Şampiy10
Magazin
Gündem

Atalay ‘güvercin’, Akdoğan ‘şahin’ mi?

Ahmet Davutoğlu’nun kabinesiyle Recep Tayyip Erdoğan’ın son kabinesini karşılaştırdığımızda sadece 4 ismin gidip (Erdoğan, Beşir Atalay, Hayati Yazıcı, Emrullah İşler) 4 yeni ismin geldiğini (Yalçın Akdoğan, Numan Kurtulmuş, Nurettin Canikli, Volkan Bozkır) görüyoruz.

Kabinedeki en kritik değişiklik, hiç tartışmasız, tam da çözüm sürecinde yeni bir aşamaya geçilecek olmasının arifesinde, bunları kısa süre önce kamuoyuna duyurmuş olan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın yerini Yalçın Akdoğan’ın almasıdır. Doğal olarak akıllara ilk olarak, çözüm sürecinin bu değişiklikten nasıl etkileneceği sorusu geldi. Atalay’ın, tıpkı eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin gibi, Kürt siyasi hareketi (KSH) ve ona yakın çevreler tarafından takdir edilen bir isim olduğunu biliyoruz. Buna karşılık Akdoğan’a, gerek yazılarında, gerekse verdiği söyleşilerde sık KSH’nin yasal ve yasadışı alandaki aktörlerini sert bir şekilde eleştirdiği için aynı çevreler pek sıcak bakmazlar.

Atalay ile Akdoğan arasında farklar olmakla birlikte süreçte çok köklü değişiklikler olacağını sanmıyorum. Bunun birkaç nedeni var:

1) Her şeyden önce çözüm sürecinin esas sahibi Erdoğan. Süreçte değişik roller üstlenen kişilerin buna tek başlarına damgalarını basmaları mümkün değil.

2) Akdoğan Erdoğan’ın danışmanlığını yaptığı andan itibaren, Atalay’ın koordinatörlüğünü yürüttüğü demokratik açılım, Oslo süreci ve nihayet çözüm süreci deneyimlerinin hepsine dahil oldu, aktif bir şekilde yer aldı. Yani bugüne kadar olanları ve bundan sonrası için planlananları iyi biliyor.

3) Üslupları çok farklı olmakla birlikte Atalay’ın ‘güvercin’ , Akdoğan’ın ‘şahin’ olarak tanımlanması abartılı olur. Benzer bir tartışma, KCK’da ‘güvercin’ bilinen Murat Karayılan’ın yerini ‘şahin’ bilinen Cemil Bayık alınca da yaşanmış, aslında aralarında sanıldığı gibi ciddi farklılıklar olmadığı, daha çok görev bölüşümü olduğu anlaşılmıştı. (Bayık benzer bir durumun Kandil ile İmralı arasında da söz konusu olduğunu son söyleşimizde dile getirdi.)

4) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedefinin başkanlık sistemi olduğunu biliyoruz. Bu yolda kendisine iki ana siyasi hedef belirlemiş durumda: Çözüm sürecini başarıyla sonuçlandırmak ve Fethullah Gülen cemaatini (kendi deyimiyle ‘paralel yapı’yı tasfiye etmek. PKK hareketinin Suriye ve Irak’taki etkinliğiyle ‘bölgesel bir güç’ olduğunu gösterdiği bir dönemde Erdoğan’ın çözüm sürecini riske atmak gibi bir lüksü yok, olamaz. Dolayısıyla yeni cumhurbaşkanının önerisiyle atandığı kesin olan Akdoğan’a süreci rölantiye alma değil, tam tersine hızlandırma görevi verilmiş olduğunu düşünmek daha mantıklı olur.

Fidan’ın yokluğu

Eğer MİT Müsteşarı Hakan Fidan da iddia edildiği gibi Dışişleri Bakanı olsaydı, kabinede çözüm sürecinin iki taşıyıcısı birden olacaktı. Fidan’ın kabineye alınmamasında belki bu durum da etkili olmuştur. Fakat MİT’in sadece çözüm süreci değil, Ortadoğu’da yaşananlar ve Gülen cemaatiyle savaş gibi kritik konularda da merkezi pozisyonlara sahip olması nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Fidan’ın Yenimahalle’de kalmasını tercih ettiğini düşünebiliriz. Her ne kadar bakan olmasa da Fidan’ın Cemaat, çözüm süreci ve Ortadoğu gibi üç hassas konu nedeniyle bir bakan kadar, hatta yer yer bakandan daha güçlü bir konuma sahip olacağı da muhakkak.

Davutoğlu hükümetinin üç ana gündem maddesinin de bu üç konu (Cemaat, çözüm süreci, Ortadoğu) olacağı açık. Bu nedenle, 2015 seçimlerine kadar gerek çözüm süreci gerekse Cemaat’e karşı mücadele bağlamıyla Akdoğan’ın; Cemaat’in devletten ayıklanması noktasında İçişleri Bakanı Efkan Ala ile Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, Ortadoğu bağlamındaysa Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan ziyade bizzat Başbakan Davutoğlu’nun, söz konusu her üç konuda Hakan Fidan’ın ve tabii ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öne çıkacağını düşünüyorum.

Yazının devamı...

