Şampiy10
Magazin
Gündem

Hamas ile PKK karşılaştırılabilir mi?

Hemen başlıktaki soruya cevap verelim: Tabii ki karşılaştırılabilir. Fakat “Hamas ile PKK özdeşleştirilebilir mi?” diye sorulacak olursa da bunun cevabı “Böyle bir saçmalık olmaz” olacaktır.

Fakat Hamas-PKK karşılaştırmasını biraz erteleyip, Mavi Marmara katliamıyla birlikte dile getirilen bir başka benzetmeyi ele alalım: Deniyor ki “Yarın ‘Kürtlere yardım’ bahanesi altında bazı sivil toplum gemileri İskenderun Limanı’na dayanırsa ne yaparız?” Eğer bu soruyu soranlar gerçekten samimiyseler, yani İsrail devletinin haydutluğunu meşrulaştırmayı ya da en azından hafifleştirmeyi düşünmüyorlarsa kendilerine biraz okumalarını, hatta mümkünse biraz gezmelerini öneririm.

Gazze Şeridi’ne ve Güneydoğu’ya gazeteci olarak defalarca gittim ve bu iki bölgenin birbirlerine hemen hemen hiç benzemediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Örneğin Gazze’ye adım atan herkes, burasının “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak adlandırılmasının ne derece isabetli olduğunu görür ve hisseder. En sıkı güvenlik önlmelerinin alındığı ve insan hakları ihlallerinin zirvede olduğu en baskıcı dönemlerde dahi Güneydoğu için bu tür bir yakıştırma yapılmamıştır.

Çünkü Güneydoğu Türkiye’nin bir parçasıyken Gazze İsrail tarafından işgal edilmiş Filistin toprağıdır. Güneydoğu’da gündelik hayat, birtakım zorluklar ve kısıtlamalara rağmen yıllardır, iyi kötü normal bir şekilde akarken, Gazze İsrail devleti tarafından ablukaya alındığı ve buraya ambargo uygulandığı için hep olağandışı ve insanlık dışı koşullar egemen olmuştur. Örneğin Gazze’ye giriş çıkışlar İsrail’in denetimindedir; kapılar kapandığında herkes Gazze’de mahsur kalır. Böylesi bir durumda geçimlerini İsrail’de çalışarak temin eden binlerce Gazzeli iyice mağdur olur...

Daha fazla anlatmaya gerek yok. “Yarın ‘Kürtlere yardım’ bahanesi altında bazı sivil toplum gemileri İskenderun Limanı’na dayanırsa ne yaparız?” diye soranlar Türkiye cumhuriyeti devletine çok büyük haksızlık yapareken İsrail devletini de alabildiğine kayırmaktadırlar.

Kendilerini, “Merak etmeyin. İskenderun Limanı’na asla böyle bir gemi gelmez” diye rahatlatabiliriz zira çatışmalar ne kadar tırmanırsa tırmansın, Kürt sorunu ne kadar kızışırsa kızışsın, Türk devleti, Kürt kökenli vatandaşlara işgalci İsrail devletinin Filistinlilere reva gördüğü muameleyi yapmaz, yapamaz; Türkiye toplumu böyle bir şeye asla izin vermez.


Kökleri farklı

Hamas-PKK karşılaştırmasına dönecek olursak; öncelikle her iki örgüt de bugün “milliyetçi” olarak görülmekle birlikte Hamas’ın kökleri İslamcı, PKK’nınsa solcudur ve bu köken farklılığı çok ciddi benzemezliklere yol açmaktadır. Örneğin Hamas uzun bir süre işgal altındaki topraklarda İslami temelli siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik bir örgütlenmenin ardından “silahlı mücadele” noktasına gelmişken PKK daha yolun başında eline silah almış, diğer alanlardaki örgütlenmelerini silahlı mücadelenin peşine takmıştır.

Hamas faaliyetlerini esas olarak yasal zeminde yürütür. Silahlı eylemleri, kendisine bağlı “İzzeddin el-Kassam Tugayları” gizli bir yapılanma tarafından kotarılır. PKK da silahlı eylemlerini, değişik adlar verdiği bazı birimlerinin düzenlediğini söylese de, bunlardan birinci derecede sorumludur. Çünkü dünyanın bazı bölgelerinde “yarı yasal” faaliyet gösterebilse de Türkiye’de başından beri yasadışı bir örgüttür. Hal böyle olunca Hamas Filistin seçimlerine kendi adıyla katılırken, PKK yasal Kürt partilerini kullanmaya çalışır ve onların üzerinde tam bir kambur oluşturur.

Yazının devamı...

Mavi Marmara İskenderun Limanı’na uğradı mı?

