Şampiy10
Magazin
Gündem

IŞİD bu gücü ve cüreti nereden alıyor?

IŞİD (Irak Şam İslam Devleti, yeni adıyla İD, yani sadece İslam Devleti) Suriye’de Baas rejimiyle (dolayısıyla ona yardıma giden İran devletinin ve Lübnan Hizbullahı’nın yolladığı savaşçılarla), Kürtlerle (PYD/YPG), başta El Kaide bağlantılı Nusra Cephesi olmak üzere diğer gruplarla çatışıyor. Irak’ta Bağdat rejiminin (Şii Arapların) elinden Musul’u aldıktan sonra başkente doğru yöneldiği söylendi ama son günlerde hedefine Kürtleri almış durumda. Tabii gerek Şii Araplar, gerekse Kürtlerle savaşırken arada kalan dinsel azınlıklara, yani Hristiyanlara ve Ezidilere de zulmediyor. IŞİD bütün bunlara ek olarak Lübnan’da da yeni bir cephe açmak üzere...

Davutoğlu’nun sözleri

Ortada içiçe geçmiş iki soru var: IŞİD bu gücü ve cüreti nereden alıyor? Önce güç konusunu ele alalım. Bu soru Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na sorulduğunda şöyle bir cevap vermiş: “IŞİD öfkeyle besleniyor. İki şey söylendi birincisi yabancı savaşçılar. Bir de silahlar dışarıdan geliyor. IŞİD’in yapılanmasında merkezi hükümetten kopmuş kişilerden geliyor. Orada bir öfke birikmesi olmuşsa bu bir çekim alanı oluşturuyor. İkincisi de silah olayı. Ya Suriye rejiminden alıyor, ya da Irak ordusunun bıraktığı silahları aldılar. Öfkeden bir araya gelmiş bir insan topluluğu var, diğer tarafta terk edilmiş silahlar var.”

Bütün bölgenin dengelerini kısa bir süre içerisinde toptan değiştiren bir fenomeni öfkeli Suriyeli ve Iraklıların (ki bunların ezici çoğunluğu Sünni Arap, ama Davutoğlu Türkmenlerin de olduğunu söylüyor) rejimlerin terk ettiği silahları ele geçirmeleriyle izah etmeye kalktığımızda hiçbir yere varamayız. Örneğin Davutoğlu’nun önemsizleştirmeye çalıştığı “yabancı savaşçılar” olayının özellikle Suriye’de ne kadar hayati olduğunu 24 saat sosyal medyada dolaştığınızda görebiliyorsunuz. IŞİD ve benzeri yapılara dışardan ciddi anlamda silah geldiği konusundaysa çok ciddi iddialar var ki Türkiye’nin adı bu bağlamda, en azından transit ülke olarak sık sık geçiyor.

Cüretin kaynakları

IŞİD’in bu cüreti nerden bulduğu sorusu üzerine kafa yorduğumuzda olayın daha da berraklaşacağı kanısındayım. Tabii ilk olarak Irak ve Suriye’yi yönetenlerin IŞİD ve benzeri örgütler için son derece elverişli bir zemin yaratmış olduklarının altını çizmemiz gerekir. İkinci olarak Ortadoğu’da bir süredir yaşanan mezhep eksenli güç savaşında, Irak ve Suriye’deki İran’ın nüfuzunun etkisini kırmak isteyen, Suudi Arabistan, Katar gibi Körfez ülkelerinin oluşturduğu “Sünni Blok”un, bir dizi fiyaskonun ardından (Özgür Suriye Ordusu vardı bir ara, sahi ne oldu ona, hâlâ var mı?) radikal İslamcı yapılardan medet ummalarına dikkat çekmeliyiz. Bu blokla iyi ilişkiler içinde olan bölgesel ve küresel güçler de bu vahim hatayı engellemek için çaba göstermedikleri için sorumluluğu paylaşmaktadırlar.

Bir diğer husus, IŞİD’in, kendisine dünyanın dört bir tarafından gönüllü bulmaya imkan sağlayacak bir ideolojik perspektifinin olmasıdır. Bu bağlamda “İslam devleti” ve hatta “hilafet” ilanının ardından IŞİD’in hamlelerine devam ediyor olması, bunlarla dalga geçenler için iyi bir ders olsa gerekir.

Kürtlerle karşı karşıya

Açıkçası IŞİD’in bu kadar hızlı bir şekilde Suriye’den sonra Irak’ta da Kürtlere karşı cephe açmasını beklemiyordum. Anlaşılan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) de benimkine benzer yanlış bir analiz yapmış. Halbuki PKK/KCK Musul’un düşmesinin hemen ardından şu son günlerde yaşananları görmüş ve IKBY’ye ortak bir koordinasyon ve komutanlık kurulmasını önermişti. IŞİD’in son hamlelerini yaparken, Kürt grupları arasındaki ihtilaf ve rekabetten geniş ölçüde istifade etmiş olduğu anlaşılıyor.

