ve-Kurt-Islamcilarin-yollari-hizla-ayriliyor—-Ali-Akel/1881 ) Hatırlayalım: “kardeş sözü doğrusu siyasetin dilinden jiletle kazınsa çok iyi olacak. ‘Kardeş’ kelimesi Kürtler için resmen hakaretle eşanlamlı. Bir Kürde ‘kardeşim’ demeyin de ne derseniz deyin.”

Tevekkül ve sabır

Bu saptamaların Kürt olmayanlar için çok irkiltici olduğunun farkındayım. Çünkü benzer bir duygu birkaç yıl önce şahsen yaşamıştım. Bir edebiyat toplantısı için Diyarbakır’a gitmiş olan eşim Müge İplikçi, çok yakın bir dostumuzun kendisine “Artık kardeşlik filan yok, bundan sonra olsak olsak dost oluruz” demiş olduğunu hayretle karışık bir üzüntüyle aktarmıştı. Daha sonra Güneydoğu’ya her gidişimde o arkadaşımızın bir zevzeklik mi yaptığını, yoksa müşterek bir ruh halini mi ifade ettiğini anlamaya çalıştım ve sonuçta hiç de boşuna konuşmamış olduğu sonucuna vardım.

“Peki neden böyle?” sorusunun cevabını bulmak için öncelikle “kardeşlik” kavramına Kürtlerden ziyade Kürt olmayan kesimlerin başvurduğunu kabullenmemiz gerekiyor. Kürtler herhangi bir talepte bulunup bunun mücadelesini verince ve bu mücadele ülkenin geri kalan kısmında rahatsızlık ve tedirginlik yaratınca “Ne yapıyorsunuz? Şunun şurasında hepimiz kardeşiz. Kardeşler arasında sorunlar da olur ama bunlar er geç çözülür” türünden müdahalelere tanık oluyoruz. Yani bir Kürde “kardeşlik” hatırlatılınca ardından genellikle tevekkül etmesi, sabırlı olması istenir.

Hal böyle olunca “kardeşlik” kavramı, Kürt sorununun çözümünü değil de tam tersine çözümsüzlüğü (daha iyimser bir deyimle, çözümün geciktirilmesini), sorunların ve bunlara bağlı taleplerin halının altına süpürülmesini akla getiriyor.

Kardeşliğin yeniden tesisi

Hiç kuşkusuz berbat bir durumla karşı karşıyayız. Ama berbat diye bu olguyu yoksayamayız. Çünkü yoksayarsak durum daha vahimleşir ve sorun çözümü imkansız bir hal alır. O zaman bu ülke topraklarında yaşayan herkesin kardeşliğini tesis etmek için ne yapmalıyız? İlkin, Kürtlerin bir bölümünde rahatsızlık yaratıyor diye kardeşlik kavramını terk etmek akıl kârı olmayacaktır. Fakat bu kardeşliği kimsenin abilik/ablalık taslamadığı, herkesin eşit olduğu bir zemin üzerinde yeniden inşa etmemiz gerekir.

İkinci olarak, bu ülkede yaşayan herkesin kardeş olduğunu/olması gerektiğini her vesileyle Kürtlere hatırlatmaktan vazgeçip, Kürt olmayan kesimlere hatırlatmak daha doğru olacaktır. Ancak bu sayede, giderek daha tehlikeli bir hal almaya başlayan ve yer yer ırkçılığa kayan etnik ayrımcılıkla mücadele edebiliriz.

Son olarak, özgürlük olmadan ne eşitlik, ne de kardeşlik mümkün olur. Bu saatten sonra kelimelere, kavramlara yasak getirerek, “Kürt sorunu değil terör sorunu” veya “Roboski değil Uludere” diyerek hiçbir yere varılmaz. Bunu en iyi, Kürt sorununda red ve inkar politikalarını terk etme iddiasındaki bir hükümetin biliyor olması gerekir.

Yazının devamı...

