Şampiy10
Magazin
Gündem

Yine Lice, yine göz göre göre...

Pazartesi günü gecenin ilerleyen bir saatinde Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Kartoğlu’nun Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ile çözüm süreci üzerine yapmış olduğu söyleşinin notlarını (http://haber.stargazete.com/guncel/besir-atalay-cozum-surecinde-yeni-asamaya-geciliyor/haber-927730) okudum. Atalay baştan sona pembe bir tablo çiziyor ve Eylül ayından itibaren sürecin alabildiğine hızlanacağını, bazı ayrıntılarla anlatıyordu. En önemlisi Atalay’ın sözleri, sürecin iki temel aktörü, yani hükümet ile Kürt siyasi hareketi (KSH) arasındaki güven sorununun büyük ölçüde aşılmış olduğunu ortaya koyuyordu.

Atalay, Lice’deki Mahsun Korkmaz heykeli sorunu için de şunları söylemişti: “Dağ başında bir yerde birileri aniden ortaya bir heykel çıkarıyor. Bunu bir iki gazeteye servis ediyorlar. Dün nerelerde çıktı o haber? İki tarafın provokatörleri işbirliği yapıyor. Tam da bizlerin süreçle ilgili en olumlu açıklamaları yaptığımız gün. Bunlar sürpriz değil, bunları beklemek lazım.”

Ne var ki heykel krizi Atalay’ın soğukkanlılığına zıt bir şekilde gelişti ve Salı sabahı erken saatlerde Lice’den 23 yaşındaki Mehdin Taşkın’ın ölümüyle sonuçlanan operasyon haberi geldi. Askerler halkı güç kullanarak püskürtüp dikildikten 4 gün sonra heykeli söktüler.

Karşılıklı yanlışlar

Eğer Türkiye’de “tüm sorunları anası” olan Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yönetmelerle kalıcı bir şekilde çözümünü istiyor, bu bağlamda tüm eksiklik ve aksaklıklarına rağmen çözüm sürecini destekliyorsanız öncelikle tarafları yeniden çatışma ortamına sürükleyebilecek bu türden olumsuz gelişmeler karşısında itidali ve soğukkanlılığı olabildiğince korumak şart. Dolayısıyla yangına körükle gitmek yerine kimin nerde, nasıl hata yaptığını, bunların nasıl aşılabileceğini, yaşanan olumsuzluklardan ders çıkararak tartışmak gerekir.

1) İlkin, tarafların daha önceki benzer olaylardan pek bir ders çıkartmamış olduklarının altını çizelim. Sadece Lice’ye bakmak yeterli: Geçen yıl Haziran ayı sonlarında kalekol inşaatı protestosunu bastırmak isteyen güvenlik güçleri Medeni Yıldırım’ın, bu Haziran başındaysa benzer bir olayda Ramazan Baran ile Baki Akdemir’in ölümüne neden oldular. Her iki operasyon da göstere göstere gelmişti, tıpkı dün olduğu gibi.

2) İki taraf da bu tür olaylarda kendisini tamamen meşru, karşı tarafı gayrımeşru görüyor. Dün devlet, “istediğim yere karakol/kalekol dikerim” derken KSH halkı arkasına alarak “biz istemiyorsak olmaz, izin vermeyiz” diyordu. Bugünse KSH “bu heykeli halk dikti” derken devlet “biz istemiyorsak olmaz, izin vermeyiz” diyor.

3) Geçmişte yaşanan bütün olumsuzlukların ardından hükümet ile KSH arasında birtakım mekanizmalar (Öcalan, milletvekilleri, belediye başkanları...) devreye girdi ve sorunun daha da büyümesinin önü alındı, muhtemelen bu sefer de benzer bir süreç yaşanacak. Halbuki bu sefer, operasyon olmadan krizin çözülebilmesinin zemini ve imkanları vardı, ama olmadı.

4) Bu tür olayları “provokasyon” açısından değerlendirip sahici dinamiklerin ihmal edilmesi yaklaşımına oldum olası sıcak bakmadım. Bu sefer de aynı pozisyonumu korumaya çalışıyorum fakat heykel dikildikten sonra hükümete yönelik “buna nasıl izin verirsiniz?” diye özetlenebilecek kampanyanın yerini, heykel söküldükten hemen sonra KSH’ne yönelik “bu hükümetle neyi nasıl çözeceksiniz?” kampanyasının almasına dikkat çekmek de kaçınılmaz.

Çözüm sürecine mahkumuz

Türkiye’nin çözüm sürecinden vazgeçme diye bir lüksü, hele bölgemizdeki kaos ortamı göz önüne alınırsa kesinlikle yok. Sürecin baş aktörlerine tek tek baktığımızdaysa, gerek AKP iktidarı, gerekse KSH’nin bu sürece dört elle sarılmaktan başka bir seçeneklerinin olmadığı anlaşılacaktır.

Şöyle ki siyasi iktidar üç sütun üzerinde yükseliyor: Erdoğan’ın sürekli artan iktidarı, Gülen cemaatine karşı yürütülen savaş ve son olarak çözüm süreci. Bunların içinden çözüm sürecini çıkarırsanız bu yapı hızla ve kolaylıkla çöker. Nitekim Cemaat başta olmak üzere birçok iç ve dış odak açık veya örtülü olarak bu süreci hedef alıyor.