İskenderun’daki saldırı, Türkiye’nin yakın zamanda başına gelen en büyük felaketlerden biridir. Bunun, bir başka felaketle, İsrail devletinin Mavi Marmara gemisinde düzenlediği katliamla neredeyse eşzamanlı yaşanması hem acıları daha da derinleştirdi, hem de kafaları karıştırdı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’e ek olarak CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu da bu rastlantıyı “manidar” olarak nitelediler. Diğer bir deyişle PKK eyleminin ardında bir İsrail ve onun gizli servisi MOSSAD’ın olabileceğini ima ettiler.

Aslına bakılacak olursa PKK’nın MOSSAD ile ilişkili olduğu iddiaları yıllardır bir şekilde dile getirilirdi, fakat Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde MOSSAD’ın dahli olduğu yolundaki güçlü belirtiler bu iddiaları bir süre gölgeledi. Ne var ki AKP hükümetinin özellikle ikinci döneminde İsrail’le ilişkilerde kriz yaşanmasına paralel olarak bu türden spekülasyonları yeniden duyar olduk. Bu arada şunu vurgulamak şart: Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerilemenin dönüm noktasının “one minute”lü Davos zirvesi olduğu ortada olmakla birlikte krizin derinlerinde Ankara’nın nükleer krizde İran’ı gözetmesi ve İsrail’in nükleer silaha sahip olduğunu ısrarla hatırlatması yatıyor. Nitekim son dönemde beklenmedik bir şekilde artan PKK saldırıları, zaman olarak genellikle Ankara’nın İran’la ilgili diplomatik faaliyetleriyle örtüştüğü için İsrail’le irtibatlandırılır oldu.

Mevcut İsrail hükümetinin, kendince son dönemde bölgesel güç olma yolunda attığı ve hemen hepsi İsrail’i rahatsız eden adımları nedeniyle Türk hükümetini ve dolayısıyla Türkiye’yi “cezalandırmak” için her türlü yola başvuracağı reddedilemez. Mavi Marmara katliamının gerisinde bu “cezalandırma” arzusunun yattığını kolaylıkla ileri sürebiliriz. İsrail devleti, diyelim ki beş yıl önce, sebebi ne olursa olsun uluslararası sularda bir Türk gemisine baskın yapıp Türk vatandaşlarını katletmezdi. “Cesaret”ten değil “stratejik çıkarlar”dan söz ediyorum. Ama ne zamandır bölgenin iki temel gücünün stratejik çıkarları çelişir oldu, İsrail en iyi bildiği yola, devlet terörü ve komplolara başvurmaktan geri kalmadı.
Baştaki konumuza dönecek olursak; teknik olarak böyle bir durumun mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte son günlerdeki PKK eylemlerinin ardındaki esas gücün MOSSAD ve dolayısıyla İsrail olduğuna inanmıyorum. Kaldı ki, bunların ardında bir şekilde İsrail bulunsa bile, bunun bir aşamadan sonra hiçbir anlamı yoktur.


Çaresizlik hali

İskenderun saldırısının, Türkiye’nin Kürt ve dolayısıyla PKK sorununda kritik bir dönemeç olduğu kanısındayım. Neredeyse Dağlıca baskını kadar, hatta belki ondan daha önemli bir saldırıyla karşı karşıyayız. Neden böyle düşündüğümü uzun uzun açmak istemiyorum. Hedef olarak İskenderun’un ve bir deniz üssünün seçilmiş olması başlıbaşına anlamlıdır. Ama daha anlamlı olan PKK’nın Güneydoğu dışında da kolaylıkla etkili saldırılar düzenleyebilmesi ve hatta bunlara ağırlık vermesidir.
Her ne kadar bazı gazeteciler Karadeniz ve Akdeniz’de PKK eylemleri olabileceğini önceden yazmış olsalar da, şu ana kadar yaşanan her saldırının bizleri epey şaşırttığı ve derinlemesine sarstığı ortadadır. Ama sıkıntının esas kaynağı, devletin bu konuda neler yapabileceğini kestiremememiz ve hatta bu noktada hayli umutsuz olmamızdır. Örneğin “açılım” zaten rafa kalkmıştı, bu aşamadan sonra indirilmesi herhalde kolay kolay mümkün olmayacaktır. O zaman yerine ne koyulacak?
Bilmiyorum, kim ne derece farkında ama içinden geçtiğimiz süreç hakkında pek iyi şeyler söylemek mümkün değil...
Daha fazla moral bozmamak için şimdilik nokta koyuyorum.

Yazının devamı...

