Şampiy10
Magazin
Gündem

Arkadaşıma dokunma!

1980’li yılların ortalarında evrensel insan hakları değerlerine inanan kişi, kurum ve örgütler, giderek tırmanma eğilimi gösteren yabancı düşmanlığına karşı Avrupa çapında büyük bir kampanya başlatmışlardı. Tüm Avrupa dillerinden atılan ‘Arkadaşıma dokunma!’ sloganları maalesef çok etkili olamadı. Geçen süre zarfında göçmenlere, yabancılara karşı kin, nefret, ayrımcılık ve ırkçılık Avrupa’da iyice yaygınlaştı; ayrımcılığın temel önermeleri marjinal gruplardan anaakım siyasi hareketlere sirayet etti. Tırmanan ve kurumsallaşan yabancı düşmanlığının faturasını, Türkiye’den gidenlerin de dahil olduğu göçmenlerin ödediğini, yaşanan acı olaylarla, felaketlerle birlikte gördük.

Şimdi benzer felaketleri ülkemizde yaşamamız söz konusu: Suriyeli mültecilere karşı hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, ayrımcılık ve saldırganlık yayılma eğiliminde. Argümanlar Avrupa’daki yabancı düşmanlarınınkilerle hemen hemen aynı: “Huzurumuzu bozdular... Suç işliyorlar... Sosyal, kültürel, ekonomik dengelerimiz altüst oldu... Geceleri rahat dolaşamıyoruz... Ailelerimizi rahatsız ediyorlar...”

Birdenbire yüz binlerce Suriyeli’nin ülkemize sığınması, bunların az bir kısmının kamplarda kalıp diğerlerinin ülkenin dört bir tarafına dağılması doğal olarak bir dizi sorunu da beraberinde getirecekti ve getirdi. Bu sorunların büyük ölçüde ekonomik temelli olduğunu düşünüyorum. Örneğin gelen Suriyelilerin yoksulları işçi ücretlerini düşürdükleri için çalışan kesimleri rahatsız ederken mali imkanları geniş olan mültecilerin de kira, ev, araba vb. fiyatlarını yükselttikleri ileri sürülüyor. Yine Suriyelilerden kendilerine iş kurmak isteyenlerin de yerel esnafla sorun yaşayabildiğini en son Kahramanmaraş örneğinde gördük.

Ne var ki mültecilerden kaynaklanan sorunlar nedeniyle en son suçlanacak kişiler mültecilerin kendisidir. Onlara gelene kadar, siyasi nedenlerle göçü teşvik eden, ardından gerekli altyapıyı kurmakta zorlanan hükümeti, onları düşük ücretle çalıştıran işvereni, onlara evini fahiş fiyatla kiralayan ya da satan kişileri sorgulamak gerekiyor. Tabii bir de, canlarını kurtarmak için ülkemize sığınmak zorunda kalmış, sayısız ortak yönümüz bulunan bu mağdur insanlara şu ya da bu nedenle önyargıyla, art niyetle bakan insanlarımızı.

Mario’nun suçu ne?

Türkiye’de ayrımcılığın, hele ırkçılığın hiç olmadığını ısrarla iddia edenlere gülüp geçmek lazım. Var, köklü bir şekilde var ve maalesef her geçen gün daha da tırmanıyor. Mesela önceki gün edebiyatımızın önde gelen isimlerinden Mario Levi şöyle bir tweet attı: “Kimilerinin gözünde boykot edilmesi gereken ‘Yahudi ürünleri’ arasında benim kitaplarım da varmış. Canım ve güzel ülkemde bunu da yaşadım.”

İsrail devletinin Gazze katliamının hesabını doğrudan kendisinden sormakta zorlananların ülkemiz Yahudilerine yöneldiklerini ilk günden görmüş ve tedirgin olmuştuk. Ama işin sırf soyadı Levi diye saygın bir yazarı ve eserlerini kara listeye almaya varacağını şahsen düşünmemiştim.

Neyse ki ülkemiz sadece ayrımcı/ırkçılardan ibaret değil. Kısa sure içinde müthiş bir dayanışma hareketine tanık olduk ve Levi şu tweet ile durumu özetledi: “Yazar dostlarım, okurlarım, öğrencilerim, meslektaşlarım, bana ne kadar güzel bir ülkede yaşadığımı da gösterdiniz. Varlığınız güç kaynağımdır.”