Tarihinin en güçlü anını yakalamış olan KSH, bu noktaya varmasında çözüm sürecinin rolünü çok iyi görebilecek bir stratejik akla sahip. Örneğin, eğer PKK yeniden Türkiye’de devletle çatışacak olursa, son dönemde Suriye ve Irak’ta elde ettiği kazanımları da riske atmış olur. Bunlardan bazılarını kısaca hatırlayalım:

1) IŞİD’e karşı verdiği mücadele sayesinde (ABD dahil) Batı’da PKK imajının hızla değişmesi;

2) Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkilerin rehabilitasyonu;

3) KSH’nin Türkiye sınırlarını da aşan bir şekilde bölgesel bir güç olarak sivrilmesi...

Bitirirken: Eğer Türkiye’de sahiden kalıcı bir barışı inşa etmek istiyorsak, diyalog ve müzakere kanallarını güçlendirip canlı tutmalı, akbabaların iştahını kabartacak davranışlardan kaçınmalıyız.

Yazının devamı...

IŞİD’i anlamak

Cuma günkü yazımda “bölgenin iki yükselen gücü” olarak tanımladığım PKK ile IŞİD’i karşılaştırdığım için epey tepki aldım, hakaretlere maruz kaldım. 4-5 sene önce (çözüm süreciyle birlikte çok şükür belli bir rahatlama var) PKK’yı anlamaya yönelik olarak yazıp söylediklerimize gösterilen tepkilere benziyorlardı. Özellikle Şengal’de Ezidi azınlığa yönelik saldırılardan hareketle IŞİD’i anlamaya çalışmanın anlamsız, gereksiz olduğunu, hatta IŞİD’in ekmeğine yağ sürmek anlamına geldiğini söyleyenler oldu.

Bir de tabii komplo teorileri var. IŞİD’i ABD ve İsrail başta olmak üzere her türlü küresel ve bölgesel güce bağlamak mümkün. O zaman noktayı koymuş oluyor ve üzerinde düşünmeye gerek duymuyorsunuz. Mesela ne zamandır sosyal medyada dolaşan bir dezenformasyon var: Gizli bilgileri sızdırdığı için kaçarak Rusya’ya sığınan eski Amerikalı ajan Edward Snowden, IŞİD’in arkasında ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratı olduğunu ileri sürmüş. Ama bunu kanıtlayacak hiçbir güvenilir haber kaynağı gösterilmiyor. Olsun, bu durum söz konusu dezenformasyonun dün Türk medyasında birdenbire yayılıvermesine engel olmadı.

Sünni Arap boyutu

Peki nedir IŞİD? Birdenbire bölgenin dengelerini altüst eden bu örgütü anlamak için ilk soru şu olabilir: Sadece El Kaide uzantısı, katı bir İslamcı yapılanma mı söz konusu? Bunun cevabının “hayır” olduğunu, Suriye Rojava’da yaşananları en yakından takip eden gazetecilerden Mutlu Çiviroğlu’nun önceki gün IŞİD ile savaş halinde olan YPG’nin sözcüsü Polat Can ile yaptığı söyleşiden çıkarabiliriz. (http://www.yuksekovahaber.com/haber/polat-can-nankorce-bir-provokasyonla-karsi-karsiya-kaldik-136635.htm) Çiviroğlu’nun “IŞİD’in bu kadar etkili olmasını neye bağlıyorsunuz? Uzmanlar IŞİD üyelerinin o kadar da fazla olmadığını söylüyorlar, böyle bir örgüt nasıl oluyor da böyle birçok saldırı gerçekleştirebiliyor?“ sorusunu Can şöyle cevaplıyor:

“Bazı Irak askerleri, özellikle de Sünni olanların hepsi IŞİD’e çalışıyorlar. Bugün Şengal’e saldıranlar sadece IŞİD değil, Şengal yakınlarındaki köylerde kalan birçok Arap. Daha önceleri ‘Biz Kürtlerin dostuyuz’ diyen birçok Arap bugün Şengal’e saldırıyorlar. Bu bölgede Kürtlerin komşusu, kirvesi olan bu Arapların çoğu IŞİD’e katılıyor. Yani bugün Arap şovenistliği yapanlar, Musul ve Tikrit bölgelerinde Kürtlere saldırıyorlar ve bu insanların sayıları gittikçe artıyor. Ayrıca, IŞİD ganimeti helal saydığı için, IŞİD’e katılanların çoğu sözde kâfir mallarına saldırıp, halkımızın malına mülküne sahip olmak için onlarla birlikte hareket ediyorlar.”

Farklı öyküler, ortak noktalar

YPG’li Polat Can’ın söyledikleri, müstakbel başbakan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun söyledikleriyle kısmen örtüşüyor. Gerçekten de IŞİD, Suriye ve Irak’ta rejimlerin dışladığı Sünni Arapların memnuniyetsizliklerini kendi lehine çevirmeyi becerebilen bir örgüt. Ama olay tabii ki bundan ibaret değil. IŞİD’de Kürtlerin (Türkiye’den katılanlar da dahil) ve az da olsa Türkmenlerin olduğu biliniyor. Fakat bu örgütün saflarında Irak ve Suriye vatandaşı olmayan çok sayıda kişi var. Bunların bir kısmının dünyanın dört bir tarafında savaşarak profesyonelleştikleri de malum. Nitekim IŞİD, sadece Irak ve Suriye’nin bazı bölümlerini kapsayan bir “İslam devleti” kurmakla kalmadı “hilafet” de ilan etti. Bu da örgütün küresel bir derdi olduğunu ve muhtemelen El Kaide’nin tahtına oturmayı hedeflediğini gösteriyor. (IŞİD’in Suriye ve Irak’ta rakip İslamcı gruplara karşı da son derece acımasız ve vahşi davrandığının altını çizelim.)

