Şampiy10
Magazin
Gündem

(IŞ)İD’e karşı Ankara gönülsüz Kandil gönüllü

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, (IŞ)İD’e karşı ‘savaş’ değil ‘mücadele’nin söz konusu olduğunu söyledi. 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından ABD Başkanı Bush’un ‘terörle mücadele’ yerine ‘teröre karşı savaş’ ilan etmiş olmasının faturası tüm yerküreye kesilmişti. Bu açıdan bakıldığında (IŞ)İD’e karşı savaş değil de mücadele perspektifi doğru gözüküyor.

Peki nasıl bir mücadele? ABD Başkanı Obama’nın Çarşamba günü açıkladığı stratejiyi ‘genel’ açıdan ele almıştık. Bugün biraz daha detaya inelim ve Irak ile Suriye’de (IŞ)İD’e karşı mücadelede yaşanabilecekleri tartışalım. Önce Irak:

Sünnileri kazanmak

2003’deki Amerikan işgalinin başından itibaren Irak’ta temel sorun Sünni Arapların kalplerini ve zihinlerini kazanmak olmuştur. Zira sayıca çok olan Şiiler sistemin merkezine geçtikleri; Kürtler de bağımsızlık perspektifini kaybetmeden, federal bir yapıya sahip oldukları için memnundular. Buna karşılık yıllarca Irak’a hükmetmiş olan Sünniler, Maliki yönetiminin bariz ayrımcı politikalarının da etkisiyle kendilerini dışlanmış hissediyorlardı. (IŞ)İD’in öncülüğünde Musul’un Bağdat’tan koparılması, o ana kadar umutsuzca başkaldırmaya çalışan Sünni Araplara büyük bir özgüven verdi. Eğer Irak’ta (IŞ)İD yenilmek isteniyorsa Sünnilere çok cazip teklifler sunulması lazım. Fakat şu aşamaya kadar genellikle kendilerine ‘havuç’tan çok ‘sopa’ gösteriliyor. En çok dile getirilen ve daha önce defalarca denenmiş olan Sünni aşiretleri satın alma formülünün ne kadar işe yarayacağı şüpheli.

Kürtleri silahlandırmak

Musul’un düşmesinden sonra Bağdat’a yönelmesi beklenen (IŞ)İD’in birdenbire Kürtlere ve onlarla içiçe yaşayan azınlıklara saldırmasıyla sadece Irak ordusunu daha iyi donatmanın işe yaramayacağı anlaşıldı. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne (KBY) bağlı güçlerin ağır silahlarla donatılması ve kendilerine bunların eğitiminin verilmesi yolunda Batı’da bir görüş birliği oluşmak üzere. Ancak ciddi bir sorun var: Peşmergenin Şengal, Mahmur, Kerkük gibi birçok yerde (IŞ)İD’e karşı PKK çizgisindeki HPG ve YPG gibi yapılarla birlikte savaşıyor. Ankara’da peşmergeye yapılacak destekten PKK’nın istifade etme ihtimalinden ciddi olarak kaygılanıyor.

Suriye’ye gelecek olursak: “Düşmanımın düşmanı düşmanım”

Obama’nın (IŞ)İD’i yenmek için Suriye’ye de müdahale etme noktasına gelmesinin isabetli olduğunu dün vurgulamıştık. Ancak (IŞ)İD ile mücadeleyi esas olarak yerel unsurların sırtına yükleyince Suriye’de işler karışıyor. Çünkü burada Bağdat ve Erbil gibi devlet yapılanmalarıyla ve onlara bağlı düzenli ordularla işbirliği yapmanın imkanı yok. Zira Obama açık bir şekilde Beşşar Esad rejimiyle herhangi bir ilişki içinde olmayacaklarını beyan etti. Dolayısıyla geriye rejim muhalifi diğer gruplar ve Kürtler kalıyor.

İlk bakışta (IŞ)İD Suriye’de nerdeyse tüm diğer muhaliflerle kanlı bıçaklı olduğu için Obama’nın stratejisi makul görülebilir. Fakat “düşmanımın düşmanı dostumdur” formülü burada pek işlemiyor çünkü Kürtleri saymazsak, (IŞ)İD’e belli ölçülerde diş geçirebilecek muhalif örgütlerin çoğu ABD’nin terör listesinde yer alıyor. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin söylediklerinden, Washington ile Ankara arasında Suriye konusunda en büyük görüş ayrılığının Nusra Cephesi, Ahrar el Şam gibi gruplarla ilişki kurup kurmamaktan çıktığı anlaşılıyor.

Ankara’ya rağmen PKK

Dolayısıyla Suriye’de (IŞ)İD’e karşı mücadelede Kürtlere beklenenin ve güçlerinin çok ötesinde bir misyon yüklenebilir. Ancak Kürtlerde inisiyatif büyük ölçüde PYD’de ve Abdullah Öcalan çizgisindeki bu yapılanmanın hem Ankara, hem de Erbil ile ciddi sorunları var. Erbil yönetimi, Şengal’de Ezidilerin yardımına ilk olarak PYD’nin silahlı kolu olarak bilinen YPG’nin koşmasından sonra tutumunu belli ölçülerde yumuşattı. Ancak Ankara’nın, her ne kadar çözüm sürecinde kısa süre içerisinde çok adım atılacağını deklare etmiş olsa da, PKK’nın Irak’ta, ama en çok da Suriye’de bu kadar çok öne çıkmasından memnun olmadığı ve bunu engellemek isteyeceği muhakkak. Öte yandan PKK’nın da (IŞ)İD ile birlikte eline geçen fırsatları sonuna kadar değerlendirmek isteyeceği de ortada.

