Şampiy10
Magazin
Gündem

Hizbullah’ın partisi dindar Kürtlerin dönüşümünü durdurabilir mi?

Lafı dolandırmadan bir “açık sırrı” ifşa etmek yararlı olabilir: Ülkeyi kim, hangi anlayışla yönetirse yönetsin, hükümette hangi parti (ya da partiler) olursa olsun, dindar Kürtler cumhuriyet tarihi boyunca rejimin sigortası olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında Şeyh Said isyanı başta olmak üzere bazı Kürt ayaklanmalarında din motifinin yer yer öne çıkması da, bunların bastırılmasında yine dinsel motiflere ve başka dindarlara başvurulmuş olduğu düşünüldüğünde bu saptamanın doğruluğuna gölge düşüremez.

Bu açıdan bakıldığında, Kürt sorunu üzerine son dönemde yapılan tartışmaların, esas olarak dindar Kürtlerde yaşanmakta olan dönüşüm etrafında sürmesi son derece doğaldır. Çünkü bu dönüşümün tamamlanması rejimin sigortasını kaybetmesi anlamına gelecektir ki bu durumda neler yaşanabileceğini tartışmaya soyunmak bile ürkütücü olabilir.

Dönüm ve kırılma noktaları

Temmuz ayı ortasında yazdığım bir yazıda (http://rusencakir.com/Kurtlerin-donusumu/1784 ) dindar Kürtlerdeki dönüşümün 4 ana nedeni olduğunu ileri sürmüştüm. Bunlar özetleyecek olursak:

1) Kürt siyasi hareketinin İslam dinine ve dindarlara yönelik üslubunu büyük ölçüde değiştirmiş olması;

2) Demokratik açılım sürecinin askıya alınması ve güvenlikçi politikaların devreye sokulmasının yarattığı hayal kırıklıkları ve savrulmalar;

3) AKP’nin son seçimlere Güneydoğu’da düşük profilli adaylarla girmiş olması;

4) Roboski (Uludere) faciası ve başta Erdoğan olmak üzere iktidar partisi yetkililerinin bu konuda sergiledikleri tutum.

Yani açılımın durması “dönüm”, Roboski ise “kırılma” noktası oldu. Bu facianın birinci yılı yaklaşırken dindar Kürtlerin bulundukları ruh halini ve durdukları pozisyonu en iyi şekilde, kendisi de dindar ve Kürt olan gazeteci Ali Akel tasvir etti. Onun söyleşimizin başına çıkardığımız “Türk ve Kürt İslamcıların yolları hızla ayrılıyor” cümlesi gelinen noktayı çok iyi özetliyor. Akel söyleşisinin ardından değişik gazetelerde bazı İslamcı şahsiyetler, eski ve yeni AKP yöneticileriyle yine aynı tema üzerine söyleşiler yapıldı. Onlar da dindar Kürtlerin devletten (ve iktidar partisinden) uzaklaşıp BDP/PKK çizgisine yaklaştıkları gözlemlerini dile getirdiler. Fakat iktidar partisi yöneticileri bu uyarıları önemseyip gereğini yapmak yerine bunları ifade edenleri eleştirmeyi tercih etti ve bunun sonucunda medyaya konuşan AKP Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan istifa etmek zorunda kaldı.

Devlet-PKK ikileminde Hizbullah

Kürt sorununun esas olarak dindar Kürtler üzerinden konuşulduğu bir dönemde Kürt İslamcılığının en güçlü odağı olan Hizbullah’ın Hür Dava Partisi (Hüda-Par) adıyla yasal bir parti kurmaya soyunması doğal olarak son derece dikkat çekici. Hüda-Par üzerine yapılan birbirinden farklı değerlendirmelere baktığımızda (PKK’ya yakın çevrelerin bu konuyu şimdilik pek gündeme almamış olmaları ilginç) şu sorunun doğrudan ya da dolaylı olarak sorulduğunu görüyoruz: Bu parti devletin (AKP’nin) mi, yoksa PKK’nın mı işine yarar? Hizbullah’ın unutulması imkansız geçmişi hatırlanınca verilen cevaplar genellikle “tabii ki devletin” oluyor.

Halbuki Hüda-Par olayına sadece devlet-PKK ikilemi açısından bakmak ve analizleri Hizbullah’ın geçmişinden (ve geçmişteki alışkanlıklarından) kurtulmasının imkansız olduğu kabulünden hareketle yapmak pek kullanışlı olmayabilir. Hüda-Par hakkında daha ayrntılı bir değerlendirmeyi erteleyip şu aşamada iki düşüncemi ifade etmek istiyorum:

1) Hizbullah’ın yeni stratejileriyle, dindar Kürtlerde yaşanan dönüşümü engellemeyi hedeflediği iddiasını inandırıcı bulmuyorum. Kaldı ki böyle bir iddiası olsa bile bunda başarılı olması mümkün değil. Tam tersine Hizbullah’ın yaşanan bu dönüşümden birinci derecede etkilendiği ve yeni sürece ayak uydurmak için bu stratejileri geliştirdiğini ileri sürebiliriz.

2) Hizbullah’ı devlet-PKK ikileminde otomatik olarak devletin yanına yerleştirmek de bana pek gerçekçi gelmiyor. Hizbullah’ın, devlete sırtını dayayıp PKK ile rekabet etme yerine PKK ile ilişkilerini olabildiğince düzeltip yakın gelecekte ortaya çıkacak yeni statülerde güçlü bir yer edinme arayışında olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamı...

28 Şubat’ın çilesini en fazla o çekti çekmeye devam ediyor

İzzet Salih Erdiş, 28 Şubat sürecindeki yargılama sonucu “somut delil bulunmamasına rağmen” örgüt lideri olduğu gerekçesiyle önce idama sonra müebbete mahkum oldu. Eserlerinde Salih Mirzabeyoğlu maslahını kullanan Erdiş 14 yıldır cezaevinde.

VATAN yazarı Ruşen Çakır, 60’a yakın kitabının dörtte birini ‘içerde’ yazan Erdiş’le cezaevinde konuştu.

Önceki gün öğleden sonra, Bolu F Tipi Cezaevi’nde tek kişilik hücrede yatmakta olan Salih Mirzabeyoğlu ile (gerçek adı İzzet Salih Erdiş) yaklaşık iki saat açık görüş yaptım. En son yaklaşık 25 yıl önce sohbet etmiştik, 13 yıl önce de kendisini uzaktan gördüm. Hafif kilo alması ve tabii yaşlanması dışında bıraktığım gibi bir Mirzabeyoğlu bulduğumu söyleyebilirim. Galiba aradan bir çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen pek bir şeyin değişmediğini sohbet sırasında ağzımdan dökülen şu sözler özetliyor: “İnan bana, senin söylediklerini 25 yıl önce de anlamıyordum, şimdi de anlamakta zorlanıyorum!”