“Kürt” demek maharet gerektirmez

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasında “Kürt” kelimesini dahi kullanmaması, dolayısıyla Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollarla kalıcı bir şekilde çözümü için herhangi bir öneri getirmemiş olmasının etrafındaki tartışmalar sürüyor. Dün “Kürt yok” derken, bugün en fazla “Kürt sorunu yok” noktasına çevrilebilen inkarcı yaklaşım sahiplerini fazlasıyla rahatsız eden bu tartışma, hem CHP’nin, hem Türkiye’nin geleceği için son derece gereklidir. Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun, Milliyet’ten Fikret Bila ve Radikal’den Murat Yetkin’in “Size yöneltilen eleştirilerden biri kurultay konuşmanızda ” Kürt “ sözcüğünü kullanmamış olmanız. Kürt demekten ve bu konuya değinmekten özellikle mi kaçındınız?” sorusuna verdiği kısa cevabı uzun uzadıya incelemek ve eleştirmek istiyorum.

“Maharetse kullanırız”

Kılıçdaroğlu söze “Kürt sözcüğünü kullanmak bir maharetse, kullanırız” diye başlamış ki son derece yadırgatıcı. Türkiye’nin başbakanı olmaya aday olan bir ismin, bu ülkenin en önemli sorununu (bir diğer deyişle “tüm sorunların anası olan sorunu” ) ve bu sorundan en fazla şikayetçi olan Kürtleri anması herhangi bir maharet gerektirmez. “Kürt” ya da “Kürtler” dersiniz, olur biter. Hele Kılıçdaroğlu gibi Tuncelili birisi için “Kürt” demekten daha kolay bir şey olamaz.

“Türk de demedim, Çerkez de demedim”

Kılıçdaroğlu’nun ikinci cümlesi “Ben Kürt demedim ama Türk de demedim, Çerkez de demedim.” Pekala onları da diyebilirdi ama onları dememiş olması, “Kürt” dememesini meşrulaştırmaz. Zira Türkiye’de yıllardır süren ve bir an önce çözülmesi gereken bir “Kürt sorunu” var. Eğer “Türk”, “Çerkez” ya da “Laz” sorunları da olsaydı onlardan da muhakkak söz etmesi gerekirdi.

“Etnik temelli siyaset”

Kılıçdaroğlu daha sonra, “Etnik kimliği ve inançları siyasetin merkezine koymayı doğru bulmuyorum” demiş. Halbuki kimse CHP Lideri’nin Kürtlerden ve Kürt sorunundan söz etmesini böyle yorumlamaz. Tam tersine bu tür bir çıkış etnik temelli siyaset yapanların oyunlarını boşa çıkarma olarak görülüp destek bulabilir.

Siyasetçinin görevi

Kılıçdaroğlu’nun tartışmaya muhtaç bir diğer cümlesi de şu: “Siyasetçinin görevi toplumun tamamının sorunlarını çözmektir.” İlk bakışta çok doğru ancak bu cümle toplumun farklı kesimlerinin farklı talep ve beklentilerini geçiştirmek için kullanılırsa -ki sık sık buna tanık oluyoruz- çok büyük bir yanlışa imza atılmış olur. Örneğin geçmişte sol harekette “kadın hakları” mücadelesi yürütmek isteyenler? “ Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” gibi çok şatafatlı bir sloganla susturulurdu. Sonunda kimse kurtulamadı.

“Kimse ötekileştirilmemeli”

Kılıçdaroğlu’nun söz konusu röportajda dile getirdiği “kimse ötekileştirilmemeli” tespiti son derece yerindedir. Fakat buradan hareketle “Kürt” dememiş olmasını yerinde bulmamız mümkün değil. Zira Kürtler yıllardan beri maalesef ötekileştirilmektedirler ve zaten Kürt sorununun özünde de bu olgu vardır. Bu nedenle Kürtlerden ve onların sorunlarından söz etmek, onların ötekileştirilmesine değil, tam tersine bu durumdan kurtulmalarına yardımcı olacaktır.

Yazının devamı...

“Kürt” demeden solcu olmak mümkün mü?

CHP’nin yeni lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultayda yaptığı konuşmanın yankıları sürüyor. Kılıçdaroğlu’yla birlikte CHP’nin sahiden değişmesini isteyenlerin konuşmaya nasıl baktıklarını üç grupta toparlayabiliriz: 1) Çok beğenenler. 2) Tam tatmin olmayıp kendisine zaman tanımaktan yana olanlar. 3) Hayal kırıklığına uğrayanlar.