Dolayısıyla IŞİD’i anlamak için İslamcılığın dünya çağında yaşadığı sorunlar, geleneksel İslami hareketlerin açmaz ve krizler, El Kaide’nin belli bir aşamadan sonra neden tıkandı ve IŞİD’in bütün bunların ortasında, nasıl yeni bir cazibe merkezi haline gelebildiği üzerine kafa yormak gerekiyor.

Buna bağlı olarak dünyanın dört bir köşesinden Suriye ve Irak’a savaşmaya (ve ölmeye) koşan gençleri anlamak da elzem. Bunun için, gerek herbirinin ayrı hikayelerine, gerekse bazı müşterek noktalarına ve farklılıklarına bakmak gerekir. Acaba bugün IŞİD’e katılanlarla dün El Kaide’ye katılanların motivasyonları arasında belirgin farklar var mı? Varsa bunlar neden kaynaklanıyor.

Daha sorulacak çok soru ve söylenecek çok şey var ama burada keselim ve son bir not düşelim: Onu küçümseyerek, ciddiye almayarak, IŞİD’e asıl dinamizmi veren noktaları anlamaya çalışmayı reddederek, asla kanıtlanamayacak “derin” stratejik ilişkiler üzerinde kafa yormaya devam etmenin faturası çok ağır olur.

Yazının devamı...

Şengal Dağı’ndan bir fotoğraf ve Batı’da değişen PKK algısı

Bu fotoğrafın anlamı çok yüksek. Önce detaylar: Bu fotoğraf, Ezidilerin IŞİD’in işgalinden kaçıp sığındıkları Şengal Dağı’nda çekildi. Bilindiği gibi, Musul’da Irak ordusundan elde ettikleri ağır silahlarla hareket eden IŞİD’liler, Peşmergelerin direnç göstermemesi üzerine Şengal’i kolaylıkla ele geçirmiş, onların zulmünden kaçan siviller de Şengal Dağı’na kaçmıştı.

Bir süre çile çeken Ezidiler’in yardımına ilk olarak Suriye’de, Rojava’da IŞİD ve Nusra Cephesi gibi gruplarla savaşan YPG (Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin askeri kolu) güçleri geldi. Ardından PKK/KCK’nın askeri kolu HPG mensupları. Bu süreçte Amerikan uçakları Şengal civarındaki bazı IŞİD hedeflerini de bombaladı. Daha sonra da Amerikan özel kuvvetlerine bağlı 100’ü aşkın asker, yanlarında Amerikan devletinin uluslararası yardım kurumu olan USAID görevlileriyle birlikte Şengal Dağı’na ulaştı. Amerikalılara Peşmergeler de eşlik etti.

İşte bu fotoğraf, Şengal halkının Peşmergeleri ve Amerikalıları geç geldikleri için protesto ettikleri sırada çekildi. Bölgede görev yapan gazetecilere göre ortada şapkalı sivil USAID yetkilisi, onunla halk arasında tercümanlığı bir YPG gerillası yapıyor, sırtı dönük silahlı diğer kişi de bir HPG savaşçısı.

IŞİD’in sunduğu fırsatlar

IŞİD’in Musul’u işgalinin hemen ardından Kandil’den yapılan açıklamalardan hareketle “PKK neden IŞİD ile savaşmaya talip?” başlıklı bir yazı kaleme almış ve ilk maddede “Özellikle Batı’nın bir numaralı düşmanı olan El Kaide ile savaşarak kendisine uluslararası bir meşruiyet, hatta prestij kazanmak” diye yazmış; bu yüzden “PKK’nin tek amacı var; Kürdistan’ı işgalcilere karşı korumak” diye özetlenebilecek epey tepkiyle karşılaşmıştım.

Sadece Türkiye’de değil, Irak, Suriye ve İran’da da güçlü bir kitle tabanına sahip olan PKK tabii ki IŞİD ve benzeri yapılarla savaşırken Kürtlerin topraklarını korumayı öncelik olarak görüyordur. Nitekim PKK’nın IŞİD ile anladığı dilden konuştuğunu ve epey de başarılı olduğunu BBC’den Güney Yıldız’ın HPG komutanı Tekoşêr Zağros ile yaptığı söyleşiden (http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/08/140814_pkk_isid.shtml) anlıyoruz.

Bununla birlikte PKK’nın, IŞİD’in bölgede yarattığı terör ve vahşet ortamını akılcı bir stratejiyle kendisi için bir fırsata çevirmekte olduğu da muhakkak. Musul’da Irak ordusunu, Şengal, Mahmur gibi yerlerde Peşmergeleri kolaylıkla saf dışı bırakabilen IŞİD’in PKK çizgisindeki ve çok sayıda kadın savaşçıya sahip olan YPG ve HPG’ye diş geçiremiyor olması tüm dünyanın dikkatini çekiyor. Buna bağlı olarak Eruh ve Şemdinli saldırılarının tam 30. yılında PKK Batı tarafından eskisi gibi “terörist” olarak görülmüyor. ABD’nin PKK’yı terör örgütleri listesinden çıkarması çağrılarının yoğunlaşmasının, son günlerde Irak’ta yaşananlarla doğrudan ilintili olduğu da açık.

Çözüm sürecinin geleceği

PKK’nın uluslararası alandaki algısının değişmesinde çözüm sürecinin, bunun sonucu olarak Türkiye’de bir süredir hakim olan çatışmasızlık ortamının payı da çok büyük. Diğer bir deyişle PKK hâlâ Türkiye’de savaşıyor olsaydı, ne Suriye ve Irak’taki gelişmelere bu kadar yoğunlaşabilirdi, ne de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Batılı devletler tarafından meşru bir aktör olarak kabul görebilirdi.

Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Çözüm süreci PKK’nın bölgede daha aktif olabilmesinin önünü açmıştır. Bu nedenle Kürt siyasi hareketi, iyice tescillenmiş olan “bölgesel güç” olma konumunu koruyup güçlendirmek istiyorsa çözüm sürecine daha sıkı sarılmalıdır. Bu bağlamda Abdullah Öcalan tarafından belli şartlara bağlı olarak telaffuz edilmiş olan silahlı güçlerin Türkiye’den tamamen çekilmesi şu günlerde pekala gündeme gelebilir. İyi de olur.

Yazının devamı...

IŞİD ve PKK: Bölgenin iki yükselen gücü savaşıyor

IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti, yeni adıyla sadece İslam Devleti, yani İD) Musul’u ele geçirip bir İslam devleti, hatta hilafet kurduğunu ilan etmesiyle birlikte bölgenin zaten hayli kırılgan olan dengeleri alt üst oldu. Zaten Suriye’de Kürtlerle, PKK çizgisindeki PYD ile savaşan IŞİD’in tahminlerden önce Irak’ta da Kürtlere saldırması işleri iyice karıştırdı. IŞİD, Şengal, Mahmur gibi peşmergelerin kontrolündeki yerleşim birimlerini kolaylıkla düşürerek bölgenin yükselen gücü olduğunu bir kez daha tescilledi.

Fakat bu süreçte kendine yeni ve dişli bir düşman da kazanmış oldu: PKK. Öyle ki, Kürdistan topraklarında IŞİD’in ilerleyişinin durdurulmasında, Şengal’de Ezidilerin kurtarılmasında kritik bir rol oynayan, muhtemel bir saldırıya karşı Kerkük’e takviye birlikleri yollayan PKK, bölgenin bir diğer yükselen gücü olarak tüm dünyanın dikkatlerini üzerine çekti.

Hem amatör, hem profesyonel

Irak ve Suriye’nin çok şeylere gebe olduğu kesin. Ancak işler o kadar karışık ki herhangi bir öngörüde bulunmak kesinlikle mümkün değil. Bununla birlikte bölgenin iki yükselen gücünü, yani PKK ile IŞİD’i karşılaştırarak bazı ipuçları elde edebiliriz. Önce iki hareketin bazı ortak yönlerine bakalım:

- PKK ve IŞİD’de yer alanların ezici bir çoğunluğu davalarına sonuna kadar bağlı ve ölümden korkmuyor.

- Ama iki hareket de kesinlikle amatör değil, son derece profesyonelce hareket ediyorlar. PKK’nın 30 yıllık bir silahlı faaliyet tarihi var. IŞİD ise 1990 ortalarından itibaren gelişen El Kaide’nin mirasçısı. PKK kadar olmasa da IŞİD bünyesinde de dünyanın dört bir tarafında savaşmış kişiler var.

- Her iki hareket de “uluslarötesi” bir profile sahip. PKK içinde farklı ulus devletlerden Kürtler ve az sayıda olsalar da Kürt olmayan kişiler yer alırken IŞİD ise El Kaide geleneğini sürdürerek İslam dünyasının dört bir tarafından gönüllüleri “ümmetçi” bir perspektifte cezbetmeyi biliyor.

İki farklı kadın profili

Farklılıklara gelecek olursak:

- PKK ile IŞİD’in arasındaki farkı “birisi etnik, diğeri dini temelli” diye tarif etmeye çalışmak son derece yanlış olacaktır. Zira birbirine taban tabana zıt, bambaşka dünyaları hedefleyen iki hareket söz konusu. Aslında uzun uzun konuşmaya gerek duymadan PKK ve IŞİD’de kadının yerini karşılaştırmak yeterli olacaktır. Nitekim uluslararası haber ajansları son günlerde Kürdistan’da yaşanan çatışmalardan çok sayıda PKK çizgisindeki YPJ (Suriye) ve YJA STAR’a (Türkiye) bağlı kadın savaşçıların fotoğraflarını servis ediyor. IŞİD hakkında da genellikle esir aldıkları kadınlara yaptıkları iddia edilen zulümler anlatılıyor.

- PKK kendi toprağını savunma iddiasındayken, her ne kadar Irak ve Suriye’deki Sünni Araplardan belli ölçülerde destek alıyor olsa da IŞİD “işgalci, istilacı” bir görünüm veriyor.

PKK’nın önü iyice açık

Her iki harekette de, mesela Bağdat ve Erbil gibi merkezlerde pek karşılaşmadığımız güçlü bir “stratejik akıl” mevcut. Mesela IŞİD Musul’dan sonra Bağdat’a yöneliyor görüntüsü vermiş, PKK yönetimiyse buna aldanmayıp Erbil’e, muhtemel IŞİD saldırılarına karşı özellikle Şengal’de birlikte mücadele etmeyi teklif etmiş ama cevap alamamıştı. Şimdi Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani Mahmur siperlerinde PKK komutanlarına destekleri için teşekkür edip kendileriyle fotoğraf çektiriyor. Kandil’den yapılan açıklamalarda PKK yöneticilerinin IŞİD ile mücadeleyi her şeyin önüne koyduğu, Erbil yanaşmasa da bunu tek başlarına, sonuna kadar sürdürmeye kararlı oldukları anlaşılıyor.

Bu bağlamda Murat Karayılan’ın IŞİD’e yönelik şu sözlerinin altını çizmek gerekiyor: “Ey uluslararası çete İŞİD! Ey İŞİD! Kürt halkı yalnız değildir. Bunu böyle bil. Bu saldırılarına devam eder isen, sana karşı devreye koymadığımız şeyler var. Bunları devreye koyacağız. Pişman olursunuz. Bir an önce bu vahşetinize son verin. Vahşet uygulamayın.”