IŞİD’in yönetim katındaki stratejik aklın hayli güçlü olduğu anlaşılıyor. Fakat ihmal ettikleri çok önemli bir husus var: Gerek Irak, gerek Türkiye, gerekse Suriye Kürtleri de stratejik konularda hiç de boş değiller ve yıllar boyunca yaşadıkları nice mağduriyet sonucunda elde ettikleri kazanımları IŞİD ve benzeri yapılara terk etmeye hiç mi hiç niyetleri yok.

Her şey bir yana kendi topraklarını işgalci bir güce karşı savunuyorlar ki bu tür savaşların galibi sonunda hep aynı olmuştur.

Yazının devamı...

Kafası karışıklar için Selam-Tevhid dosyası hakkında birkaç not

İçinizde daha önce duymuş olanlarınız vardır ancak “Acem Ergenekonu” tabiriyle şahsen ilk kez dün karşılaştım. 22 Temmuz operasyonun ana tartışma konusu olduğu anlaşılan “Selam-Tevhid Terör Örgütü” soruşturmasını zamanında yürüten Adnan Çimen, son günlerde yoğun bir şekilde kullandığı twitter hesabında dün şöyle yazmıştı: “Anlaşılan soruşturma sürecinde Osmanlı’nın son döneminden itibaren devlete sızan Acem Ergenekonu suç üstü yakalanmış, bunun verdiği derin hayal kırıklığı ve öfkeyle 7000 kişi dinlendi yalanıyla ortaya konularak, görevini yapanlara linç hareketi başlamıştır.”

İddia hayli iddialı. İran ajanları daha Osmanlı’nın son döneminde devlete sızmış, günümüze kadar her iki ülkede de çok köklü değişikliler, altüst oluşlar yaşanmasına rağmen bu “devlet içindeki devlet” yapılanması günümüze kadar (herhalde güçlenerek) varlığını korumuş. Nihayet cesur bazı polis şefleriyle savcı ve yargıçlar olaya el koymuşlar. Ama İran ajanları yine güçlerini konuşturmuşlar ve tasfiyeyi engellemişler...

Ayrımcı dil

İlkin kullanılan dile bakalım: Daha önce dolaşıma sokulan “Acem uşakları”, “Acem palavrası”, “Acem oyunu” gibi “Acem Ergenekonu” da ayrımcı bir tanımlama. Çünkü “Acem” derken bir kavmi, insanları tarif ediyoruz. Onların devletlerinin herhangi bir kusurunu tüm İranlılara atfetmek kesinlikle yanlıştır ve İranlılarda Şiiliğin yaygın olması nedeniyle, örtülü de olsa mezhep ayrımcılığını içeren boyutları da vardır.

Peki savcı Çimen’in çizdiği tablo gerçeği ne derece yansıtıyor olabilir? Medyanın bir bölümü (özellikle Fethullah Gülen cemaati medyası), kabarık soruşturma dosyasının birebir kopyaları olan yayınlarla sizi iddiaların doğru olduğuna ikna etmeye çalışırken hükümete yakın medyada da bunları çürütmeye yönelik kayda değer argsıralanıyor.

Normal şartlarda böylesi tartışmalı durumlarda son sözü bağımsız ve tarafsız yargı söyler ama ülkemizde böyle bir imkanın mevcut olmadığı ortada. Bu nedenle, kafası karışık olanlara bir nebze olsun yardımcı olabilmek için birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum:

Tipik bir torba soruşturma

- Selam-Tevhid Örgütü adlandırması dün de yanlıştı, bugün de yanlış. Yaklaşık 15 yıl önce polis, İran çizgisinde İslamcılık yapan bazı kişilerin çıkardığı dergilerin isimlerinden hareketle terör örgütü çıkarmaya kalktı ve hatasından döneceğe benzemiyor.

- Uğur Mumcu, Muammer Aksoy gibi aydınları öldürmekten mahkum olanlar doğrudan İran istihbaratının uzantısı olan “Kudüs Ordusu” ya da “Kudüs Savaşçıları” diye bilinen yapıyla alakalıydılar. Günümüzdeki operasyonun da aynı yapıya yönelik olma ihtimali yüksek. Ama “Selam-Tevhid” adında ısrar edince, bu “örgüt”ün torbasına her türden kişiyi doldurmak daha kolay olsa gerek.

- Bu soruşturma kapsamında, örneğin çözüm sürecinin önde gelen aktörlerinin teknik takibe alınmış olması, bunu kotaranların “Acem Ergenekonu” dışında başka stratejik hesapları olduğuna işaret ediyor.

- Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK, Devrimci Karargah gibi davalarda da sık sık alakasız kişilerin bunlara dahil edilmiş olduğunu görmüştük. Bu sefer de tespit edilmiş bazı İran ajanlarından hareketle bir şekilde hükümeti de hedef alacak bir “torba soruşturma” hazırlanmışa benziyor. Dolayısıyla Selam-Tevhid dosyasının 17 ve 25 Aralık yolsuzluk/rüşvet soruşturmalarıyla koordineli olarak hazırlanmış olduğunu düşünebiliriz.