Yepyeni dönemin ilk günü: Beş not

Recep Tayyip Erdoğan’ın dün yemin edip cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte, gerek AKP, gerekse tüm Türkiye için yepyeni bir dönemin startının verilmiş olduğu muhakkak. AKP 1. Olağanüstü Kongresi üzerine beş gözlemimi dün aktarmıştım. Bugün de başta TBMM’deki yemin töreni olmak üzere dün Ankara’da yaşananlar hakkında beş not düşmek istiyorum:

CHP’nin protestosu:

CHP’nin yemin töreninde ne yapacağı merak konusuydu. Sabah Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın ‘yalan yere yemin etmesi’ne tanıklık etmek istemediğini, dolayısıyla Meclis’te olmayacağını ve partili milletvekillerini serbest bıraktıklarını açıkladı. Dolayısıyla CHP’nin, adını koymadan töreni boykot edeceğini düşündük. Ancak yanıldık, bir grup CHP’li milletvekili genel kurul salonuna gelip oturuma katıldı. Fakat yemin töreninden önce söz isteyen CHP’lilere oturumu yöneten TBMM Başkanı Cemil Çiçek izin vermedi. Tartışmanın bir yerinde CHP Grup Başkanvekili Engin Altay’ın iç tüzük kitapçığını fırlatmasının ardından CHP’liler oturumu terk etti. Davetlilerin de dahil olduğu alkışlar ve yuhalamalar, daha ilk günden Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla başlayan ‘yepyeni’ dönemin de kavgalar, kutuplaşmalar vb. ile sürme ihtimalinin hayli yüksek olduğunu gösterdi. Dün MHP ve HDP’den destek alamayan ana muhalefet partisinin bu yepyeni dönem için stratejilerini yeniden düşünmesi herhalde isabetli olacaktır.

MHP’nin sukûneti :

MHP’nin, 10 Ağustos’ta birlikte hareket ettiği CHP’ye katılmaması, 7 yıl önce Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi sırasında izledikleri tutumu hatırlattı: Kendi adaylarını çıkararak Gül’ün seçilmesini mümkün kılmışlardı. Dün de törene katıldılar, ayağa kalktılar ama Erdoğan’ı alkışlamadılar. Yani onun meşruiyetini memnun olmasalar da kabul ettiler.

HDP’lilerin alkışı:

Buna karşılık HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın da dahil olduğu bazı HDP’liler yemininden sonra Erdoğan’ı kısa da olsa alkışladılar. Bu davranış da, bu partiye destek veren, hatta içinde yer alan bazı kesimlerin tepkisine yol açtı. Bu alkışlama, Gezi direnişi sürecinde, o zamanki adıyla BDP yönetiminden gelen bazı tereddüt ve eleştirilerle ve son olarak KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın kendisiyle yaptığımız söyleşide ‘Beyoğlu’ndaki marjinal bir grup’tan şikayet etmesiyle birleşince HDP’ye yönelik ‘sol’ eleştirilerin kabardığına tanık oluyoruz. Öte yandan Kürt siyasi hareketinin çözüm sürecini yürütme adına Erdoğan eleştirisinden kaçındığını ileri sürenlerin de dünkü alkışı sık sık hatırlatacakları açıktır.

Cemaat’e ambargo

Önceki günkü AKP Kongresi’ni Fethullah Gülen cemaatinin medya kuruluşlarının izlemesine izin verilmemişti. Dün de Zaman Gazetesi Cumhurbaşkanlığı muhabiri Emre Soncan Çankaya kapısından geri çevrildiğini yazdı. Belli ki Cemaat’e yönelik akreditasyon yasağı alabildiğine yayılacak. Kuşkusuz, yakın bir zamana kadar AKP iktidarının sunduğu her türlü fırsattan sonuna kadar istifade etmiş olan Cemaat medyasının kısa süre içinde bu kadar dışlanır hale gelmiş olmaları son derece menidar. Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cemaat’e karşı topyekun savaşını sonuna kadar sürdüreceği bilindiğinde, bundan Cemaat medyasının da nasibini alıyor olması da şaşırtıcı değil. Kuşkusuz bu uygulama basın özgürlüğüne tamamen aykırı ve savunulacak hiçbir yanı yok.

Cumhurun başkanı:

Erdoğan’ın amacı 10 Ağustos ile başlayan sürecin başkanlık sistemiyle sonuçlanması. Malum, uzun bir süredir alenen başkanlık sistemi savunuculuğu yapan Erdoğan, özellikle adaylığını açıkladığı andan itibaren bu sistemi sürekli gündemde tutuyor, onu yaygınlaştırıp benimsetmeye çalışıyor. En temel argümanı cumhurbaşkanının ilk defa halk tarafından seçilmiş olması. Buradan hareketle seleflerini ‘cumhurbaşkanı’ kendisiniyse ‘cumhurun başkanı’ olarak tanımlıyor. Bu açıdan bakıldığında Anıtkabir Özel Defteri’ne “Halk oyuyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanının göreve başladığı bugün, Türkiye’nin küllerinden doğduğu, yeni Türkiye’nin inşa ve imar sürecinin güç kazandığı bir gündür. Hiç kuşkunuz olmasın ki bugün, 23 Nisan 1920’de ilk adımlarını attığınız büyük Türkiye ruhunun, özünün, hayal ve ideallerinin dirildiği gündür” diye yazması şaşırtıcı değil.

1985’te gazeteciliğe Nokta dergisinde başladım. Genel Yayın Yönetmenimiz Arda Uskan’dı. Hepimizin üzerinde çok büyük emekleri vardır. Şu an kendisini kaybetmenin acısını yaşıyoruz. Mekanı cennet olsun.

Yazının devamı...

AKP ve Türkiye için yeni bir dönem: İlk beş gözlem

AKPnin dünkü 1. Olağanüstü Kongresi, sadece bu parti değil, tüm Türkiye için yeni bir döneme işaret ediyor. Nasıl olsa bu yeni dönemi sık sık konuşacağız, şimdilik kongreden beş gözlemimi aktarmak istiyorum.