Karayılan’ın IŞİD’I ne ile tehdit ettiği hakkında bir fikrim yok. Ancak PKK-IŞİD çatışmasının iyice kızışacağını, bölgenin yeniden yapılanmasını hızlandıracağını ve bundan üstün çıkacak tarafın yeni statükoda çok avantajlı bir duruma geleceğini kestirebiliriz.

14 Haziran’daki yazımı “PKK birinci Körfez Savaşı ve Irak’ın işgalinden büyük ölçüde kârlı ve güçlenerek çıktı. Suriye ve Irak’taki yaşanan krizlerden de benzer şekilde istifade etmek isteyen örgütün önü bugün itibariyle büyük ölçüde açık görünüyor” diye bitirmiştim. O paragrafı bu yazıya taşımanın hiçbir sakıncası yok.

Yazının devamı...

Mağrur çok, mağlup yok

Türkiye’de seçimlerin neredeyse tümünün ortak özelliği mağlubunun olmamasıdır. Sandıktan başarılı çıkamayan partiler/adaylar öyle çok, kapsamlı ve ikna edici argümanla durum değerlendirmesi yaparlar ki sanki onlar galip çıkmış sanabilirsiniz. Mağluplar ne mi yapar? Mesela:

1)Varsa diğer mağlupların durumunu daha ön plana çıkarıp kendilerini “daha az mağlup”, buradan hareketle “gizli galip” gösterirler.

2)Sandıkta kazanan tarafın seçim öncesi beklentilerini abartılı bir şekilde tarif ederek, esas hedefine ulaşamadığını, hayal kırıklığı yaşadığını, dolayısıyla aslında hiç de galip olmadığını, tam tersine kaybettiğini ileri sürerler.

3)Kazanan taraf siyasi iktidarı zaten kontrol ediyorsa, seçim sürecindeki adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, hukuksuzlukları, hile iddialarını her şeyin önüne koyup, bu şartlar altında gösterdikleri performansı başarı olarak tasvir eder, kendilerini “galip sayılır bu yolda mağlup” ilan ederler.

4)Tabii bir de doğrudan ya da dolaylı olarak seçmeni suçlarlar. Daha önceki seçimlerin ardından, kazanan tarafın karşıtları durumu sık sık Aziz Nesin’in o veciz sözüyle izah etmeye çalışmışlardı. Bu seçimin ardından da benzer yorumlar yapıldı ama fatura daha çok oy kullanmayan seçmenlere kesilmek istendi.

İhsanoğlu’nun kabahati yok

Sonuncudan başlayalım: Daha ortada kimlerin, hangi gerekçelerle pazar günü sandığı gitmediği, gitmiş olsalardı hangi adaya oy verecekleri belli olmadığı halde, çatı partilerinin sözcüleri, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en azından ikinci tura kalmamasından oy kullanmayanları sorumlu tuttular. Velev ki dedikleri doğru olsun, katılım oranının yükselmesi halinde Erdoğan’ın yüzde 50’nin altında kalacağı kesin olsun, bunun sorumlusu oy kullanmayanlar mıdır, yoksa onları sandığa gelmeye ikna edemeyenler mi?

Özellikle Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçim kampanyasının sönük ve heyecansız geçtiğine hep birlikte tanık olduk. Bunda herhalde en az İhsanoğlu’nun kabahati vardır. Açıkçası kendisini aday gösteren partilerden muazzam bir destek almamasına, üstelik Erdoğan ile taraftarlarının her türlü saldırısına maruz kalmasına rağmen ayakta kalabilmesi bile başlı başına başarıydı. Çatı partilerinin yöneticileri, en azından, çatı adayı fikrinin hiç de parlak bir buluş olmadığını; siyasi yönü bu kadar baskın olan bir seçime siyasete bu kadar uzak ve kamuoyunun tanımadığı birini ortak aday göstermenin bir bakıma yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına geldiğini itiraf etmeliler.

İhsanoğlu’nun adaylığının ilan edilmesinin ardından kendi adaylarını çıkarma cesaretini gösteremeyen CHP’nin ulusalcıları eğer bugün Kemal Kılıçdaroğlu’na meydan okuyorlarsa bunun ana nedeni CHP yönetiminin, daha önceki seçimlerden sonra da yaptığı gibi, hatalarıyla samimi bir şekilde yüzleşmekten kaçınmasıdır. Lakin CHP yönetimine meydan okuyan bu isimlerin, geçersizliği defalarca kanıtlanmış klişeler dışında Erdoğan ve AKP’ye nasıl meydan okuyabileceklerini kestirebilmek epey zor.

Demirtaş örneği

Aslında Selahattin Demirtaş, çatı partilerinin her türlü bahane ve mazeretini tek başına geçersiz kıldı. İhsanoğlu’nun aksine siyaset yaptı; yine onun aksine AKP ve Erdoğan’ı doğrudan eleştirdi ve tabii ki İhsanoğlu gibi statükoyu korumayı değil tamamen değiştirmeyi vaat etti. Tabii bütün bunları, arkasına sayısı ve niteliği her geçen gün artan bir kitle desteğini ve parti örgütünü alarak yaptı. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan’ın gerçek ve belki de tek rakibi Demirtaş’tı.

Yine Demirtaş’la, bütün hukuksuzluk, adaletsizlik ve eşitsizliklere rağmen doğru sözlerin doğru insanlar tarafından söylenmesi halinde bunun seçmen tarafından muhakkak kabul gördüğü de bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Son söz: Her seçimden sonra kazananları ve onlara oy verenleri suçladığınız, aşağılamaya kalktığınız müddetçe hep kaybetmeye mahkumsunuzdur.