Ömer Çelik’in duruşu

Son olarak Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in açıklamasını aktarmak istiyorum: “Türkçe’nin güzel yazarlarından Mario Levi’ye dönük provokatif tepkiler büyük yanlıştır. Bu nefret suçudur. Musevi vatandaşlarımız, kültürleri ve sinagogları bu memleketin ayrılmaz bir parçasıdır. Hep öyle kalacaktır... Onlar bu topraklarda ‘misafir’ değildir. Hep beraber kendi memleketimizdeyiz, hepimiz ev sahibiyiz...”

Son derece açık ve takdire şayan bir duruş. Ne var ki ülkemizde hâlâ, sırf sayıca daha kalabalık oldukları için kendilerini ülkenin yegane ev sahibi olarak görenler var ve sayıca az olanlara istedikleri gibi davranabileceklerini düşünüyorlar.

Örneğin insanlara sırf Yahudi oldukları için “İsrail’i kınadın mı?” diye sorabiliyor, yaptıklarının yanlış olduğunu söylediğinizde de sizi anlamıyorlar. Geçmişte ASALA saldırılarının ardından Ermenilere, PKK eylemlerinin ardından da Kürtlere benzer “kınama” dayatmaları yapılırdı ve çok rahatsızlık, hatta utanç vericiydi.

Her türlü ayrımcı olayda mağdur edilenlerin yanında durmamız, bahaneleri ne olursa olsun saldırganlara karşı onlara kalkan olup “Arkadaşıma dokunma!” dememiz gerekiyor.

Yazının devamı...

Sütten çıkmış ak Cemaat...

Dün sabaha karşı yapılan operasyonlar AKP hükümeti ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki savaşta yeni bir dönemin habercisi. Ayrıntılarına baktığımızda, yakın geçmişteki Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi operasyonlara çok benzediğini görüyoruz, ki bunların arkasında büyük ölçüde Cemaat, daha doğrusu onun yargı, polis ve medyada kurmuş olduğu üçgen vardı. Tabii dün olduğu gibi bugün de operasyonun arkasında siyasi irade, daha açık konuşulacak olursa bizzat Başbakan Erdoğan var. Kaderin garip cilvesi şu olsa gerek: Dün siyasi iradeden gördükleri teşvik, aldıkları destekle bir döneme damga vuran polis şefleri, bugün aynı irade tarafından benzer yöntemlerle tasfiye ediliyor.

Her şeyin 180 derece tersine dönmesinin, Cemaat ile hükümet arasındaki ilişkilerin iyice bozulup aleni bir savaş halini almasının miladı 17 ve 25 Aralık 2013 tarihleridir. Eğer Cemaat’in o malum üçgeni, bazı bakanları, Başbakan’ın bazı yakın arkadaşlarını, bazı aile fertlerini ve dolayısıyla kendisini doğrudan hedef alan rüşvet/yolsuzluk soruşturmaları için start vermeseydi belki bütün bunlar hiç yaşanmayacaktı.

Stratejik yanlışlar

Gülen cemaatinin ilk stratejik yanlışı bu realiteye aşırı anlam yüklemekti: yolsuzluk iddialarının Erdoğan ve çevresini “kötü”, bunlarla savaşıyor görüntüsünün de kendilerini “iyi” göstermeye yeteceğini düşündüler.

İkinci olarak, içeride ve dışarıda Erdoğan’ın tasfiyesini arzulayan, bunun için çaba sarf eden odakların güçlerini yanlış hesapladılar. Kaldı ki, Erdoğan karşıtlığında belli bir noktada buluşabildikleri bu güçlerden bazıları ihtiyatlı davranıp Cemaat ile mutlak bir ittifaka girişmedi.

Bununla iç içe geçmiş üçüncü bir yanlış da Erdoğan’ın gücünü, direnç gösterme ve cevap verme kapasitesini tam hesap edememeleriydi. Buna bağlı olarak en yakınlarının, hatta belki de Erdoğan’ın ellerine kelepçe vurmasını bekledikleri polis şeflerini AKP lideri kelepçeleyebildi.