Mirzabeyoğlu’nu biraz bilenler, onun kitaplarına şöyle bir göz atmış olanlar ne demek istediğimi çok iyi anlamışlardır. Çünkü o Türkiye’deki İslami hareket içinde bir başka dalga boyutunda yazan, çizen, fikir üreten ve belki de yaşayan biriydi ve hâlâ öyle. “Üstad” gördüğü ve son yıllarında en yakınında olduğu Necip Fazıl Kısakürek’in yoğun etkisi altında felsefi yönü hayli ileri ve derin bir İslamcılık yorumu geliştiren, bunu yine Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” adını verdiği düşüncesinden esinlenerek “İbda” diye adlandıran Mirzabeyoğlu’nu 25 yıl öncesinin ortalama İslamcı söyleminin çerçevesi içinde anlamak, anlamlandırmak zordu, bugün de öyle.

Genç yaşta ideolog

Mirzabeyoğlu ile ilk kez 27 yıl önce, İstanbul Cağaloğlu’nda, takipçilerinin çıkardığı Tavır Dergisi’nin bürosunda karşılaştık. Ben 23 yaşında mesleğe yeni atılmış bir gazeteciydim. O ise 35 yaşında olmasına rağmen çoktan “ideolog” olarak tanımlanıyordu. Kendisiyle Nokta Dergisi’nin “Dinci Gençlikte Patlama” başlığıyla çıkan kapak dosyası için söyleşi yaptım ama benim somut sorularıma son derece soyut ve bir haber dergisinin sınırlarını epey zorlayan cevaplar vermiş olduğu için bunu yayınlama imkanımız olmadı. Bu nedenle bana kızgındı, ama arada sırada Tavır’a uğradığımda çay-sigara eşliğinde sohbetlerimize, mesafeli de olsa devam ettik. (Ben 15 yıl önce bıraktım ama Mirzabeyoğlu günde yaklaşık 3 paket sigara (Tekel 2000) içmeyi sürdürüyor.)

Onu yıllar sonra Metris Cezaevi’nde İbdacı tutukluların 5 Aralık 1999’da çıkarttıkları olaylardan kısa bir süre sonra uzaktan görme şansım oldu. Olayların aslını doğrudan kendilerine sormak için bir ziyaret günü Metris’e gitmiştim ve tanıdığım bazı genç İbdacılarla görüşüyordum. Tam o sırada tel örgülerin diğer tarafında büyük bir hareketlilik oldu ve diğer tutukluların saygı gösterileri arasında içeri Mirzabeyoğlu girdi. En uca oturup ailesiyle görüşen Mirzabeyoğlu’nu ne doğru düzgün görebildim, ne de kendisiyle konuşma imkanım oldu.

Ne kusur işledi?

“Değişmemiş” diyorum ama tam bir çileyle geçmiş 14 yılın ondaki insani, duygusal yönü daha fazla ön plana çıkarmış olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki, o duygusal atmosferde kendisine şu soruyu sorma cüreti bile gösterebildim: “Bu süre içinde İslamiyet ile, Allah ile ilişkini yeniden düşündün mü?”

Sanıyorum 25 yıl önce kendisine bir şekilde buna benzer bir soru sorsam ağzımın payını alırdım ama Mirzabeyoğlu bu soruma hiç kızmadı, hatta belki memnun bile olmuştur ve tereddütsüz şu cevabı verdi: “Bir tek defa bile Allah’a sitem etmedim. Kusuru hep kendimde buldum.”

Peki Mirzabeyoğlu ne kusur işledi ki 14 yıldır içerde, 3 metrekarelik hücrede dışarı çıkma imkanı olmadan ömrünü geçiriyor? Hızla hatırlayalım: Kamuoyu onu, küçük çaplı da olsa bazı terör eylemlerine karışmış olan İBDA-C’nin lideri olarak tanıyor. Nitekim kendisi bu suçlamayla 28 Aralık 1998 günü, büyük kızının okuduğu ilkokulun bahçesinde, eşi ve çocuklarının gözleri önünde gözaltına alındı. Hızlı bir yargılamanın ardından 2 Nisan 2001 tarihinde idama mahkum edildi, idam cezasının kaldırılmasıyla birlikte cezası ağırlaştırılmış müebbete çevrildi.

Nevi şahsına münhasır

Ama tarafsız bir gözle dosyasını inceleyecek bir hukukçu, onun 28 Şubat sürecinin olağanüstü yargısının bir mağduru olduğunu kavrar. Ayrıca benim gibi Türkiye’de İslami hareketi, Mirzabeyoğlu’nu ve İbda/İBDA-C olgusunu az buçuk bilen birileri de sağa sola atılan molotof kokteylleriyle Mirzabeyoğlu arasında doğrudan bağ kurmanın akıldışı olduğunu bilir. Nitekim mahkeme “somut delil bulunmamasına rağmen” onun örgüt lideri olduğuna hükmetti.

28 Şubatçıların çok aradığı günah keçilerinden birisi olduğu için Mirzabeyoğlu’nun başına bunların geldiği açık. Ancak 10 yıldır AKP tarafından yönetilen Türkiye’de onun hücresinde unutulmuş olmasını sadece 28 Şubat’la açıklayabilir miyiz? Sanmıyorum. Örneğin iç içe geçmiş iki nedenin altını çizebiliriz:

1) İslami hareket içinde “nevi şahsına münhasır” bir isim olan Mirzabeyoğlu ve onun başlattığı İbda hareketi, diğer İslami gruplara karşı oldukça mesafeli ve hatta yer yer saldırgan bir tutum benimseyerek baştan yalnızlığı seçmişti;

2) 1990 ortalarından itibaren gerçek güçlerinin çok üstünde bir meydan okuyuşla ortaya atılan İbdacılar çok ciddi darbeler yiyip iyice marjinalleştiler, öyle ki Mirzabeyoğlu’na bile uzun bir süre yeterince sahip çıkamadılar.

“Telegram işkencesi”

Önceki gün, hep olduğu gibi Mirzabeyoğlu anlattı, ben dinledim. Mirzabeyoğlu, cezaevinde yıllar boyunca “Telegram” adını verdiği bir işkenceye maruz bırakıldığını söylüyor, hatta bu konuda iki ayrı kitabı da var (60’ya yakın kitabının dörtte birini içerde yazmış). Avukatlarından Ali Rıza Yaman “telegram”ı şöyle özetliyor:

“Telegram, düşünce formunun, sistem zihniyetinin dışarıdan değiştirilmesi teşebbüsüne ve bu maksatla iradenin, kimliğin, kişiliğin parçalanmasına yönelik olarak yapılan bir işkence türüdür. Telegram, insan iradesini ele geçirerek, istenildiği gibi yönlendirilmeye çalışılması için yapılan yeni bir işkence türüdür. Telegram işkencesinin felsefi, fiziki, ruhi, ilmi, tıbbi, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs... birçok yönü vardır. Şayet bir kişinin bu alanlara dair asgari bir malumatı yoksa kolaylıkla ‘böyle bir şey olamaz’ diyebilir. Elektro- manyetik dalgalarla yapılan işkenceyi bildik hukuk ve tıp mantığıyla ispatlamak pek mümkün değildir. En büyük işkence de budur.”

Mirzabeyoğlu uzun uzun “telegram” yüzünden başına neler geldiğini, sık sık “anlatabiliyor muyum?” diye sorarak anlattı, ben de başımı “evet” anlamında salladım ama anlamış olduğumu sanmıyorum. Yanlış anlaşılmasın, onun iddialarının asılsız olduğunu savunmuyorum; sadece avukatı Yaman’ın da dediği gibi söz konusu alanlarda bilgi sahibi değilim. Yapabileceğim tek şey, devletten, uzmanları görevlendirip Mirzabeyoğlu’nun iddialarını araştırmasını talep etmek olabilir.

