Şampiy10
Magazin
Gündem

Üç temel aktör: Öcalan Fidan ve Erdoğan

MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Abdullah Öcalan arasında yeniden başlayan görüşmelerin 2013’e damgasını vuracağı ilk günden belli oldu. Devletin, gerek Öcalan (İmralı) ile gerekse PKK (Kandil) ile doğrudan ve dolaylı görüşmelerinin kesintili bir şekilde de olsa uzun bir süredir varolduğunu değişik vesilelerle öğrenmiştik. Bunlardan en sonuncusu ve galiba en ciddisi “Oslo süreci” adı verilen, Öcalan’ın bilgisi dahilinde MİT yetkilileriyle PKK yöneticileri arasında yürütülendi, ama tam da faili belli olmadan akamete uğratıldı.

Oslo sürecinde sert bir şekilde frene basılmasının ardından taraflar tam bir güç gösterisi içine girdi; PKK saldırılarını tırmandırır ve yaygınlaştırırken devlet de Kürt hareketinin yasal, yarı-yasal ve yasadışı kollarına karşı yoğun operasyonlar düzenledi. Bu arada Öcalan kimseyle görüştürülmeyerek bu yeni dönemin dışına itildi. Bu sert dönemin ardından kartların yeniden karıldığını, Öcalan’ın asli (ve belki de tek) muhatap olacağı yeni bir sürecin başlatıldığını görüyoruz.

Bu yazı dizimizde, “yeni İmralı süreci” adını verdiğimiz yeni dönemi incelemeye, burada bir şekilde rol alması söz konusu olan aktörlerin artı ve eksilerini tartışmaya açarak başlamak istiyoruz. Öncelikle üç temel aktöre, Erdoğan, Öcalan ve Fidan’a bakalım:

Abdullah Öcalan’ın artıları: Kürt siyasi hareketinin tartışmasız lideri olduğu için görüşmelerde son derece rahat hareket edebilir, inisiyatif alabilir. Devlet de onu yegane muhatap görüyor ve belli ölçülerde kendisine güveniyor.

Öcalan’ın eksileri: Yeni süreci istediği gibi yönetebilmek için kendi koşullarını iyileştirilmesini talep edecek ve bu da “aslında sadece kendini düşünüyor” türü spekülasyonları artıracak. Devletle varacağı mutabakatı gerek siyasi hareketin önde gelen aktörlerine, gerekse tabana benimsetmesinde zorlanabilir. Çünkü çok uzun süredir içerde ve ne kadar yardım alırsa alsın dış dünyayı tam olarak kavrayabilmesi zor. Örneğin Türkiye Kürtlerinin de giderek daha fazla milliyetçi dalganın etkisinde kalmalarını kabullenmek istemeyebilir.

Hakan Fidan’ın artıları: Gerek Cumhurbaşkanı Gül, gerekse Başbakan Erdoğan’ın güçlü desteğine sahip. Öte yandan hem Öcalan, hem de Kürt hareketinin birçok önde gelen aktörü kendisine güveniyor. Ayrıca hem teşkilatının, hem kendisinin PKK ve Öcalan ile görüşme deneyimi var.

Hakan Fidan’ın eksileri: Son MİT krizinde tanık olduğumuz gibi sevmeyeni çok ve bunların bir bölümü devlet içinde önemli pozisyonlara sahip. Ayrıca kendisinin siyasi bir kimliği olmadığı için Öcalan ile eşit bir konumda değil. Atacağı adımlarda mutlaka siyasi desteğe ve bunun kalıcı olmasına ihtiyacı var.

Başbakan Erdoğan’ın artıları: PKK’nın silahsızlandırılmasının, hem kendi siyasi geleceği, hem Türkiye’nin istikrarı için en acil konu olduğunun bilincinde. Arkasında hem çok geniş bir kamuoyu desteği var, hem de devlet aygıtını büyük ölçüde kontrol ediyor.

Başbakan Erdoğan’ın eksileri: İç ve dış rakipleri/düşmanları onun yumuşak karnının Kürt meselesi, dolayısıyla PKK olduğunu çok iyi biliyorlar ve örgütün silah bırakmaması için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu bağlamda, devletin tam olarak kontrolü altında olmayan bölümleri de süreci sabote edebilir. Son olarak, açılımın durmasının ardından benimsediği sert söylem nedeniyle kalplerini kırmış olduğu Kürtlerin bir bölümünü yeniden kazanması zor olabilir. Onun bu süreçte samimi olmadığı, cumhurbaşkanlığı seçimleri için zaman kazanmak istediği yönündeki spekülasyonlar bu çevrelerce benimsenebilir.



Güle güle Ümit

Yıllarca onu “Ümit Enginsoy, Entivi, Vaşington” deyişiyle tanıdık ve sevdik. Çok iyi bir insandı, bir o kadar da talihsizdi. Örneğin 11 Eylül 2001 gününde ABD’de değil de senelik izin için geldiği Türkiye’deydi. Bir an önce dönmek için nasıl çabaladığı hâlâ hatırımdadır.

Daha önceden tanışıyorduk ama 2004 Aralık ayından itibaren 2,5 yıl Washington’da bir tür kader birliği ettik. Acı, tatlı bir yığın olay yaşadık. Kimi zaman tartıştık, kimi zaman paslaştık.

Sonra Türkiye’de yeniden karşılaştık. Ve şu berbat 2012 yılı, son gününde talihsiz arkadaşımızı bizden alıverdi. İyi bir insan, iyi bir gazeteciyi daha kaybettik, çok üzgünüz.

Allah rahmet eylesin.

Yarın: Türk ve Kürt kamuoylarının durumu

Yazının devamı...