Cemaat’in hiç mi kusuru yok?

Son olarak, bu yazının esas konusu olan, olayın toplumsal boyutuna gelelim: Malum, bu tür sert çatışmalarda, doğrudan taraf olmayan kesimlerin tavırları yer yer çok etkili, hatta belirleyici olabiliyor. Nitekim her iki taraf da üçüncü şahısları olabildiğince yanına çekmeye ve kendi yanlarında sahaya sürmeye çalıştı. Şu ana kadar hükümetin bu konuda daha başarılı olduğu kesin. Bunun hiç kuşkusuz ilk nedeni, ellerindeki imkanları sonuna kadar kullanarak diğer İslami cemaatleri, medyanın büyük bölümünü kendi çizgilerine çekebilmeleridir.

Ama hükümet bir şey daha yaptı, Cemaat ile ortak geçmişleri hakkında, “Çok safmışız, bizi kandırmışlar” gibi sözlerle mahçup da olsa pişmanlık işaretleri verdi. Bu da geçmiş konusunda Cemaat’e daha fazla öfkeli olanlar için hükümetle yan yana durmada yeterli olabildi.

Cemaat ise hiçbir şekilde yakın geçmişe yönelik bir özeleştiriye girişmedi. Bazı polis şefleri ve savcıların dillendirdiği, “yaptığımız her şeyden, attığımız her adımdan Başbakan’ın haberi vardı” iddiasını kalkan yaparak yanlış yapmadıklarını, yanlışlar varsa da bunların yegane sorumlusunun hükümet olduğunu göstermeye çalıştılar. Cemaat sözcülerinin Ahmet Şık, Nedim Şener, Hanefi Avcı olayları hakkındaki tavırlarınıysa kısaca “pişkinlik” olarak özetleyebiliriz. Bu komplolardan birinci derecede sorumlu kişiler ve onların medyadaki uzantıları öyle açıklamalar yaptılar ki, insan Ahmet, Nedim ve H. Avcı’nın, sırf Cemaat’i zor durumda bırakmak için kendi kendilerine komplo kurduklarını düşünebilir.

Sonuçta dün sabah yapılan ve tıpkı yakın geçmişteki Ergenekon, Balyoz, KCK soruşturmalarında olduğu gibi, son derece rahatsız edici yönleri bulunan operasyonlara Cemaat dışı çevrelerden çok da fazla itiraz gelmedi. Eğer üçüncü şahısların çoğu, gözaltına alınanlarla dayanışma refleksi göstermek yerine, “etme bulma dünyası”, “su testisi su yolunda kırılır”, “keser döner sap döner...” gibi cümlelerle kayıtsız bir tutumu tercih ediyorsa, Cemaat bunun sorumlusunu dışarıda değil kendi içinde aramalıdır.

Zira Gülen cemaati hiç de sütten çıkmış ak kaşık değil ve kamuoyu da büyük ölçüde bunun farkında.

Not: Dünkü operasyonun hemen ardından kaleme aldığım “9 soruda 22 Temmuz Cemaat operasyonu” yazısını şu bağlantıdan okuyabilirsiniz: http://rusencakir.com/9-soruda-22-Temmuz-Cemaat-operasyonu/2750

Yazının devamı...

Kısır döngüden çıkamayan Filistin direnişi

El Kaide’nin ideolojisinin temellerinden birinin İsrail, hatta Yahudi karşıtlığı olduğunu biliyoruz. Nitekim 1998 başında “Dünya İslâm Cephesi” adı altında kaleme alınan fetvada Kudüs’ü, El Aksa Camii’ni işgalden kurtarma hedefi konulmuş ve “Haçlılara ve Yahudilere karşı cihat” çağrısı yapılmıştı. O tarihten bu yana El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili kişiler dünyanın dört bir yanında ciddi ses getiren eylemler gerçekleştirdiler ve dünyanın dengesini değiştirdiler. Çoğu intihar saldırısı olan bu eylemlerden en çok zarar görenlerin ABD ile Müslümanlar olduğunu biliyoruz. En az zarar görenler arasındaysa İsrail’in üst sıralarda olduğu muhakkaktır.