Yazının devamı...

Altı soruda Gül’ün AKP’ye dönüş kararı

Gül neden AKP’ye dönüş kararını erkenden açıkladı?

Gül, nisan ayının ortasında “Bugünkü şartlar çerçevesinde benim gelecekle ilgili siyaset planımın olmadığını paylaşmak isterim” diyerek siyasi geleceğini bizzat kendisinin belirleyeceğinin altını çizmişti. Gül bu çıkışıyla, cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde tek belirleyici isim olarak gözüken R. Tayyip Erdoğan’dan, kısa süreliğine de olsa inisiyatifi almıştı.

Gül’ün dünkü “Cumhurbaşkanlığım bittikten sonra şüphesiz ki partime döneceğim” açıklamasını da benzer bir şekilde, inisiyatif alma çabası olarak görmek gerekir. Şöyle ki, kendisine yakın çevreler bir süredir, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi halinde AKP’nin yeni genel başkanının seçileceği olağanüstü kongrenin, devir-teslim töreninden önce, muhtemelen 27 Ağustos’ta yapılacağını söyleyip yazıyorlardı. Böyle bir durumda Gül’ün partinin başına geçmesi de mümkün olamayacaktı. Bu nedenle Gül’ün, AKP MYK toplantısının yapıldığı günde eve dönüşünü ilan ederek kongre tarihinin söylenenden ileri bir tarihe alınmasını sağlamak istediği anlaşılıyor.

AKP yönetimi neden kongre tarihini 27 Ağustos olarak belirledi?

Bunun birden fazla nedeni var. Örneğin Erdoğan, kendisinden sonra genel başkanlık ve başbakanlığı aynı kişinin üstlenmesini tercih ettiğini söylemişti. Gül milletvekili olmadığı için başbakan olamıyor, dolayısıyla Erdoğan’ın kafasındaki profile uymuyor. Öte yandan Erdoğan ile Gül arasında bazı temel konularda, özellikle son yıllarda berraklaşan ciddi görüş ayrılıkları söz konusu. Bu bağlamda Gül’ün Fethullah Gülen cemaatine yönelik savaşta Erdoğan’ın sert çizgisine hayli mesafeli olduğu, hatta savaşı sonlandırmak istediği yönünde spekülasyonlar da yapılıyor. Her şey bir yana, yüzde 52 civarında bir oyla seçilen Erdoğan’ın, kafasındaki projeleri hayata geçirmesinde kendisine sorun çıkartabilecek Gül gibi yüksek profilli bir ismi genel başkanlık ve başbakanlık için tercih etmediği anlaşılıyor.

27 Ağustos’ta AKP’nin ve hükümetin başına kim gelecek?

Bu ismin Erdoğan’ın kafasında olduğu kesin. Dolayısıyla ortada dolaşan/dolaştırılan isimler hakkında yapılan değerlendirmelerin bir yerden sonra fazla bir anlamı yok. Yine de en çok Ahmet Davutoğlu’nun adının zikredildiği açık. Bununla birlikte son derece kritik olan bu dönemde Erdoğan’ın kendisine çok daha yakın bir ismi tercih etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında Binali Yıldırım ve Mehmet Ali Şahin gibi isimleri akılda tutmakta yarar var.

Gül’ün ne gibi kozları var?

Gelecek genel seçimlerden güçlü bir şekilde çıkmak isteyen AKP’lilerin, Erdoğan sonrası dönem için akıllarına gelen ilk ismin açık ara Gül olduğunu biliyoruz. 10 Ağustos’ta alınan yüzde 52 civarındaki oyun beklentilerin çok altında olduğu düşünüldüğünde Gül’e yönelik teveccühün artmış olması şaşırtıcı değil. Nitekim Gül de son çıkışını bu kısmi hayal kırıklığından hareketle erkene almışa benziyor.

Gül daha sonra partinin başına geçebilir mi?

28 Ağustos’tan sonra AKP’ye dönecek olan Gül’ün ilk andan itibaren potansiyel genel başkan ve başbakan adayı olarak görüleceği muhakkak. Eğer düzenli olarak yapılan kamuoyu yoklamalarında AKP’de bariz bir iniş gözlenirse normal şartlarda 2015’in eylül ayında yapılması beklenen AKP kongresi genel seçimlerden önceye alınabilir ve Gül partinin başına geçirilebilir. Dün de değindiğim gibi, Gül seçeneğinin yeniden gündeme gelmesinde, bölgemizdeki altüst oluşların doğurduğu ve doğurabileceği riskler de belirleyici rol oynayabilir. Dolayısıyla Gül eğer AKP Genel Başkanı olmak istiyorsa, ki istiyor olması herhalde kimseyi şaşırtmaz, bir sonraki kongreyi beklemesi gerekecek.

Üç dönem kuralı kalkar mı?

Erdoğan defalarca bu kuralı kaldırmayacaklarını söyledi. Ancak kendisinden sonra AKP’de işlerin nispeten daha zorlaşacağı düşünüldüğünde pekala “olağanüstü şartlar” gerekçe gösterilerek bu kuralda bazı esnemeler yapılabilir. Tabii bunun için de kongrenin genel seçimlerden önceye alınması gerekecektir. Yine de Erdoğan’ın bu kuralı kaldırtmamak için şartları sonuna kadar zorlayacağını düşünüyorum.

Yazının devamı...