Esad’ın geleceği

AKP iktidarının yeni (IŞ)İD stratejisine mesafeli yaklaşmasının ilk görünür nedeni 49 diplomatın bu örgütün elinde rehin olması. İkincisi, PKK’nın bölgesel bir aktör olarak tescili. Üçüncü olarak, (IŞ)İD’in terör faaliyetlerini Türkiye’ye de taşıma ihtimalinin verdiği tedirginlikten söz edebiliriz. Son olarak, (IŞ)İD’e karşı mücadelede Suriye’ye epey ağırlık verilecek olmasının Esad rejiminin ömrünü iyice uzatacağı gerçeğinin de Ankara’yı çok rahatsız ettiğini düşünebiliriz.

Sonuç olarak: Türkiye’nin (IŞ)İD’e karşı mücadelede fazlasıyla aktif olması pek mümkün gözükmüyor. Türkiyesiz bu işin başarı şansı da pek yüksek değil. Ama Türkiye yok diye Obama ve müttefikleri bu planı hayata geçirmekten vazgeçecek değiller. Dolayısıyla kısa vadede sonuç alma ihtimali düşük olan bu strateji bölgedeki dengeleri çok daha fazla altüst edebilir ve Türkiye de, ne kadar dışında kalırsa kalsın, bunun doğurcağı sonuçların ağır faturasını ödemeyi sürdürür.

Yazının devamı...

İslam’ı ve Müslümanları (IŞ)İD’den Obama mı kurtaracak?

Batı’nın yeni (IŞ)İD stratejisi-1

ABD Başkanı Obama’nın (IŞ)İD’e (eski adıyla Irak Şam İslam Devleti, bir süredir sadece İslam Devleti, ancak her iki ad da kullanımda) karşı ilan ettiği mücadele stratejisini irdelediğimizde doğrular, yanlışlar, eksikler, sorunlar ve açmazlarla karşılaşıyoruz. Bunlardan bazılarını iki gün boyunca, “genel”, “Irak” ve “Suriye” olarak üç ana başlıkta ayrı ayrı ele alacağım. Bugün stratejiyi genel açıdan tartışmak istiyorum:

Geç ama çok da değil

ABD’nin (IŞ)İD olgusunun farkına çok daha önceden varması, dolayısıyla Musul’un düşmesini önleyebilmesi gerekirdi. (IŞ)İD’in Musul’u ele geçirmesi karşısında da Washington’dan fazla bir tepki gelmedi, ancak Erbil’in, yani Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin risk altına girmesiyle olayın akışı değişti. Geç kalmakla birlikte yeni stratejiyle (IŞ)İD’in Irak ve Suriye’de daha fazla toprak kontrol etmesinin, Ürdün, Lübnan gibi başka ülkelere açılmasının önüne geçmek ve bazı yerleri de elinden almak mümkün olabilir.

Kolonyalist görüntü

(IŞ)İD, El Kaide ve benzeri yapılanmaların siyasi söylemlerinin özü Batı ve özellikle ABD karşıtlığıdır. Obama’nın yeni stratejiyi açıklamasıyla birlikte (IŞ)İD’in elinin propaganda açısından çok güçlendiği ortada. Irak ve Suriye’de son dönemde aşırı güçlendiği için diğer İslamcı gruplardan (IŞ)İD’e katılımlar zaten çoğalmıştı, Batı’nın doğrudan müdahale edecek olması bu geçişleri daha da kolaylaştırıp artıracaktır.

İslam karşıtı görüntü

(IŞ)İD’e karşı İslam dünyasında ideolojik manada ciddi bir mücadele verildiğini söylemek mümkün değil. Öyle ki şu ana dek, Obama kadar güçlü bir şekilde (IŞ)İD’in İslamiyet ile ilgisi olmadığını söyleyen bir liderle pek karşılaşmadık. Ancak İslam dinini ve Müslümanları (IŞ)İD’den kurtarma gibi önemli bir misyonun Obama’ya ve Batılılara yüklenemeyeceği aşikâr. Mezhep farklılığı nedeniyle İran’ın da etkisi sınırlı olacağı için Sünni dünyada bunu üstlenebilecek birilerinin olması gerekir ki an itibariyle ortalıkta pek kimse gözükmüyor.

Irak ve Suriye’de aynı anda savaşmak

Obama stratejisinin en isabetli yönü, (IŞ)İD’e karşı savaşı Irak’la sınırlı tutmaması, Suriye’yi de kapsaması. Ancak aktörlerin ve koşulların farklı olması (örneğin Bağdat hükümetiyle ortak hareket edilirken, Şam’daki Esad rejimiyle mesafe korunuyor) nedeniyle bu iki ülkedeki operasyonların koordinasyonu çok zor olacaktır.

Yabancı gönüllüler konusunda samimiyetsizlik

(IŞ)İD’i yenmek için bu örgüte başka ülkelerden gönüllü akışının önünü kesmek şart. Ama bu noktada ciddi bir sorun var: Çoğu Batılı, birçok devlet, bu kişilerin Irak ve Suriye’ye savaşa gitmelerinden memnun; onlardan bu yolla kurtulduklarını düşünerek gidişlerini engellemiyor, bu sorun gündeme geldiğindeyse Türkiye gibi geçiş için kullanılan ülkeleri suçluyorlar. Halbuki tam bir gaflet içindeler: Ne kadar çok selefi başka ülkelere cihada giderse kendi ülkeleri o kadar daha güvenli olmuyor; tam tersine gidenlerin öyküleri çok sayıda yeni takipçinin ortaya çıkmasına vesile oluyor. Eğer (IŞ)İD ve benzeri yapıların önü kesilemezse dünyanın her köşesinin birer “cihad alanı”na dönüşme ihtimaline de hazırlıklı olmak gerekir.