Bu yüzden El Kaide’yi aslında İsrail’in de dahil olduğu (belki de başını çektiği) küresel bir komplonun taşeronu olarak göstermeye çalışan nice komplo teorisi üretildi. Bunların en popüleri hiç tartışmasız, 11 Eylül 2001 saldırılarından önce İkiz Kuleler’de çalışan Yahudilere haber verildiği, onların da o gün işe gitmeyerek hayatlarını kurtardıkları yalanıdır.

İD’in İsrail stratejisi

Benzer bir durum bölgemizde son dönemde yıldızı iyice parlayan İslam Devleti (İD, eski adıyla IŞİD) için de geçerli. Kendilerine baş düşman belledikleri Alevileri, Şiileri, Kürtleri; daha ötesinde dayattıkları gündelik hayat standartlarına uymayan gencecik kızları, cizye ödemek istemeyen Hıristiyanları ve hatta El Kaide ile doğrudan irtibatlı Nusra Cephesi başta olmak üzere diğer silahlı İslamcı grupların üyelerini Suriye ve Irak’ta vahşice öldürmekten çekinmeyen İD’e en çok sorulardan biri tabii ki “Neden İsrail’e saldırmıyorsunuz?”

Geçenlerde İD bu soruyu cevaplamak için içiçe geçmiş birkaç açıklamayı internet üzerinden yayınladı. İD yönetimi özetle şöyle diyor: “Önce Irak ve Suriye’de İslam devletinin temellerini oturtalım, ardından sıra Lübnan ve Ürdün’e gelecek. Daha sonra da bu ülkelerden İsrail’e saldıracağız. Zaten halihazırda çok sayıda İD gönüllüsü Filistin’de gelecek bu günler için hazırlık yapıyor...”

Bu açıklamadan birkaç gün sonra İsrail’in son Gazze katliamı başladı, İD’in de dünyanın dört bir tarafındaki İslamcı gruplar gibi İsrail’i kınadığını ve bu sırada Kürtlere, Şiilere ve diğerlerine saldırılarını aksatmadan sürdürdüğünü biliyoruz.

Filistin sorunu nasıl çözülmez?

Tabii ki El Kaide, İD ve benzeri şiddeti temel alan İslamcı hareketleri doğrudan İsrail’i hedef almadıkları için eleştiriyor değilim. Ancak söylemlerini büyük ölçüde İsrail ve hatta Yahudi karşıtlığı üzerine kuran İslamcı hareketlerin ki bu konuda El Kaide ve İD hiç de yalnız değil- Filistin halkını, özellikle de Gazzelileri hedef alan, nerdeyse periyodik hale gelmiş olan katliamlara karşı kınamanın ötesine geçmiyor olmaları üzerine iyice düşünmek lazım.

Şunu artık hepimiz, öncelikle de dünya Müslümanları gördü: Filistinliler ne kadar çok ölür, ne kadar çok katliama maruz kalırsa Filistin sorunu o kadar hızlı çözülmüyor; hatta tam tersine çözüm noktasından iyice uzaklaşılıyor. Öte yandan özellikle Gazze’de Hamas’ın ve kısmen İslami Cihad’ın inisiyatifi ele geçirmesiyle birlikte “ulusal”dan çok “dinsel” bir görünüm kazanan Filistin direnişine, sözünü ettiğimiz dünya çapındaki İslamcı hareketler, kuruluşlar, şahsiyetler sürekli gaz veriyor, Filistinlilerin ayaklarının frene doğru gitmesi halinde yüksek sesli itirazlar yükseliyor ve faturayı sadece Filistinli İslamcılardan çok, çocuğu, kadını, yaşlısıyla sivil Filistinliler canlarıyla ödüyorlar.

Bu kısır döngünün çözümsüzlükten başka bir şeye yaramadığı ortada. Radikal İslamcı söylemin esnemesi, zayıflaması ve gerilemesi olmadan Filistin sorununun çözümü için umutlanma imkanımız olduğunu sanmıyorum, ama bunun nasıl mümkün olabileceğini de bilmiyorum; dahası mümkün olabileceğine de pek inanmıyorum.