Ama daha başka bir talebim daha var: 28 Şubat sürecinde alelacele sonuçlandırılan Mirzabeyoğlu ve onunkine benzer dosyaların mahkemelerce yeniden ele alınmasını mümkün kılacak yasal düzenlemeler yapılması.

Mirzabeyoğlu bana, “Hakikaten cezaevinde yaşayan insanlar var, ama ben öyle biri değilim” diyerek özgürlük beklentisini dile getirdi, ama hemen arkasından şunu da ekledi: “Eğer başka türlü davransaydım şu an burada olmazdım.”

Ne demek istediğini çok iyi anladığımı sanıyorum. Benim tanıdığım Mirzabeyoğlu gurur ve onuruna çok düşkündür, yani çektiği çilelerden kurtulmak veya bunları azaltmak için eğilip bükülecek biri değildir. Umarım onun bu dik duruşu özgürlüğüne kavuşmasını daha da geciktirmez.

Sonuç olarak Mirzabeyoğlu ülkemizde sayıları hiç de az olmayan düşünce suçlularından biridir ve en kısa sürede kendisine yapılan haksızlığın sona erdirilip özgürlüğüne kavuşması sadece o ve sevenleri için değil tüm Türkiye için hayırlı olacaktır.

KİMDİR?

Salih Mirzabeyoğlu tam 14 yıldır cezaevinde


1950’de Erzincan’da doğan İzzet Salih Erdiş’in yazı ve şiirleri lise yıllarında Babıali’de Sabah gazetesinde yayınlanmaya başladı. 1970’li yılların ortalarında Milli Selamet Partisi’ne yakınlığıyla bilinen Akıncılar Derneği’nin kurucularından oldu. Gölge ve Akıncı Güç dergilerini çıkarttı. Necip Fazıl Kısakürek yönetimindeki Büyük Doğu-Rapor (1979-80) seçkisinde yazılar yazdı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra bir süre arandı, ancak tutuklanmadı. 1984’ten sonra yazı hayatına ağırlık verdi. Erdiş 1991’de bir süre tutuklanıp serbest bırakıldı. 1998’de tekrar tutuklandı ve idamla yargılandı. İdam cezası kalkınca ömür boyu hapse mahkum edildi. 60’a yakın kitabı İbda Yayınları tarafından yayınlandı.

Yazının devamı...

MHP ve BDP rahat, AKP ile CHP tedirgin

Yeni yasama yılında TBMM’ye bir Salı günü ilk kez gittim ve kendimi tam bir krizin ortasında buldum. Tabii ki dokunulmazlık krizinden söz ediyorum. Ortada Meclis’i, dolayısıyla siyasi hayatımızı yakından ilgilendiren bir kriz var ama grubu bulunan 4 partiden ikisinin yaşanan ve yaşanması muhtemel gelişmelerden pek şikayetçi oldukları söylenemez. Bunlardan ilki tabii ki BDP’nin tam uç kutubunda yer alan MHP. İkincisiyse siyasi yasağı nedeniyle bağımsız olan Aysel Tuğluk’u da eklersek 10 milletvekilinin dokunulmazlığı tehlikede olan BDP.

Dün Meclis’te BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’ye “Başbakan çok kararlı” dediğimde hiç tereddütsüz “Olsun, biz de çok kararlıyız” karşılığını verdi. Tıpkı Kürkçü gibi 10 vekil arasında yer alan Eşbaşkan Gültan Kışanak da dokunulmazlık konusuna beklenenden az değindiği grup konuşmasında son derece açık ve net mesajlar verdi. Bunlardan ikisinin altını özellikle çizdim. Örneğin “bir yolunu bulur sizi yine rahatsız etmeye devam ederiz” diyerek Meclis’in Kürt siyasi hareketi için mecralardan sadece biri olduğunu vurguladı. İkinci mesaj daha anlamlıydı. Başbakan’ın 1994’te DEP milletvekillerinin tutuklanmasını hatırlatanlara yönelik söylediği “1994 ile 2012’nin koşulları çok farklı” sözlerini doğrulayan Kışanak şöyle devam etti: “Tabii ki bugün 1994’e benzemez. Kürtleri bu kez kovarsanız bu sefer Meclis’e gelip gelmemeyi düşünürler. 1994 tekerrür etmez.”

Fire endişesi

Burada bir parantez açıp AKP liderinin 1994’ü hatırlatıp iktidar partisine uyarıda bulunan “birileri”ne Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü de dahil edip etmediğinin hayli merak uyandırmış olduğunu söyleyelim. Gül olmasa da Erdoğan’ın partisinden, medyaya rahatsızlıklarını alenen dile getirmiş olan Diyabakır Milletvekili Galip Ensarioğlu ve Batman Milletvekili Ziver Özdemir başta olmak üzere bazı isimleri muhatap aldğı kesin. Nitekim dün AKP milletvekilleri Meclis’te değil parti genel merkezinde bir araya geldi ve toplantının basına kapalı bölümü 2.5 saat sürdü. Siyasi partiler, yasa gereği, dokunulmazlıklarla ilgili oylamalar için grup kararı alamıyorlar ancak Erdoğan’ın milletvekillerini kendi çizdiği hattan sapmamaları konusunda net bir şekilde uyardığını öğrendik.

Dokunulmazlık konusu iktidar partisini sadece fire ihtimali nedeniyle değil sonrasında yaşanabilecek olumsuzluklar noktasında da endişelendiriyor. Eğer BDP’liler bu dönemde dokunulmazlıklarını kaybeder, hele hapse girerlerse AKPnin bunun travmatik etkilerinden uzun bir süre kurtulamayacağını öngörebiliriz.

Eski ile yeni arasındaki

Benzer bir endişeyi taşıyan diğer parti ise CHP. Ana muhalefet partisi, lideri Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle “ya hep, ya hiç” stratejisini beimsemiş durumda. Yani diğer dosyaların gelmemesi halinde, her ne kadar yapılanları tasvip etmeseler de BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kalkmasına evet demeyecekleri anlaşılıyor. Ancak ortada çok ciddi iki sorun var:

1) Erdoğan’ın son anda gündeme getirdiği, yüz kızartıcı suçların da işin içine katılması önerisinin CHP’yi tatmin edip etmeyeceği belirsiz;

2) CHP, BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kalkması konusunda “evet” de dese “hayır” da dese, çok parçalı bir halde olan parti grubunun ve buna paralel olarak CHP tabanının bir bölümü kesinlikle tatmin olmayacaktır.

Şöyle ki, Kürt sorununda uzun bir süredir statükocu bir perspektifi benimsemiş olan CHP’nin dokunulmazlıkların kalkması yönünde oy kullanması şaşırtıcı olmazdı. Fakat böylesi bir tavır Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP” iddiasının da berhava olması anlamına gelir. Yani CHP eski ile yeni arasında sıkışmış olmanın bedelini bu krizde bir kez daha ödeyeceğe benzer.

Ne olur?