(IŞ)İD’den sonrasının belirsizliği

(IŞ)İD, Irak’ta, Suriye’de ve genel olarak İslam dünyasında yaşanan bir dizi sorun sonucu ortaya çıkmış, güçlenmiş bir örgüt. Bu sorunlarla yüzleşmeden, onları çözme yolunda sahici adımlar atmadan (IŞ)İD’i yenmek zor olacaktır. Bu başarılsa bile (IŞ)İD kısa süre içinde küllerinden yeniden doğabilir veya nasıl El Kaide’den (IŞ)İD çıktıysa şu ana kadar adını duymadığımız yepyeni bir yapılanma çok daha güçlü ve etkili bir şekilde karşımıza çıkabilir.

Türkiye’nin isteksizliği

(IŞ)İD’e karşı mücadelede, NATO’nun yegane Müslüman üyesi, Irak ve Suriye ile sınırdaş Türkiye’nin teorik olarak merkezi bir rol üstlenmesi beklenir ama görüldüğü kadarıyla bu olmayacak. Bunun ilk nedeni (IŞ)İD’in 49 diplomatı rehin olarak elinde tutuyor olması. Ancak başka nedenler de var. Özellikle Obama’nın stratejisinde Batılı güçlerin kara harekatına yer verilmeyip sahada (IŞ)İD’e karşı savaşan güçlere her türlü yardım ve desteğin öne çıkarılması Ankara’yı tedirgin ediyor, zira PKK (ve onunla bağlantılı silahlı güçler) gerek Irak, gerekse Suriye’de (IŞ)İD’e karşı fazlasıyla öne çıkıyor. Türkiye’nin bu isteksizliği Obama’nın stratejisinin başarı şansını epey düşürüyor.

Bu hususu, ayrıca stratejinin Irak ve Suriye ayaklarında yaşanabilecek sorunları yarınki yazımızda daha ayrıntılı ele alacağız.

Yazının devamı...

‘Kürdistan realitesi’

Türkiye yıllar boyunca “Kürt realitesi”ni tanımamakta ısrar etti ve bunun bedelini çok ağır ödedi. 1990’lı yıllarda Kürt realitesi mahcup bir şekilde tanındı ancak “Kürt siyasi hareketi realitesi”, diğer bir deyişle “Abdullah Öcalan ve PKK realitesi” ile yüzleşmekten kaçınıldığı için sorunlar bitmek bilmedi. 2000’li yıllarla birlikte, AKP hükümetinin yürüttüğü çözüm süreçlerinde bu eşik de aşıldı: Gerek Öcalan, gerekse PKK, kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı olarak muhatap alındı ve olumlu anlamda belli bir noktaya gelindi. Bugünse bambaşka bir realiteyle karşı karşıyayız. Buna kısaca “Kürdistan realitesi” diyebiliriz. Şöyle ki, Türkiye’deki Kürt sorununu, Kürtlerin yaşadığı diğer coğrafyalarda, yani Irak, Suriye ve İran’da yaşananlarla koordineli bir şekilde ele almadan çözebilmek mümkün gözükmüyor.

Aslında “Kürdistan realitesi” öteden beri söz konusuydu ancak ihmal ediliyor, önemsenmiyor ve unutturulmak isteniyordu. Fakat (IŞ)İD olgusunun beklenmedik bir şekilde ortaya çıkmasıyla birlikte kimsenin bir mazereti kalmadı. Zira (IŞ)İD Irak ve Suriye’de Bağdat ve Şam yönetimleriyle olduğu kadar, hatta son günlerde onlardan daha sık ve güçlü bir şekilde Kürtlerle savaşıyor. Dolayısıyla (IŞ)İD’i bölgeden kazımak isteyen ABD’nin öncülüğündeki Batılı güçlerin muhtemel müttefikleri arasında Kürtler birinci sırada yer alıyor. Ve Kürtler sadece Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ve ona bağlı peşmerge güçlerinden ibaret değil. Uzun bir süredir Suriye’de, bir süredir de Irak’ta (IŞ)İD’e karşı hayli etkili bir şekilde savaşan YPG ve Irak’ta Kandil’den gelip Irak Kürdistanı’nın değişik bölgelerinde peşmergelerle birlikte saf tutan HPG, daha önemlisi onların siyasi kolları olan PKK ve PYD de bir şekilde, açık veya örtülü, doğrudan ya da dolaylı olarak, yeni oluşacak koalisyonda yer alacağa benziyor.

PKK’nın artan prestiji

Tam da bu noktada bazı notlar düşelim:

* PKK Suriye ve Irak’ta (IŞ)İD nedeniyle birdenbire öne çıktı ve özellikle Batı’daki “terörist” algısını büyük ölçüde kırmaya yöneldi. Gidişat PKK’nın kısa süre içerisinde Batı nezdindeki meşruiyet sorununu büyük ölçüde aşabileceğine işaret ediyor.

* PKK’nın (IŞ)İD’e karşı savaşı, onu diğer ülke Kürtleri nezdinde prestijinin artmasına da neden oluyor.

* Yine aynı şekilde (IŞ)İD’in PKK ile KBY arasındaki mesafenin azalmasına neden olduğunu görüyoruz. Öyle ki oluşan olumlu atmosferden hareketle Öcalan’ın ısrarla gündeme getirdiği “Kürdistan Ulusal Konferansı” için Erbil yönetimine daha güçlü bir şekilde baskı yapılıyor.

Kürt siyasi hareketinin daha da güçlenmesine yol açan bütün bu gelişmelerin bir şekilde Türkiye’de siyasi iktidarı kaygılandırdığı da muhakkak. Örneğin Kürtlerin (IŞ)İD’e karşı daha etkili olabilmeleri için Batı ülkelerinden silah ve askeri eğitim almaları gündemde, fakat Ankara özellikle ağır silahların PKK’nın eline geçmesinden endişeli. Ama daha büyük bir endişe PKK’nın bu yolla bir ”bölgesel güç”e dönüşmesi.