Türkiye’ye gelecek olursak, söylem düzeyinde Filistin halkıyla, Gazzelilerle dayanışma bahsinde ülkemiz, özellikle de sivil toplum elinden geleni yapıyor ancak bunların katliamı durdurmada etkili olabildiğini söyleyemeyiz. Çünkü Ankara her geçen gün bölgesel bir güç olma noktasından uzaklaşıyor.

Son bir not: Detaylara girmeye gerek yok: Gülen cemaati ve AKP hükümetinin Gazze dramını da kendi aralarındaki savaşa cephane yapmaları son derece hazin.

Allah Filistinli kardeşlerimizin yardımcısı olsun!

Yazının devamı...

Başkalarının yanlış hesaplarının faturasını Gazzeliler ödüyor

Suriye’de yaşanan iç savaş ile buna bağlı kaos ve belirsizlikten en fazla (belki de tek) istifade edenin İsrail devleti olduğu söyleniyordu, son birkaç gündür bu tahlilin ne derece isabetli olduğunu acı bir şekilde görüyoruz. İsrail hiç kuşkusuz, Ortadoğu’daki Müslüman toplulukların mezhep temelli, son derece yıkıcı ve ne zaman biteceği belli olmayan bir çatışmaya girmiş olmalarından hiç şikayetçi olmasa gerek. Ama bu kaotik durumun kendisine açıktan cephe alan devlet (Suriye, İran) ve grupları (Hizbullah, Hamas, İslami Cihad) doğrudan ve son derece olumsuz bir şekilde etkiliyor olması İsrail’i ayrıca ve çok daha fazla memnun ettiği açıktır.

Suriye’de ayaklanma çıkana kadar bölgede dengelerin ana ekseni mezhep değildi. Buna bağlı olarak Hamas, İslami Cihad gibi Filistinli Sünni İslamcı gruplar doğrudan Şam, dolaylı olarak Tahran’dan ve bunlarla bağlantılı olarak da Lübnan’da Hizbullah’tan destek alıyorlardı. Onların İsrail devletine indirdiği darbeler de onunla sorunlu olan Suriye ve İran’ı memnun ettiği için tarafların genellikle razı olduğu karşılıklı bir alışveriş söz konusuydu.

Ancak Suriye’de Müslüman Kardeşler başta olmak üzere Sünni İslamcıların ön ayak olduğu halk ayaklanması başlayıp, önce Suudi Arabistan, Katar gibi Körfez ülkeleri, ardından Türkiye tarafından desteklenince Hamas kritik bir seçim yapmak zorunda kaldı ve İran/Suriye hattında inşa edilen Şii hilalinin etki alanından çıkıp yeni oluşmakta olan Sünni Blok’a yanaştı. Hamas, böylece bölgede oluşması beklenen yeni stratejik dengede kendine bir yer açmaya çalıştı.

Hesaplar tutmayınca

Ancak hesaplar tutmadı. Suriye’deki Baas rejiminin bir türlü yıkılamaması ve yıkılamayacağının da anlaşılmasıyla birlikte yeni denge arayışları rafa kalktı ve rejim değişikliğine kesin gözüyle bakıp yatırım yapmış ülkeler ve gruplar çok ağır faturalar ödemeye başladılar.

Filistin halkının, özellikle Gazzelilerin maruz kaldığı son katliamları bu bağlamda anlamaya çalıştığımızda karşımıza öncelikle bu mazlum insanların iyice yalnız kalmış oldukları gerçeği çıkıyor. Örneğin Hamas’ı zamanında Şam-Tahran hattından koparan güçlerin bugün kıllarını kıpırdatmıyor, hatta İsrail’e daha yakın pozisyon alıyorlar. Yine Hamas’ın stratejik kaygılarla karşı çıkmamış olduğu Mısır’daki askeri rejim de giriştiği arabuluculuk faaliyetlerinde Filistinliler lehine pozitif ayrımcılık yapmıyor. Sonuçta mazlum Filistin halkı bir kez daha bölgesel dengelerin kurbanı oluyor.