Partili cumhurbaşkanı:

Dün Recep Tayyip Erdoğan kurulduğundan beri genel başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’ne veda etti. Ama kendisinin de vurguladığı gibi bu sahici bir veda değil, yine onun deyimiyle değişiklik özde değil biçimde. Dünkü konuşması, bir süredir dile getirdiği ‘partili cumhurbaşkanı’ olma niyetinde samimi ve kararlı olduğunun işaretleriyle doluydu. Anayasa ya rağmen bunu yapabilir mi? Ne gibi zorluk çıkar? Bu yüzden ülkede siyasi krizler yaşanır mı? Önümüzdeki dönemde bu soruları sık sık soracağız ancak CHP nin daha ilk günden boykot tavrını benimsemiş olmasının Erdoğan ın elini güçlendirdiği açık.

Lider değil genel başkan:

Erdoğan ‘partili cumhurbaşkanı’ çizgisini hayata geçirebilirse sadece hükümeti değil AKP TBMM Grubu’nu ve parti teşkilatını da kontrol etmek isteyecek ve edecektir. Bu açıdan bakıldığında dün AKP’nin ikinci genel başkanı seçilen ve yarın da Erdoğan tarafından başbakan olarak görevlendirilecek olan Ahmet Davutoğlu’nun rolü ne olacak? Erdoğan Davutoğlu’nun ‘emanetçi’ olmayacağını ısrarla vurguladı. Aslına bakılacak olursa, mevcut seçenekler içinde Abdullah Gül’den sonra ‘emanetçi’ tanımına en uzak kişinin Davutoğlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden yeni dönemde Davutoğlu’nun konumu tanımlamak için yeni bir kavram bulmak gerekebilir. Her durumda AKP’nin liderinin Erdoğan olmaya devam edeceği muhakkak.

Hocanın siyasileşmesi:

Davutoğlu’nu uzun bir süredir tanırım. Konya ve Karaman’da yaptığı ve başarılı olduğu söylenen seçim konuşmalarını izleme/dinleme fırsatım olmadı. Bu nedenle dünkü konuşmasına şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Öncelikle Erdoğan gibi kendini kanıtlamış bir hatibin, üstelik veda konuşmasının ardından kürsüye çıkacak olması büyük bir dezavantajdı. İkinci olarak, iyi bir hoca olduğunu bildiğimiz Davutoğlu’nun partili delegelere ve televizyonda kendisini izleyen halka konuşma yapmada zorlanabileceğini düşünüyordum. Yanıldım ve şaşırdım: yer yer bir amfide öğrencilere ders anlatır gibi konuşuyor olsa da Davutoğlu çok tecrübeli bir siyasetçi gibi konuştu. Hatta uzun bir süre kendini bu ana ve bu konuşmaya hazırlamış olduğu bile düşünülebilir.

Yenilikçilerin vedası:

Meslek hayatımda Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kongrelerinin büyük çoğunluğunu izledim. Bunlardan en heyecanlısı, dolayısıyla en ilginci hiç kuşkusuz 14 Mayıs 2000 günü yapılan FP 1. Kongresi’ydi. Orada, siyasi yasaklı Necmettin Erbakan’ın adayı Recai Kutan’ın karşısına ‘yenilikçi’ kanattan Abdullah Gül çıkmıştı. Yenilikçiler bu kongreden aldıkları cesaretle, FP’nin yaklaşık bir yıl sonra kapatılmasının ardından Erbakan’ı terk edip Adalet ve Kalkınma Partisi kurdular. 13 yıl sonra yapılan dünkü olağanüstü kongre sadece Recep Tayyip Erdoğan değil, yenilikçi ekip için de bir tür partiye veda anlamı taşıyordu. Şöyle ki, RP-FP döneminin önde gelen bazı yenilikçileri ya daha önce AKP’yi terk etmiş (Abdüllatif Şener), ya da milletvekilliğine aday gösterilmeyip geri planda kalmışlardı (Mustafa Baş, Azmi Ateş...). Önümüzdeki seçimde de Bülent Arınç başta olmak üzere geri kalan isimlerin büyük kısmı üç dönem kuralı nedeniyle en azından milletvekilliğine veda edecek ve iktidar partisine yakın dönemde katılmış, hatta bir kısmı İslami cenahtan da gelmeyen isimler öne çıkacak.

Gül'ün adı yok:

AKP’ nin kuruluşunu tetikleyen FP kongresinin yıldızı, AKP nin önde gelen kurucularından, ilk başbakanı ve 7 yıl boyunca cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, partisine geri dönüyor ama dün adı nerdeyse hiç anılmadı. Erdoğan’ın konuşmasında ilginç bir şekilde geniş bir yer tutan ‘davayı terk edenler’ , ‘terk etmeye yatkın olanlar’ ve ‘davayı kendilerine endekslemeye çalışanlar’ bölümünde örtülü bir şekilde Gül’den söz ettiği yorumlarına katılmıyorum. Ancak konuşmasında her vesileyle Erdoğan’ı öven ve onun çizgisinden sapmayacağının altını çizen Ahmet Davutoğlu’nun kendisini siyasete kazandıran Gül’den hiçbir şekilde söz etmemesi, onu AKP’de pek parlak bir geleceğin beklemediği yorumlarına zemin hazırlıyor.

Yazının devamı...

Gülen cemaatinin PKK paradoksu

Geçtiğimiz günlerde Muş’un Bulanık ilçesinde Fethullah Gülen cemaatiyle irtibatlı olan bir dershane ve öğrenci yurdu, Diyarbakır Lice’de Mahsum Korkmaz heykelinin yıkılmasını protesto gerekçesiyle bir grup tarafından saldırıya uğradı ve yakıldı. Bu, PKK’nın Cemaat’e yönelik ilk saldırısı değil, böyle giderse sonuncusu da olacağa benzemiyor. Zira ülkemizin AKP iktidarından sonra önde gelen iki önemli güç odağının ilişkileri yıllarca hasmane bir şekilde sürdü. Ocak ayı sonunda Kandil’de söyleşi yaptığımız KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık kendilerinin Cemaat ile görüşmek istediklerini ama hep reddedildiklerini söylemişti. Geçen hafta kendisine aynı konuyu hatırlattığımda, geçen süre zarfında herhangi bir gelişme yaşanmadığını belirtti.