Yarım kalanı tamamlamak

İşte bu nedenle Türkiye’nin önündeki acil sorununun “Kürdistan realitesini tanıma” olduğunu ileri sürüyorum. Eğer Ankara Kürt sorununa bölgesel ölçekte bakar ve kendi çözüm sürecini bu perspektifte yeniden gözden geçirirse (IŞ)İD ile birlikte bölgedeki dengelerin altüst olmasından zarar görmez, hatta kârlı da çıkabilir. Ancak bu hükümetin yalnız başına yapabileceği bir şey değil. Kürt siyasi hareketinin de olaylara “kazan-kazan” açısından bakması ve adımlarını Ankara ile koordineli bir şekilde atması gerekiyor.

Somutlaştıracak olursak: İstedikleri kadar çatışmaya girmesinler, PKK’nın, Türkiye topraklarında silahlı militanlarını bulundurmayı sürdürdüğü müddetçe, Suriye ve Irak’ta (IŞ)İD’e (veya bir başka güce) karşı savaşında Ankara’nın desteğini umması gerçekçi olmayacaktır. Buna bağlı olarak, başta ABD olmak üzere Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin, çok isteseler bile PKK ile doğrudan işbirliğine girmeleri beklenemez.

Eğer PKK yarım kalanı tamamlayıp Türkiye’deki silahlı güçlerini Irak’a çekerse ve bundan böyle Türkiye’de hiçbir şekilde silaha başvurmayacağını beyan ederse birçok şeyin hızlı bir şekilde değişeceğine tanık olabiliriz, ki çözüm sürecinin bundan sonraki seyrinin bu yönde olacağına dair çok işaret var.

Yazının devamı...

Kürt siyasi hareketinin altın çağı

Cumartesi günü, Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) 7. Genel Kurulu’nun ilk gününü izledim. Gün boyu Kürt siyasi hareketinin (KSH) değişik kademelerinde yer alan çok sayıda kişiyle sohbet etme imkanı buldum. Kongredeki gözlemlerim ve bu sohbetler, KSH hakkındaki bazı görüşlerimi gözden geçirme, kimlerini doğrulama, kimilerini de değiştirme imkanı sundu. Bu yazıda KSH bazı tespit ve görüşlerimi paylaşmak istiyorum:

Zirvede: Abdullah Öcalan’ın lideri olduğu, nerdeyse 40 yıllık bir geçmişi olan KSH’nin tarihinin en güçlü dönemini, yani altın çağını yaşamakta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bölgesel güç: Bu hareketin gücü sadece Türkiye ile sınırlı değil. DTK Kongresi’nin ana gündem maddelerinden biri Irak ve Suriye’de ortaya çıkan IŞİD/İD olgusu ve buna karşı mücadeleydi. Nitekim toplantıya, başta Rojava (Suriye) olmak üzere Irak, İran ve Avrupa’daki önde gelen Kürt hareketlerinin temsilcileri katıldı, delegelere seslendi. Öte yandan IŞİD/İD adlı yapıya karşı gerek Suriye, gerekse Irak’ta en etkili mücadeleyi yürüten YPG, HPG gibi silahlı örgütlerin Öcalan, dolayısıyla KSH çizgisinde oldukları malum. IŞİD’i Irak ve Suriye’den kazımak isteyen ABD liderliğindeki NATO güçlerinin bu hareketi dikkate alacaklarını, bunun da onun bölgesel olarak önünün iyice açılmasına neden olacağını öngörebiliriz.

Çözüm sürecine inanç: KSH bünyesinde çözüm sürecine yönelik tereddütler iyice ortadan kalkıyor. Bunun ana nedeni Öcalan’ın liderliğine (ve onun iyice ortaya çıkan “başmüzakereci” kimliğine) duyulan güven. İkinci olarak, çatışmasızlık ortamı hem Türkiye’deki örgütlenme ve kitleselleşme imkanlarını artırıyor, hem de hareketin ağırlığı Suriye ve Irak gibi bölgelere kaydırmasına fırsat tanıyor. KSH’nin “demokratik özerklik”e yönelik hummalı bir hazırlık faaliyeti içerisinde olduğunu görmemek mümkün değil. Son olarak Gülen cemaatiyle başlayan savaşa paralel olarak KCK operasyonlarının durması ve tutukluların çoğunun çıkması da sürece güveni iyice artırmış.

Örgüt çokluğu: KSH, Öcalan’ın geliştirdiği perspektifler ışığında birden fazla yasal örgütlenmeyi ortaya çıkarmış. DTK ve HDP’ye ek olarak BDP’nin yerini alan DBP (Demokratik Bölgeler Partisi) Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerle sınırlı faaliyet yürütüyor. Örneğin belediye başkanları HDP değil de DBP’ye üyeler, milletvekilleri de HDP’li. Bu üç oluşumun yetki ve sorumluluk sınırlarını dışarıdan birinin net bir şekilde ayırt edebilmesi güç. Kendi aralarında sistemli bir koordinasyon içinde olmaları beklenen bu farklı yapıların KSH’ne ivme katması umuluyor, fakat işleri karmaşıklaştırma ihtimali de yabana atılmamalı. Tabii bu arada PKK, KCK gibi yasadışı ve yasal örgütlerin tümünden daha fazla iktidara sahip olan yapılanmalar ve de gereken hallerde ilk ve son sözü söyleyen Öcalan var.

Çoğulculuk sorunu: Örgütlerin çokluğuna rağmen KSH bünyesinde ciddi bir çoğulculuk sorunu olduğu, DTK eşbaşkanlığına veda konuşması sırasında Aysel Tuğluk tarafından dile getirildi. Onun çoğulculuk, eleştiri ve ifade özgürlüğü konusundaki sorunların altını kalın bir şekilde çizmiş olmasının memnuniyet yaratmadığı kesin, ama bu eleştirilerin çok sağlam temellerinin olduğu da açık.