Hitler sevdalıları

Türkiye’ye gelince: Aslında söylenecek çok fazla bir şey yok zira Ankara’nın söyleyebileceği çok fazla sözü, oynayabileceği herhangi bir rolü yok. Daha doğrusu çok erken zamanlarda bu imkanlar tüketildi. Hatırlayalım: Çok eski olmayan bir zamanda hükümet İsrail ile Suriye arasında arabuluculuğa talipti ve bu öneri hiç de yadırganmıyordu. Şimdi her iki ülke ile de Ankara’nın herhangi bir ilişkisi kalmadı.

Hal böyle olunca resmi kınama tonlarının iyice yükseldiğine ve İsrail’e tepkinin esas olarak toplumsal kanallardan aktığına tanık oluyoruz.

Bu son derece normal ve olumlu bir durum. Fakat toplumsal tepkinin bir ayağında İsrail’den ziyade Yahudi karşıtlığının egemen olması çok rahatsız edici. Irkçılık, ayrımcılık hiçbir gerekçeyle mazur görülemez ve Yahudi düşmanlığı da ırkçılığın en pespayelerinden biridir. Bu bağlamda Yahudi vatandaşları alenen tehdit ederek kendilerini İsrail’e karşı aleni ve sert tepki vermeye çağırmanın bir suç olarak görülmesi gerektiğini vurgulayalım. Tabii bir de, her İsrail katliamından sonra Adolf Hitler’i hayırla yad edenler var. Onlara da diyecek çok şey var ama hiçbir şey söylememek belki daha iyidir. Lanetten başka bir şeyi hak etmiyorlar çünkü.

Yazının devamı...

Demirtaş’ın yakaladığı ve Demirtaş’la yakalanan fırsatlar

“Çatı adayı” Ekmeleddin İhsanoğlu siyasetten gelmiyor, siyasi bir üslup kullanmaktan geri duruyor, normal şartlarda AKP’ye oy vermesi düşünülecek olan seçmeni yanına çekmeyi esas aldığı için ne AKP hükümetini ne de AKP adayı Başbakan Erdoğan’ı doğrudan ve sert bir şekilde eleştiriyor. Bunun isabetli bir strateji olup olmadığını 10 Ağustos gecesi anlayabileceğiz. Ama bugünden bakıldığında İhsanoğlu’nun bu çizgisi nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’la siyasi anlamda yarışmada HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaşın yalnız kaldığını görüyoruz.Bu, kuşkusuz son dönem siyaset dünyasının yıldızı parlayan ender isimlerinden olan Demirtaş için önemli bir fırsat. Demirtaş eğer CHP + MHP’nin aday tercihleriyle bilinçli bir şekilde yaratmış oldukları siyasi boşluğu doldurabilirse HDP’yi, oradan hareketle de Kürt siyasi hareketini (KSH) yeni alanlara taşıyabilir. Fakat her fırsatta olduğu gibi bu durumda da riskler söz konusu.

Özellikle şu noktanın altını çizmek istiyorum: Demirtaş, KSH’nin ortaya çıkardığı siyasi bir figür. Bugün kendisinde net bir şekilde gözlenen özgüvende KSHnin yıllar boyunca sürdürdüğü mücadelenin ve bugün vardığı noktanın payı büyük. Demirtaş, yeni kesimlere açılmak uğruna eğer Kürt seçmeni ihmal ederse ummadığı tatsız sürprizlerle karşılaşabilir. Kampanya boyunca herhalde bu hassas dengeyi gözetecektir ancak şu ana kadar Kürt kimliğinin nispeten ikincil planda kaldığını düşünüyorum.

Laiklik faktörü

Prof. İhsanoğlu, muhafazakâr kimliğiyle bilinen, bunu gizlemeyen, tam tersine altını çizen bir kişi. Zaten CHP ile MHP de onu seçerken bu özelliğini dikkate almışa benziyorlar. Ancak Erdoğanı seçtirmemek için karşısına muhafazakâr bir aday çıkarmanın ne derece akılcı olduğunu pek tartışamadık. Son yazımda Ortadoğu’da farklı İslamcı gruplar arasında yaşanan bitmek bilmez savaşlar yüzünden İslamcılığın cazibesini yitirmeye başladığını ileri sürmüştüm. Bunu pekala ülkemize de uyarlayabilir ve Gülen cemaatiyle AKP arasındaki savaşın dindarlarda yarattığı rahatsızlıktan hareketle İslam dininin siyasetle aşırı irtibatlandırılması yüzünden laikliğin yeniden değer kazanmakta olduğunu düşünebiliriz. Tabii geçmişteki “laikçilik” olarak tanımlayabileceğimiz dayatmacı anlayıştan farklı, çağdaş ve özgürlükçü laiklik yorumlarını kastediyorum.