Dün görüp işitip konuştuklarımın ardından dokunulmazlıklar konusunda şu hızlı sonuçlara vardım:

1) İşin içine yeni dosyalar da katılır ve bu da belli bir gecikmeye yol açar;

2) Bu süreçte Başbakan dokunulmazlıklar konusunu işlemeyi ve sürekli sıcak tutmayı sürdürür;

3) BDP durumdan pek de rahatsız olmaz;

4) Sadece BDP’liler hakkında oylama yapılırsa sanılanın aksine AKP’den ciddi bir fire olmaz, buna karşılık CHP’de oylar dağılabilir.

5) MHP’ye de “AKP sonunda bizim çizgimize geldi” diye proganda yapar.

Yazının devamı...

Uğur Mumcu suikastinde iki soru

Güldal Mumcu’nun, eşi gazeteci Uğur Mumcu’nun öldürülmesini yeniden gündeme taşıyan, “İçimden Geçen Zaman” adlı kitabını duymuş, edinmiş ve belki de çoktan okumuşsunuzdur. Kitap hakkında çok yazıldı, çizildi, ben de yaklaşık 10 gün önce “20 yıldır ödenmeyen ve ödeneceğe de benzemeyen namus borcu” başlığıyla bir değerlendirme kaleme aldım. Ancak kitap ve dolayısıyla Güldal Mumcu’nun yazıp söylediklerinden hareketle yapılan bazı yorumlar üzerine bu olağanüstü hayati konuyu yeniden ele almak ve iki soru sormak istedim.

İlk sorumu, “Mumcu suikasti yeniden araştırılsın” çağrısını yüksek sesle yapanlara yöneltmek istiyorum. Önce bu dosyanın yeniden açılması önerisini sonuna kadar desteklediğimi belirtip sonra sorumu soracağım: Neden, Ergenekon savcılarının Mumcu suikastini (ve tabii onunkine benzer suikastleri) soruşturma zahmetine girmemiş olmalarını da sorgulamıyorsunuz?

Türkiye’nin “derin devleti” ile yüzleşmesi için muazzam bir fırsat olan Ergenekon Davası, bu yapı tarafından kotarıldığı yolunda derin kuşkular olan birtakım suikastleri, faili meçhul cinayetleri doğru dürüst ele almadan tamamlanmak üzere. Savcılar, güvenirlikleri hayli şüpheli bazı “gizli” tanıklara ayırdıkları zamanın çok azını Güldal Mumcu gibi, Cumartesi Anneleri gibi “açık” tanıklara ayırmaya nedense yeltenmediler.

Geçmişin asker kökenli olsun, sivil olsun DGM savcıları, diyelim ki, bilerek ya da bilmeyerek bir şekilde o derin yapının bir parçasını oluşturuyorlardı ve soruşturmaları yokuşa sürdüler, günümüzün özel yetkili savcıları niye bu dosyaların tozlarını silkelemediler?

Derin devletler dayanışması

İkinci sorum Mumcu suikastinden yargılanıp çok ağır cezaya çarptırılanlarla ilgili olacak. Mahkeme suikastin ardında İran’daki “Kudüs Savaşçıları” adlı esrarengiz yapıyla irtibatlı oldukları ileri sürülen Oğuz Demir, Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen’in bulunduğuna hükmetti ve firari olan Demir’in dışındaki iki sanığı müebbet hapse mahkum etti. Mumcu ailesinin ve kamuoyunun büyük kısmının bu kararla tatmin olmadığı açık.

O zaman şu soru kaçınılmaz oluyor: Bir yandan kendi “derin devlet”imizden kuşkulanıp, diğer yandan İran’daki en derin yapılardan birini sorumlu görmek çelişki yaratmıyor mu?

Şahsen yaratmadığı kanısındayım. Ama ortada pekala bir çelişki bulunmadığını kavramak için alışılmış yaklaşımları terk etmek gerekiyor. Örneğin bizdeki derin devletin en temel karakterlerinden birinin “laiklik” olduğu, tam da bu nedenle ülkemize kendi devrimini ihraç etmek isteyen İran devletine mesafeli ve hatta hasmane yaklaştığı varsayımının gerçekle hiçbir alakası yok. Eğer bu varsayım doğru olsaydı, sürekli olarak 10 binlerce İranlının giriş-çıkış yaptığı, hatta yerleştiği Türkiye İran rejim muhaliflerinin merkez üssü olurdu. Halbuki tam tersinin olduğunu, İran rejiminin ülkemizdeki vatandaşlarını çok sıkı kontrol ettiğini ve hoşlanmadığı muhalifleri çok kolay şekillerde tasfiye ettiğini biliyoruz.

Bu noktada, Taraf Gazetesi’nin 9 Nisan 2009 günü manşetten, İranlı muhalif siyasetçi Daryuş Foruhar ve eşi Pervane İskenderi’nin Tahran’daki evlerinde öldürülmelerinin arkasında Ergenekon’un bulunduğunu yazmış olduğunu hatırlatmak isterim. Aramalarda ele geçen bir mektuba dayanılarak dile getirilen bu iddia hakkında, bildiğim kadarıyla Ergenekon soruşturmasında herhangi bir ilerleme kaydedilmedi. Foruhar ve eşini Ergenekon’un öldürmüş olmasının fazlasıyla “gerçeküstü” kaçtığının farkındayım ama Türk ve İran derin devletlerinin yıllar boyunca pek iyi anlaşmış ve birbirlerinin kirli işlerini ellerinin altındaki taşeronlara yaptırmış olma ihtimallerini hiç yabana atmamak lazım.

Yazının devamı...

‘Türk ve Kürt İslamcıların yolları hızla ayrılıyor...’

Gazeteci Ali Akel İslami camia içindeki Kürt sorunu tartışmalarını VATAN’a anlattı. Akel’e göre Uludere/Roboski sorunun dönüm noktalarından biri oldu

Ali Akel 25 Mayıs günü çıkan ve hükümetin Roboski (Ortasu) faciasına karşı tutumunu eleştiren “Özür açıklanmaz, özür dilenir!” başlıklı yazısı nedeniyle, yıllardır çalıştığı, son olarak Washington temsilciliğini yaptığı Yeni Şafak Gazetesi’ndeki işini kaybetti. Akel yakın zamanda Diyarbakır, Hakkari, Van ve Şırnak’ta 10 gün geçirdi, Roboski köylülerini de ziyaret etti. Ardından Mazlum-Der’in İznik’te düzenlediği 2. Kürt Forumu’na katıldı. Kendisiyle yakından tanıdığı İslami camianın, özellikle dindar Kürtlerin, Kürt sorununa bakışındaki değişim üzerine konuştuk:

Türkiye’de İslami hareketin Türkler ve Kürtler diye ayrıştığını söylemek mümkün mü?

Özellikle 1990’lı yılların başlarına göre çok farklı bir durum var bugün. “Türk İslamcılar- Kürt İslamcılar” şeklindeki ayrım kulak tırmalıyor ama Kürt sorunu söz konusu olunca, soruna yaklaşım açısından böyle bir sınıflandırma kaçınılmaz. O yıllarda İslami gruplar oldukça hareketliydi. Bir miting ya da protestonun yaşanmadığı gün olmazdı. “Kürt, Kürdistan” kelimelerinin geçtiği bir döviz her zaman rahatsızlık ve tartışma konusu olurdu. Bugün de durum farklı değil. Bu sene Mazlum-Der’in Ramazan ayında Fatih Camii avlusunda düzenlediği “Roboski’ye Adalet” etkinliği, “Ümmetin yolu Kürdistan’dan geçer mi?” şeklinde bir döviz açıldığı için ellerinde silah, bıçak, satır bulunan bir grubun saldırısına uğradı.