- Bu dosyanın en kritik yönü MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “İran ajanı” olarak suçlanması. Son zamanda çok sık karşılaştığımız “Doğruysa korkunç, yalansa daha korkunç” cümlesini gerektiren türden bir iddia bu. İlginçtir, bu iddia şu günlerde, ilk günlerin aksine, daha kısık sesle ve dolaylı olarak dile getiriliyor. Bana “bu iddia doğru olabilir mi?” diye soranlara genellikle şu cevabı veriyorum: “Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargah’tan, Ahmet Şık’ın Ergenekon’dan yargılanabildiği ülkede Fidan da pekala İran ajanlığından yargılanabilirdi. Ama Avcı’nın Devrimci Karargah’tan, Şık’ın Ergenekon’dan olduğuna, onlara bu tezgahı kuranlar dahi hiç inanmadı.”

Sonuç olarak: Çok esrarengiz bir dosyayla karşı karşıyayız. Karşılıklı suçlamalar tırmanarak sürecek gibi. Bu esasında psikolojik bir savaş ve bu durumlarda hep olduğu gibi, taraflar reddedilmesi imkansız bazı doğruların yanına çok sayıda yalan katabilirler. Serinkanlı davranıp o az sayıdaki doğrularla yetinmek en iyisi olabilir.

Yazının devamı...

“Cemaat yatırılmış, boğazına bıçak dayanmışken...”

Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaşın medya ayağında ilginç şeyler yaşanıyor. Örneğin bu süreçte, medyada hükümetin yanında durup Cemaat’e acımasızca saldıranların büyük kısmı İslami hareket geçmişine sahip değil, diğer bir deyişle iktidar trenine yakın zamanda atlamış kişiler. Buna karşılık İslamcı kimlikleriyle temayüz etmiş kalem erbabının çoğunun Cemaat’e karşı daha dikkatli ve ölçülü eleştiriler getirdikleri söylenebilir ki bu tutumun Başbakan Erdoğan’ı hiç memnun etmediğini farklı vesilelerle öğrendik.

Diğer tarafta ilk dikkatimizi çeken, özellikle 17 Aralık 2013’ten itibaren Cemaat yayınlarının ve Cemaat ile organik bağları olan isimlerin hükümete karşı bilfiil cephenin ön saflarında yer almaları. Halbuki Ergenekon, Balyoz, Şike, KCK gibi davalarda ilk olarak Cemaat’le özdeşleşmemiş yayın organları ve gazeteciler ortaya atılır, onların temizlemiş olduğu mayınlı sahaya Cemaat medyası ve gazetecileri de girerdi. Her ne kadar yeni dönemde durum değişmiş olsa da değişmeyen bir şey var: Cemaat’i hükümete karşı savunmada “dışarıdan” isimler çok daha etkili oluyor: Ahmet Turan Alkan, Nazlı Ilıcak, Mümtazer Türköne, Ali Bulaç ve bir ölçüde Şahin Alpay.

İlk kurşunu kim attı?

“Cemaat yatırılmış boğazına bıçak dayanmışken, kimse benden cemaatin de şusu yanlış dememi beklemesin.” Ali Bulaç’ın bu sözleri Cemaat üyeleri tarafından sık sık dolaşıma sokuldu. Örneğin Cemaat’in özeleştiri vermesi gerektiğinde ısrar ettiğimde sık sık bu cümle karşıma çıkarıldı. Bulaç’ın tespiti çok göz alıcı ama birçok açıdan yanlış. Örneğin:

a) Öncelikle hükümetin Cemaat’i yatırmış ve boğazına bıçak dayamış olduğu tespiti çok abartılı. Bulaç bu sözü 22 Temmuz operasyonundan önce etmişti. Zaten 22 Temmuz operasyonun da çok başarılı seyrettiği söylenemez.

b) Öte yandan böyle bir cümleyi kurmuş bir kişinin, sıkıntılı olmadığı günlerde Cemaat’in yanlışlarını dinlendirmiş olması gerekir, ki hatırlamıyorum

c) Yine bu cümleyi kurmuş olan bir kişinin, yakın geçmişte Cemaat ve hükümetin birlikte Ergenekon, Balyoz, Şike, KCK gibi operasyonları düzenlediklerinde, yani “zanlıları yatırıp bıçağı dayadıklarında’ da benzer bir tutumu almış olması beklenir, ki yine hatırlamıyorum.

d) Kaldı ki bu bir savaşsa ki öyle- ilk kurşunu kimin atmış olduğu konusu hayli tartışmalı. Yani hükümetin durup dururken Cemaat’i tasfiyeye kalktığını ileri sürmek hiç gerçekçi değil.

Erdoğan Ergenekoncu mu oldu?