En yenilikçi gelenekçi: Recai Kutan

Can Kozanoğlu, “Cilalı İmaj Devri” adlı kitabında 1991 genel seçimleri öncesi Refah Partisi’nin İstanbul Sultanahmet mitingi sırasında “Ne lan bu, Erbakan diye geldik genç takım konuşuyor” diye şikayet eden, “lastik ayakkabılı, kirli blucinli, uzunca saçlı, boyunlarına bağladıkları bayraklar ve bileklerindeki, başlarındaki bantlarla açık tribün seyircilerini hatırlatan, birbirleriyle itişip kakışan” gençleri anlatmıştı. Aynı mitingi gazeteci olarak ben de izlemiştim ama Erbakan Hoca’nın bu tür faaliyetlere hep geç geldiğini bildiğim için o gençler gibi saatlerce beklememiştim.

Yazıya Erbakan’la girdim ama bugün, başlıkta da görüldüğü gibi onu değil ama onun hep en yakınında olmuş bir ismi, Recai Kutan’ı, tanıdığım, bildiğim kadarıyla anlatmak istiyorum. Recai Bey deyince de aklıma hep 1998 yılı yaz aylarında, onun Fazilet Partisi Genel Başkanı olarak yaptığı Trakya gezisi geliyor. FP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonraydı. Kutan’ın da dahil olduğu bir FP heyeti Trakya’da parti binalarını, küçük çaplı mitingler düzenleyerek açıyordu, ben de gazeteci olarak onları izliyordum. Edirne’ye girmemize çok az bir süre kala konvoy bir dinlenme tesisinde mola verdi. Kutan programda olmayan bu molaya şaşırıp nedenini sorunca kurmaylarından şu cevabı aldı: “Efendim, Edirne’deki toplantımızın başlamasına daha vakit var. Erken gitmek olmaz. Hatta biraz geç kalmanız daha iyi olur!”

Farklar ve ortak noktalar

Yine Kutan deyince aklıma 18 Nisan 1999 genel seçimleri öncesi, hafızam beni yanıltmıyorsa Trabzon’da, havaalanın bir köşesinde Milliyet Gazetesi için yapmış olduğum söyleşi gelir. Recai Bey her zaman olduğu gibi kibar, alçakgönüllü, sade ve gerçekçiydi. Öyle ki yazıişleri söyleşinin başlığına hiç tereddütsüz onun “Başbakanlıkta gözüm yok” sözlerini çıkartmıştı.

Kutan’ın Erbakan’dan ne kadar farklı bir kişi olduğuna, benim bu anlattığım olaylardan çok daha çarpıcı örnekler verilebilir ama her ikisinin siyasette en az 40 yılı hep birlikte geçirdikleri düşünülürse ortak yönlerinin farklılıklarından daha fazla ve daha baskın olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Örneğin her ikisi de İTÜ mezunu mühendis (Erbakan makine, Kutan inşaat), her ikisi de dindar ve tarikat ehlidir. Aralarında sadece 4 yaş fark olmasına rağmen Kutan için Erbakan bir “ağabey”den öte bir büyük, bir “hoca”dır.

Gazeteci olarak Recai Bey’i yakından tanıdığım dönemde onun Erbakan’a bağlılıkla, Milli Görüş hareketinin geleceği kaygıları arasında sıkışıp kaldığını gözledim. Daha açık konuşacak olursak, kalben Erbakan’a bağlıydı ancak zihnen R. Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde “yenilikçi” olarak tanımlanan gençlerden yanaydı. Özetle “en yenilikçi gelenekçi”ydi ve Milli Görüş’ün bölünmemesi için açık veya örtük en fazla çaba sarf edenlerin başında geliyordu. Ama hareket içindeki çekişme her defasında “ya bizdensin ya onlardan” noktasına geldiği için Kutan hep son ana kadar ertelediği tercihini her zaman Hocası’ndan, dolayısıyla gelenekçilerden yana yaptı.

En büyük talihsizliklerinden biri, Erbakan’ın o kadar gelenekçi isim arasından kendisinin yerine hep Kutan’ı öne sürmüş olmasıdır. Bu noktada yenilikçilerin adayı Abdullah Gül ile yarıştığı FP Kongresi’nin, Kutan için tam bir kâbus olduğunu söyleyebiliriz. Kongre sürecinde Kutan olabildiğince pasif kalırken, onun yerine genç kuşak gelenekçiler yenilikçilerle kıran kırana mücadele yürütmüşlerdi ki onların büyük kısmı yakınlarda HAS Parti üzerinden AKP’ye katıldı.