Bölgedeki ve Kürt Forumu’ndaki izlenimlerine dayanarak soruyorum: Sahiden zihinsel bir kopuş var mı? Varsa derin mi?

Evet 10 gün boyunca bölgede İslamcı olsun olmasın oturmadığım grup kalmadı. 20 yıl aradan sonra Mazlum-Der’in gerçekleştirdiği iki günlük Kürt Forumu da benim için tam laboratuvar çalışması oldu. Gezinin başlarında dindar Kürtler bir savrulmadan geçiyor hissine kapıldım. Ortada sanki bir sahipsiz kalma durumu vardı. İlerleyen günlerde yanıldığımı fark ettim. Konuşmalar derinleştikçe şöyle bir manzara ortaya çıktı: Savrulma yok pozisyon belirleme var. Sahipsizlik yok kendi kendini sahiplenme var.

Peki daha önce nasıldı duruşları?

2000’lerin başına kadar en basit ifadesiyle “Müslümanlar iktidara gelince sorun çözülür” düşüncesi varlığını koruyordu. Yanlışlarına rağmen dindar kesimin büyük bir kesimi siyasi dayanak olarak gidip örneğin Refah Partisi’ne yaslanabiliyordu. Fakat on yıllık AK Parti iktidarı, Kürt sorununun “Müslümanların iktidarıyla çözülecek” bir sorun olmadığını ortaya çıkardı. Son 3-4 yılda yaşanan gelişmeler Kürt dindar kesimini yeni arayışlara itmiş. İki temel üzerinde yükseliyor bu: Birincisi, AK Parti’ye ve politikalarına karşı genel bir reaksiyon var. İkinci ayağındaysa sadece siyaset kurumuna değil Türk İslamcılara da yönelen bir tepki var. Onlara göre sadece AK Parti değil, Türk İslamcı gruplar da aynı oranda devletçi. Mazlum-Der Forumu’nda bir konuşmacı bu bağlamda eleştirilerini sıralarken, salondaki Türklere hitaben şu anlama gelen sözlerle seslendi: “Rica ediyorum alının. Alınmanızı istiyorum, gocunmanızı istiyorum.”

Türkler üstlerine alındı mı peki?

Türk İslamcı kesimden sağlam çıkışlar vardı. Ancak geniş çevreye hitap eden kesimin içinden gelmiyorlar. “Etkili abiler”in biraz yukardan, omuzlarının üzerinden yan baktığı isimler bunlar. Konyalı bir katılımcı şöyle bir ifade kullanmıştı: “Sizden ya PKK çıkıyor ya da Hizbullah. Birisi dağda öldürüyor, diğeri şehirde öldürüp üstüne beton döküyor.” Ne yazık ki, Türklerin genel algısı bu.

İslami hareketteki Türk-Kürt ayrışması nereye varır?

Batı’daki İslamcı gruplara sert eleştiriler var. “Türk İslamcılığından, devlet İslamcılığından ya üç talakla boşanın ya da bize İslam kardeşliğinden söz etmeyin” diye özetlenecek bir eleştiri var. Bu hat gittikçe belirginleşiyor. STK’larda yer alan Kürtlerin ve Türklerin, durum böyle devam ederse, birlikteliklerini sürdürebileceklerini sanmıyorum.

Başbakan Erdoğan’ın “PKK ile aranıza mesafe koyun” demesinin bir karşılığı var mı peki?

Yok, aksine şunu söylüyorlar. “Sistemle, Kemalizmle arana mesafe koy, sonra oturup konuşalım.” İşin doğrusu kimse ne böyle bir beklenti içinde ne de böyle bir şeyin gerçekleşeceğine dair bir umudu var. Bu sistemle boşanmadan AK Parti’nin Kürtlerle gidebileceği fazla bir yol görünmüyor. Erdoğan’ın ilk başlarda kendileri gibi devlet ile mücadele ettiğini ama şimdi kendisinin devlet olduğunu düşünüyorlar.

Devletle makas ne kadar açık?

Kürtler ile devlet arasında mesafe her zaman vardı ve bu mesafeyi devlet koymuştu. “İslam birliği, ümmet” kavramları bu mesafenin açılmasının önündeki argümanlardı. Bugün artık Kürtler de devlete mesafe koyuyor. Makas her zaman olduğundan daha açık. Dindar kesim ile AK Parti arasındaki çizgi gittikçe kalınlaşırken, PKK/BDP ile olan çizgi de gittikçe inceliyor. Bundan yirmi yıl önce Milli Gençlik Vakfı saflarında tanıdığım bazı gençler, açlık grevleri sırasında Diyarbakır BDP İl Binası’nın önünden cezaevine yürüyenler arasındaydı. PKK’ya “kafir” diyen çoğunluk bugün artık yok. Böyle bakan kesimin duruşu bile farklı. Devlet-PKK mukayesesinde, devlete daha uzak duruyorlar.

Nasıl bir hareketlilik gözledin bölgede?

Kürtler oldukça dinamik. PKK/BDP çizgisi olanlar da dindar kesim de çok hareketli. Dindar kesim kültürel alanda hem bölgede hem Batı’da çok daha aktif. Kürtçe öğrenme, kitap, dergi yayın konusunda dindarlar diğer kesime göre çok daha başarılı. Tabiri caizse devleti beklemiyorlar. Ayrıca, dindar kesim düne göre daha örgütlü bir çalışma içinde. Son yıllarda Azadi İnisiyatifi, Öze Dönüş Platformu, Özgür Yaşam Derneği, İnsan-Der gibi irili ufaklı bir sürü yapı ortaya çıkmış. Zehra grubu öteden beri belirli bir çizgi üzerinde gidiyordu zaten. Diyalog halinde ve ilişkiler iç içe.

Hizbullah bu hareketin neresinde duruyor?

Hizbullah’a hem kendi tabanı dışındaki dindar kesim, hem de diğer Kürtler kuşkuyla bakıyor. Hatta değiştiklerini düşünmüyorlar. Bir iletişimden söz etmek için çok erken. Hizbullah grubu da oldukça aktif. Siyasi parti konusunda oldukça kararlılar. Bunu açıkça dile getiriyorlar ve kamuoyuna beyan ediyorlar. Önümüzdeki yerel seçimlere katılacak şekilde parti çalışmalarını sürdürüyorlar. Oldukça iddialılar.

Hep sorulan bir sorudur: Kürtler ne istiyor?

Bu Türkler için hâlâ geçerli bir soru olabilir ancak Kürtler nezdinde anlamını yitireli epey olmuş. Devlet, sorunun adını hâlâ tam koymazken, Kürtlerin geneli bunun adını “Kürt sorunu” değil de “Kürdistan sorunu” olarak koyuyor. Bize garip gelebilir ama anadilde savunma, anadilde eğitim gibi konular bir nevi gündem değil. Gündem Kürdistan, ama nasıl? Bunu sadece dile getirmekle de kalmıyorlar. Alternatifleri ortaya koyarak tartışabiliyorlar.

Ne gibi alternatifler?