Daha önce de belirttiğim gibi sonuncu gruba daha yakın duruyorum. İlk gruptakilerle, yani “işte bu!” diyenlerle çok fazla tartışma imkanı ve belki gereği de yok. Çünkü bu gruptakiler, günün gereklerine uygun bir sol partiden ziyade, tek derdi “AKP’ye muhalefet” olan, sıradan bir partiyi özlüyorlar. Onlara göre CHP’nin AKP karşısındaki başarısızlığının temelinde ‘insan’ faktörü yatıyordu ve genel başkan değişimiyle ana muhalefet partisinin iktidara yürüyüşünün (hatta koşmasının) önündeki en büyük engel de kalkmış oldu. Bu kesimde yer alanların önemli bir bölümünün, kaset olayına kadar Deniz Baykal’a da toz kondurmamaya çalıştıklarını bir kenara bırakalım. Yine içlerinden büyük çoğunluğunun, aslında bu ülkenin yoksul ve yoksunlarının dertleriyle pek fazla alakadar olmadıklarını, toplumdan ziyade devlet, hatta “rejim” için kaygılandıklarını da bir kenara bırakalım. Ve şöyle bir toparlama yapalım: AKP iktidarıyla birlikte ekonomik, siyasi, kültürel iktidarlarını yitiren bazı kişi, tabaka ve kurumlar, sırf iktidarlarını yeniden kazanabilmek için öteden beri CHP’ye sarılmış durumdalar ve Baykal’ın beceremediğini Kılıçdaroğlu’nun yapmasını umuyorlar. Bu tür kişilerin özünde sol ile herhangi bir ilişkileri olmadığı veya bir zamanlar varsa bile bunu çoktan rafa kaldırmış oldukları açıktır. Dolayısıyla CHP’nin geleceğinin, bir ölçüde bu tür kişi ve çevrelerden arınıp arınmayacağıyla doğrudan ilintili olduğunu söyleyebiliriz.


Bariz bir tutukluk

Kılıçdaroğlu’na zaman tanınmasından yana olanlara dönecek olursak; evet, esas itibariyle haklılar. Bu kadar beklenmedik bir şekilde genel başkan olan Kılıçdaroğlu’na belli bir kredi açmak kadar normal bir şey olamaz. Fakat yine de onun gibi siyasi tecrübesi olan bir kişinin, bu kadar tarihi bir konuşmada verdiği mesajlara daha fazla özen göstermesini beklemek de normaldir. Başından beri ısrarla vurguluyorum: Kılıçdaroğlu gibi bir ismin, Cumartesi günkü konuşmasında Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollarla kalıcı bir şekilde çözüm arzu ve iradesini dile getirmemiş olmasını; hatta “Kürt” sözcüğünü hiç kullanmamış olması anlamakta şahsen zorlanıyorum. 2010 yılının Türkiyesi’nde merkez solda yer alıp “iktidara koşma” iddiasındaki yeni bir lider, ilk konuşmasında bu konuya değinmeyecek de ne zaman değinecek? Bugün “Kürt” demeden Türkiye’de solda olmak mümkün olabilir mi?

Sonuçta Kılıçdaroğlu’nun bu ve benzeri “netameli” konulara girmemesinin bilinçli bir tercih olduğu ortada. Ancak bu tercihin yanlış olduğu da açıktır. Kendisinin ekonomik konulardaki çıkışlarından sarsılan iktidar partisinin (ve onun kayıtsız şartsız destekçilerinin) onun bu ürkekliğini alabildiğine sömürdüğünü görüyoruz. Ki Kılıçdaroğlu bu tür konulara açık ve net bir şekilde el atmadığı ve yolsuzluklar konusunda gösterdiği inandırıcılığı bu alanlara taşıyamadığı müddetçe hep zorlanacaktır.


Açmaz

Bu noktada “zaman tanıma” konusuna geri dönebiliriz. Doğru, Kılıçdaroğlu’nun zamana ihtiyacı var ve ona bunu tanımamak çok büyük haksızlık olacaktır. Ancak kendisinin bu konulara el atmak diye birderdi yoksa, diğer bir deyişle, CHP Parti Meclisi’ne yeni katılan bazı isimler gibi “Kürt sorunu” yerine sosyo-ekonomik temelli bir “Güneydoğu sorunu” ve burdan türemiş bir “terör sorunu” olduğuna inanıyorsa, ki konuşmasında bu tür işaretler vardı- o zaman kendisine zaman tanımak, zaman kaybetmekten başka bir anlama gelmeyecektir.

Bildiğim kadarıyla Kılıçdaroğlu, “Kürt sorunu”nun var olduğunu düşünüyor ancak CHP tabanı ve kadrolarında böyle bir sorunun varlığını inkar etme yaklaşımının giderek güçlenmekte olduğunu da biliyoruz.

Şimdilik, Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki tutukluğunun kendisinden değil de, bu reddedilemez olgudan kaynaklandığını ummaktan başka yapılacak bir şey yok.

Yazının devamı...

“Parti içi dengeler” tamam peki ya ülke içi dengeler?