Bulaç önceki gün “Olup bitenin anlamı” başlıklı yazısında (http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/olup-bitenin-anlami_2234856.html) birçok tartışmayı hak eden tez ileri sürdü. Bana göre yazının en çarpıcı bölümü şu: “Bu sürecin en aktif unsurları ulusal ve muhafazakâr Ergenekonculardır. Bunlar Tayyip Bey’in arkasında duruyormuş gibi görünüp cemaatin bütün hayat alanlarını kurutmak istiyorlar. Dindarları sadece bürokrasiden değil, ekonomiden medyaya ve eğitime kadar her alandan kovmayı hedefliyorlar.”

Bulaç’ın dün Yeni Asya Gazetesi’ne verdiği ve manşete taşınan mülakatın başlığı da “Ergenekoncular AKP’yi ele geçirdi” oldu. Bulaç’ın yıllardır yakından tanıdığı, belediye başkanlığı döneminde danışmanlığını da yaptığı Erdoğan’ın, bazı “derin” yapılarla işbirliği yapıp dindarların her alandan kovulmasına alet olduğunu söylemesi bazılarına ilginç gelebilir ama bana hiç inandırıcı gelmiyor.

Bulaç Cemaat’e karşı “içeriden destekli uluslararası bir operasyon” sürdürüldüğü iddiasında, tam da aynı şeyi hükümet Cemaat için söylüyor. Bu suçlamaların hangisinin daha akla yatkın olduğunu okurlar bırakıp Bulaç’tan son bir alıntı:

“Ellerinde Cevşen olanların sokağı, sol örgütlerin şiddet sokağına benzemez.”

Evet benzemeyeceği kesin, ama neye benzeyecek acaba?

22 Temmuz’dan bu yana yaşananlara baktığımızda sanki yeni sivil itaatsizlik yöntemleri pek bulunmayacak gibi: Polis ve adliye binaları önünde toplanmalar, ailelerin daha fazla öne çıkması, avukatların ve birkaç milletvekilinin bir tür sözcü misyonu üstlenmeleri, bütün bunlar bir tür "dejavu".

Evet bu sahnelerin benzerlerini özellikle Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde sık sık görmüştük; değişen askerlerin yerini polislerin alması olsa gerek.

Yazının devamı...

Selefiler aramızda

Yıllar önce Şanlıurfa’da bana kenti gezdiren bir tanıdığım, şimdi anlatması çok uzun olacak alakasız bir konuda şöyle demişti: “Malum, bizim insanlarımız gözleriyle düşünür!” Bu tespitin ne kadar isabetli olduğunu değişik zaman ve yerlerde, değişik olaylarda deneme imkanım oldu.

İşte son bir örnek: Mart ayının başlarında Türkiye’de İslami hareketin güncel durumunu tahlil ettiğim bir yazımı şöyle bitirmiştim: “İslami hareketin yaşamakta olduğu şu büyük hayal kırıklığı ve bozgunun ardından Türkiye, tarihinde görmediği ölçüde sert bir İslamcı dalgaya tanık olabilir. İslamcılık tek başına sorun değil. Ancak esas olarak ‘yeni-Selefilik’ denen akımı kastediyorum. Tüm bu yaşadıklarımızın, İslam ülkelerinin ve Batı’da yaşayan Müslüman toplulukların çoğunu altüst eden, en çok geleneksel İslami yapılanmaları tedirgin eden ve ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan ‘yeni-Selefilik’ akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı kanısındayım.”

Bu final paragrafına tahminimin ötesinde fazla sayıda ve birbirinden farklı tepki aldım. Özellikle muhafazakâr okurlar, abarttığımı, Türkiye’nin tarihsel olarak Selefiliğe elverişli olmadığını ve bu akımın hiçbir durumda bu topraklarda yeşeremeyeceğini düşünüyorlardı. Bu tepkilerden hareketle iki yazı daha yazdım. Bunlardan birinin başlığı ‘Selefileri beklerken’di. Fakat “Yeni ya da eski, Selefilik bizde tutmaz” diyenleri bir ölçüde bile olsa esnetebilmek mümkün olmadı, öyle ki “Boşuna beklemeyin, gelmezler” dediler.

Ancak çok sayıda Selefinin İstanbul Ömerli’de kıldıkları bayram namazının görüntüleri medyada yer alınca itirazlar da doğal olarak kesildi. Dolayısıyla bu yazının başlığına pek itiraz geleceğini sanmıyorum, çünkü fazla beklemeye gerek kalmadığını, Selefilerin zaten aramızda olduğunu hep birlikte gördük.

Buzdağının görünen kısmı

İlk andan itibaren bu kişilerin IŞİD (Irak Şam İslam Devleti-yeni adıyla İD, yani sadece İslam Devleti) ile organik bağ içinde oldukları ileri sürüldü ve bu iddia düzenleyiciler tarafından reddedildi. Bir internet sitesinde yapılan yalanlamada İD ve onun ‘halifesi’ Bağdadi hakkında hiçbir şekilde olumsuz bir söz edilmediğinin altını çizelim.