Türkiye’nin batısında, buna Ankara diyeyim, gündem Diyarbakır’a göre çok sığ. Kürdistan sorununun çözümünü konuşurlarken federasyon, otonomi, konfedere yapılar hatta bağımsızlık önerilerini bile çok rahat bir şekilde kendi aralarında tartışıyorlar. Türk siyaseti çözümden söz ederken bir şey üretmiyor, herhangi bir öneride bulunmuyor. Tek derdi statükoyu korumak. Gelebildikleri en ileri nokta “anadil olur mu, olmaz mı” konusu ki, Ankara için bu hâlâ kırmızı bir çizgi. Oysa Kürtler, BDP/PKK çizgisi olsun, dindar kesim olsun sürekli bir şeyler üretiyor. Otonom yapılardan federasyona, oradan bağımsızlığa kadar her türlü alternatifin avantaj ve dezavantajlarıyla, belirli bir siyasi kültür çerçevesinde dile getiriyorlar. Bunu söylerken hem AK Parti iktidarına hem de Türk İslamcılara verdikleri net bir mesaj da var. “İslam birliği, ümmet gibi bir derdiniz varsa, bu Kürtlerin bölünmüşlüğünden değil birleşmesinden geçer” diyorlar: “Ümmet, Kürdistan’da çizilen sınırlarla parçalandı. Birliği de, bu sınırların ortadan kalkmasında yatıyor.” Kürt ve Kürdistan kelimeleri resmi ideoloji tarafından hep terörize edildi ve şeytanlaştırıldı. AK Parti’nin duruşuyla da bu su yüzüne çıktı. Buna karşı tavır geliştiriyorlar.

Açlık grevlerinin sonlanması belli bir rahatlama yarattı mı bölgede?

Bu tür karşılaşmaların bir şekilde tatlıya bağlanması sanıldığı gibi bir enerji boşalmasını beraberinde getirmiyor. Çözüm yolunda ilerleme sağlanmayınca bu tür eylemler devreye giriyor ve her iki kesimin sinir uçlarıyla oynanıyor. Bir ileri adım atılırken çoğu zaman beş adım geriye çekiliyor Ankara ve bu geri çekilme muazzam bir enerji birikimine neden oluyor. Sonrasında gelişen her gerişim daha sert bir karşılaşmaya sebep oluyor. Bunun götüreceği yer bellidir. Kimsenin bu ülkede “iç çatışma olmaz” diye düşünmemesi gerekir. Sırat köprüsünden geçiyoruz. Siyasetçilerin gözlerini dört açması gerekiyor.



‘Kardeş sözcüğünü jiletle kazımak lazım’

BDP/PKK hareketinin dindarlara bakışı nasıl?

Hizbullah hariç dindar Kürt kesimi ile BDP/PKK çizgisindeki Kürtler arasında temas var. Ortaklaşa düzenledikleri etkinlikler de oluyor. PKK tarafından yapılan bazı açıklamalarda bu hareketliliği AK Parti’ye bağlayanlar da oldu ancak bu gerçeği yansıtmıyor. Aralarında belirli bir mesafe de var. Dindar kesimin bir kısmı PKK için rahatlıkla “Kürt özgürlük hareketi” ifadesini kullanabiliyor. Meseleye, ideolojiden öteye Kürdistan bağlamında bakıyorlar. Kimse kalkıp bunu şiddete sahiplenme olarak yorumlamamalı. Kimse daha fazla kan aksın istemiyor, hiç kimse...

BDP/PKK bu kesime yönelik bir açılım yaparsa cephe daha da genişler. BDP’de bir Altan Tan gerçeği var. Diyarbakır’da açlık grevleri için Dicle Yasevi’nin önünde yaptığı konuşmaya şahit oldum. O konuşurken halk yerinde duramıyordu. Polisler gaz maskelerini takınca Altan Tan, “Arkadaşlar! Gaz yemenizi istemiyorum” deyip konuşmasını bitirdi.Şunu herkesin görmesi gerekiyor. Diyarbakır’da bir Cuma günü gidin Ulu Camii’nin önünde durun ve camiden çıkanlara “Oyunuzu kime verdiniz?” diye sorun. Yüz kişiden 80’i çok büyük bir ihtimalle BDP cevabı verecektir. Bu anlamda, Ankara’nın “Kürt meselesi ayrı PKK terörü ayrı” söylemiyle oyalanması vakit kaybı, gençlerin can kaybından başka bir şey değil. Kürt meselesi de demiyor artık biliyorsunuz. “Kürt sorunu yok, Kürt kardeşimin sorunu var” diyorlar.

Peki Kürtler bu yaklaşıma ne tepki veriyor?

Bu “kardeş” sözü doğrusu siyasetin dilinden jiletle kazınsa çok iyi olacak. “Kardeş” kelimesi Kürtler için resmen hakaretle eşanlamlı. Bir Kürt’e “kardeşim” demeyin de ne derseniz deyin.



Uludere bardağı taşırdı

Roboski bu zihinsel kopuşun, ayrışmanın neresinde duruyor?

Göbeğinde duruyor: Bardağı taşıran son damla. Roboski, Kürtlerin Kudüsü oldu. Konuştuğum herkes, konuşan herkesin dilinde Roboski vardı. Başbakan Erdoğan’ın elinde Roboski’nin kanı belki yok, ama sonuç ne biliyor musunuz: Başbakan Erdoğan’ın üstüne kaldı. Kimseyi bunun aksine inandıramıyorsunuz. Roboski’ye gittim ben. Gecikmeli de olsa gidip sadece taziyede bulunmak istedim. 15 Kasım Perşembe günü oradaydım. Her Perşembe mezarlıkta bir araya geliyorlarmış zaten.

Katliamda kardeşini kaybeden Veli Encü, evlerde çok huzursuz olduklarını, mezarlığa gidince rahatladıklarını söylemişti. İnanılmaz bir şeydi benim için. Evde otururken, sokaklarda dolaşırken kasvet sarmıştı beni. Mezarlığa gidince hafiflediğimi hissettim. Her gelen anne boynuma sarılıp “evladım” diye ağladı. Çocuğunun resmini kucağıma verip resim çektirdi. “Başınız sağolsun, Allah sabır versin” demekten başka bir şey diyemiyordum. Ne diyebilirdim ki. Evleri mezar, mezarlar evleri olmuştu. Adalet, ilahi adalet diyorlardı. Başka bir şey demiyorlardı.

Yazının devamı...

Velev ki dokunulmazlıklar kalktı...

Van Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk ile 9 BDP milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin Başbakanlık Tezkeresi, dün TBMM Başkanlığı’na sunuldu. İsimleri hatırlayalım: BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak (Siirt), Grup Başkanvekili İdris Baluken (Bingöl), Adil Kurt ve Esat Canan (Hakkari), Sebahat Tuncel (İstanbul), Nazmi Gür (Van), Hüsamettin Zenderlioğlu (Bitlis), Halil Aksoy (Ağrı), Ertuğrul Kürkçü (Mersin) ve Van Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk. 10 milletvekili hakkında, “silahlı terör örgütüne yardım etmek” suçundan TCK ve TMK uyarınca soruşturma açılmasına izin verilmesi talebini içeren dosya, TBMM Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu’na sevk edilecek. Ya sonra? Sonra da büyük bir ihtimalle iktidar partisinin oylarıyla 10 milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılacak. En fazla, CHP ve MHP’nin ne oy kullanacağını, AKP’den fire olup olmayacağını merak edeceğiz.