Anlayabildiğim kadarıyla PKK, Cemaat ile en azından belli bir diyalog içinde olmak istiyor, ancak söyleminde PKK karşıtlığı giderek daha merkezi bir yer işgal eden Cemaat buna yanaşmıyor.

Halbuki iki hareketin de son derece pragmatist ve reel politiğe göre davrandığını kabul ettiğimizde tam tersi olması beklenirdi: Kürt siyasi hareketinin (KSH), çözüm için müzakere yürüttüğü AKP hükümetiyle savaş halinde olan Cemaat ile mesafesini daha da açması, Cemaat’in de siyasi iktidarı zor durumda bırakmak için KSH ile ilişki geliştirmeye çalışması şaşırtıcı olmazdı.

Irak Kürdistanı tamamen farklı

Cemaat’in özünde Kürtlerle bir sorunu yok. Bir gazeteci olarak Cemaat’in Irak Kürdistanı’ndaki okullarını gezdim, çalışanlarıyla konuştum ve yerel Kürt yöneticilerden onlara nasıl baktıklarını da öğrendim. Açıkçası Gülen cemaati 1994’ten itibaren o bölgede çok başarılı bir çizgi tutturmuş durumda. Ve bunun ilk ve en önemli nedeni Kürtleri oldukları gibi kabul etmek, onlara bir şey dayatmaya çalışmamak ve kendi içlerindeki güç dengelerini yakından ve akılcı bir şekilde tahlil etmek. Bu sayede Irak Kürdistanı’nda iyice kök salmış durumdalar. Öyle ki IŞİD’in Erbil’in kapısına dayandığı günlerde kenti terk etmeyen az sayıdaki ‘yabancı’ arasında Cemaat okullarının çalışan ve yöneticileri vardı.

Ama iş Türkiye’ye gelince tam tersi bir stratejiyle karşı karşıyayız. Gülen cemaati Kürt realitesini kabul ediyor fakat KSH, diğer deyişle PKK realitesini kabule yanaşmadığı için yerinde sayıyor, hatta geriliyor. Bu strateji yanlışının ülkemize çok ağır bir faturaya mal olduğunu, yakın zamana kadar süren KCK operasyonlarıyla gördük. Bir dönem AKP hükümetini de Kürt sorununu KSH’ni dışlayarak çözmenin mümkün olduğun ikna etmiş olan Cemaat’in “sivil olmayan kanadı”, yaşanan onca şeye rağmen hâlâ yanlışta ısrar ediyor. Bir kısmı cezaevinde olan polis şeflerinin “Biz tam sorunu kökünden çözüyorduk ama hükümet içindeki İran ajanları her şeyi bozdu” tadındaki açıklamaları acaba kimseye tatminkâr geliyor mudur?

Bulanık saldırısının ardından Cemaat yanlıları sosyal medyada şu soruyu dolaşıma soktular: “Irak Kürdistanı Hizmet’in eğitim kurumlarını gözü gibi korurken neden Türkiye’de örgüt bu kurumları kundaklıyor?”

İlk bakışta çok haklı gözüken bir soru. Ama bunu tersine çevirip “Irak’ta Kürt siyasi örgütleriyle son derece dostane ilişki geliştiren Cemaat Türkiye’de KSH’ne neden hasmane yaklaşıyor?” diye sormak da mümkün.

PKK çizgisinin, Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı savaşarak bir bölgesel güç olduğunu kanıtladığı, Batı’da hakkında var olan ‘terörist’ algısından hızla arındığı bir dönemde Cemaat’in eski söylemlerde ısrar etmesi, AKP iktidarını KSH ile müzakere ettiği için köşeye sıkıştırmaya çalışması, çözüm sürecini zora sokma ihtimali olan her türlü olumsuzluğu alabildiğine azaltması, başkalarını bilmem ama beni çok şaşırtıyor.

Yazının devamı...

‘Ortadoğu’da 3. Dünya Savaşı yaşanıyor’

PKK yöneticisi Bayık’a göre IŞİD’in arkasında küresel güçler var. Libya, Suriye, Irak ve Mısır gibi ülkelere yapılan müdahalelerin yeni krizlere yol açtığını anlatan Bayık, “Sistem bu krizi yönetemeyince farklı arayışlara girdi. IŞİD’i büyütme buradan gelişti” dedi.

Foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile birlikte 20 Ağustos 2014 Çarşamba günü Irak Kürdistanı’nda Kandil bölgesindeki bir köy evinde KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık (Cuma) ile yaklaşık iki saatlik bir söyleşi yaptık. Söyleşinin ikinci bölümü şöyle:

‘Üzerimize gönderiyorlar’

- Burada yepyeni bir dönem başlamış gibi. Hem Irak’ta hem Suriye’de. Musul’un düşmesiyle başlayan bir süreç var. Benim gözlemlerime göre bölgede yükselen iki güç var: IŞİD ve PKK. Ve bu iki güç şu anda birbiriyle savaşıyor. Doğru mu düşünüyorum?

“Görünüşte öyledir ama IŞİD’in arkasında bölgesel ve küresel güçler var. IŞİD bu güçlerin desteğini almadan böyle savaşamaz, büyüyemez, gelişemezdi. Görünüşte belki IŞİD ile savaşıyoruz ama bu işin görünen yanı. İşin perde arkası var. Esasında bazı bölgesel güçler IŞİD’i üzerimize gönderiyor.”