Kutan nihayet “artık torunlarımı sevmek istiyorum” sözünü dava arkadaşlarına kabul ettirip aktif siyasetten uzaklaştı. Ancak Milli Görüş’ten ve Saadet Partisi’nden tam olarak kopmadı, parti paralelindeki Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin başkanlığını yürütüyor.

Ve önceki gün Kutan, Ankara’da düzenlenen resmi törende, Başbakan Erdoğan ile birlikte Malatya Boztepe’de kendi adı verilen barajın açılışına katıldı. Yıllarca DSİ’de çalışmış, İmar ve İskan Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yapmış ve ülkemiz siyasi hayatında hep iyi bir isim bırakmış olan olan Kutan’ın adının memleketindeki bir baraja adının verilmiş olması güzel.

Baraj demişken, bir başka yazıyı da Cemil Çiçek üzerine yazmak şart oldu.

Yazının devamı...

İslamcıların temel hak ve özgürlüklerle imtihanı

Ülkemizde insan hakları alanında özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden belli bir süre sonra belirgin bir hareketlilik gözlendi. Önce cezaevlerindeki sol görüşlü tutuklularla dayanışma amacıyla başlayan insan hakları hareketinde kısa bir süre sonra Kürt siyasi hareketi damgasını vurmaya başladı. Bu alanda en etkili örgütlenme tabii ki 1986’da kurulan İnsan Hakları Derneği’dir (İHD).

İslamcıların bu alanda etkili olmaya başlamasının miladıysa hiç kuşkusuz Ocak 1991’de İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’nin (Mazlum-Der) kurulmasıdır. Mazlum-Der’in kuruluşunun İslami hareket içinde küçük çaplı bir devrim etkisi yaratmış olduğunu hatırlıyorum. Çünkü ülkemizde dindarlar ne kadar sistem dışına itilseler, baskı ve zulüm görseler de, ana gövdeyi oluşturan cemaatlerin ezici bir çoğunluğu devlete itaati esas almış; hak ve özgürlüklerini açık mücadele ve direnişler değil de kapalı kapılar ardında, genellikle dolaylı pazarlıklarla elde etmeyi benimsemişlerdi.

Mazlum-Der’in İslami camiada yarattığı ikinci önemli şaşkınlık, başörtüsü gibi doğrudan dindarları ilgilendiren konulara ek olarak Kürt sorunu gibi hassas alanlarda da söz söylemesi, tavır alması oldu. Batı’da kaygı ve kuşkulara yol açan bu tutum, derneğin Kürt İslamcılar nezdindeki itibar ve etkisini de arttırdı.

Akredite İslamcılık

Bakmayın bugün herkesin birer kahraman edasıyla dolaşmasına, temel hak ve özgürlükler konusunda çok kritik bir dönem olan 28 Şubat sürecinde İslamcılar büyük ölçüde sınıfta kalmışlardır. Bunun neden ve nasıllarını tartışmayı başka yazılara erteleyip bu yazıda İslamcıların 10 yıllık AKP iktidarındaki insan hakları performansını tartışmak istiyorum.

Gerek AB sürecine bağlı olarak ilk yıllarda tanık olunan genel demokratikleşme, gerekse İmam-Hatip Liseleri, başörtüsü gibi doğrudan dindarları ilgilendiren sorunlarda kademeli de olsa kaydedilen iyileşmeler nedeniyle İslamcılardan kaynaklanan bir insan hakları aktivizmine pek tanık olmadık ki bu bir ölçüde normaldi. Ama özellikle Kürt açılımında frene basılmasıyla başlayan “duraklama” döneminde İslamcıların hak ve özgürlükler alanında sessiz kalmasını normal olarak görmek mümkün değildir.

Bu durumun iki ana nedeni var. Birincisi, Eylül ayındaki iki yazımda

(http://rusencakir.com/Bir-devlet-projesi-olarak-Turkiyede-Islamcilik/1820

http://rusencakir.com/AKPden-bagimsiz-Islamcilik-kaldi-mi/1821)

ileri sürdüğüm gibi İslamcılığın büyük ölçüde AKP iktidarına bağımlı hale gelmesi ve AKP’nin de hükümet olmanın ötesinde devlet olmasıyla birlikte İslamcılığın da bir devlet projesi haline gelmiş olmasıdır.

İkinci neden de bizde insan hakları mücadelesi, kişinin sadece kendi haklarını savunması olarak algılandığı için İslamcıların AKP döneminde fazla bir şikayetlerinin kalmamış olmasıdır.