Rekabetten kavga bekleyen hayal kırıklığı yaşar

GÜL - ERDOĞAN İLİŞKİSİ

Geçen yıl iç siyasetle ilgili tartışmalarda en çok karşımıza çıkan kavramlardan biri “fitne”, diğeriyse “nifak”tı. Hemen hemen eşanlamlı olan bu iki kavramla en çok AKP hükümetiyle Fethullah Gülen cemaati arasındaki ilişkileri sorgulamaya kalktığımızda karşılaştık. MİT krizinin iyice alenileştirdiği iktidar mücadelesi belli bir tempoda, kimi zaman şiddetlenip kimi zaman hafifleyerek sürerken, buna dikkat çekmek isteyen üçüncü şahıslar, her iki tarafın sözcüleri tarafından “fitne çıkarmak“ veya “nifak tohumları ekmek”le suçlandı. İki tarafı da sevmeyen bazı iç ve dış odakların bu mücadeleyi kızıştırmak istediği muhakkak. Öte yandan şu ya da bu nedenle tercihini taraflardan birinden yana yapıp varolan iktidar mücadelesini bambaşka boyutlara taşımak isteyenler de oldu ve bundan sonra olacaktır. Ne var ki bu tür çıkar hesapları yapanların varlığı AKP ile Gülen cemaati arasındaki mücadelenin varlığını örtemiyor.

Söyleşinin öncesi ve sonrası

“Fitne” ve “nifak” kavramları Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın arasındaki ilişkiler masaya yatırılmak istendiğinde de sık sık karşımıza çıktı. Eğer Cumhurbaşkanı Sözcüsü Ahmet Sever Temmuz ayı sonunda bize o söyleşiyi vermese (http://www.rusencakir.com/Cumhurbaskani-pekala-yeniden-aday-olabilir-neden-olmasin——Soylesi-Cumhurbaskanligi-Sozcusu-Ahmet-Sever/1793) veya eğer Gül, hükümet çevrelerinin beklediği gibi Sever’i tekzip etse, Çankaya’nın bazı konularda rahatsız olduğu iddiaları sadece siyasi kulislerde konuşulur olmaya devam edecek, kamuoyuna mal olmayacaktı.

Gül’ün en çok kendi siyasi geleceği üzerine iktidar partisinin bazı ileri gelenlerlerinin bazı planlamalar yapmasından ve bunları sanki kendi onayı varmış gibi kamuoyuyl paylaşmasından rahatsız olduğunu o söyleşiden öğrendik. Ama daha sonra yaşanan bazı gelişmelerde Gül ile Erdoğan arasında kimi zaman nüanslarla kendini gösteren fikir ve yaklaşım farklılıkları olduğunu gördük. Basın ve ifade özgürlüğü, idam cezası, 29 Ekim’de yaşanan olaylar, açlık grevleri, ODTÜ olayları gibi kritik konularda yaşanan bu farklılıkları kimileri “danışıklı dövüş” ya da “iyi polis-kötü polis numarası” diye önemsememeye çalışırken, son dönemde Başbakan Erdoğan’ın otoriter bir çizgiye kaydığını ileri süren bazı liberal isimlerse abartılı bir şekilde önemseyip Erdoğan’a alternatif olarak Gül’ü çıkarmaya çalıştılar.

Dönüşüme fren

Gül ile Erdoğan arasındaki ilişkinin, kendilerinin de vurguladığı gibi “kardeşlikten de öte” olduğunu, ikisini de biraz tanıyanlar bilir. Fakat bu ilişkileri aralarındaki farkları geçersiz kılmıyor ve bir tür rekabet içinde olmalarını engelleyemiyor. Peki nedir aralarındaki en temel fark? Bu soruyu cevaplamak için, AKP iktidarının birinci yılının sonunda Prof. Nilüfer Göle ile yaptığım bir söyleşiye (http://www.rusencakir.com/AKP-Neydiler-Ne-oldular-4/49) başvurmak istiyorum. O söyleşinin başlığına Prof. Göle’nin “AKP hem kendi dönüşüyor hem Türkiye’yi dönüştürüyor” cümlesini çıkartmıştım. Gerçekten AKP’nin başarısının ardında ülkeyi dönüştürürken kendisinin (dolayısıyla kendi tabanının) de dönüşmesi yatıyordu. AKP’deki ileri doğru dönüşüm, bu partiye oy vermeyen insanlar için bir tür teminat işlevi de görüyordu. Fakat bir süredir iktidar partisinin kendi dönüşümünü durdurup ülkeyi dönüştürmeyi sürdürmeye çalıştığını görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında, eskisi gibi çifte dönüşümde ısrar eden Gül’ün Başbakan’dan farklılaşması son derece doğaldır. Bu farklılığın devamı halinde, her ikisi arasındaki rekabetin Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça daha da yoğunlaşacağını kolaylıkla öngörebiliriz. Ancak daha önce de yazdığım gibi, bu rekabetten bir “kavga”, hele “savaş” bekleyenleri ciddi bir hayal kırıklığının beklediği de aşikâr.



2013’te iyimserliği elden bırakmayalım

2012 çok kötü, hatta berbat geçti diyebiliriz. Ama geçmişe takılıp kalmayıp önümüze bakmalıyız. Her ne kadar objektif veriler kötümserliğe zemin hazırlasa da 2013 konusunda iyimserliği ön plana çıkarmak lazım. Galiba bu yıl iki temel konu ülkemizin kaderini yakından belirleyecek: İlki tabii ki Kürt sorunu, ikincisi Suriye’den hareketle bölgesel sorunlar. Hürriyet Gazetesi’nin Okan Konuralp imzalı dünkü manşetinden MİT ile Öcalan arasındaki görüşmelerin olumlu seyrettiğini öğrendik. Hedef kuşkusuz PKK’nın silah bırakması. Ancak Öcalan’ın ikna edilmesi ve ardından onun örgütü ve genel olarak hareketi ikna etmesi çok kolay olmayabilir. İçerden çıkabilecek dirençlere ek olarak çatışma ortamının sürmesini arzulayan iç ve dış odakların ellerinden geleni artlarına koymayacakları malum.