- Bunu yapanların amacı nedir?

“Ortadoğu’da 3. Dünya Savaşı yaşanıyor. Kapitalist-modernist sistemin Ortadoğu’ya müdahaleleri oldu ama bu müdahaleler sonuç vermedi. Ne Libya, ne Suriye, ne Irak, ne de Mısır’da... Hatta kriz daha da derinleşti, yeni krizlere yol açtı. Sistem bu krizi yönetemeyince farklı arayışlara girdi. IŞİD’i büyütme buradan gelişti. IŞİD ile mezhep savaşı geliştiriyor. Bu çok tehlikeli bir savaş. Çünkü hakların kardeşliğini, birliğini ortadan kaldırıyor. Onları birbirine düşman ediyor. Halklar arası çatışmayı, savaşı geliştiriyor. Dolayısıyla parçalanmaya yol açıyor. Bir de halkların tarihlerini, kültürlerini, yani demokrasinin, özgürlüğün dayanacağı zemini tahrip ediyor. Halkları zayıf düşürüyor, adeta kendisine mecbur kılmaya çalışıyor, kendisini bir kurtarıcı haline getirmek istiyor. Bu tarzda Ortadoğu’da kontrolü yeniden sağlamak istiyor.”

‘IŞİD artık gerileyecek’

- Musul’un düşmesiyle beraber Irak’ın üç parçaya ayrılmasının kesinleştiği yorumu yapılmıştı. Size göre Irak’ı bölmek böyle bir projenin hedefi miydi?

“Sadece Irak’ı bölme değil mesele. Suriye’dir, İran’dır, Irak’tır. Eğer Türkiye tutumunu değiştirmezse Türkiye’dir. Zaten IŞİD’i geliştirmelerinin bir amacı da bu parçalanmayı sağlamaktır. Bir de Rojava devrimi etkisiz kılınmak isteniyor. Bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum: IŞİD İslamiyet adı altında bunları yapıyor ama İslamiyet ile en ufak bağdaşır tarafı yoktur. Her ne kadar İslam tarihini, ideolojisini kendisine esas alıyorsa, ki bu açıdan belli bir destek de buluyor kendine, özellikle Sünni kesimde, fakat yaptıkları tamamen insanlığa karşıdır. Halklara, kültürlere, din ve mezheplere karşıdır. Ortadoğu’da İslami kültür, gelenek, demokratik değerler, toplumcu değerler güçlüdür. IŞİD’in yaptıkları gerçekten herkesi düşündürüyor, herkesi sorgulamaya itiyor. İslami kesimleri de sorgulamaya itiyor.”

- Bir de korku yaratıyor.

“Zaten bazıları Moğollar’a benzetiyor. Belki benzer yanları var ama esas IŞİD gerçeğini iyi anlamak gerekiyor. IŞİD aslında psikolojik savaşı iyi yürütüyor. Dengeleri çok iyi kavrıyor. Tabii biraz tarihi, İslami kültürü biraz esas alıyor ve topluma hitap ediyor. Burada biraz karşılık buluyor. Ama IŞİD Irak’ta gelişebileceği kadar gelişti. Artık son sınırdır. Bundan öteye gelişemez ve hatta giderek gerileyecektir.”

Güney’de Şii Arap, ortada Sunni Arap ve Kuzey’de de Kürtler. Şu an Sünni Araplar IŞİD tarafından yönetiliyor. Bu böyle sürebilir mi? IŞİD mantalitesi ile burada kurulan Sünni bir devlet ile Kürtler veya Şii Araplar yaşayabilir mi?

“Sanmıyorum. IŞİD belki bir dönem daha kullanılacak çünkü onunla gerçekleştirmek istedikleri var ve daha bitmedi. Bunlar gerçekleştirildikten sonra sanırım IŞİD giderek etkisizleştirilecektir. Bu kolay olur mu? Hayır, çünkü dayandığı bir zemin var ama daraltacak, etkisizleştireceklerdir. Daha çok Sünni kesimde eski Baasçılar gündeme taşınabilir ve muhtemelen onlarla Sünni devlet veya oluşum geliştirilebilir. Mantıklı olan da budur. Şu anda Baasçılar taktiksel olarak IŞİD’in gücünden yararlanıyor. Çünkü onlar toplumda belli bir korku yaratmış. Aslında IŞİD de Baasçılar’dan yararlanıyor. Başkalarından da yararlanıyorlar. Aslında birbirinden yararlanma çok güçlü. Kimin kimi ne kadar kullandığı, sonuçta kimin ne kadar etkili olacağı aslında pek belli değil.”

Silah talebi

Yazının devamı...

Kandil’den ‘her zaman kapımız açık’ mesajı

Başbakan Yardımcısı Atalay’ın “Kandil’le direkt görüşülmesini arzu ediyorum” sözüyle ilgili soruya PKK yöneticisi Cemil Bayık şöyle yanıt verdi: “Biz her zaman açığız. Bu basın olabilir, heyetler olabilir, uluslararası kurumlar olabilir...”

Foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile birlikte 20 Ağustos 2014 günü Irak Kürdistanı’nda Kandil bölgesindeki bir köy evinde KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık (Cuma) ile yaklaşık iki saatlik bir söyleşi yaptık. Söyleşinin ilk bölümü şöyle:

‘Rolümüz farklı’

- Çözüm süreciyle ilgili Öcalan’dan genellikle pozitif, sizdense soru işaretli açıklamalar geliyor. Bu yanlış bir okuma mı, yoksa burada bir sorun mu var?