Mazlum-Der istisnası

Bereket AKP hükümetinin çizdiği sınırlarla yetinmeyen İslamcılarımız hâlâ var ve bu noktada en dikkat çekici işlerin altına, AKP eski Adıyaman Milletvekili Ahmet Faruk Ünsal’ın başkanlığa gelmesinin ardından (tabii onun eşcinselliği bir tür hastalık olarak tanımlamış olduğunu unutmamız mümkün değil) belirgin bir dinamizm yakalamış olan Mazlum-Der imza atıyor. Mazlum-Der’in geçen hafta sonu dağıtılan geleneksel insan hakları ödüllerini kazananların listesini en taze örnek olarak verebiliriz:

Aydın Durmuş Hukuk Ödülü: Kamuoyunda taş atan çocuklar olarak bilinen ve yaşları küçük olmasına rağmen Terörle Mücadele Kanunundan (TMK) yargılanarak ağır cezalara çarptırılan çocuklar ve vicdani red davaları için kamuoyu oluşturulmasında gösterdiği gayret ve özellikle TMK’da yapılan değişikliklerde başkaca hukukçu kişi ve kurumlar ile birlikte sunduğu katkı nedeniyle Mehmet Atak;

Basın Ödülü: Uludere/Roboski’de 34 sivilin hayatını kaybetmesinden sonra kuruluşundan bu yana emek verdiği ve uzunca bir süredir Washington temsilciliğini sürdürdüğü Yeni Şafak Gazetesinden ayrılma pahasına kaleme aldığı yazılar nedeniyle Ali Akel;

Halklar Arası Dayanışma Ödülü: Kırım Tatarlarının hakları için verdiği insan hakları mücadelesi nedeniyle birçok kez sürgüne ve çalışma kamplarına gönderilen, hapse atılan Mustafa Cemiloğlu;

Vefa Ödülü: “28 Şubat’ın en zorlu günlerinde kendisine karşı organize bir linç kampanyası yürütülmesine rağmen, 28 Şubat’ın aktörlerine karşı adalet ve özgürlük talebini yüksek sesle dile getirmesi ve 28 Şubat’ta başörtülülerin özgürce kamuda ve üniversitelerde yer alabilmelerini savunması” nedeniyle Ahmet Kaya;

İnsan Hakları Mücadelesi Ödülü: Uludere/Roboski Aileleri.

Mazlum-Der’lilere üstlenmiş oldukları güç misyonda başarı diliyorum.

Yazının devamı...

Dindar Kürtlerin AKP’den uzaklaştığı PKK propagandası mı?

Normal olarak bugün Hizbullah dışındaki Kürt İslamcılar ile ilgili bir yazı yazmayı planlıyordum fakat iki ayrı gazetede iktidar partisinin iki önemli ismiyle (Yalçın Akdoğan ile Yeni Şafak’ta Murat Aksoy, Ömer Çelik ile Milliyet’te Zeynep Miraç’ın söyleşileri) yapılmış söyleşiler nedeniyle fikrimi değiştirmek zorunda kaldım. Ama yine de konumuzun dışına çıkmış olmayacağız çünkü her iki söyleşide de en fazla, dindar Kürtlerle AKP’nin ilişkisi üzerine söylenenler dikkat çekti. Biz de bu yazıda Akdoğan ve Çelik’in konuyla ilgili söylediklerini tartışmayı hedefliyoruz. Ama bunu yaparken kendi görüşlerimiz yerine, bir başka AKP’linin, yakın zamana kadar partinin ikinci adamı olan Dengir Fırat’ın, yine Milliyet’te Aslı Aydıntaşbaş’a söylediklerine başvuracağız.

Başlayalım: Ömer Çelik Milliyet’te son derece iddialı konuşmuş: “Bırakın Türkiye’yi, bütün Ortadoğu’nun ve bölgenin Kürtleri temsil eden en büyük partisi biziz.” Miraç’ın “Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?” sorusunuysa şöyle cevaplamış: “Oy oranlarımıza dayanarak. Türkiye’deki bütün kesimlerden olduğu gibi Kürt vatandaşlarımızdan da en çok oy alan parti Ak Parti’dir. Ama meseleyi Türk-Kürt oy dağılımı meselesi olarak ele almıyoruz. Hangi etnik gruptan kim çok oy alıyor değerlendirmesini sorunlu buluruz. Açıldığı zaman mecburen ifade ediyoruz.”