Kürdistan / Türkiye farklılaşması

Son Cemil Bayık’ın söyleşimizdeki sözlerinden hareketle başlayan marjinal tartışması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yemin törenini Selahattin Demirtaş ve bazı HDP’lilerin alkışlamasına gösterilen tepkiler, KSH ile ona destek veren, verme eğiliminde olan Kürt olmayan kesimlerin öncelik, beklenti ve kaygılarının çok kolay bir şekilde farklılaşabileceğini gösteriyor. Diyarbakır’daki kongreye katılanların çoğunun ana gündeminin Kürt sorununun da ötesinde “Kürdistan sorunu” olduğunu gözledim. Örneğin gerek IŞİD, gerekse soykırım tehdidi altındaki Ezidiler konusunda ülkenin batısında fazla tepki gösterilmemesinden bariz bir şekilde rahatsızlar. Bu gündem farklılaşması HDP’nin “Türkiye partisi” olma motivasyonunu kırabilir ve KSH 2015 seçimlerine de yüzde 10 barajı nedeniyle yine bağımsız adaylarla katılabilir.

Vahşi kapitalist sistemin yeni kurbanlarına saygı

Tahir Kara

Ferdi Kara

Hıdır Genç

İsmail Sarıtaş

Bilal Bal

Cengiz Tatoğlu

Murat Usta

Menderes Meşe

Vahdet Biçer

Cengiz Bilgi

Yazının devamı...

İade mi, sınır dışı mı, yoksa ülkeye dönüş mü?

Amerikan yönetiminin Fethullah Gülen’i Türkiye’ye iadesinin veya sınır dışı etmesinin şu aşamada çok zor olduğu kanısındayım. İlk akla gelecek gerekçeleri sıralayacak olursak:

1) 11 Eylül 2011 terör saldırılarının ardından Amerikan yönetiminin, kendi topraklarındaki her türden İslami faaliyeti çok yakından takip ettiği, en ufak bir kuşku halinde çok sert ve geri dönüşü olmayan uygulamalara başvurduğu biliniyor. Öte yandan Gülen’in Pennsylvania’da hiç de mütevazı bir sürgün hayatı yaşamadığı, küresel ölçekteki cemaatinin faaliyetlerini buradan yürüttüğü de biliniyor. Gülen’in yanında geniş bir ekip olduğunu ve sürekli olarak dünyanın dört bir tarafından ziyaretçi kabul ettiğini en iyi FBI biliyor olsa gerek. Bütün bunlara rağmen Gülen’in şu ana kadar ABD’de herhangi bir ciddi sorunla karşılaşmamış olmasından hareketle kendisinin ve faaliyetlerinin Amerikan çıkarlarının aleyhine olmadığını, hatta tam tersinin kuvvetle bir olasılık olduğunu düşünebiliriz.

2) AKP’nin de dahil olduğu dünya çapındaki birçok İslami grup, parti ve hareketin aksine Gülen, Batı karşıtı bir İslam yorumu geliştirmiyor. Hatta onun, ABD başta olmak üzere Batı’da çok arzulanan “ılımlı İslam” kalıbına en yakın perspektifi geliştirdiğini söyleyebiliriz.

3) Bu açıdan bakıldığında Gülen cemaatinin eğitim kurumları temelinde yükselen küresel ağının birçok açıdan Amerikan (genel olarak da Batı) çıkarlarıyla uyum arz ettiği bellidir.

4) Washington, özellikle Suriye, Irak, Filistin gibi Ortadoğu ile ilgili konulardaki köklü görüş ayrılıkları nedeniyle belli bir süredir AKP hükümetiyle, özel olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile arasına belli bir mesafe koyuyor. Ayrıca Gezi direnişinden itibaren temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti, yolsuzluklar gibi konularda Ankara’ya açık ve sert eleştiriler yöneltiyor.

5) Amerikan yönetiminin 17 Aralık sürecinde Cemaat’e daha yakın bir pozisyon aldığı açıktır. Fakat Erdoğan’ın üste iki seçim başarısı elde etmesi nedeniyle bu tutumundan “mecburi” olarak belli esnemeler olduğu gözleniyor.

6) 17 Aralık sürecinde, Batı ve Amerikan medyasında çıkan çok sayıda haber, yorum ve analize baktığımızda çoğunda şunu görüyoruz: hükümete yönelik bariz bir antipati, Cemaat’e yönelikse, gizlenme ihtiyacı bile hissedilmeyen bir sempati, en azından empati.

Reelpolitiğin dayatması

Dolayısıyla ABD Başkanı Obama’nın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tatmin edecek bir cevap vereceğini beklemek fazla gerçekçi olmaz. Ancak Washington yönetiminin şu hususları gözeteceği de kesindir:

1) Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı mücadelede Türkiye’ye duyulan ihtiyaç.

2) Cemaat ile mücadele temelinde bir kampanya yürüten Erdoğan’ı üst üste iki seçim kazanmış olması. Buna karşılık Cemaat’in her iki seçimde mağlup taraflara angaje olan Cemaat’in belirgin olarak güç kaybetmesi.

3) Erdoğan’ın Cemaat’e karşı savaşında şu ya bu şekilde, başta muhafazakâr camiadan olmak üzere üçüncü şahısları/grupları yanına çekebilmesi, buna karşılık Cemaat’in iyice yalnızlaşması.

Ancak reelpolitiğin dayatmalarına rağmen Obama’nın Gülen konusunda Erdoğan’ın umduğu hızda ve şekilde adımlar atmasını şu aşamada beklemediğimi tekrarlamak istiyorum. Bununla birlikte Gülen ve cemaatinin bundan böyle ABD’de de eskisi kadar rahat hareket edemeyecekleri muhakkak. Belki de bu gerginlikten iade ve sınır dışı haricinde üçüncü bir formülle çıkmak mümkün olabilir: Gülen’in kendi rızasıyla ABD’yi terk etmesi.