Bu kişiler İD, ya da son dönemde onunla çatışma halindeki El Kaide veya Suriye ve Irak’ta savaşan diğer radikal İslamcı gruplardan herhangi biriyle doğrudan ilişki içinde olabilirler, hatta an itibariyle hiçbir grupla organik bağlantıları da bulunmayabilir. Fakat gerek bayram kutlaması görüntülerden, gerek internette ele aldıkları konular, yaptıkları yorumlardan hareketle Türkiye’de yeni-selefiliğin belli bir örgütlenme seviyesine gelmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu arada, İstanbul’da farklı Selefi grupların da bulunduğunu, İstanbul dışında, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı kentlerde yeni-Selefilik akımına ilginin tırmandığını, kısacası Ömerli’de bu potansiyelin çok az bir kısmının ortaya çıktığını vurgulayalım.

Rehin alınan Türkiye

Ülkemizdeki Selefi hareketin varlığını alenileştirdiği için Ömerli görüntüleri muhakkak hayırlı olmuştur. Fakat bunların, bizzat düzenleyiciler tarafından paylaşıldığı düşünüldüğünde ciddi bir propaganda işlevi gördükleri de ortada. Bu yolla Musul’un IŞİD’in eline geçmesi ve burada bir “İslam devleti”, hatta “hilafet” ilan edilmesinin de etkilenen ama ne yapacağını tam olarak kestiremeyen kişilerin kazanılmak istendiği anlaşılıyor.

Lafı uzatmaya gerek yok: Irak ve Suriye’deki istikrarsızlık sürdükçe, AKP hükümeti bu iki ülkede IŞİD, El Kaide ve benzeri örgütlerin savaştığı kesimlerle (ki bunlar sadece Bağdat ve Şam’daki yönetimler değil, Suriye/Rojava’da bu tür gruplarla ölüm kalım savaşı yürüten Kürtler de söz konusu) iyi ilişki geliştirmedikçe, buna bağlı olarak ülkemiz Irak ve Suriye’ye savaşmaya giden yabancı selefiler için lojistik merkezi olma özelliğini korudukça ve tabii ki İD/IŞİD’in elinde rehin tutulan vatandaşlarımız kurtulmadıkça yükselen yeni-Selefi cihat çizgisine karşı çok fazla bir şey yapılması mümkün gözükmüyor.

Yazının devamı...

Gülen cemaati direnmeyi öğrenirken

Acaba şu tespite itiraz eden çok kişi çıkar mı: Eğer 22 Temmuz’daki gibi geniş çaplı ve siyasi anlamı yüksek bir operasyonu, o gün gözaltına alınan polis şeflerinin bizzat kendileri, bir kısmı bugün sosyal medyadan kendilerine destek olan savcılar ve hemen hemen tümü pasif görevlere kaydırılmış yargıçlar ile birlikte kotarmış olsalardı zanlılar kim olursa olsun işler bu kadar uzamaz, dolayısıyla fazla tartışma çıkmazdı. Ergenekon, Balyoz, KCK, şike vb. soruşturmalarda ve son olarak 17 Aralık 2013’deki yolsuzluk/rüşvet operasyonunda buna tanık olmuştuk.

22 Temmuz soruşturmasının ilk anından itibaren bir dizi aksaklık, hak ihlali ve bariz hukuksuzluk yaşandı, daha da yaşanacağa benziyor. Gözaltındaki polisler (ve onlara destek verenler), bunlardan hareketle kendilerinin haklı, diğer bir deyişle “suçsuz” olduklarını iddia ediyorlar. Olabilir. Ama şahsen yaşanan bütün bu sıkıntılardan, esas olarak, hükümetin bu kadar çok önem atfettiği bir operasyon için yargı ve poliste (hatta medyada) gerekli hazırlığı yap(a)madığı, buna karşılık Fethullah Gülen cemaatinin epey hazırlıklı olduğu sonucunu çıkarıyorum.

Bununla birlikte psikolojik üstünlüğü elinde tutuyor gözüken Cemaat’in üçüncü şahıslardan çok fazla destek alamadığını görüyoruz ki bunun ana nedeni Cemaat’in kendisinin yakın dönemdeki bir dizi hukuksuzluğun doğrudan öznesi olması; buna rağmen bunlarla yüzleşmeye ve özeleştiri vermemeye yanaşmamasıdır. Bu konuda çok yazmış olduğum için uzatmaya gerek yok. Yine de bir tekrardan zarar gelmez: Cemaat mensupları kendilerini hata yapmaları söz konusu bile olmayan Allah’ın “seçilmiş” kulları, geride kalan hepimizi de hatadan hataya koşan faniler olarak görmeyi sürdürdükleri müddetçe ülkemiz yerinde sayacaktır.