Yeni CHP’nin ilk aşaması, önceki gün Kemal Kılıçdaroğlu’nun, neredeyse tüm delegelerin oyunu alarak genel başkan seçilmesiyle tamamlandı. İkinci aşamada, dün CHP Parti Meclisi çok büyük ölçüde yenilendi. Baykal döneminin MYK’sından sadece dört kişi yeni yönetimde yer aldı. Son aşamadaysa PM üyeleri bir araya gelip yeni MYK’yı seçecek. En üst yönetiminin şekillenmesiyle birlikte CHP’nin yeni dönemde nasıl bir performans sergileyebileceğini daha iyi tartışabileceğiz. Yine de yeni PM listesinden hareketle bazı değerlendirmeler yapabiliriz. Öncelikle Baykal’ın kurmaylarının dışlanmasına ek olarak, değişik dönemlerde ona karşı aday olmuş veya olmaya çalışmış üç ismin, Umut Oran, Hurşit Güneş ve Haluk Koç’un PM’ye alınmaları Baykal döneminin mutlak bir şekilde sona erdiğini gözler önüne seriyor. Kılıçdaroğlu Baykal’ın rakiplerini onurlandırarak hem parti içi birlik iddiasını güçlendirdi, hem de Rahşan Ecevit’in kurultaya katılmasıyla zirveye çıkan “solda birlik” atılımlarına bir yenisini eklemiş oldu.

“Baykal küskünleri” yine küskün

Baykal’ın rakiplerinin dışında, bir de “Baykal küskünleri” var. Değişik dönemlerde Baykal’la birlikte hareket edip değişik nedenlerle yollarını ayırmış olan sosyal demokrat hareketin birçok deneyimli ismi Kılıçdaroğlu’na aktif destek verdiler, fakat içlerinden neredeyse hiçbiri yönetime alınmadı. Bu noktada İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’in direnç göstermiş olduğunu, en azından Ali Topuz’un sözlerinden anlayabiliyoruz.

Emektar isimlerin devre dışı bırakılması, sosyal demokrat partilerde yıllardır görmeye alıştığımız “hizip çatışmaları” nın azalacağına dair bir işaret olarak yorumlanabilir. Fakat PM listesinin hazırlıklarının nasıl kıran kırana geçtiği bilindiğinde CHP’nin eski alışkanlıklarını yeni döneme de taşıyabileceğini anlıyoruz. Bu noktada Kılıçdaroğlu’nun, Gürsel Tekin ile Önder Sav arasında nasıl bir denge kuracağı ve onlardan bağımsız hareket edip edemeyeceği önem kazanıyor ki ortaya çıkacak olan MYK parti içi güçler dengesinin nasıl oluştuğunu anlamamıza epey yardımcı olacak.

Kürt sorunu ne olacak?

Ancak “parti içi dengeler” den daha önemli bir husus var: Türkiye içi dengeler! Baykal’ı kronik bir şekilde eleştirenler, onun ağırlığı “seçim” değil “kongre” kazanmaya verdiğini ileri sürerlerdi. Kendisine altın bir tepside genel başkanlık sunulan Kılıçdaroğlu’nun böyle bir yaklaşımı benimsemesi söz konusu olamaz ki zaten kendisi de yüzde 40 oy hedefi koyup “iktidar koşusu” başlattıklarını ilan ediyor. Peki bu yönetim kadrosu böylesi bir koşuyu sahiden başlatıp başarıyla sonuçlandırabilir mi? Bu sorunun cevabını yönetime katılan yeni isimlere bakıp aramak daha isabetli olacaktır. Kurultay öncesi, yepyeni isimlerin PM’ye girmesinin tüzük nedeniyle imkansıza yakın bir zorlukta olduğu söyleniyordu fakat böyle olmadığını dün anlamış olduk. Yeni giren isimlerin çoğunu biliyor, bir kısmını yakından tanıyorum. Tek tek isimler hakkında ne düşündüğümü söyleyecek değilim. Buna gerek de yok.

Ancak son derece etkili bir rüzgar yakalamış olan Kılıçdaroğlu’nun, başka uzman isimleri de CHP’ye taşıyabilmiş olmasını beklerdim. Örneği yine Kürt sorunundan vermek istiyorum. CHP’nin yeni liderinin önceki günkü konuşmasında Kürt sorununa ayırdığı (daha doğrusu ayırmadığı) yerin bende hayal kırıklığı yarattığını yazmıştım. Kimileri Kılıçdaroğlu’nun “Kürt” kelimesini bile anmadan yaşanan acıları neredeyse tamamen ekonomik sorunlara bağlamasından memnun oldu; kimileri de kendisine zaman tanınmasını istedi.

PM’deki yeni isimlere baktığımda sözünü ettiğim hayal kırıklığı iyice katlandı. İyimser olup CHP’nin yeni liderine bir zaman tanıyalım, Kürt sorununun demokratik yollardan kalıcı bir şekilde çözümüne katkı sunabilecek birikim ve kapasiteye sahip şahsiyetleri yanına çekebilecek mi?

Yazının devamı...