“Yanlış okumuyorsunuz. Önder Apo’nun rolü farklıdır, bizim rolümüz farklıdır. Ne Önder Apo’nun rolünü biz üstlenebiliriz ne de Önder Apo bizim rolümüzü üstlenebilir. Bunlar birbirini tamamlayan unsurlardır. Önder Apo bir halkın önderidir ve baş müzakerecidir. Bizim konumuz ise farklıdır. Bunların birbirine karıştırılmaması gerekiyor. Ne aynılaştırması doğru, ne de birbirinin karşısına konulması. Belki bazıları bilinçli karşı karşıya getiriyor. Çelişkili durumlar söz konusu değildir ve olamaz da. Hükümet çözüm yönünde ciddi adımlar atmadı. Bizim sunduğumuz zemini kullanıp kendini güçlendirmeye çalıştı. Önder Apo’nun ısrarlı ve tek taraflı çabaları çözümü belli bir noktaya kadar getirdi. Bunun ötesi için hükümetin de adım atması gerekiyor. Hükümet söylemde iyi şeyler söylüyor, herkesi beklentiye sokuyor ama bir türlü pratik adımlar geliştirmiyor.”

- Yasal düzenlemeler ve ona bağlı olarak yeni yol haritası, yeni müzakerecilerin gitmesi, kamu güvenliği müsteşarlığının olaya dahil olması...

“Bir çerçeve yasası çıkarıldı parlamentodan ama nasıl çıkarıldı, ne amaçla çıkarıldı ona da bakmak gerekiyor. Önder Apo dedi ki ‘Bu tarzda süreci artık yönetemem. Koşullarım değişirse bunu ilerletebilirim. Çözüm çerçevesi geliştirilemezse ben yokum.’ Hareketimiz de öteden beri bunu söyledi ve bu yönde bazı çalışmalar yapıldı. Eğer çerçeve belirlenmezse hareketin tutum alacağını söyledik. Suriye’de, Irak’ta savaş var ve Türkiye için de tehlikeli bir durum ortaya çıkmaya başlıyor. Eğer Önder Apo çekilirse, hareket de tutum alırsa ve savaşırsa bu Türkiye için hayırlı olmayacaktı. Belki de Suriye’ye ve Irak’a benzer durumlar ortaya çıkabilirdi. Hükümet bunu gördü. Bir de Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilebilmesi için ateşkesin sürmesi gerekiyor, çatışmaların olmaması gerekiyordu. İstedikleri için değil ama gelişmeler, mücadele Türkiye’ye bu adımı attırmak zorunda bıraktı. Hükümet onun için o yasayı çıkarttı ama yasanın ismi ne? Terörizmi sonlandırma yasası. Savaşı sonlandırma değil, Kürt sorununu çözme değil, terörizmi sonlandırma. Bu, Türkiye’de, hükümette zihniyetin değişmediğini gösteriyor. Sorunu hiç siyasi bir sorun, bir halkın doğal hakları olarak görmediler, siyasi olarak çözmeyi önlerine koymadılar. Sorunu siyasi olarak görse yürütülen mücadeleyi doğru ve haklı görmek, onun önderini bir halkın önderi olarak görmek zorunda. Fakat hükümet görüşmelere siyasi bir içerik kazandırmıyor. Siyasilerle görüşmeyi yürütmek istemiyor.”

‘Bütün halkların çıkarına’

- Söylediğiniz süreç sanki şimdi başlıyor gibi bir hava var?

“Türkiye istemeyerek de olsa buraya doğru gidiyor, gitmek zorunda. Bu hükümetin isteminden bağımsızdır. Çünkü başka da bir yolu yoktur. Bu sorunu siyasi olarak kabul etmek zorunda kalacak.”

- Kalacak mı, kaldı mı?

“O aşamaya doğru gidiyor. Türkiye bunu daha fazla bu şekilde sürdüremez. Eğer Türkiye bu yönde adım atmazsa biz savaşırız ve Türkiye çok ciddi sorunlarla karşı karşıya gelir. Irak ve Suriye’de yaşanan durumlar Türkiye’de de yaşanabilir. Onun için Türkiye’nin bunu gördüğüne inanıyorum.”

- Hükümet istese de istemese de bu noktaya gelmek zorunda diyorsunuz.

“Evet, geliyor. Tabii bu şu anlama gelmez: Hükümet bu noktaya geliyorsa o zaman biz mücadele etmeyelim. Hayır, tam tersine burada daha çok mücadele ile Türkiye’nin atması gereken adımları bir an önce attırmak gerekiyor. Bu hem Kürtlerin hem Türkiye’deki bütün halkların, kültürlerin çıkarınadır.”

- O zaman Beşir Atalay’ın yeni heyetin Kandil’e gelme teklifine kapınız açık.

“Biz her zaman açığız. Herkese açık davrandık. Bugüne kadar kimseyi reddetmedik. Bu basın olabilir, heyetler olabilir, uluslararası kurumlar olabilir. İlkesel olarak reddetmeyi doğru görmüyoruz.”

‘HDP bazı marjinal yaklaşımlardan kurtulmalı’

- Selahattin Demirtaş’ın aldığı oyu bekliyor muydunuz?

Beklentimiz yüzde 10-13 arasıydı. Aldığı sonuç olumludur. HDP bunu örgütlenmeye dönüştürebilirse buradan güçlü bir muhalefet ortaya çıkar. HDP’nin aldığı oy oranı üzerinde oturmaması, bunu örgüt gücüne dönüştürmesi gerekiyor. Eğer bunu yaparsa burada diyelim Kürtleri, Alevileri, demokrat müslüman kesimleri, sol ve liberalleri kucaklarsa Türkiye’nin en büyük muhalefet gücü haline gelebilir. HDP bazı marjinal yaklaşımlardan kendisini kurtarmalı.