Bu açıdan bakıldığında CHP’nin en azından şu aşamada fazla bir şansı olmadığı anlaşılıyor. Kaldı ki CHP yönetiminin İslamcılığın içinde bulunduğu krizin pek farkında olduğu da söylenemez. Buna karşılık KSHnin durumun farkında olduğunu, Suriye’de ve kısmen Irak’ta El Kaide ve türevi yapılanmalara karşı yürüttükleri etkili mücadeleden anlayabiliyoruz. Dolayısıyla Demirtaş, iki muhafazakâr adaya karşı dozu iyi ayarlanmış bir şekilde laiklik yanlısı dil geliştirebilirse, bunun etkilerinin orta ve uzun vadede de görebiliriz.

Barajın sınanması

HEP’ten bu yana nice parti geldi geçti, bunlar yerel ve genel seçimlere katıldılar ancak özellikle genel seçimlerdeki yüzde 10 barajı nedeniyle hiçbir şekilde KSH’nin gerçek oyunu görme imkanı olmadı. Demirtaş’ın adaylığı bu bilinmezliği de büyük ölçüde sonlandıracak ve HDP’nin 2015 genel seçimlerine kendi adıyla katılıp katılmayacağı da 10 Ağustos akşamı netleşecek. Daha önce Tarhan Erdem, BDP’nin yüzde 10u aşabileceğini ileri sürmüş ve pek destekçi bulamamıştı. Ben de inanmamıştım. Ancak bugün HDP’nin bu güce ulaştığını, Demirtaş’ın adaylığının da bunu daha da kolaylaştıracağını düşünüyorum.

Öte yandan Demirtaşın adaylığı Kürt sorununun çözümü, dolayısıyla Türkiye’nin kaderi açısından da iyi bir fırsat. Çünkü zaten çözüm süreciyle birlikte iyice yumuşamış olan atmosfere son derece uygun bir isim Demirtaş: Kendi ayakları üzerinde duruyor ancak karşısındakileri diz çöktürmek gibi bir arayışı yok. Meydan okumuyor ama boyun da eğmiyor.

Ve siyaset yapıyor.

Yazının devamı...

Ankara’nın Ortadoğu bilançosu

Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisinin cumhurbaşkanı seçilmesi halinde ‘yeni Türkiye ’nin kapılarının ardına kadar aralanacağını söyledi. Bu ‘yeni Türkiye’nin önde gelen hedeflerinden birinin, ülkenin uluslararası planda itibarının artırılması olduğu açık. Bunun da öncelikle bölgede etkili, hatta belirleyici bir güç olmaktan geçtiği muhakkak. Peki 10 Ağustos öncesi Türkiye’nin Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmaya ne kadar yakın, ne kadar uzak? Önce hızla temel bölgesel sorunlara ve Ankara’nın aldığı pozisyonlara bakalım:

Filistin: Günlerdir İsrail devleti Filistin’de yeni katliamlara imza atıyor ve uluslararası topluluk buna sesini yükseltmiyor. Türkiye’ye gelince: Dün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail’e Filistin ve Gazze’ye yönelik saldırıları durdurma, BM ve uluslararası topluluğa da, İsrail’i durdurma konusunda müdahil olma çağrısı yaptı. Gül, İsrail’e olası bir kara harekâtı gerçekleştirmemesi yönünde de ikazda bulundu. Başbakan Erdoğan da, net bir şekilde Filistin’den yana tavır aldı ve İsrailli yöneticileri hayatlarını yalan üzerine kurmakla suçladı. Ankara’nın ve genel kamuoyunun Filistin halkıyla dayanışma içinde olduğu kesin ancak tepkilerin İsrail devleti üzerinde herhangi bir etkisi olabileceği pek söylenemez. Zaten Türkiye, Mavi Marmara süreciyle birlikte İsrail’le ilişkilerini en alt düzeye indirerek bu devlet üzerindeki etkisinden de feragat etmiş oldu. Örneğin dün Erdoğan İsrail’e karşı, onu uluslararası kamuoyuna şikayet etme ve iki ülke arasında zaten zar zor yaşanmakta olan normalleşme sürecini durdurma dışında bir ikazda bulunamadı.