Şimdi Dengir Fırat’ın 3 Aralık günü yine Milliyet’te söylediklerine bakalım. Aydıntaşbaş’ın “Ak Parti yöneticileri 2011’de en çok Kürt oyunun Ak Parti’de olduğunu söylüyor...” uyarısı üzerine Fırat şu karşılığı vermiş:Erzurum, Erzincan, Malatya, Elazığ’ı da katıp [toplam nüfusa] bakarsanız, evet. Ama Kürtlerin yoğun bulunduğu 13 ile bakarsanız, bunu demenin anlamını yok. 2007-2011 kıyaslamasında %13’lük oy kaybımız var. Hatta bunu tam ölçebilmek için, Mersin, Adana, İstanbul’u da katmak lazım. O zaman mütedeyyin Kürtlerdeki yabancılaşmayı görebiliriz.”

Oy kaybı var mı?

İkinci olarak dindar Kürtlerin AKP’den uzaklaşıp BDP’ye yöneldikleri iddialarına bakalım. Murat Aksoy doğrudan “Muhafazakâr Kürtler AK Parti’den kopuyor mu, nedir anketlerde bölgedeki durum?” diye sormuş ve Akdoğan da son derece net bir cevap vermiş: “Bu tamamen örgütün propagandasıÖ BDP, etnik milliyetçiliğin yetersiz kaldığı durumlarda dini istismara yönelmeye başladı. Bu çerçevede üretilen tezvirattan biri de budur ve tamamen yalandır. Nitekim anketlerde bu yönde bir bulgu sözkonusu değilÖ PKK, Marksist-Leninist, ateist ve kafatasçı bir örgüt. Bunun dindar Kürtler üzerinde sempati uyandırması mümkün değildir. Bu çizginin hem ırkçı zihniyeti sorunludur, hem de totaliter, dayatmacı ve tahammülsüz zihniyeti sıkıntılıdır. Bu yüzden AK Parti sadece muhazafakâr kesimin değil tüm kesimlerin en büyük ümididir.”

Bu konuda da bir hafta önceki Dengir Fırat söyleşisine dönelim. Aydıntaşbaş dokunulmazlıklar konusundan hareketle “Ak Parti’deki Kürt oyu etkilenir mi?” diye sorunca Fırat yakın geçmişten hareketle cevap vermiş: “Bunun en güzel örneği Diyarbakır’dır. 2007’de Diyarbakır’da Ak Parti’yle bağımsızlar arasındaki oy farkı, 9 bin civarındaydı. 2011’de 220 bin oldu. Bağımsızlar (BDP) nereden alıyor bu reyi? Ak Parti’den. Peki Ak Parti kimden oy alıyordu? Muhafazakâr, mütedeyyin Kürtlerden.”

Bitirirken: Eğer iktidar partisinin Kürt sorununda en yetkili isimleri, dindar Kürtlerdeki siyasi dönüşüme dikkat çekenleri ciddiye almayıp onları “PKK propagandası”na alet olmakla yaftalamalaya devam ederslerse daha fazla kayıba razı olmak zorunda kalacaklardır.

Yazının devamı...

PKK El Fetih’e, Hizbullah Hamas’a benzetilebilir mi?

Dünkü yazımla ilgili olarak gelen bazı tepki, eleştiri ve sorular nedeniyle Hizbullah paralelinde kurulmakta olan Hür Dava Partisi (Hüda-Par) hakkındaki kapsamlı değerlendirmeyi bekletmenin gereksiz olduğu sonucuna vardım. Bu yazıyla dün kaldığımız yerden devam edelim, muhtemelen yeni yazılarla bu tartışmayı sürdürürüz.