- Örnek verebilir misiniz?

Mesela Beyoğlu’nda bir grup var...

- Cihangir’de...

İsmini vermek istemiyorum. Herhalde anlaşılıyor.

‘Parlamenter sistem daha demokratiktir’

- Sizin hareketinizin içindeki bazı isimler Kürt sorununun çözümü için başkanlık sisteminin iyi bir seçenek olduğunu söylediler. Erdoğan’ın bu sistem değişikliği için sizin desteğinize veya en azından engel olmamanıza ihtiyacı olacak. Kendisine yardımcı olacak mısınız?

Tayyip Erdoğan hegemonya, tek adam olma peşinde koşuyor. Bunun kazandıracağı demokratik, özgürlükçü bir yan yoktur. Hatta kısıtlayabilir, tehlikeye sokabilir. Biz ilkesel olarak hegemonya peşinde koşana destek olmayız. Sayın Abdullah Gül de bir açıklama yaptı ve parlementer sistemden yana olduğunu söyledi. Başkanlık, yarı başkanlık sistemini Türkiye için doğru bulmadığını söyledi. Bize göre de parlementer sistem başkanlık ve yarı başkanlık sistemine göre daha demokratiktir. Biz Türkiye’de demokratikleştirme için çaba harcayan bir hareketiz. Başkanlık ve yarı başkanlık sistemi bunu kısıtlayabilir, tehlikeye sokabilir. Bu açıdan parlementer sistem daha demokratik. Çünkü parlementer sistemde Türkiye’nin anti-demokratik yönde yol almasına yönelik çabalara karşı onu frenleyen mekanizmalar var.

‘Bizi AKP yandaşı göstermek vicdansızlık’

- Sizin dışınızdaki muhalif kesimler çözüm sürecinden ve Öcalan ile yürütülen temaslardan işkilleniyorlar ve karşılıklı bir al-ver ilişkisi olduğunu, sizin Erdoğan’ın önünü açtığınızı söylüyorlar.

“Biz kişileri, partileri değil ilkeleri esas alıyoruz. Türkiye ile yürüttüğümüz ilişkilerde al-ver yoktur, ilkeler ve amaçlar söz konusudur. Bu temelde görüşmeleri yürütüyoruz. Bizim açımızdan AKP, CHP, MHP fark etmiyor. Hangi parti iktidara gelse de biz o parti ile çözümü tartışacağız. Biz hükümet ile, devlet ile çözümü geliştireceğiz. Devlet ve hükümetin dışında herhangi bir güç ile çözüm olamaz. Elbette bu arada halkların, kültürlerin, dinlerin, mezheplerin desteğini alarak bunu gerçekleştirmek istiyoruz. Bugün AKP ile müzakereleri yürütüyorsak bu AKP’yi doğru gördüğümüzden veya AKP yandaşı olduğumuzdan değildir. Kalkıp bizi AKP yandaşı olarak gösteriyorlarsa vicdansızlıktır. Şu yanlıştır: ‘AKP’ye destek olunuyor ve AKP bu sayede başarılı oluyor.’ Bugün çoğunluğun düşüncesi de şudur: ‘PKK, AKP’yi destekleyerek, bizim demokratik haklarımızın kısıtlanmasına yol açıyor, hizmet ediyor.’ Bu büyük bir vicdansızlıktır. Bugün Türkiye’de özgürlük ve demokrasi mücadelesini en çok yürüten bu harekettir. Birçok çevre, kesim birtakım örgütlenmelere girebiliyorsa bu PKK’nin yürüttüğü mücadelenin sonucudur. En çok AKP ile mücadele eden biz olduk. Hâlâ biz mücadele ediyoruz. Türkiye’deki devlet ve hükümetin zihniyetinin değişmesi için tek taraflı çabalar yürütüyoruz.”

- Yani özerklik karşılığında demokrasiyi bir kenara bırakmış değilsiniz... Çünkü bu şekilde yorum yapılıyor.

Asla. Biz ne demokratikleşmeden vazgeçtik ne de demokratik özerklikten. Bunlar birbirini tamamlayan, geliştiren unsurlardır. Türkiye demokratikleştiği oranda Türkiye’nin Kürt sorunu çözülür. Kürt sorununun demokratik çözümü Türkiye’de demokratikleşmeyi getirir. Bazı liberal sol aydınlar diyorlar ki, “PKK AKP’ye ve Erdoğan’a destek oluyor. Erdoğan da diktatördür. PKK nasıl bunlarla çözümü geliştirebilir?” Halbuki eğer biz AKP ile sorunu çözersek Türkiye demokratikleşir. Kürdistan’da demokratik özerklik gelişir. Eğer AKP demokratik özerkliği ve Türkiye’nin demokratikleşmesini kabul etmezse müzakere etme şansımız zaten olamaz. Biz AKP ile mücadele ederiz. Geçmişte kıran kırana mücadelede yürüttük. Şimdi müzakere yürütmeye çalışıyoruz. Müzakereye gelirse müzakere ederiz, gelmezse mücadele ederiz. Biz hiçbir zaman diktatörlükle, faşizmle bir olamayız.

YARIN:

- Heykel krizi

- Suriye ve Irak’ta IŞİD-PKK savaşı

Yazının devamı...