Neden böyle oldu? Bundan sonra ne olabilir? 7 hızlı not

Erdoğan’ın zaferi: Çatı partileri muhakkak bir dizi mazeret ve bahane bulacaklardır, bunların haklılık payı taşıyan yönleri de olabilir ama bir yerden sonra bunların hiçbirinin anlamı ve hükmü yok, sonuçta Recep Tayyip Erdoğan net bir şekilde, ilk kez doğrudan halk oyuyla 12. Cumhurbaşkanı seçildi. Bu onun tartışmasız zaferi, bütün stratejilerini onu seçtirmeme üzerine inşa etmiş olanların, tabii ki başta CHP ve MHP’nin, bu arada muhakkak Fethullah Gülen cemaatinin bariz yenilgisidir.

Demirtaş’ın yükselişi: CHP ve MHP kaybetti ama kampanyasını Erdoğan aleyhtarlığı değil de “yeni yaşam çağrısı” üzerine kurmuş olan Selahattin Demirtaş kesinlikle kaybetmedi, hatta Erdoğan ile kıyaslamak tabii ki mümkün değil ama bu seçimin ikinci galibi olduğunu da söyleyebiliriz. Bu durum Kürt siyasi hareketinin son dönemde yaşanan yükselişiyle doğrudan örtüşüyor. Demirtaş’ın hem Kürt seçmenden daha fazla oy aldığını, hem de CHP’den iyice hayal kırıklığı yaşayan kentli orta sınıfların az da olsa bir bölümünü etkilemiş olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte İç ve Doğu Anadolu, Karadeniz gibi bölgelerde yüzde 2’ye bile ulaşamıyor olması gerçeğini de ihmal etmemek gerekiyor. Sonuçta Demirtaş’ın yakaladığı dalgayla HDP genel seçimlere kendi adıyla girebilir ve dün eşiğine geldiği yüzde 10 barajını pekala aşabilir. Bu da Türkiye için muhakkak çok anlamlı ve hayırlı bir gelişme olur.

Çatı adayı fikrinin yanlışlığı: Çatı adayı fikrini, daha MHP lideri Bahçeli ilk telaffuz ettiğinde eleştirmiştim. Bu öneriye yönelik sıraladığım 9 itirazdan (http://rusencakir.com/Cati-aday-onerisine-9-itiraz/2661) sadece birini hatırlatmak yeterli olabilir: Ne zaman “oylar bölünmesin” denildiyse oyların iyice dağıldığını, dahası toparlanmanın esas olarak karşı tarafta yaşandığını gördük. Çünkü daha baştan “aman oylar bölünmesin” dediğinizde rakibinizin çok güçlü olduğunu, kendinizin de zayıf olduğunu kabul etmiş oluyorsunuz. Seçmenin güçlü olana eğilimi olduğunu düşündüğümüzde bu yüzden rakibiniz daha yolun başında fazladan avantaj sahibi oluyor.

Çatı partilerinin motivasyon sorunu: Fikir yanlış olmakla birlikte Ekmelettin İhsanoğlu bulunabilecek belki de en ideal çatı adayıydı. Fakat kampanyanın belli bir aşamasından itibaren çatı partilerinin enerjilerini daha çok kendi seçmenlerini sandığa gitmeye ikna etmek için harcamaları “en ideal” ismin bile yeterli motivasyonu sağlayamadığını gösterdi. Nitekim katılma oranının son derece düşük olmasının başta CHP, ardından MHP seçmenlerindeki ilgisizlik ve umutsuzluğa bağlayanlar çoğunlukta. Bu bağlamda, CHP içindeki ulusalcı milletvekillerinin alternatif bir isim çıkartmış olmaları halinde katılım oranının daha yüksek olabileceği, bunun da Erdoğan’ın oy oranını düşürebileceği iddialarını yabana atmamak gerekir.

Başkanlık sistemine doğru: İlk turda seçilen Erdoğan’ın bundan sonra ülkeyi bir şekilde başkanlık sistemine sokmak isteyeceği muhakkak ancak bu oy oranıyla bunu gerçekleştirebileceği şüpheli. Fakat eğer muhalefet partileri bu yenilgiden gereken dersleri çıkartmayıp aynı şekilde yollarına devam ederlerse AKP, başında kim olursa olsun, Çankaya’daki Erdoğan’ın yönlendirmesiyle 2015’de yeni bir seçim zaferine imza atabilir ve HDP’den de destek alırsa anayasayı değiştirme imkanına da kavuşabilir.

Çözüm sürecine tam gaz devam: Erdoğan adaylığı a yaptığı konuşmada Kürtleri yanına Cemaat’i de karşısına almıştı. Bu çizgisini sürdüreceğini düşünüyorum, çünkü Cemaat ile düşman ihtiyacını, çözüm süreciyle de somut hedef ihtiyacını karşılıyor. Öte yandan PKK’nın Suriye’den sonra Irak’ta da çok aktif rol oynamaya başladığı düşünüldüğünde Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümünü daha fazla erteleme lüksü yok, kalmadı.

Gül’ün siyasi geleceği: Birkaç gün içinde daha kapsamlı bir analiz yazmayı düşünüyorum ancak yüzde 52 ile cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın Abdullah Gül gibi kafasındaki projeleri hayata geçirmesinde kendisine sorun çıkartabilecek bir ismi AKP liderliği ve başbakanlık için düşüneceğini sanmıyorum. Ancak iç politik kaygılardan ziyade, bölgemizdeki altüst oluşların doğurduğu ve doğurabileceği riskler nedeniyle Gül gibi güçlü bir ismi tercihe etmek zorunda kalabilir.

Yazının devamı...