Suriye konusu galiba biraz daha karışık. Öncelikle Esad rejimi beklenenden daha dirençli çıktı, direnişini sürdürmesi halinde iç savaş daha da kızışacaktır. İkinci olarak, Esad giderse yerine kimin geleceği, Suriye’de nasıl bir rejim inşa edileceği belirsiz. Ve nihayet, Suriye’den sonra sıranın İran’a gelme ihtimali çok yüksek.

Yine de biz 2013’ün ülkemize ve bölgemize barış getireceği temennimizi dile getirelim ve bu hedef için çabalamaya söz verelim.

Herkese sağlık, mutluluk ve barış dolu bir 2013 diliyorum.

Yazının devamı...

Kürt sorununda tüm taraflar bilerek ya da bilmeyerek çözümsüzlüğe çalıştı

MİT krizini 2012’nin en önemli olayı olarak görüp, yeni tip iktidar savaşlarının yıla damgasını bastığını kabul ediyorsak ilk olarak Kürt sorununa bakmamız gerekecektir. Öyle ya, özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya, eski ve yeni müsteşarlar başta olmak üzere MİT görevlilerini KCK soruşturması kapsamına ifade vermeye çağırmıştı. Daha sonra savcının onlara esas olarak Oslo’da PKK temsilcileriyle yapılan görüşmeleri soracağı ortaya çıktı.

Görüldüğü gibi Kürt ve PKK sorunlarının nasıl çözüleceği konusunda devlet içinde çok köklü görüş ayrılıkları var. Öyle ki, PKK ile doğrudan görüşmelere karşı olan taraf, hükümeti karşısına alma riskine rağmen Oslo sürecini baltalamak için elinden geleni yapabiliyor ve bu uğurda polis ve adliyeyi kolaylıkla devreye sokabiliyor.

Hayal kırıklıkları

Bununla birlikte devlet içindeki farklılıkları “güvercinler” ve “şahinler” olarak kategorileştirmek hiç de kolay olmayacaktır. Örneğin Oslo sürecine ve MİT’e tümüyle sahip çıktığı için “güvercin” denebilecek olan Başbakan Erdoğan 2012’de genel olarak “şahin” politikalara destek verdi. Tek başına, “Kürt sorunu, Kürt kardeşlerimizin sorunları var” yaklaşımının Erdoğan’ı yıllarca geriye attığı açıktır. Aynı şekilde, Öcalan imasıyla idamı yeniden getirme önerisi; BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için sarf ettiği çabalar ve nihayet açlık grevlerine karşı takındığı tutumu da hatırlayınca Erdoğan’ın geride bırakmakta olduğumuz yılda Kürt sorununun çözümünden çok çözülmemesine katkı sağlamış olduğu anlaşılır.

Başbakan’ın Uludere/Roboski faciasını örtbas etme gayretlerinin 2012’de tam bir hayal kırıklığı yaratmış olduğu da muhakkaktır. (İlginçtir, MİT krizinde, MİT’e ve Erdoğan’a karşı tavır alanlar Uludere olayını da MİT ve Erdoğan’ın yıpratılması için sonuna kadar kullandılar, kullanmaya devam ediyorlar. Bunu yaparken mecburen Kürt sorunu ve Kürtler hakkında daha yumuşak bir dil kullanıyorlar.) Erdoğan’ın bu şaşrıtıcı tutumu nedeniyle Roboski’nin, Ali Akel’in tabiriyle “Kürtlerin Kudüsü” olduğu, özellikle dindar Kürtlerin zaten başlamış olan iktidar partisinden uzaklaşmasını hızlandırdığı da aşikârdır. (http://rusencakir.com/Soylesi-Turk-ve-Kurt-Islamcilarin-yollari-hizla-ayriliyor—-Ali-Akel/1881 )

2012’de sıklıkla dindar Kürtlerin dönüşümü ve siyasi tercihlerindeki değişiklikleri tartıştık, 2013’te daha da tartışacağa benzeriz. Bu açıdan Hizbullah’a yakın isimlerin kurduğu Hüda-Par’ın neler yapabileceği, AKP ve BDP dışında üçüncü bir güç olup olamayacağının cevabı bu yıl daha da şekillenebilir. (İlgilisi şu yazımıza bakabilir: http://rusencakir.com/Huda-Par-ne-yapar/1901 )

BDP, PKK ve Öcalan

2012’nin Kürt sorununun çözümü konusunda bir kâbus yılı olmasının tek sorumlusu kesinlikle hükümet değildir. “Devrimci halk savaşı” gibi hedefle şiddeti tırmandıran, özellikle Hakkari bölgesinde bunun provalarını yapan PKK’nın somut bir kazanım elde edemediği açıktır. Bununla birlikte 2012’de devletin PKK’yı askeri açıdan tasfiyesinin kolay kolay mümkün olmadığını da gördük.

Geride bıraktığımız yılda PKK kent merkezlerinde başta güvenlik güçleri olmak üzere devlet memurlarını hedef alan kaçırma ve suikastlerle de dikkat çekti. (CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün kaçırılmasının yarattığı şok hâlâ hafızalarda) Bu arada Gaziantep’teki kör terör saldırısını da unutmamak gerekiyor.

Şemdinli kırsalında BDP’li bir grup milletvekiliyle PKK militanlarının kucaklaşmasının 2012’in en çok konuşulan olaylarından biri olduğunu biliyoruz. BDP’nin Türk kamuoyu nezdinde zaten epey azalmış olan güvenilirliği bu kucaklaşmanın görüntüleriyle yok olmaya yüz tuttu. BDP, cezaevlerindeki açlık grevlerinde de etkili bir şekilde inisiyatif alamayarak çözüm konusunda “vazgeçilmez bir aktör” olduğu iddiasına iyice gölge düşürdü.