Sivil itaatsizlik günleri

Gözaltıların akabinde, polis yakınlarının İstanbul Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü binasının çevresinde toplanması üzerine Cemaat’in yeni bir dönemin eşiğinde olduğunu, önümüzdeki günlerde “sivil itaatsizlik” eylemlerinin öne çıkabileceğini yazmıştım. (http://www.rusencakir.com/Cemaat-yeni-bir-donemin-esiginde-Sivil-itaatsizlik/2752) Açıkçası Cemaat’in bu noktaya bu kadar hızlı evrilebileceğini tahmin etmemiştim. Daha sonra Çağlayan Adliyesi’ne taşan dayanışma gösterilerine ailelerin dışında çok kişi katıldı; oraya gelemeyenler de sosyal medya üzerinden sürece dahil olmaya çalıştılar. Sivil itaatsizlik tanımını en çok hak eden davranış ve eylemlerse gözaltındaki polislerden, özellikle işlemleri bir türlü bitirilemeyen 49’undan geldi.

Örneğin “Çağlayan Adliyesi’nde yerin yedi kat altındaki nezarethaneden er ya da geç ahiretin tecelli edeceğine yürekten inanan 49 vatan evladı” diye imzaladıkları bayram tebriğinde son derece siyasi ve İslami mesajlar verdiler. Kuşkusuz her gözaltı bir mağduriyettir, lakin nezarethane sahiden yerin yedi kat altında olsa dahi cumhuriyet tarihimizdeki gözaltında zulümlerinin bir sıralaması yapılsa herhalde onlarınki en diplerde yer almayı hak eder.

Kaderin cilvesi

Ülkemizde değişik dönemlerde, haklı olduğunu düşündükleri davalar için otoriteye boyun eğmeyen, bu uğurda canlarını feda eden sayısız kahraman çıktı. 22 Temmuz sürecinden de pekala kahramanlık öyküleri çıkabilir. Burada esas ilginç olan, gözaltındaki kişilerin hemen hepsinin esas ihtisas alanının, siyasi otoriteye şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu nedenle karşı çıkanları saptayıp yakalamak ve sorgulama süreçlerinde bu kişilerin iradelerini kırmak, diğer bir deyişle direnmelerini engellemek olması. Kaderin cilvesi diyelim.

Önce Vatan Caddesi, ardından Çağlayan’da süren dayanışma eylemlerinin Cemaat için bir sakıncası olduğu da muhakkak: Gözaltındaki polislerin Cemaat ile ilgileri olduğu iddiasının bu yolla güçlenmesi.

Nitekim Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı bu iddiayı çürütmek için şöyle yazdı: “Paralel’ diye bir şey yok; bu zırvanın hukukta yeri hiç yok. İkincisi; bu polislerin cemaat üyesi diye yaftalanması yanlış. Her düşünceden devlet görevlisini ‘paralel’ safsatası ile yaftalayıp; sonra da bunları neden savunuyorsunuz demek olsa olsa yandaş zekâsının düşüklüğü ile izah edilebilir. Kaldı ki Ramazan ayında yürütülen ve hukuku ayaklar altına alan gözaltı işlemleri Yezid zulmünü andırıyor. Bu kişilere sahip çıkmak değil, zulme seyirci kalanlara ‘Siz nasıl insansınız ki zulme razı oluyorsunuz?’ diye sormak gerekiyor.”

Bir açıdan bakıldığında doğru. Ama bu ülkede son dönemde nice adli zulüm yaşandığı ve özel olarak Zaman Gazetesi’nin, genel olarak da Gülen cemaatinin bunlara itiraz etmediğini, hatta ciddi bir bölümüne destek ve teşvik olduğunu da biliyoruz.

Yine de onların tutarsızlığı demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere, hukuk devletine inananları tutarsızlığa sevk etmemeli, “hukuk herkese lazım” şiarıyla 22 Temmuz sürecinin yanlışlarına karşı durulmalı.

Yazının devamı...

Gülen cemaati için mahçup olma zamanı

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin siyasi hayatında yargının ve cezaevlerinin istisnai bir yeri olmuştur. Yargıyı kontrol eden güçler bunun aracılığıyla muhaliflerini sindirip tasfiye etmeye kalkmış, bunda başarılı da olmuşlar, ama bir süre sonra iktidarlarını kaybedince kendilerini de aynı kaderin beklediğini görmüşler.

Şu günlerde bu filmin yeni bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Dünün mağruru/bugünün mağduru olma sırası Fethullah Gülen cemaatinde. Şöyle ki, yakın zamana kadar Cemaat’in emniyet-yargı-medyada oluşturduğu üçgende, ulusalcılar, askerler, Kürtler, gazeteciler... nice insanın temel hak ve özgürlükleri, “kurunun yanında yaş da yanar, yapacak bir şey yok” küstahlığıyla gasp edilmişi. Bazı Cemaat mensupları ve onun gücünden kendilerine güç devşirmek isteyen çok sayıda kişi aleni bir kibirle, bu sürece itiraz edenlerin gözünü “darbeci, ajan” vb. gibi suçlamalarla korkutmaya çalışıyor; yarattıkları ürkü ortamıyla iktidarlarını katlıyorlardı.