“Genel başkan” oldu, şimdi “lider” oluyor

Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP’de yeni bir dönemin başlayacağı kesindi. Ancak bunun sadece “yeni” mi, yoksa “yepyeni” bir dönem mi olacağı gibi hayati bir soru vardı karşımızda. Soruyu daha da açacak olursak, gizliden gizliye merak edilen, CHP’nin bir “genel başkan” mı yoksa bir “lider” mi seçeceğiydi. Aslında büyük çoğunluk Kemal Kılıçdaroğlu’nun “genel başkan” olacağı ama “lider” olmasının en azından şimdilik mümkün olmadığında birleşiyordu. Ancak nasıl Baykal’ın ne yapıp edip döneceğine ve Kılıçdaroğlu’nun ona rağmen aday olmayacağına, olamayacağına inananlar yanıldıysa, dünkü kurultay itibariyle, Kılıçdaroğlu’ndan “lider” çıkmayacağı şeklindeki yaygın kanının da isabetsiz olduğunu söyleyebiliriz.

Evet dün Kılıçdaroğlu, genel başkanlığın ötesinde bir “lider” olduğunu, en azından olabileceğini gösterdi ki bu durum onun meziyetlerinden çok parti tabanı ve örgütünün ona atfettiklerinden kaynaklanan bir durum. Şöyle ki, adaylığını ilan etmesinin üzerinden daha bir hafta geçmeden Kılıçdaroğlu’nun partisi tarafından alabildiğine sahiplenildiğini gördük. Buradan, Baykal’ın bir süredir CHP tabanının “lider ihtiyacı”nı tam olarak karşılayamadığı gibi bir sonuç çıkarsak kendisine çok haksızlık etmiş olur muyuz?

Eksik bir konuşma

Kılıçdaroğlu’ndan pekala bir lider çıkabileceğini, hatta çıkmakta olduğunu dün itibariyle gördük ama bir başka hayati soru karşımızda duruyor: Kılıçdaroğlu’ndan nasıl bir lider çıkar? Vaat ettiği gibi yoksul ve yoksun halk kitlelerini peşinden sürükleyip partisini iktidara taşıyabilir mi?

Kuşkusuz böylesine büyük bir hedefe tek başına ulaşabilmesi imkansızdır. Öncelikle nasıl bir ekiple yola devam edeceğini görmemiz, bu nedenle bugünkü Parti Meclisi seçimini ve daha sonra şekillenecek MYK’yı beklememiz gerekiyor. Yine de Kılıçdaroğlu’nun kişisel özellikleri de önümüzdeki dönemde ciddi rol oynayacaktır. Kendisinin liderlikte nasıl bir performans göstereceğini kestirebilmek için elimizde şimdilik dünkü kurultay konuşması var.

Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını büyük bir merak ve ilgiyle izledim. Hiç kuşkusuz her anının çetin geçtiği kesin olan beş gün içinde, kendisinden çok büyük beklentilerin olduğu bir ortamda tarihi bir konuşma hazırlaması hiç de kolay olmamıştır. Fakat başbakanlığa talip olan bir siyasetçinin herhangi bir mazarete sığınma lüksü olmadığı da açıktır.

Kongre salonunda çok sayıda CHP’li konuşmayı nasıl bulduğumu sorduğunda cevap vermekten kaçındım. Zira NTV canlı yayınında kısmen vurguladığım gibi, yer yer çok çarpıcı ve yaratıcı bölümleri olan bu konuşmayı “yetersiz” ve “eksik” buldum. Kılıçdaroğlu’nun Baykal’dan en temel ayrımı, söylemini yoksulluk, yolsuzluk ve yoksunluk eksenine oturtup diğer siyasi-ideolojik konuları geri plana itmesidir. Bu bakımdan bir vatandaş olarak Kılıçdaroğlu’nu “daha solda” buluyor ve Baykal’a tercih ediyorum.

Dünkü konuşmasını da aynı eksene oturtarak CHP’ye yeniden ve güçlü bir şekilde “sol” bir çehre kazandırması da muhakkak takdir edilecek bir husustur. Fakat Kılıçdaroğlu artık bir grup başkanvekili değil genel başkan adayı olduğu ve başbakanlığı hedeflediği için kendisinden diğer eksenleri de gündemine almasını beklemek herkesin hakkıdır. Ama yapmadı. Diğer siyasi konulardan öylesine uzak durdu ki bir sol politikacının kolaylıkla düşebileceği “popülizm” tuzağının eşiğinde dolanıp durdu.

Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorunu hakkında ne söyleyeceği kilit öneme sahipti. Çok yakından ve iyi bildiğine emin olduğumuz bu sorunu sadece ve sadece ekonomik nedenlere bağlaması bu nedenle, en azından benim için, büyük bir hayal kırıklığı oldu.