Irak: Erdoğan dünkü konuşmasında IŞİD’den ellerindeki Türk rehineleri bırakmalarını isterken İslam referansıyla hareket etti. Halbuki Türkiye’nin eski adıyla IŞİD, yeni adıyla İD (İslam Devleti) ile tam da İslamiyet’e bakçok büyük farklılıkları var. Ancak rehinelerin can güvenliği başta olmak üzere farklı nedenlerle ülkemizde İD tartışılıp eleştirilemiyor. Yani rehineler yüzünden Ankara’nın Irak politikası da rehin alınmış durumda.

Kaldı ki Ankara’nın Irak konusunda net bir politikası olduğu da söylenemez. Eskisi gibi Irak’ın toprak bütünlüğünde fazla çok ısrar edilmiyor, bu bağlamda bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına yeşil olmasa da sarı ışık yakılıyor ancak Sünni Arapların nasıl bir devlet inşa edebilecekleri belirsiz; en önemlisi Şii Arapların (ve onların destekçisi İran’ın) Irak’ın parçalanma ihtimaline karşı direnmelerinin korkutucu sonuçları olabilir.

Suriye: Ankara’nın Suriye üzerine hayallerinin hiçbiri (Baas rejiminin hızla yıkılması, yerine Müslüman Kardeşler’in ağırlıkta olacağı bir koalisyon kurulması ve Şam’ın Ankara üzerinden uluslararası sisteme entegre olması...) gerçekleşmedi ve gerçekleşeceğe de benzemiyor. Buna karşılık Türkiye bugüne kadar yüklü bir fatura ödedi (kendi topraklarına taşınan terör, sayıları giderek artan mülteciler...) ve bu fatura daha da ağırlaşabilir.

Ankara, Abdullah Öcalan/PKK çizgisindeki PYD’nin Suriye’deki kaostan yararlanıp Rojava olarak adlandırılan bölgede inisiyatifi büyük ölçüde ele geçirmiş olmasının şokunu da hâlâ atlatabilmiş değil. Bu şoka bağlı olarak, PYD’ye karşı savaşan farklı radikal İslamcı grupların bir şekilde Türkiye’den destek aldığı iddiaları bir süredir Batı merkezlerinde yüksek sesle dile getiriliyor.

Mısır: Ankara Mısır’daki askeri darbeye karşı çıkma ve seçilmiş cumhurbaşkanı Müslüman Kardeşler kökenli Muhammed Mursi’ye sahip çıkma konusunda dünyada yalnız kaldı. Özellikle Suriye’de birlikte hareket ettikleri Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin General Sisi’nin baş destekçisi olmaları da Ortadoğu’da bütünlüklü stratejik ittifakların kurulmasının mümkün olmadığını bir kez daha gösterdi. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Gül, cumhurbaşkanı seçildiği için Sisi’yi kutlamış olsa da Türkiye’nin, Ortadoğu ve Arap dünyasının bu kilit ülkesiyle ilişkilerini kısa vadede tamir edebilmesi çok zor görünüyor.

İran: Bir bütün olarak baktığımızda Ankara’nın, bölgenin önde krizlerinden Filistin, Irak ve Suriye konularında eli çok kuvvetli değil; bölgenin önde gelen aktörlerinden İsrail ve Mısır’la ilişkisi yok düzeyde. Geriye bir tek İran kalıyor ki, Ankara ile Tahran’ın Suriye kriziyle birlikte ağır hasar gören ilişkileri rayına oturtabilmeleri, Irak ve Suriye konularında birbirlerine yakın politikalar geliştirebilmeleri çok zor gözüküyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.