Nitekim bir süredir Gülen’in yeni adresi olarak bazı ülkelerin adı telaffuz ediliyor. Olabilir. Ama bambaşka bir seçenek de Gülen’in kendi rızasıyla Türkiye’ye dönmesidir. Bunun bugün için çok gerçekdışı bir seçenek olduğunun farkındayım ama Erdoğan-Gülen savaşı o kadar kısa süre içinde o kadar sert bir şekilde gelişti ve o kadar çok şeyi değiştirdi ki her türlü ihtimale açık olmakta bir sakınca yok.

Yazının devamı...

IŞİD’i yenmek mümkün mü: Bazı ipuçları

ABD Başkanı Obama’nın IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti, yeni adıyla sadece İslam Devleti, yani İD) Suriye’deki varlığına karşı herhangi bir stratejilerinin bulunmadığını itiraf etmesi infial yaratmıştı. Daha sonra ‘Kongre onayını almış askeri bir strateji’yi kastettiğini söylese de durumu toparlayamadı. Son olarak Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Tony Blinken CNN’de, IŞİD’in yenilmesinin hayli zaman alacağını ve Obama’nın görev süresi bitmeden bunun gerçekleşmesinin pek mümkün olmadığını itiraf etti.

Gerçekten öyle mi? IŞİD’i yenmek imkansıza yakın bir zorlukta mı? Galiba ilk ele alınması gereken zorluk şu: IŞİD Suriye ve Irak’ta aynı anda çok cephede savaşıyor: Suriye’de Kürtler, ayrıca Özgür Suriye Ordusu, El Kaide çizgisindeki Nusra Cephesi ve diğer bazı muhalif gruplar ve tabii ki Beşar Esad rejimi ve ona destek için gelmiş olan İran ve Lübnanlı silahlı güçler. Irakta Bağdat rejimi ve onun kitle tabanı olan Şii Araplar, Suriye’deki gibi yine Kürtler ve bir dizi etnik ve dini azınlık.

Aynı anda farklı cephelerde savaşmanın bugüne kadar IŞİD’e maddi ve manevi anlamda çok büyük üstünlük sağladığı muhakkak. Fakat bu çoklu cephe stratejisinin aynı zamanda IŞİD’in en büyük zaafı olduğu da açık. Ne var ki Washington’un bölgesel bir koalisyon kurarak, bütün bu kesimleri ortak düşmanları IŞİDe karşı aynı cephede toplama hesaplarının Ankara, Bağdat, Şam, Tahran ve uzak olmalarına rağmen Riyad ve Doha (Katar) arasındaki çıkar çatışmaları nedeniyle tutması en azından şu aşamada pek mümkün gözükmüyor.

Vahşetle yüzleşme

Bazılarının sandığının aksine vahşi yönetmelere başvurmak ve bunu medya üzerinden duyurmak IŞİDi zayıflatmıyor. IŞİDin hedefini ‘vahşetin idaresi’ (http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/94180389454/isidin-hedefi-vahsetin-idaresi) olarak tanımlayan Foti Benlisoy şöyle yazıyor: “IŞİD’in şiddet eylemleri hiçbir durumda akıl dışı bir barbarlık örneği olarak değerlendirilecek şeyler değil. Her şey keşke bu kadar basit, bu kadar kolay olsaydı. IŞİD’in eylemleri kör bir vahşiliğin eseri değil. Tam tersine IŞİD, vahşeti yönetmenin, onu idare etmenin peşinde bilinçli bir stratejiyi seferber ediyor.”

Benlisoy IŞİD’i yenmek için öncelikle bu stratejiyi deşifre etmemiz gerektiği görüşünde. Bu bağlamda Shashank Joshi, The Telegraph’taki yazısında (http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/middleeast/syria/11071276/Where-does-the-Islamic-States-fetish-with-beheading-people-come-from.html ) ilginç bir noktanın altını çiziyor. Esir aldığı savaşçıları, hatta sivilleri ve Batılı gazetecileri vahşi yöntemlerle katletmesinin IŞİD’e büyük avantajlar sağladığını, örneğin rakip savaşçıların korkup kaçtıklarını hatırlatan Joshi ye göre, teslim olma gibi bir seçeneğin anlamsızlaşması nedeniyle, kaçmayanlar IŞİD’e karşı çok daha sert ve kararlı savaşıyorlar. Suriye’nin Rojava bölgesinde Kürtlerin (YPG, YPJ...) durumunu bu açıdan örnek verebiliriz. Alabildiğine eşitsiz şartlarda savaşmalarına ve çok ciddi kayıplar vermelerine rağmen Kürtler Suriye’de IŞİD’in ilerleyişini yavaşlatmayı başarabildiler. Hatta Rojava’dan Şengal’e, Ezidilere destek bile verdiler.

En büyük zaaf

Joshi, bu vahşi, katliamcı yönü nedeniyle IŞİD’in ‘İslam devleti inşa etme’ iddiasının da ağır yara aldığı görüşünde. Eğer IŞİD’i şu ya da bu gücün taşeronu, sıradan bir terör örgütü olarak görmüyor ve bunun üzerinde yükseldiği toplumsal zemini de önemsiyorsanız, işte tam da bu noktada IŞİD in en büyük zaaflarından biriyle karşı karşıyasınız demektir. Aslında bu zaaf sadece IŞİD’e özgü değil. Örneğin Taha Kılınç “IŞİD’i anla(ma)mak” başlıklı yazısında (http://www.lacivertdergi.com/dosya/2014/08/28/isidi-anlamamak )şöyle yazıyor: “Selefi-cihadi hareketlerin en büyük başarısızlığı, çok parlak zaferlerle dolu geçen savaş süreçlerinin ardından sıra barış zamanında toplumsal bir yapı oluşturmaya geldiğinde, sürdürülebilir sosyal projeler ortaya koyamamalarıdır. Geçmişte Afganistan’da, Bosna’da, Çeçenistan’da bu durum tecrübe edildi. ‘Mücahitler’, düşmana karşı destan tadında kahramanlıklar sergilediler, ancak savaş sonrasında toplumları idare edemediler. Ya Afganistan örneğinde olduğu gibi iç savaş ve kaosa hizmet ettiler; ya da Bosna ve Çeçenistan örneklerindeki gibi toplumların bünyesinden tümüyle dışlandılar.”