Öze dönüş

Şöyle bir sorunla karşı karşıyayız: Yaklaşık 20 yıldır tüm dünyada ve ülkemizde sol çok ciddi krizler yaşayıp bir yerden diğerine savruluyor ve giderek güç kaybediyor. Bu gerilemeyi durdurmak isteyen birçok sol siyasetçi de çareyi “öze dönüş”te buluyor ki hiç de yanlış bir yaklaşım değil. Fakat arada yaşanan onca yılda hiçbir şey olmamış gibi bir “öze dönüş” arayışı da yeni krizlere yol açıyor.

İşte Kılıçdaroğlu’nu dinlerken bu tür bir “tarih dışılık” hissine kapıldığım anlar oldu. Ancak hakkını yememek lazım. Kılıçdaroğlu dün CHP’ye genel başkan değil lider olacağını ve AKP Lideri Erdoğan’ı “vahşi” bir muhalefetle epey tedirgin edeceğini, sarsacağını gösterdi. Eğer ekonomik konular temelli bu “vahşi” muhalefetini günümüzün gereklerine, örneğin kimlik politikalarına uygun stratejilerle pekiştirirse, muhalefet liderliğinden öteye başbakanlığa da sahiden aday olabilir.

Yazının devamı...

AKP Kılıçdaroğlu’na nasıl bakıyor?

Önce yazının başlığındaki sorunun kısa bir cevabını verip daha sonra ayrıntılı bir tahlil yapmaya çalışalım: İktidar partisi, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan rahatsız. Bu rahatsızlığın iki temel nedeni var:

1) Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal’ın “ideolojik” olarak tanımlanabilecek muhalefet stratejisine pek dahil olmayıp AKP’nin “yumuşak karnı” olarak tanımlayabileceğimiz yolsuzluklar konusunu kendisine ana zemin olarak seçti. Dengir Fırat, Şaban Dişli, Melih Gökçek olaylarında tüm kamuoyunun “canlı” bir şekilde tanık olduğu gibi iktidar partisinde derin yaralar açtı.

2) Kılıçdaroğlu’nun gerek partisinde, gerekse ülke genelinde popülaritesinin artmasıyla birlikte adının CHP’de Baykal sonrası lider adayı olarak geçmesi AKP’nin rahatsızlığını daha da artırdı. Çünkü iktidar partisi, özellikle de lideri Erdoğan, sık sık son derece sert polemiklere girse de Baykal’ın ana muhalefet lideri olmasından fazla şikayetçi değildi, hatta büyük ölçüde memnun olduğu söylenebilirdi. Her şey bir yana Baykal “öngörülebilir” ve belli alanlarla sınırlı bir muhalefet yürütüyordu. Öte yandan yeni bir lider CHP’nin kabuğunu kırma potansiyelini taşıyordu. Hele bu kişinin Kılıçdaroğlu gibi, CHP’nin, ne zamandır unutulmuş olan “halkçılık” ilkesini tekrar canlandırabilecek bir şahsiyet olma ihtimali AKP’yi epey ürkütüyordu.

AKP hiç beklemiyordu

Kaset olayının patlak vermesinin hemen ardından Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklayıp partisinden çok geniş bir destek bulması herkesi olduğu gibi AKP’lileri de fazlasıyla şaşırttı. (İktidar partisi mensupları da çok kişi gibi Baykal’ın ne yapıp edip, er ya da geç CHP’nin başına geçeceğini düşünüyordu.)

Evet herkes şaşırdı ama herkes üzülmedi; hatta toplumun hatırı sayılır bir bölümünün CHP’deki değişim işaretlerinden memnun olduğu ortadadır. Tabii rahatsız olanlar da var ve AKP’lilerin bunların başında geldiğini söylemek hiç yanlış olmayacaktır. Hatta bu olgudan hareketle, kaset olayının ardında kesinlikle iktidar partisinin bulunmayacağını ileri sürebiliriz. Aslına bakılacak olursa AKP adına çok fazla resmi açıklama yapılmadı. Bir tek Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, NTV’deki mülakatta son derece dikkatli, ölçülü ve saygılı bir dil kullandı. İlginçtir, aynı Arınç, daha ortada kaset filan yokken Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek için her türlü fırsatı kullanan, hatta gerektiğinde fırsat yaratan bir siyasetçiydi.

Kraldan çok kralcılar

Kuşkusuz ne kadar gayri memnun olurlarsa olsunlar iktidar partisi üye ve yöneticilerinin daha yolun başında Kılıçdaroğlu’na cepheden saldırması beklenemez. Özellikle CHP’nin müstakbel liderinin popülaritesinin tepe noktada olduğu bir anda sivri çıkışlar bunları yapanları zor durumda bırakacaktır. Hele söz konusu kişi, Baykal’ın aksine sakin mizacıyla bilinen ve bu nedenle takdir edilen Kılıçdaroğlu olunca iktidar partisinin işi daha da zorlaşıyor.