Ya sonra?

Peki ondan sonra ne olacak? Yani başlıktaki cümleyle söyleyecek olursak, velev ki bu 10 milletvekilinin dokunulmazlığı kalktı, yargı tarafından da mahkum edildiler, ne olacak? Ülkemizde demokrasi daha ileriye mi taşınmış olacak? Kürt sorununda çözüm imkanları mı artacak?

Her iki soruya da cevabım “Kesinlikle hayır” olacaktır. Hatta kullanacakları oy ne olursa olsun AKP grubunun hatırı sayılır bir bölümünün, dokunulmazlıkların kaldırılmasının herhangi bir hayrı olduğuna inanmadığını, hatta tam tersine yakın gelecekte olumsuz sonuçlarına yol açmasından kaygılandıklarını düşünüyorum.

Çünkü AKP’li birçok milletvekilinin de BDP’liler ve dokunulmazlıkların kaldırılması denince, birçoklarımız gibi akıllarına o yürek burkucu fotoğraf geliyor olmalı. 2 Mart 1994 günü TBMM bahçesinde, sakallı bir sivil polis memurunun, DEP Milletvekili Orhan Doğan’ın ensesinden bastırarak zorla otomobile bindirmesinin fotoğrafını kastediyorum.

Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in büyük bir zafermiş gibi lanse ettiği DEP’lilerin derdest edilip hapse atılmaları olayının bilançosu malum: Geride ne Çiller, ne partisi kaldı. Buna karşılık Kürt siyasi hareketi, mecburen farklı parti isimleriyle yoluna devam etti ve ülkenin en etkili muhalefeti oldu. Çiller hükümetinin içeri attığı DEP’lilerin 10 yıl sonra, Haziran 2004’de AKP hükümetinin AB çerçevesinde yaptığı düzenlemelerle tahliye edilmiş olduklarını da unutmayalım.

Değişen ve değişmeyen

DEP’lilerin hapse atılmalarının üzerinden yaklaşık 20, tahliye olmalarından da 8 yıl geçti. Bütün bu süreçte ne değişti ve ne değişmedi ki siyasi iktidar tekrar aynı yola başvurmaya yöneliyor, anlamak mümkün değil. Yasal Kürt hareketinin önüne çıkartılan onca engelin son tahlilde pek bir işe yaramadığının, hatta bu hareketi daha da güçlendirdiğinin hâlâ anlaşılmamış olması da garip. ki insan “yoksa çaresizlikten mi?” diye sormadan edemiyor. Benzer şekilde, söz konusu milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılma ihtimalinden pek tedirgin olmadıklarını da söyleyebiliriz.

Tabii olayın bir de toplumsal boyutu var. Başbakan Erdoğan son dönemde, idam cezası, açlık grevleri ve son olarak dokunulmazlıklar gibi Kürt sorunuyla doğrudan ilgili konularda hayli sert çıkışlar yapıyor ve ülkenin gündemini belirliyor. Türkiye’de Başbakan’ın bu çıkışlarını takdir edip onu alkışlayan çok kişinin bulunduğu muhakkak. Ama bir de bunlardan rahatsız olanlar var, tabii en başta da Kürtlerin hatırı sayılır bir bölümü.

Daha önceki yazılarımda defalarca Türkiye’de kamuoylarının da bölündüğü uyarısında bulundum. Erdoğan’ın bu türden çıkışları bu bölünmüşlük halini gidermenin ötesinde bunu daha da şiddetlendiriyor ki bu tür bir kamplaşmanın kazananı olmayacağı açıktır.

Yazının devamı...

En cesurumuz Hasan Cemal mi?

Hasan Cemal’in “1915: Ermeni Soykırımı” kitabını okuyalı çok oldu, ne zamandır üzerine yazmayı düşünüyordum ama hayli geciktim. Gecikmemin tek nedeni tembellik olsa sorun olmazdı ancak bir süredir birçoğumuzu kapsama alanına alan tehlikeli bir ruh halinin etkisi altında kalmış olduğumu itiraf etmeliyim. Bir tür “otosansür”den söz etmeye çalışıyorum. Ülkenizin en önde gelen gazetecilerinden biri onca riski göze alıp ülkenizin en önde gelen tabularından birine alenen meydan okuyor ama siz sanki bu meydan okuyuş onun kişisel bir meselesiymiş gibi, takdirinizi bile yüksek sesle ifade etme yoluna gitmiyorsunuz.



Hasan Cemal’in, içimizde “en cesur” kişi olduğu için “1915: Ermeni Soykırımı” adlı bir kitap yazıp kapağına da Ermenistan’daki Soykırım Anıtı’na çiçek bırakırken çektirdiği fotoğrafı koyduğunu, geri kalanlarınsa korkudan kitap hakkında sessiz kaldığını düşünmüyorum. Yani bu durumu açıklamada sanıldığı gibi anahtar kavram “cesaret” değil. “Peki nedir?” diye sorarsanız verecek tek kelimelik bir cevabım da yok.

Soykırım demek ya da dememek

Belki de cevap kitabım 175 ile 182. sayfaları arasında gizlidir. Burada Hasan Cemal Los Angeles’ta bir üniversite salonunda çoğu Ermeni olan bir kalabalığa yapacağı konuşma öncesi yaşadığı tereddütü anlatıyor. Kafasındaki soru şudur: Soykırım demeli miyim?

“Ne düşünüyorsam, neye inanıyorsam apaçık söylemekten, yazmaktan beni alıkoyan ne?” diye soran Cemal seçenekleri şöyle sıralar:

“Tabular? Korkular? Mahalle baskısı? ‘Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz!?’, 301’ler? ‘Vatan hainliği’ damgası? Dün Ali Kemal, Bugün Hasan Cemal?”

Nihayet “Hâlâ özgürleşemeyecek miyim? Ayıp değil mi Hasan Cemal?” diye kendi kendisine kızdıktan sonra konuşmanın girişindeki cümleye soykırım sözcüğünü ekler: “Sizin acınızı biliyorum, anlıyorum ve soykırım acınızı paylaşmak için buradayım.”

Bu kadar!

Açılımlar kapandıktan sonra

Tabii bir de olayın siyasi boyutu var. Kitabı okuduğunuzda birkaç yıllık bir zaman diliminde Türkiye toplumunun Ermeni sorunuyla nihayet yüzleşmesi yolunda ne kadar çok adım atılmış olduğunu hayretle hatırlıyor ve aradan topu topu 4-5 yıl geçmiş olmasına rağmen gelmiş olduğumuz geri noktaya yine hayret edip üzülüyorsunuz. Düşünsenize Cumhurbaşkanı Abdullah Gül sadece 4 yıl önce, 2008’in Eylül ayında Erivan’da milli maç izlemeye gitmişti. Binlerce insan Hrant Dink’i o muhteşem “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla 2007’nin Ocak ayında uğurlamıştı.