Buna karşılık Öcalan, kardeşi üzerinden yolladığı mesajla açlık grevlerini hemen sonlandırarak, her şeye rağmen “baş aktör” olmayı sürdürdüğünü kanıtladı. 2012’de sesini pek duymadığımız Öcalan’ın yeni yılda iyice ön plana çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. Fakat hükümetin PKK ve BDP’yi baypas ederek tüm süreci Öcalan üzerinden yürütme stratejisinin başarılı olup olamayacağı belirsiz. En azından, hükümetle bariz bir iktidar mücadelesine girmiş olan çevrelerin, bu kadar kolay bir çözüme izin vermek istemeyebileceklerini söyleyebiliriz.

Yarın: Erdoğan-Gül rekabenin geleceği

Yazının devamı...

7 Şubat süreci bitmedi biteceğe de benzemiyor

YILIN OLAYI: MİT KRİZİ

Her ne kadar Uludere/Roboski faciası bütün bir yıla damgasını basmış olsa da 28 Aralık 2011’de yaşanmıştı, bu nedenle 2012 yılının Türkiye’deki en önemli olayının MİT krizi olduğuna inanıyorum. Bilindiği gibi 7 Şubat 2012 günü, İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya, KCK soruşturması kapsamında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner, eski müsteşar yardımcısı Afet Güneş ve iki MİT görevlisini ifade vermeye çağırmıştı. Savcının MİT yetkililerine esas olarak Oslo’da PKK ile süren görüşmeleri soracağının anlaşılmasıyla olay hemen siyasi bir havaya büründü. Ardından hükümet duruma el attı; savcı Sarıkaya soruşturmadan alındı, yeni bir yasayla MİT görevlileri adliye karşısında hükümetin kalkanına sahip oldular.

O günden bugüne nerdeyse bir yıl geçti ama MİT krizi unutulmadı; örneğin Başbakan değişik vesilelerle konuyu hep gündemde tuttu, ifadeye çağırmanın kendisinin nekahat dönemine denk gelmesinin altını çizdi ve “alacaksanız beni alın” diye meydan okudu.

Peki neden? Olayın vahametini, hükümete yakınlığıyla bilinen SETA Vakfı’nın Başkanı Taha Özhan’ın savcının attığı adımı “yeni Türkiye’ye karşı bir sabotaj girişimi” olarak tanımlayıp buna “7 Şubat müdahalesi” adını takmış olması çok iyi özetliyor. Başbakan’ın da birkaç kez telaffuz ettiği gibi, hükümet çevreleri krizin ardında “yargı vesayeti” arayışları olduğuna inanıyorlar ve bunun sadece ulusal değil, uluslararası, hatta küresel boyutları olduğuna inanıyorlar.

Özhan, olaydan 10 gün sonra Sabah Gazetesi’nde kaleme aldığı yazıda şöyle yazmıştı: “7 Şubat’ı geçmiş darbe ve girişimlerinden ayıran en önemli özelliği ise açtığı görünmeyen yaranın görünenden daha ciddi olma potansiyelidir. Aynı şekilde, görünen ülke içi iktidara ortak olma girişiminin doğurduğu gerginlikten daha fazla ülke dışarısında Türkiye’ye dair hesaplar bulunmaktadır.”

MİT Krizi’nin Türkiye’de yeni tür iktidar savaşlarının ilk ciddi dışavurumu olduğunu savunuyorum. (İlgilenenler http://rusencakir.com/Erdogan-Gulen-iliskisi-dun-bugun-yarin-1-Kokleri-derinlerde-olan-bir-rekabet/1672) Bilindiği gibi özellikle 2007 genel seçimlerinin ardından hükümet askeri vesayeti sonlandırmak için başta Fethullah Gülen cemaati olmak üzere bazı odaklarla stratejik işbirliğine girdi ve zorlu bir sürecin (Ergenekon, Balyoz vs.) sonucunda TSK’nın siyasetin dışına itilmesi büyük ölçüde başarıldı. Fakat ortak düşmanın tasfiyesinin ardından ittifakın bileşenleri arasında daha fazla iktidara sahip olmak için kıyasıya bir rekabet ve mücadele başladı.

Tarafların adını koymak

Önceki gün TRT-1’de, 7 Şubat sürecinin teorik altyapısını oluşturan isimlerden Taha Özhan’ın moderatörlüğündeki Enine Boyuna adlı programda Başbakan Erdoğan, iktidar partisi ile Gülen cemaati arasında iktidar mücadelesi bulunduğu iddialarına gülüp geçtiğini söyledi. Başbakan’ın her güldüğüne gülüp her ağladığına da ağlamamız diye bir şey herhalde söz konusu olamaz. Nitekim AKP hükümeti ile Gülen hareketi arasında bir tür iktidar mücadelesi yaşandığı hiç de gülünüp geçilecek bir iddia değildir. İlgilenenlere ilki 17 Şubat 2012 günü çıkan (http://rusencakir.com/Erdogan-Gulen-iliskisi-dun-bugun-yarin-1-Kokleri-derinlerde-olan-bir-rekabet/1672) beş günlük “Erdoğan-Gülen İlişkisi: Dün-Bugün-Yarın” başlıklı dizimi hatırlatırım.

Bu mücadeleyi alenen sürdürmek her iki tarafın da aleyhine olabilir; her iki tarafta da farklı kişiler bu mücadeleye farklı şekilde bakıyor olabilir, örneğin kavganın şiddetlenmesini arzulayıp yangına körükle gidenler olduğu gibi, barış veya en azından ateşkes sağlanması için didinenler bulunabilir ama bütün bunlar ortada bir mücadele olduğu gerçeğini gölgeleyemez.