Irak Kürdistanı IŞİD şokunu atlatabilmiş değil

Salı ve çarşamba günlerini, foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, daha çok da Erbil’de geçirdik. İlker ile üç kez daha Kürdistan’a gitmiştik. İlki 10 yıl önceydi, Irak’ta iç savaş sürüyor ama Kürtleri çok da fazla etkilemiyordu. Onlar bir taraftan savaşın kendilerine sirayet etmesini engellemeye çalışırken asıl olarak kendi devletlerinin inşasıyla meşgullerdi. Geçen yıl Nisan ve bu yıl Ocak ayında gittiğimizdeyse hızla kalkınan, büyüyen ve zenginleşen, dünyanın dört bir tarafından (tabii Türkiye’den de) yatırımcılar için tam bir cazibe merkezi olmuş bir Kürdistan’a tanık olmuştuk.

Bu seferse atmosfer tamamen değişmişti. Hızın yerini sakinlik, gürültünün yerini sessizlik, heyecanın yerini kaygı ve korku almıştı. Ve bütün bunlara IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti, yeni adıyla da İslam Devleti-İD) Şengal ve Mahmur’u alıp Erbil’in yakınlarına kadar gelmesi neden olmuştu.

Herkesin dilinde IŞİD (Kürtçe kısaltmasıyla DAİŞ) vardı. IŞİD’in Kürdistan topraklarında işgal, istila ve katliam yaptığı haberleri gelince çok sayıda yabancı ülkeyi terk etmiş, Kürtler içinde de daha güvenli olduğu düşünülen Türkiye ve İran sınırlarına yakın bölgelere göçlerin olmuş. Görüşmelerimden çıkardığım kadarıyla ABD’nin hava harekatı ve Şengal ile Mahmur’da IŞİD’e direnilmesi, bu bağlamda Mahmur’un geri alınıp Şengal’de Ezidilerin önemli bir kısmının bir soykırımdan kurtarılmasıyla Kürtler belli bir rahatlama yaşamışlar. (Şengal ve Mahmur’da IŞİD’e karşı savaşta PKK çizgisindeki YPG ve HPG savaşçılarının kilit bir rol oynamasını ve bunun bölgedeki dengeleri nasıl etkilediği konusunu yarın geniş bir şekilde ele alacağız.)

IŞİD şaşırtıyor

Irak Kürdistanı’nda geçirdiğim iki günde, IŞİD’in yol açtığı değişimi anlama ve anlatmada eskiye ait veri, değer ve kriterlerin yetmediğini net bir şekilde gördüm.

Şöyle ki Haziran başında IŞİD’in Musul’u ele geçirip burada bir İslam devleti, hatta hilafet ilan etmesi üzerine birçokları gibi ben de, Irak’ın, Kuzey’de Kürt, Güney’de Şii Arap, geri kalan bölgelerde de Sünni Arap olmak üzere üç parçaya bölünmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Aslında bunda pek yanılmış sayılmayız.

Ne var ki IŞİD’in, Musul’un ardından Bağdat’a yönelmesi, Irak’taki esas kavganın mezhep farklılığı üzerinden Araplar arasında yaşanacağı, bundan da en fazla Kürtlerin istifade edeceği yorumlarını beraberinde getirmişti. Bu bağlamda Kürtlerin yeni kaotik durumu gerekçe gösterip yıllardır arzuladıkları bağımsız devlet ilanını öne alacağı tahminleri yapılıyordu. Ancak böyle olmadı. IŞİD Bağdat’a ve ülkenin güneyine yönelmek yerine rotasını kuzeye kırdı ve Kürtlere saldırmaya, Kürdistan topraklarını işgal etmeye başladı. Bu saldırılar da Kürdistan yönetiminin sandığımız gibi bağımsız devlet olmaya fazlasıyla hazır olmadığını, aslına bakılacak olursa kendi ayakları üzerinde durmakta, kendi topraklarını tek başına savunmakta bile zorlandığını gösterdi.

Vahşet kayıtlarının yarattığı dehşet

Peki IŞİD bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar etkili oldu? Bu konuda çok şey söylendi, daha da söylenecek. Ancak Kürdistan’daki temaslarımızdan IŞİD’in gerçek gücünden ziyade imajının çok daha baskın olduğuna tanık olduk. IŞİD insanlara korku ve dehşet salıyor ve bunu da esas olarak medya, daha çok da sosyal medya üzerinden gerçekleştiriyor. El Kaide sosyal medyayı küresel şebekesi içindeki iletişim için kullanıyordu. IŞİD ise bunu propaganda için çok geniş ve başarılı bir şekilde kullanıyor.

Bu bağlamda geçen yıl yaptığımız bir tartışmayı yeniden gündeme getirebiliriz. IŞİD ve benzeri örgütler farklı yer ve zamanlarda gerçekleştirdikleri infazları kaydedip bunları sosyal medyada dolaşıma sokuyorlar. Çok kişi bu vahşet görüntülerini olabildiğince paylaşarak bu yapıları teşhir ettiklerini, onlarla mücadele ettiklerini sanıyorlar ama kesinlikle yanılıyor; hatta tam tersine dolaylı olarak bu örgütlerin propagandasını yapıyorlar.bunların çoğu zaten bu örgütler tarafından çekilip dolaşıma sokuluyor. Kendilerine zarar verecek olsa herhalde bunları kaydedip yaymazlardı. bu vahşet görüntülerinin dolaşımından hiç ama hiç rahatsız olmadıkları açıktır. Ki bunun son örneği Amerikalı foto muhabiri James Foley’in infaz edilmesi ve bunun kaydının IŞİD tarafından dolaşıma sokulmasıdır.

İşte Irak Kürdistanı’nda bu türden propagandaların ne kadar etkili olduğunu, Kürtlerin IŞİD ile savaşa daha baştan büyük bir moralsizlikle girmiş olduklarını gözledik. Dolayısıyla bir kez daha tekrarlamak istiyorum: Bu vahşet videolarını izlemeyin, yaygınlaşmasına katkıda bulunmayın...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.