Evet bir dönem Türkiye’de Ermeni sorununa değinmek, ırkçı-faşist çevrelerden gelen tehditlere rağmen pek makbuldü; sonra nedense birden bu konu tekrar konuşulmaz oldu. “Nedense” dediğime bakmayın, bunun birçok nedeni var ve esas nedenin, hükümetin diğer başka konularda olduğu gibi Ermeni sorununda da açılım stratejisini sonuna kadar götürememesi ve yarıda bırakması olduğunu biliyoruz.

Hükümetlerin, siyasetçilerin şu ya da bu nedenle başlamış olduklarını bitirmemeleri, ilk koyulduklarından bambaşka yollara savrulmaları bir yere kadar anlaşılabilir, ama aydın olma iddiasındaki kişilerin bu tür mazeretleri olabilir mi? Ya da soruyu şöyle soralım: Siyasi iktidarla birlikte açılıp onunla birlikte kapanarak aydın olunur mu?

Bereket, medyanın bilinçli ilgisizliğine rağmen “1915: Ermeni Soykırımı” okurun geniş ilgisiyle karşılaşmış. Bu da gösteriyor ki medya önemli ama tek başına her şey değil. Toplum sadece medyanın gösterdiklerini görmüyor, medyanın bilerek ya da bilmeyerek gizledikleriyle de, eğer belli bir değeri varsa, ne yapıp edip buluşuyor.

BİTTİ

Yazının devamı...

Küresel cihada içerden ve samimi bir bakış

Onlarla ilk kez Afganistan’da karşılaştık. Sovyet işgaline karşı savaşan mücahitlere yardım etmek için gönüllü olarak ülkelerinden kopup gelmişlerdi. Çoğu Araptı. Bu nedenle onlar için “Afganlı Araplar” adı uygun görüldü. Derken Bosna’da, Çeçenistan’da, Keşmir’de, Etiopya’nın Ogadin bölgesinde, Filipinler’de, kısacası yer küreninin neresinde Müslümanlar bir başka toplulukla çatışma halindeyse orada karşımıza çıktılar. Araplar yine çoğunluktaydı ama içlerinde Türkler, Kürtler, Özbekler, Uygurlar, Pakistanlılar, yani her etnik kökenden Müslümanlar, hatta İslam’ı sonradan seçmiş Batılılar da vardı. Dolayısıyla “Afganlı Araplar” tanımına sığmaz oldular. Batı medyası ve akademik çevreler onlara “jihadist” demeye ve bu ismin başına da genellikle “Selefi” sıfatı eklemeyebaşladı. (Türkçe’ye “(Selefi) cihadcı” olarak çevriliyor ama anlamsız kaçıyor. “Mücahid” de onların yaptığını karşılamaya yetmiyor. Şahsen “küresel mücahitler” demeyi tercih ediyorum.)

Eğer içlerinden El Kaide’yi çıkarmış olmasalardı “küresel mücahitler” yerkürenin belki de fazla umurunda olmayacaktı. Öte yandan özellikle 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından tam bir ilgi odağı haline gelmelerine rağmen, en az 30 yıllık tarihleri olmasına rağmen haklarında, şehit düşenlerin ardından arkadaşlarının kaleme aldığı kısa yazılar ve yakalananların (genellikle işkenceyle yapılan) sorgularda anlatıkları dışında fazla şey bilmiyoruz. Bu nedenle Yahya Konuk’un (ismin gerçek olmadığı açık) kaleme aldığı “Bosna’dan Afganistan’a Cihadın Mahrem Hikayesi” (2. Baskı, Ark Kitapları, 2012) adlı kitap benim gibi konuyla ilgilenenler için bir hazine değerinde.

Yazar önce Bosna’da Türklerin oluşturduğu ve Bosna’da şehit olan ilk Türklerden birinin adını taşıyan Selami Yurdan Cephesi’nde bulunuyor. Ancak genellikle cezaevinden yeni çıkmış eski ülkücü-yeni İslamcı militanların komuta ettiği bu cephede işler pek parlak gitmediği için hem İran rejiminin denetimindeki gruplarla, hem de İranlıları (Şiileri) nerdeyse Müslüman bile görmeyen Selefi Araplarla ilişki kuruyor.

Bosna’dan sonra kitabı adadığı (daha sonra Irak’ta hayatını kaybedecek olan) “Haci Abi” dediği dostuyla Keşmir’e cihada gidiyorlar. Ama orada hayli uzun ve hiç de verimli geçmeyen bir kamp döneminin ardından sıcak çatışmaya gitmek yerine Afganistan’a geçmeye karar veriyorlar. Genellikle Gülbeddin Hikmetyar’ın Hizb-i İslami’sinde yer alan gönüllülerin hayatı Taliban’ın ülkenin denetimini büyük ölçüde ele almasıyla tamamen değişiyor. Kitapta anlatılmıyor ama biliyoruz ki Usame bin Ladin önderliğindeki yabancı gönüllüler Taliban’la mutlak ilişki içine girince sadece Afganistan ve komşu Pakistan’ın değil, tüm dünyanın kaderi değişti, her şey altüst oldu.

Stratejik hesaplar

Kitap 11 Eylül olmadan sona eriyor ama yazar 2. Baskı’ya yazdığı önsözde sonradan yaşanan birçok gelişmeye de değinmiş. Bu yeni önsözden yazarın da epey değişmiş olduğunu anlıyoruz. Başlangıçta Türkiye’deki radikal İslamcıların çoğu gibi İran’a fazla sempatik, mezhep konusunda fazla gevşek olan yazar Bosna’da İranlılarla Selefi Araplar arasındaki sorunlardan fazlasıyla rahatsız oluyor, olabildiğince nötr olmaya çalışıyor. Ancak yeni baskıya kadar geçen sürede, o hep eleştirdiği Selefi Araplar kadar, hatta belki onlardan da daha fazla İran ve Şii düşmanı haline gelmiş. Bunun nedeni, küresel cihadcıların Afganistan’dan sonraki adreslerinin Irak olması ve burada sadece Amerikan ordusuyla değil İran destekli Şii Araplarla savaşmaları olsa gerek. Buradan, şehit olmak için İslam dünyasının dört bir yanında mekik dokuyan gönüllülerin, şu ya da bu devletin stratejik hesaplarının kapsama alanında oldukları sonucunu çıkarabiliriz.

Sadece cihad hakkında “mahrem” bilgiler vermekle kalmayan, aynı zamanda metin olarak son derece başarılı bir kitap kaleme almış Yahya Konuk. Buna rağmen kitabın hak ettiği ilgiyi bulmamasını, Türkiye’deki İslamcılara yönelttiği eleştirilere bağlamak mümkün olabilir.

Çevresindekileri olduğu kadar kendisini de alaya alan Konuk, birkaç yerde yazarlığı beceremediğini ifade etmiş ki hiç katılmıyorum. Sonuçta gözlem ve tasvir kabiliyetleri son derece gelişmiş, heyecanlı, coşkulu, sevecen, kızgın ve enteleküel açıdan kendisini geliştirmiş usta bir yazar var karşımızda.

Arada sırada Türkiye’ye gelip mola verdiğini çıkartıyoruz kitaptan ama anlaşılan yine dünyanın bir köşesinde cihad ile iştigal ediyor. Kimbilir belki de hemen yanıbaşımızda, Suriye’dedir.

Yarın: Hasan Cemal’in 1915: Ermeni Soykırımı kitabı.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.