Tabii bu arada taraflar ellerini daha fazla güçlendirmek için üçüncü şahısları (onların bilgisi dahlinde veya değil) devreye sokmak isteyebilir; hatta her iki taraftan da hoşlanmayan bazı üçüncü şahıslar mücadeleyi bir savaşa dönüştürmek için ellerinden geleni yapıyor olabilirler.

Bize düşen, belli bir mesafeden bu mücadeleyi gözleyip, okuyucuları olabildiğince objektif bir şekilde bilgilendirmektir.

Çünkü 28 Şubat erken bitti ama 7 Şubat süreci daha süreceğe benziyor.

Yarın: Kürt sorununda çaresizlik yılı

Yazının devamı...

Şayet

Şayet hükümet TSK jetlerinin Uludere Roboski (Ortasu) köyünden 34 kişinin ölümüne yol açmasının ardından makul bir süre içinde kamuoyuna taminkâr bir açıklama yapmış olsaydı;

Şayet medya hızlı bir şekilde olay yerine gidip kamuoyunu bilgilendirme yoluna gitseydi;

Şayet çok zaman geçmeden devletin en üst düzey isimleri açıkça özür dileseydi;

Şayet iki gün sonra ülkemizin tüm camilerinde Cuma hutbesinde bu facia “kardeşlik” ekseninde ele alınsaydı;

Şayet 34 vatandaşın ölümüne tüm ülke birlikte üzülüp, hayatlarını kaybedenler için dua etseydi, cenaze namazları ülkenin dört bir tarafında hep birlikte kılınsaydı;

Şayet olayın sorumluları hızla saptanıp hak ettikleri şekilde cezalandırılsaydı;

Şayet birinci yılında bu facia yine tüm ülke tarafından hep birlikte anılsaydı ne olurdu?

Kaçırılan fırsatlar

Seçilmişleri yeni bir tür vesayet altına almaya çalışanların eline böylesine güçlü bir koz verilmemiş olurdu.

Hükümetin şeffaflık iddiasının üzerine bu kadar büyük bir gölge düşmezdi.

Ölenler geri gelmezdi ama bu facianın zaten zayıflamış olan kardeşlik bağlarını iyice kopma noktasına getirmiş olmasının önü alınırdı.

İstikrarsızlığa oynayanlar kazanamaz, barış yanlıları güçlenirdi.

Kürt sorunun çözümünde umutsuzluk değil umut öne çıkardı.

Sonuçta çok iyi olurdu.

Ama maalesef çok kötü oldu.

Şerafettin Bey’e borçluyuz

Şerafettin Elçi muhafazakâr kimliğiyle tanıdığımız bir Kürt milliyetçisiydi. Uzun yıllar merkez partilerinde yer aldı, Bayındırlık Bakanlığı yaptı. Yıllar boyu sistemin en güçlü isimlerine Kürtlükten korkmamaları gerektiğini anlamaya çalıştı ama sistem onun elçiliğini kabul etmek yerine kendisine hep zulmetti.

Son seçimlerde AKP listelerinden TBMM’ye girse şaşırmazdık. Ama iktidar partisi Güneydoğu’da düşük profilli isimleri tercih etti. O da BDP’nin desteğiyle bağımsız olarak seçildi. Bu tercihi nedeniyle Kürt siyasi hareketi içinden bazı isimler onu çok sert eleştirdiler, hatta kendisine hakaret de ettiler. Sonuçta çok ayıp ettiler. Eğer eleştirilecek bir kişi ya da kurum varsa bu Elçi ya da BDP değil, AKP idi.

Öte yandan Elçi’yi eleştirenler, PKK çizgisindeki Kürt hareketinin yaşadığı dönüşümü de anlamadılar veya anlamazlıktan geldiler. Şöyle ki, Elçi’nin ve bir ölçüde de Altan Tan’ın BDP ile yakınlaşması, onların eski çizgilerini terk etmeleriyle değil, büyük ölçüde BDP’nin yaşadığı değişimle alakalıydı.

Şerafettin Elçi’ye Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Kendisine ülke olarak çok şey borçluyuz.

İlgilenenler kendisiyle “Türkiye’nin Kürt sorunu” yazı dizisi için 8 yıl önce yaptığımız bir söyleşiyi şuradan okuyabilir: http://www.rusencakir.com/Turkiyenin-Kurt-Sorunu—-11/14

Yazının devamı...

Milliyetçi olmak tabii ki ayıp değil ama...

Bazıları tekrar olacak ama bu yazıya, ülkemizde Kürt milliyetçiliğinin yükselişte olduğu tezimi nasıl gerekçelendirdiğimi anlatarak başlamam zorunlu:

1) PKK’nın başını çektiği Kürt siyasal hareketi, her ne kadar lider kadroları geleneksel sosyalist söylemi sürdürüp kendilerini “yurtsever” olarak tanımlasalar da adım adım milliyetçi bir çizgiye yöneliyor;

2) Buna paralel olarak farklı İslami/İslamcı yapılanmalarda da ümmetçilikten uzaklaşıp milliyetçiliğe yöneliş yaşanıyor;

3) Dünyadaki farklı örneklerin çoğunda milliyetçi fikirler, elitler tarafından kitlelere enjekte edilir. Ancak Türkiye’deki Kürt milliyetçiliği olgusunda tersi bir durum yaşanıyor, Kürt siyasi elitleri, tabanda yaşanan milliyetçi kabarmaya daha fazla direnemeyerek sol enternasyonalist ya da ümmetçi vizyonlarından milliyetçi çizgilere evriliyorlar.