Gemiyi terk eden fareler

Fakat bu işlerin öyle devam etmesi eşyanın tabiatına aykırıydı. Çok iyi hatırlıyorum, Silivri’de ziyaret ettiğim meslektaşım ve arkadaşım Ahmet Şık’a “çok geçmeden siz çıkacaksınız ve yerinize size bu komploları kuranlar gelecek” demiştim. Gerçekten çok geçmedi, kaçınılmaz olan o an geldi ve Cemaat ile AKP hükümeti arasındaki ittifak yerini amansız bir savaşa bıraktı.

Savaş patlar patlamaz da, dün, Şık’ın deyimiyle Cemaat’e dokunan yanarken, artık dokunmayanlar yanma riskiyle karşı karşıya kaldı. Düne kadar Cemaat’ten çok cemaatçilik yapmalarıyla ünlenen pek çok ismin gemiden can havliyle atlayıp hükümete Cemaat ile savaşında en açık ve yoğun desteği veriyor olmaları esas olarak bundan, yani korkudandır.

Adanmışlar ve seçilmişler

Cemaat eski kankalarının bir kısmının açık ihanetine uğradı. Dün mağdur ettiği kişilerin bir bölümü sevinçle karışık intikam çığlıkları atıyor. Ama ilginç olan Cemaat’in acımasızlığından nasibini almış epey sayıda insan “adalet herkese lazım” şiarıyla polislere yönelik hukuksuzluklara itiraz ediyorlar. Cemaat mensuplarına tavsiyem, medyalarının arşivlerine gidip yakın dönemde yaşanan soruşturmaların mağdurlarına karşı hiçbir şekilde empati gösterilmemiş olduğu gerçeğiyle yüzleşmeleridir. Mahçubiyet bu günler için var, olmalı.

Tabii bir de özeleştiri şart. Daha dershane krizi başlamadan önce Gülen cemaatini dünkü yanlışlarıyla yüzleşmeye ve samimi bir şekilde özeleştiri yapmaya çağırdım. Herhalde 10’u aşkın yazımın ana teması budur. Bu çağrı bir intikam arayışının ürünü değil. Çünkü bizler ve arkadaşlarımız, Gülen cemaatinin neden olduğunu da açıkçası tam anlayamadığımız “kin”ine maruz kaldık, bunun yanlış bir şey olduğunu çok iyi biliyoruz. Kindarlık bizlerden uzak dursun!

Buna karşılık temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda “dün dündür, bugün bugün” mantığı geçerli olamaz. Bu nedenle hak ve özgürlükler hafızasını diri tutmak ve yaşanan mağduriyetlerin olabildiğince telafisini sağlamaya çalışmak gerekir.

Şu ana kadar gelen tepkilerden Cemaat’in özeleştiri yapmaya pek niyeti olmadığını çıkarabiliyorum. Bunun bir nedeni, kendileriyle yüzleşmeleri halinde kanunla suç sayılan bazı cürümleri kabul etme ihtimalleri olsa gerek. Ama bir başka önemli gerekçe, bir adanmışlar hareketi olan ve bu nedenle belli bir saygıyı hak eden Gülen cemaati mensuplarının kendilerini aynı zamanda “seçilmişler” olarak görmeleri. Hal böyle olunca geçmişteki tüm doğruları kendilerine, tüm yanlışları da, başta AKP hükümeti olmak üzere başkalarına yüklemekten çekinmiyorlar.

Halbuki böyle bir şey mümkün değil. Gülen cemaatinin tarihinin sadece artılardan ibaret olmadığını hepimiz gibi kendileri de biliyor olmalılar. Bunu kabul etmemeleri halinde toplumsal barışı geciktirmeye devam ederler ve yalnızlıklarını derinleştirirler.

Neyse, yine bir bayrama bazı insanlar adliye ve cezaevi kapılarında, mutsuz, kaygılı ve öfkeli giriyor. İçlerinde dünkü hukuksuzlukların, haksızlıkların sorumluları bulunuyor olsa da, soruşturmaya tabi tutulan polislere evrensel anlamda hukukun kurallarıyla muamele edilmesini, temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmemesini, kişisel itibarlarının gözetilmesini, aileleri ve yakınlarının mağduriyetlerinin alabildiğine azaltılmasını temenni ediyorum.

Ülkemiz artık bu tür hesaplaşmaları aşmalı, aşabilmeli.

Herkese barış, özgürlük, sağlık ve mutluluk dolu bayramlar...

Yazının devamı...

Selam-Tevhid dosyası: İran ve İsrail bağlantıları

Cemaat çevreleri, hükümetin 22 Temmuz operasyonuyla esas olarak 17-25 Aralık 2013 rüşvet/yolsuzluk soruşturmalarının üstünü örtmek istediğini ileri sürüyor ancak gündemi aslında yarım kalmış “Selam-Tevhid terör örgütü soruşturması” belirliyor. Çok karmaşık bir dosya söz konusu. Medyada şu ana kadar bu konu hakkında yazılanların önemli bir kısmının yanlış, eksik, abartılı ve hatta uydurma olduğunu düşünüyorum.