IŞİD, Irak Kürdistanı, PKK, Türkiye ve ABD üzerine beş not

Hilafeti Kürdistan’a taşıma: Şunu akılda tutmakta yarar var: Kürdistan’da çok güçlü İslami bir damar var. Hem Türkiye, hem Irak, hem Suriye’deÖ Buradan El Kaide ve IŞİD gibi türevleri de besleniyor. Mesela IŞİD’te savaşanların içinde Suriyeli Kürt daha az olmak üzere çok sayıda Türkiyeli ve Iraklı Kürt var. Buna karşılık IŞİD’in Güney’de, yani Şii Araplar içinde yuvalanmasının imkanı ideolojik/teolojik nedenlerle hiç yok. Dolayısıyla IŞİD’in İslam devletini Kürdistan’a taşıma gibi bir niyeti var ve bu hiç yabana atılmamalı.

Washington’un gözde müttefiki: Amerikan uçaklarının Erbil’e yöneldiği söylenen IŞİD güçlerini bombalaması aklıma 11 yıl önceki bir olayı getirdi: Amerikan ordusunun Irak’ı işgal ettikten kısa bir süre sonra, 2003 Mayıs ayında Halepçeyle İran sınırı arasında küçük bir bölgede üstlenmiş olan El Kaide çizgisindeki Ensar el İslam örgütüne geniş kapsamlı bir operasyon düzenlemiş ve Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin en ciddi rakiplerinden birini büyük ölçüde tasfiye etmişti. Musul’un düşmesine ses çıkarmayan Washington’un Erbil söz konusu olunca devreye girmesi öncelikle ABD’nin Irak’taki önde gelen müttefikinin Kürtler olduğunu kanıtlıyor.

Irak Kürdistanı’nın direnme gücü: Peşmergelerin Şengal, Mahmur gibi yerleşim birimlerini, Irak ordusunun Musul’u terk etmesini çağrıştırır şekilde terk etmeleri kafaları karıştırdı. IŞİD’in ağır silahları bunun tek gerekçesi olabilir mi, sanmıyorum. Belli ki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) silahlı güçlerini motive etme diye bir sorunu var. Bunun nedenleri üzerine çok şeyler söylenebilir, şimdilik dünkü yazımızda da altını çizdiğimiz, IŞİD’in tepesindeki “stratejik akıl”ın Kürtlerdeki zaaf noktalarını çok iyi analiz etmiş olduklarını vurgulamakla yetinelim.

KCK/PKK’nın inisiyatifi: Haziran ayı ortasında “PKK neden IŞİD ile savaşmaya talip?” (http://rusencakir.com/PKK-neden-ISID-ile-savasmaya-talip/2690) başlıklı yazımı “PKK birinci Körfez Savaşı ve Irak’ın işgalinden büyük ölçüde kârlı ve güçlenerek çıktı. Suriye ve Irak’taki yaşanan krizlerden de benzer şekilde istifade etmek isteyen örgütün önü bugün itibariyle büyük ölçüde açık görünüyor” diye bitirmiştim. Daha iki ay olmadan IŞİD ile Suriye’den sonra Irak’ta da savaşmaya başladılar. Ancak bu savaşın nasıl evrilebileceğini kestirmek için çok erken. Zira IKBY’nin IŞİD ile topyekun bir savaşın sorumluluğunu üstlenmemesi halinde PKK’nın işi hiç kolay olmayacaktır. Öte yandan PKK’nın Türkiye ve Suriye’den sonra Irak’ta da baş aktörlerden biri haline gelmesini istemeyecek çok güç var ki bunlardan biri de Erbil yönetimi.

Ankara’nın muhtemel tavrı: Bundan iki yıl önce Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bazı yerleşim birimlerinde, PKK çizgisindeki PYD’nin bayrakları ve Abdullah Öcalan’ın posterlerinin asılması Ankara’da tam bir infial yaratmıştı. Örneğin Başbakan Erdoğan, 2012 Temmuz ayındaki UlusaSeleniş konuşmasında “Türkiye, bu oldu bittilere asla göz yummaz. Güvenliğimizi tehdit eden, iç barışımıza ve huzurumuza yönelik her girişim, her eylem karşısında kararlı bir duruş sergilemeye, aktif tutum izlemeye devam edeceğiz.” Erdoğan daha sonra da “Kuzeyde oluşacak bir yapılanma bizim için bir terör yapılanmasıdır. Oraya müdahale e tmek bizim en tabii hakkımızdır” dedi. Geçen süre zarfında gerek Suriye, gerekse Irak’ta bir dizi vahşete ve katliama imza atmış olan, bölgenin dengelerini altüst eden ve daha da edeceğe benzeyen IŞİD hakkında Ankara’nın bu netlikte bir tavır almamış olması yadırgatıcı.

Ancak artık işler değişiyor gibi. Zira IŞİD, Sünni Arapların gasp edilen haklarını almanın ötesinde hamleler atıyor ve Ankara’nın Irak’taki stratejik partneri olan IKBY’yi de tehdit ediyor. Öte yandan PKK’nın Irak ve Suriye’deki IŞİD belasını bertaraf etmede etkili bir rol üstlenme ihtimali ve bunun kendisine kazandıracağı itibarın da Ankara’yı tedirgin ettiğini düşünebiliriz.

Dolayısıyla AKP hükümetinin, kısa sürede yaşanması mukadder olan hızlı, sert ve kanlı gelişmeleri öngörerek pozisyonlarında ciddi değişikliklere gitmesi mümkün. Ancak IŞİD’in elindeki rehineler nedeniyle her istediğini istediği şekilde yapabilme imkanının pek olmadığını da kabul etmek durumundayız.

Not: Gazetecilerin seçimlerde oylarını açıklamalarının doğru olmadığını düşünüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye’ye hayırlı olmasını diliyor ve tüm seçmenleri oylarını kullanmaya davet ediyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.