4) AKP hükümetinin açılım perspektifinden erken uzaklaşıp yeniden güvenlikçi politikaları devreye sokması, özellikle Uludere/Roboski faciasında çok kötü bir sınav vermesi Kürtlerdeki milliyetçi eğilimleri güçlendirmiş durumda;

5) Irak Kürtlerinin adım adım bağımsız devlete doğru gidişi; sayıca az olmalarına rağmen Suriye Kürtlerinin güçlü bir siyasi aktör olarak sivrilmesi Türkiye Kürtlerinin özgüvenini artırıyor...

Kafalar çok karışık

Kürt milliyetçiliğinin ülkemizde yükselişte olduğu tespitinden hareketle birkaç gündür kaleme aldığım yazılara çok tepki aldım. Ama bunların çoğunda Kürt milliyetçiliğinin yükselişte olup olmadığından ziyade ya kişisel niyetim sorgulandı ya da milliyetçiliğin iyi mi yoksa kötü bir şey mi olduğu tartışması öncelendi. Bu tutumdan üç sonuç çıkarabiliriz:

1) Ülkemizde Kürt sorununu, buna bağlı olarak Kürt milliyetçiliğini tartışmak hâlâ çok zor ve riskli;

2) Kürt milliyetçiliğinin yükselişi tespitine dayanak olarak sunduğum gözlemlere fazla bir itiraz yok ama adlandırma konusunda işler fazlasıyla karışık;

3) Daha önemli bir kafa karışıklığı milliyetçiliğin ne olup olmadığı konusunda yaşanıyor.

Siyasetbilimci değil gazeteciyim. Kaldı ki herhangi bir siyasetbilimcinin de bu kafa karışıklığını giderebileceğini sanmam. Kendi adıma konuşacak olursam, milliyetçi değilim, olmaya niyetim de yok ama milliyetçiliği kesinlikle ayıp bir şey olarak da görmüyorum. Dolayısıyla “Kürt milliyetçiliği yükselişte” derken bazı “Kürt yurtseverleri”nin sandığı gibi Kürt hareketini suçlamayı amaçlamıyorum; derdim bir durum tespiti yapmak.

Buna karşılık, Türk ya da Kürt, fark etmez, bazı solcu arkadaşlarımın “ezilen ulus milliyetçiliği kötü değildir” ya da “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kutsaldır” gibi eskilerden kalma önermelerinden hiç mi hiç heyecanlanmadığımı da itiraf etmeliyim.

Çünkü önümüzde çok ama çok acı örnekler var: Mesela Yugoslavya, mesela Irak ve nihayet Suriye’de şu an yaşananlar. Dolayısıyla milliyetçiliğin şu ya da bu nedenle ayrımcılığa, şovenizme ve hatta ırkçılığa dönüşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu akılda tutup Türkiye’nin geleceğini şu ya da bu etnik gruptan milliyetçilerin tek başına belirlemelerine izin vermemek gerekiyor.

Kürt sorununu Şerafettin Elçi’siz çözmek daha da zor olacak. Allah rahmet eylesin.



Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür

Ülkenin dört bir tarafındaki üniversitelerin rektörlerinin, bir linç görünümü kazanan, ODTÜ öğrencilerini ve onları sahiplenen hoca ve yöneticilerini kınama furyasına ilk katılanlardan biri de Galatasaray Üniversitesi Rektörü Prof. Ethem Tolga oldu. Onun bu davranışı, benim gibi çok sayıda Galatasaray mezununu rahatsız etti. İlk olarak, çok sayıda öğretim görevlisi, rektörün imzasının kendilerini ve okulu bağlamadığını ilan etti. Bunun devamının geleceğine, Galatasaray camiasının ne yapıp edip bu yarayı saracağına inanıyor ve Prof. Tolga’ya, adı Galatasaray ile özdeşleşmiş Tevfik Fikret’in o çok ünlü şiirini hatırlatmak istiyorum:

“kimseden ümmid-i feyz etmem,

dilenmem perr ü bal,

kendi cevvim, kendi eflakimde

kendim tairim,

inhina tavk-ı esaretten girandır

boynuma;

fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir

şairim.”

Bugünkü dille söyleyecek olursak:

ne bir bağış beklerim kimseden,

ne kol dilenirim, ne kanat,

kendi göklerimde kendi kendime

uçar giderim.

bana eğilmek boyunduruktan bile ağır.

fikri hür, irfanı hür, vicdani hür bir

şairim ben

(Sadeleştiren: A.Kadir)

Yine Tevfik Fikret’le, büyük şairin ölümünün ardından bulunan bir mısrasıyla bitirelim: “Kıran da olsa kırıl, düş fakat eğilme sakın.”

Yazının devamı...

Kürt milliyetçiliğinin yükselişi tespitine tepkiler

Ülkemizde Kürt milliyetçiliğinin yükselişte olduğu teziyle kaleme aldığım yazıya (http://rusencakir.com/Turkiyede-Kurt-milliyetciliginin-yukselisi/1904) çok farklı açılardan eleştiri ve yorumlar geldi. Çok hassas ve aynı ölçüde hayati olması nedeniyle bu konunun değil tartışılması, ifade edilmesinin bile tehlikeli, dolayısıyla yanlış olduğunu düşünenler var. Ama tam tersine bu kadar kritik bir konuyu cesur ve özgürce tartışmamak tehlikeli olacaktır. O nedenle kaldığımız yerden devam edelim.

Tepki ve eleştirileri iki gruba ayırabiliriz. Ama her grubun içinde farklı tavır alışlar bulunduğu bir gerçek. İlk olarak Kürt olmayan okurlardan gelenlere göz atalım (Okurun, burada basitleştirerek özetleyeceğimiz tepkilere yabancı olmadığı muhakkak):

1) Milliyetçiliğin iyi bir şey olduğunu düşünen, dolayısıyla kendilerini Türk milliyetçisi olarak görenlerin büyük kısmı, Kürt milliyetçiliğinin yükselişte olduğunu ileri sürmeyi tehlikeli, yanlış buluyor ve bu tespitin esas amacının PKK’yı şirin ve masum göstermek olduğunu düşünüyorlar. Onlara göre Kürt milliyetçiliği değil, olsa olsa “Kürt ırkçılığı” söz konusu olabilir.