İki ayrı ülkedeki toplumsal/siyasl gelişmeleri, aralarında ne kadar benzerlik bulunursa bulunsun aynılaştırmak yanlış ve yararsız olmanın ötesinde zararlı bir yöntemdir. Bununla birlikte farklı ülkelerdeki benzer hareket ve durumları karşılaştırmak anlamlı olabilir. İlginçtir Türkiye’de Hizbullah denildiğinde doğal olarak Lübnan’daki aynı adlı örgüt gelirdi, bir süredir bunun yerine Hamas konulur oldu. Bizdeki Hizbullah’ı Filistin’deki Hamas’a benzetenlerin PKK’yı El Fetih ile benzeştirdikleri açık. Ardından şöyle bir akıl yürütme yapılıyor: “Bir zamanlar İsrail yönetimi El Fetih’i zayıflatmak için Müslüman Kardeşler’in önünü açtı. Bizde de devlet PKK’yı İslamcı Hizbullah ile frenlemek istiyor.” Tabii bunun bir de devamı var: “Ama Hamas adını alan Müslüman Kardeşler zamanla öyle güçlendi ki İsrail devleti eskinin El Fetih’ini mumla arar hale geldi.”

Neden yanlış benzetme?

Bizdeki Hizbullah’ın Hamas’tan ziyade geçmişte olduğu gibi Lübnan Hizbullahı ile kıyaslanması daha isabetli olacaktır. Çünkü Hamas ile Türkiye Hizbullahının tarihleri nerdeyse zıttır: Filistin’de, özellikle Gazze Şeridi’nde dinsel, kültürel ve toplumsal bir faaliyet yürüten Müslüman Kardeşler teşkilatı önlerinin açık olduğunu (ve arkadan itildiklerini) görüp siyasete girince adını Hamas olarak değiştirdi ve belli bir süre direndikten sonra İsrail işgaline karşı silahlı mücadeleye de başladı.

Halbuki Hüseyin Velioğlu ve arkadaşları Güneydoğu’da Hizbullah’ı ilk günden itibaren tıpkı Lübnan Hizbullahı gibi İran Devrimi ve rejiminin etkisi altında radikal bir örgüt olarak, büyük ölçüde yeraltında inşa ettiler.

Farkı şöyle toparlayabiliriz: Filsitin’de barışçıl yöntemlerin Müslüman Kardeşler’i militanlığı öne çıkan Hamas’a dönüşürken Türkiye’de militan/silahlı Hizbullah yasal bir partiye, Hüda-Par şemsiyesi altında yoluna devam etmek istiyor.

Buradan Hizbullah-PKK, dolayısıyla Hüda-Par-BDP ilişkisi üzerine birkaç söz söyleyebiliriz. Dün şöyle yazmıştık: “Hizbullah’ı devlet-PKK ikileminde otomatik olarak devletin yanına yerleştirmek de bana pek gerçekçi gelmiyor. Hizbullah’ın, devlete sırtını dayayıp PKK ile rekabet etme yerine PKK ile ilişkilerini olabildiğince düzeltip yakın gelecekte ortaya çıkacak yeni statülerde güçlü bir yer edinme arayışında olduğunu düşünüyorum.”

En makul seçenek

Biliyoruz ki bu iki örgüt arasında, ara verilmiş de olsa bir kan davası var. Yine, Marksist-Leninist bir çizgiden adım adım Kürt milliyetçiliğine evrilen PKK ile radikal İslamcı Hizbullah’ın ittifakının pek mantıklı gözükmediği de açık. Bununla birlikte alternatifsizlik ve ortak hedefler açısından en makul seçeneğin bu olduğunu düşünüyorum.

Bu yazıyı “Derin Hizbullah” kitabımın Haziran 2011’deki yeni baskısından bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Kürt Sorununun çözüm sürecinde Kürtleri temsil açısından PKK ile birlikte yer almak Hizbullah için geleceğin inşası açısından hayati önem taşımaktadır. Şayet Abdullah Öcalan önderliğindeki PKK, devletle masaya oturup bu hayati soruna bir çözümün geliştirilmesine katkıda bulunursa, o masada yer bulamamış olan Hizbullah bölgede çok ciddi güç kaybına uğrayacaktır. PKK’nın son yıllarda İslam’a ve dindarlara bakışını yumuşattığı da akılda tutulursa, muhtemel bir çözümün sonrasında PKK hareketinin bölgedeki tek olmasa bile ezici güç olarak kalacağı gerçeğini Hizbullah da görmektedir. Sonuç olarak PKK’nın Hizbullah için bir fırsat ve aynı zamanda bir zorunluluk olduğunu söyleyebiliriz.”

Yazı bitti ama tartışma noktalanmış değil, hatta yeni başladığını söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.