Geçmişteki Selam-Tevhid soruşturmasını gazeteci olarak bayağı incelemiştim. O zamanki dosya da epey karmaşıktı. Açıkçası, gerek polis, gerek savcılar, gerek zanlılara ağır cezalar veren yargıçlar, gerekse bu cezaları onaylayan Yargıtay’ın ilgili birimlerinin aslında neyin olup bittiğini tam olarak kavrayabilmiş olduklarını sanmıyorum. O zaman da kuruların yanında epey yaş yandı, en kilit isim olan Oğuz Demir nedense yakalanamadı; müebbete mahkum olan diğer iki kilit sanık, Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen nedense kamuoyundan gizlendi. “Terörist” deşifre etmeye pek meraklı büyük medyamızın bu iki isme neden kıyak geçmiş oldukları hâlâ (en azından benim için) bir muammadır.

Karşılıklı suçlamalar

İşte bu esrarengiz dosya 10 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra raflardan indirildi ve kapsama alanına AKP ile doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan çok kişi katıldı. Anladığım kadarıyla yeni Selam-Tevhid soruşturmasının, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarıyla eşgüdümlü olarak gündeme taşınması düşünülmüş, ancak 17 Aralık’tan sonra hükümetin emniyet ve yargıya olağanüstü müdahalesiyle bu gerçekleşememiş. Nitekim 30 Mart yerel seçimleri öncesinde Selam-Tevhid dosyasından epey bir malzeme sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulmuş, ancak bunlar rüşvet/yolsuzluk temalı tape fırtınasının karambolünde fazla ilgi görmemişti. Bugün aynı malzemenin yeniden kullanıma sokulmak istendiğini görüyoruz.

Detaylara girmeye (şimdilik) gerek yok. Özetle İran devletinin önde gelen istihbarat kurumlarının Türkiye’de cirit attığı ve Erdoğan’ın çok yakınındaki önemli bazı isimleri devşirdikleri iddia ediliyor. Buna karşılık hükümet, bu soruşturmayı Fethullah Gülen cemaatinin emniyet ve yargıdaki uzantılarının (kendi deyimleriyle “paralel yapı”nın) siyasi iktidarı devirmeye yönelik darbe komplosunun bir ayağı olarak görüyor. Ve Cemaat’in bu soruşturma kapsamında yasadışı yollarla yapılan dinlemelerden elde ettiği bazı bilgileri İsrail’e ilettiğini ileri sürüyor.

İrancı mı, İsrailci mi olmak zor?

Hükümet-Cemaat savaşının alenileşmeye başladığı andan itibaren en çok merak edilen husus bunun stratejik ve küresel boyutlarıydı. 22 Temmuz operasyonuyla birlikte savaşan tarafların argümanlarına baktığımız zaman stratejik konuların ilk kez bu kadar ön plana çıktığını görüyoruz. Özetle söyleyecek olursak Cemaat hükümeti İran’la, hükümet de Cemaat’i İsrail’le gizli işbirliği yapmakla itham ediyor.

Türkiye’de bu karşılıklı suçlamalardan hangisinin haklı, hangisinin haksız olduğunu saptayabilecek herhangi bir kurum vb. mevcut değil. Dolayısıyla suçlamalar esas olarak düşmanını yıpratma fonksiyonu görebiliyor. Bu açıdan baktığımızda hükümetin son derece avantajlı bir konumda olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle tabii ki emniyeti büyük ölçüde, yargıyı da kısmen kontrolüne alabilmiş olması önemli. İkinci olarak üçüncü şahıslar/çevreler açısından baktığımızda Cemaat’in yanına çok fazla kimseyi çekemediğini fark ediyoruz.

Ama en can alıcı nokta şu: Türkiye’de, hele Filistin’de yine bir katliam dönemi yaşanırken İsrail’in popülarite açısından çok alt düzeylerde seyrettiği muhakkak. Böyle bir ortamda Cemaat tarafından “İrancı” olmakla suçlanan hükümetin, “İsrailci” damgasını yapıştırmak istediği Cemaat’e kıyasla işinin çok daha kolay olduğu açıktır.

Bu da bizi hükümet-Cemaat savaşında sık sık karşımıza çıkan ve daha da çıkacağa benzeyen bir olguya götürüyor: Hükümet, daha doğrusu Erdoğan, Cemaat’in karşısına çıkardığı bir dizi ciddi engeli siyaset yaparak, işin içine halkı/seçmeni katarak bertaraf edebiliyor. Cemaat ise olayın siyasi boyutunu Erdoğan ile rekabet etmeleri çok zor, hatta imkansız olan bazı siyasetçilere ihale ettiği (veya etmek zorunda kaldığı) için belli bir noktanın ötesine geçemiyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.