2) Özellikle geçmişlerinde (ve bugünlerinde) bir şekilde sol ile bağlantı bulunan, dolayısıyla milliyetçilik konusunda mesafeli olanlarsa Kürt milliyetçiliğinin yükselişte olduğu tespitini, Kürt hareketini suçlamanın yeni bir argümanı olarak şevkle benimsiyorlar.

3) Az sayıdalar ama, Türk ve Kürt milliyetçiliklerini “ezen” ve “ezilen” şeklinde ayırıp karşılaştırarak ikinci tür milliyetçiliği bir tür “mücadele” ve “direniş” imkanı olarak olumlayan solcular da bulunuyor.

4) Kürt sorunu olgusuyla hiçbir şekilde yüzleşmek istemeyenlerse, Kürt milliyetçiliği olgusunu tartışmaya yanaşmayıp örneğin Güneydoğu’daki aşiret sistemini sorgulamaya, işin içinde dış parmak aramaya devam ediyorlar.

Kürtlerden gelen tepkiler

1) Kürt siyasi hareketinin elitlerinde sosyalist solun etkisi güçlü bir şekilde sürdüğü için milliyetçiliğe hâlâ genellikle olumsuz anlam yükleniyor ve “Kürt milliyetçiliğinin yükselişi” tespiti önyargılı, yanlış ve artniyetli bulunuyor.

2) Bazıları, yaşanan baskı ve zulümlere dikkat çekerek Kürt milliyetçiliğinin yükselişinin arzu edilmese de kaçınılmaz olduğunu vurguluyor.

3) Alenen Kürt milliyetçisi olduklarını söyleyenlerin bir kısmı, bunun illa ayrılıkçılık anlamına gelmediğini, eşit yurttaşlık temelinde yeni bir toplumsal sözleşmeye milliyetçi olsun, olmasın Kürtlerin de onay vereceğini söylüyor.

4) Geriye kalan deklare Kürt milliyetçileriyse ayrılıkçı pozisyonlar alıp, birarada yaşamanın yeniden nasıl mümkün kılınabileceğine yönelik tartışmalara girmeye bile tenezzül etmiyorlar.

Cevap niyetine

Milliyetçiliğe olumlu anlam yükleyen Türklerle, olumsuz bakan Kürtlerin, “Kürt milliyetçiliğinin yükselişi” önermesinden ayrı ayrı rahatsız olmaları ve bunun ardında bir çapanoğlu aramaları tesadüf olmasa gerek. Her iki taraftan da gelen komplocu yaklaşımları bir ölçüde hafifletmek için “Kürt milliyetçiliğinin yükselişi” tespitini nasıl bir süreç sonunda geliştirdiğimi anlatmak isterim:

1) Kürt siyasi hareketinde milliyetçiliğin ana damar haline geldiğini kavramamın miladı 2010 Newrozudur. Diyarbakır Newroz Alanı’ndaki kutlamalar hakkında yazdığım ilk yazıya “Mesafe çok kötü bir şekilde açılıyor” (http://rusencakir.com/Diyarbakirdan-Nevruz-izlenimleri-Mesafe-kotu-bir-sekilde-aciliyor/1282) başlığını atmamın nedeni o gün o alanda Kürt milliyetçiliğinin kitlesel bir dışavurumuna tanık olmamdı. Newroz değerlendirmelerimi ertesi gün “Yüzleşmemiz gereken gerçekler” başlığıyla (http://rusencakir.com/Nevruzun-ortaya-cikardigi-yuzlesmemiz-gereken-gercekler/1283) sürdürdüm ama açık söylemek gerekirse, hep aklımdaki ve dilimin ucundaki “Kürt milliyetçiliğinin yükselişi”yle adını koyarak yüzleşmekten kaçındım.

2) Bir yandan Kürt siyasi hareketinin İslamiyete karşı dışlayıcı tutumunu terk etmesine paralel olarak dindar Kürtlerle arasındaki mesafenin hızla kapanmaya yüz tutmasını; diğer yandan düne kadar Kürt sorununa el atmaktan çekinen Hizbullah başta olmak üzere Kürt İslamcılarının bu konuda yer yer PKK’dan bile radikal pozisyonlar almaya başlamasında da ana nedeninin tabandaki milliyetçi damar olduğunu gözledim. Şöyle basitleştirebilirim: solcu Kürtler “enternasyonalizm”den, İslamcı Kürtler de “ümmetçilik”ten uzaklaşıp milliyetçilik paydasında buluşmaya yönelmiş durumdalar.

3) Nihayet yaklaşık bir yıl önce yaşanan Uludere/Roboski faciasının ve hükümetin bunun üzerine gitmek yerine örtbas etmeyi tercih etmesinin, bu buluşmayı alabildiğine hızlandırdığını söyleyebiliriz.

Bu nedenle Roboski, Ali Akel’in deyimiyle “Kürtlerin Kudüsü”, diğer bir deyişle de Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğinin tırmanışında dönüm noktası olmuştur.

Tartışmayı sürdüreceğiz.

Yazının devamı...

Türkiye’de Kürt milliyetçiliğinin yükselişi

Geçen yıl Ekim ayında “Kürt hareketini anlamak” başlığıyla iç içe geçmiş dört analiz kaleme almıştım. Bunların üçüncüsü “Kürt hareketi solcu mu, milliyetçi mi?” başlığını taşıyordu (http://www.rusencakir.com/Kurt-hareketi-solcu-mu-milliyetci-mi/1592) ve hareket içinde yer alıp milliyetçiliğe soğuk bakan kişilerin tepkisini çekmişti.