Sonuç olarak: Usame bin Ladin’in o meşhur sözünden hareket edersek, birçok muharebeden başarılı çıksa da esas savaşı kazanma şansı olmayan bir hareketten söz ediyoruz. Ama kazanamayacak olsa bile kolay kolay yenilmeyen, yenilse bile yok olması imkansıza yakın bir hareket bu. Daha önemlisi bütün bu süreçte yarattığı ve yaşattığı tahribat çok büyük.

Yazının devamı...

Erdoğan, Gülen ve Davutoğlu: Benzerlikler, farklılıklar

Geçtiğimiz Cuma günü, Mümtaz’er Türköne, Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde R. Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu’nun AKP 1. Olağanüstü Kongresi’nde yaptıkları konuşmaları karşılaştırdı. Türköne’nin AKP’nin yeni genel başkanı ve yeni başbakanı tercih ettiğini yazının her satırından anlamak mümkün. Türköne’nin “Erdoğan ‘camdan’, Davutoğlu ‘candan’ konuşuyor” demesine bakıp sadece bir üslup farkından söz ettiği sanılmasın. Ona göre halef ve selef arasında, özellikle Fethullah Gülen cemaatine bakışta ciddi farklar var. Örneğin şöyle yazıyor: “Davutoğlu’nun Erdoğan gibi geniş yer ayırdığı ‘paralel yapı’dan anladığı bir hayli farklı. (...) ‘İster paralel yapı ister başka bir güç’ diyerek, Erdoğan’ın koyduğu nokta hedefi dağıtmasının tesadüf olmadığı anlaşıldı. Davutoğlu ‘paralel yapı’ ile, bürokrasi özellikle de yargı içinde hükümet politikalarına etki etmeye çalışan bir kliği kast ediyor. ‘Bürokrasiyi ele geçirip siyasî otoriteye şantaj yapma’ sözünün, Erdoğan’ın ‘ajanlar’, ‘casuslar’, ‘hainler’, ‘haşhaşîler’le bağlantısını kurmak çok zor.”

Cumhuriyet Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’in dünkü yazısından şu satırlar da Türköne’nin tespitleriyle bir bakıma örtüşüyor: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her fırsatta dile getirdiği Gülen Cemaati’ne yönelik ‘paralel yapı’ ifadesini Davutoğlu kullanmamaya özen gösteriyor. Başbakan onun yerine hem grup konuşmasında hem de Genel Kurul’da hükümet programını okurken ‘iç ve dış vesayet odakları’ demeyi tercih etti.”

Erdoğan’a rağmen...

Acaba öyle mi? Yeni başbakanla birlikte, AKP hükümetinin Gülen cemaatiyle topyekun mücadele stratejisinde değişiklikler beklemek gerçekçi olur mu?

Bu soruyu cevaplamak için öncelikle Cemaat’e karşı mücadelenin ana odağının Çankaya olduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor. 30 Mart ve 10 Ağustos seçimlerinde, çözüm sürecini ve Cemaat’le savaşı öne çıkararak başarı kazanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın herhangi bir strateji değişikliğine yöneleceğine dair ortada en ufak bir işaret bile yok. Hatta tam tersine Cemaat konusunu sık ve sert bir şekilde sürekli gündemde tutuyor, kimsenin unutmasına ve unutturmasına izin vermiyor.

Öte yandan, Erdoğan’a rağmen ne Başbakan Davutoğlu’nun ne de hükümetin diğer üyelerinin Cemaat’e yönelik stratejide, yumuşamaya yol açacak değişikliklere gitmeleri mümkün.

Davutoğlu-Gülen farkı

Ama bütün bunlardan hareketle “Eğer Erdoğan’ın ısrarı olmasa Başbakan Davutoğlu Cemaat’e karşı daha ılımlı davranır” demek de çok doğru olmayacaktır. Şurası muhakkak: 17 ve 25 Aralık soruşturmaları bakanları, yakın arkadaşları ve aile fertleri üzerinden de olsa aslında Erdoğan’ı hedef alıyordu. Yani Erdoğan Cemaat ile aynı zamanda kendi kişisel kavgasını da yürüttü ve yürütmeye devam ediyor.

Buna karşılık Davutoğlu’nun yolsuzluk / rüşvet iddialarıyla en ufak bir ilgisi bile yoktu. Fakat son olarak yayınlanan Suriye üzerine Davutoğlu’nun makamında yapılan ve onun da bulunduğu stratejik toplantının ortam dinleme kayıtları, hedefin aslında sadece Erdoğan olmadığını net bir şekilde ortaya çıkardı. Sanıyorum, birçok bakanın aksine Davutoğlu’nun son dönemde Cemaat’e karşı sert bir pozisyon almasında bu olayın etkisi büyük oldu. Bu vesileyle, parti ve hükümette bazı kişiler Erdoğan’ın gözünden düşerken Davutoğlu’nun itibarı iyice arttı.

Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı döneminde Fethullah Gülen ve Cemaat’e karşı tutumunun genellikle pozitif olduğunu biliyoruz. Örneğin diplomatik temsilcilikler yurtdışındaki Cemaat okullarıyla pek bir sorun yaşamadılar, hatta büyük ölçüde koordinasyon içinde oldular. Öte yandan olayları küresel ölçekte okuma, anlama ve mümkünse müdahale etme noktasında Davutoğlu ile Gülen’in birbirleriyle yakınlaştıkları söylenebilir.