Ne var ki AKP’ye pozitif bakan bazı yayın organları ve yazarlara baktığımızda Kılıçdaroğlu aleyhine bir propaganda kampanyasının hazırlanmakta olduğunu sezmek mümkün. İktidar partisi yetkililerinin bir müddet böylesi bir kampanya sipariş edeceklerini sanmam. Fakat bazı kraldan çok kralcı meslektaşlarımızın, durumdan vazife çıkarıp Kılıçdaroğlu’nu hedef tahtasına oturtmak istemeleri kuvvetle muhtemeldir. İçlerinde en ateşlilerinin şimdiden döktürmeye başladıklarını görüyoruz ama seviye o kadar düşük ki üzerlerinde çok fazla durmaya değmez.

Yazının devamı...

Baykal’a rağmen ama Baykal’a karşı değil

Kemal Kılıçdaroğlu, CHP genel başkanlığına adaylığını ilan ederek, kimilerinin iddialarının aksine çok usta bir siyasetçi olduğunu ve liderlik potansiyeli taşıdığını gösterdi. Şöyle ki, eğer adaylık kararını vermek için bugünkü il başkanları toplantısını bekleseydi, muhtemelen oradan çıkacak olan “Baykal’a geri dön çağrısı”, daha doğrusu “ricası”nın gölgesinde kalacak ve Baykal’ı çiğnememek için, gönlünden çok geçirse bile aday olmayacaktı. Şimdi il başkanları, Kılıçdaroğlu’nun adaylığının gölgesinde karar verme durumunda kalacaklar. Eğer her şeye rağmen Baykal’ı ısrarla geri çağırırlarsa Kılıçdaroğlu’nu çiğnemek durumunda kalacaklar ki çok sayıda il başkanının şimdiden ondan yana tavır aldığını biliyoruz. Ayrıca teşkilat üzerinde çok ciddi bir ağırlığa sahip olan Genel Sekreter Önder Sav’ın aleni desteği parti içindeki dengeleri büyük ölçüde altüst etmiş durumda.


MYK’nın nafile çabası

Kılıçdaroğlu’nun ustalığı şuradan geliyor: Baykal’a rağmen aday oldu ama Baykal’a karşı adaylığını koymadı. Dün Baykal’ın açık onay ve teşviği olmadan adaylığını ilan ederek hem “Baykal’ın emanetçisi” olmayacağının altını çizdi, hem de kısa açıklamasında Baykal’dan saygıyla söz ederek ona karşı olmadığını vurgulamış oldu. Yani Baykal’a “rağmen” davranarak, CHP’ye Baykal nedeniyle sempatik bakmayan kişi ve çevrelerin de ilgisini çekti, CHP’yi değiştirebileceği yolunda bir heyecan yarattı. Öte yandan Baykal’a “karşı” çıkmayarak, onu sevenlere de kapısını sonuna kadar açık bıraktı ve daha önemlisi, tepeden tırnağa Baykal tarafından inşa edilmiş olan parti teşkilatını dışlamayacağı mesajını verdi.

CHP MYK’sının, Önder Sav’a rağmen Baykal’a “geri dön” çağrısı yapmasını, Kılıçdaroğlu’nun bu usta manevrasını savuşturmaya yönelik, ama nafile bir çaba olarak görebiliriz. Eğer Baykal’dan çok açık ve kararlı geri dönüş mesajı alamazlarsa MYK içinde birçok ismin kısa süre içinde Kılıçdaroğlu’na doğru çark edeceklerini öngörebiliriz, zira Baykal dışında onun karşısına çıkarabilecek güçlü bir adaydan mahrum oldukları çok belli.


Baykal’ın zor durumu

Peki Baykal ne yapar? CHP Lideri her ne yapacaksa açık ve net bir şekilde bir an önce yapması veya ilan etmesi gerekiyor, zira zaman kendisinin aleyhine işliyor. Şöyle ki Baykal, istifasının ardından çok sayıda doğrudan ve dolaylı açıklama yaparak durumun netleşmesinden ziyade kafaların daha da karışmasına yol açmıştı. Bu yüzden Kılıçdaroğlu adaylığını ilan ederek inisiyatifi ele geçirmiş oldu.

Baykal’ın Kılıçdaroğlu’nun adaylığını bu şekilde ve bu zamanda ilan etmesinden memnun olmadığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Fakat bu aşamadan sonra geri döneceğini de hiç sanmıyorum. Çünkü şu ya da bu gerekçeyle yeniden aday olursa, bunu Kılıçdaroğlu’na ve ona desteklerini alenen dile getirmiş isimlere karşı olacaktır ki bu da CHP’nin krizini daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.