O yazıda Kürt siyasi hareketinin hem gücünün, hem güçsüzlüğünün kaynağında milliyetçiliğin bulunduğunu ileri sürmüştüm. Aradan geçen bir yılı aşkın sürede bu önermenin doğru olduğuna iyice kanaat getirdim. Yine aynı sürede (yazılarımda da sık sık ifade ettiğim gibi) Kürt siyasi hareketinin alabildiğine güçlendiğini ve bunu da esas olarak milliyetçi söylemin daha fazla ön plana çıkmasına borçlu olduğunu gözledim.

Burada ciddi bir paradoks mevcut: Hareketin yasal ve yasadışı kollarında yönetici/lider konumda bulunan kişiler milliyetçi bir dil kullanmaktan kaçınma ısrarlarını sürdürüyorlar. Örneğin farklı Kürt gruplarını bir araya getirmekle uğraşmaktan çok, “tüm Türkiye’yi kucaklama” idealini korumaya çalışıyorlar. Ancak örneğin, onların Türk solundan bir dizi grupla birlikte Halkların Demokratik Kongresi (HDK) adlı yeni bir oluşuma gitme kararının tabanı pek heyecanlandırmadığını da görüyoruz.

Yönetici elitlerin “sol bir yurtseverlik” iddiasına rağmen ana eksenin milliyetçilik olması, bu hareketin gidişatının “tavan” değil “taban” tarafından belirlendiğinin göstergesidir. Bu durumun böyle sürmesi halinde Kürt hareketinin tabanının ergeç bir şekilde tavanı da kendi milliyetçi söylemine uygun bir şekilde değiştireceğini düşünebiliriz.

Milliyetçiliğin nedenleri

Ülkemizde Kürt milliyetçiliğinin yükselişinin birçok nedeni var. Bunların bazılarını hızlı bir şekilde şöyle sıralayabiliriz:

1) Daha 21. yüzyıl başlamadan dünyada küreselleşme ile kimlik siyasetlerinin birbirlerini besleyerek ana eğilimler haline geldiklerine tanık olduk. Öyle ki birçok ülkeden, kimi zaman etnisiteye, kimi zaman dine, kimi zaman da mezhebe dayalı olarak yeni ülkeler çıktı ya da bazı ülkelerin idari yapısında köklü değişiklikşer yaşandı;

2) Komünist bloğun çökmesiyle beraber solun yaşadığı derin ideolojik buhrandan PKK da ciddi olarak etkilendi ve dilini, sembollerini, stratejilerini yeni döneme uyarlamaya çalıştı. Buna bağlı olarak milliyetçilikle arasına kurmuş olduğu barajları da yıkmaya başladı;

3) Devletin ret ve inkar politikaları ve bunlarla elele giden, yer yer şovenizme varan Türk milliyetçiliği kendi zıddını doğurdu ve besledi;

4) Devletin Kürt hareketini acımasız bir şekilde bastırmaya çalıştığı 1980 ve 1990’lı yıllarda doğup büyümüş kuşaklar soldan çok milliyetçiliğe yöneldi;

5) Devletin Kürt hareketini frenlemesi amacıyla açık ya da örtük teşvik ettiği Kürt dindarlığı ve İslamcılığı, özellikle AKP’nin açılım perspektifinden uzaklaşmasının yarattığı hayal kırıklığıyla birlikte ümmetçilikten ziyade milliyetçiliğe yönelir oldu;

6) Bölge ülkelerinde Kürtlerin katettikleri mesafeler, özellikle Irak’ta bağımsız Kürt devletine epey yakınlaşılmış olması da sadece Kürt milliyetçiliğini güçlendirmekle kalmadı, gözden düştüğü sanılan “bağımsız devlet” ve “birleşik Kürdistan” gibi fikirlerin yeniden filizlenmesine vesile oldu.

Yakın geleceğe bakış

Burada keselim ve yakın gelecekte neler olabileceğini tartışmaya çalışalım. Birkaç gündür Kürt sorununun farklı algılanışları üzerine bir dizi yazı yazdım. Bu yazılara özel olarak “Artık bana kardeşim deme” (http://www.rusencakir.com/Artik-bana-kardesim-deme/1898), “Peki Batı’daki Kürtler ne olacak?” (http://www.rusencakir.com/Peki-Batidaki-Kurtler-ne-olacak/1902), “Yıllarca birbirimizden kız alıp vermişiz” (http://www.rusencakir.com/Yillarca-birbirimizden-kiz-alip-vermisiz/1903) gibi “rahatsız edici” başlıklar attım. Artık hiçbir işlerliği kalmamış eski tip entegrasyon ve asimilasyon yöntemleri yerine eşit yurttaşlık temelinde yeni bir toplumsal sözleşme yapılmasını savunan bu yazılar doğal olarak milliyetçileri rahatsız etti; ama her ikisini birden, yani hem Türk, hem Kürt milliyetçilerini.

Türk milliyetçileri, yıllardır süren yanlışın gönüllü suç ortağı oldukları ve bu durum kendilerine hatırlatıldığı için rahatsız oluyorlar. Kürt milliyetçileriniyse, yaşanan bütün olumsuzluklara, kötülüklere rağmen Türkiye toplumunun barışçı, eşitlikçi ve demokratik bir sözleşme yapması gerektiği ve bunu pekala başarabileceği fikri rahatsız ediyor.

Eğer hükümet Kürt sorununda bir süredir izlediği çizgiyi, muhalefet partileri de bu statükoya desteği sürdürürlerse ülkemizin her iki milliyetçiliğe teslim olması kaçınılmaz görünüyor. Dikkatinizi çekerim, “uzak” ya da “orta” değil “yakın” vadeden söz ediyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.