Fakat ortada çok ciddi bir fark var: Gülen (ve cemaati) sırtını Batı’ya verip İslam dünyasında var olan yapılara meydan okur. Onun gözünde İslam dünyasındaki sorunların kökeninde Müslümanların kendileri vardır. Bunun değiştirilmesi gerekir. Değiştirilmesi için de Batı’dan faydalanmak gerekir. Bu yüzden Gülen ve cemaatine “İslamcı” demek kolay değildir.

Her ne kadar küresel anlamda akla ilk gelen İslamcı şahsiyetlere pek benzemese de Davutoğlu’nun temel perspektifi Gülen’inkinin tam zıddıdır: Yani sırtını dindarlara yaslayıp Batı ile mücadele etmek. Onun gözünde İslam dünyasının sorunları esas olarak Batı’dan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle İslam dünyası kendi içinde güçlü bir şekilde ayağa kalkıp Batı’ya meydan okumalıdır.

Yazının devamı...

Türkiye IŞİD’e karşı nasıl mücadele edebilir?

ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel bu hafta ülkemize geliyor. Ana gündem maddesi IŞİD (Irak Şam İslam Devleti, yeni adıyla sadece İD, yani İslam Devleti) ile ortak mücadele. Savunma Bakanlığı (Pentagon) sözcüsü John Kirby, Türkiye’nin, Suriye ve Irak’la sınırdaş önemli bir NATO üyesi olduğunu ve IŞİD’in bölge için doğurduğu tehlikeler konusunda Washington’un kaygılarını paylaştığını söyledi.

Amerikan yönetimi IŞİD’e karşı bölgesel bir koalisyon oluşturma arayışında ancak buna kimlerin, ne ölçüde dahil olabileceği meçhul. Tabii burada asıl sorun, farklı Amerikalı yöneticilerin şu ana kadar yaptıkları açıklamalardan IŞİD ile nasıl mücadele edilmesi gerektiği kon usunda belli bir stratejilerinin bulunmadığının anlaşılması.

Suriye’deki IŞİD hedefte

ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey geçen hafta “IŞİD, örgütün Suriye’deki parçası hedef alınmadan yok edilebilir mi?” diye sorup hemen ardından “Cevap hayır” demişti. Dolayısıyla Amerikan yönetiminin IŞİD ile sadece Irak değil Suriye’de de mücadele etmeyi planladığı anlaşılıyor. Bu plana Şam ve Tahran yönetimlerinin destek verecekleri muhakkak. (Böylece IŞİD’in, bazılarının ciddi ciddi inandığı gibi Suriye muhalefetini bölmeyi amaçlayan bir Suriye-İran ortak yapımı olmadığı da ortaya çıkmış olur)

Ancak Suriye’de iç savaş çıktıktan kısa bir süre sonra Esad/Baas rejiminin yıkılmasına angaje olan Ankara’nın bu plana çok fazla yakınlık duymayacağı belli. Olayın bir diğer boyutu da IŞİD’in (tıpkı Nusra Cephesi gibi) Rojava adı verilen bölgede bir tür özerk yapı inşa etmeye çalışan PKK/Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’ye karşı amansız bir savaş yürütmesi. Ankara’nın başından itibaren kendi sınırları boyunca Suriye’de bir Kürt özerk bölgesi istemediği biliniyor. Ancak olaya bir de tersinden bakmak yararlı olabilir: Eğer PYD ve onun askeri kanadı olan YPG ile YPJ olmasaydı Türkiye’nin Suriye sınırları büyük ölçüde IŞİD ve benzeri yapıların denetiminde olurdu.

Rehineler sorunu

IŞİD olayı ilk ortaya çıktığında ülkemizde pek ciddiye alınmamıştı. Musul’un IŞİD’in eline geçmesi ve hilafet ilanı da keza öyle. Ama geçen süre zarfında hiç de küçümsenmeyecek bir hareketin söz konusu olduğu ortaya çıktı. Tek bir örnek yeterli olabilir: IŞİD Musul Başkonsolosluğu’ndaki 49 kişiyi rehin alarak Türkiye’nin öncelikle Irak ve doğal olarak Suriye’de herhangi bir şekilde inisiyatif alabilmesinin imkanlarını da ortadan kaldırmış oldu. IŞİD, seçimle işbaşına gelmiş hiçbir hükümetin (ve hiçbir cumhurbaşkanının) vatandaşlarının ölümüne yol açabilecek hamleler yapamayacağını iyi hesaplamış olmalı.

Dolayısıyla ABD Savunma Bakanı Hagel, Ankara’nın IŞİD karşıtı koalisyona aktif katılımını sağlamak istiyorsa rehineler konusunda inandırıcı bazı önerilerle gelmesi gerekir ki kendi vatandaşları James Foley’i kurtaramadıkları düşünülürse bu pek mümkün gözükmüyor.

İçerde mücadele

Irak ve Suriye’ye doğrudan müdahale edemese bile Ahmet Davutoğlu hükümetinin içerde IŞİD’e karşı yapabileceği çok şey var. Bunların bazılarını sıralayacak olursak:

1) IŞİD ve benzeri yapıların asla hoşgörülmediğini, desteklenmediğini inandırıcı bir şekilde ulusal ve uluslararası kamuoyuna anlatmak;

2) IŞİD’in Türkiye’yi transit ülke ve lojistik üs olarak kullanmasının mümkün olduğunca önüne geçmek;

3) Türkiye’den IŞİD’e katılımları olabildiğince aza indirmek;

4) IŞİD ve benzeri yapıların Türkiye’yi de tehdit ettiğini kavramak ve bunu kamuoyuna anlatmak;

5) Bu bağlamda IŞİD ve benzeri yapılara karşı açık ve ikna edici bir ideolojik, politik ve mutlaka dini temelleri güçlü bir kampanya yürütmek;

6) IŞİD’e karşı mücadele eden güçlere örtülü de olsa destek vermek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.