Şampiy10
Magazin
Gündem

PKK kayıtsız şartsız silah bırakmalı

Başbakan Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasını dinlerken aklıma, Kürt açılımının ilk günlerinde yaptığı, birçok partili milletvekilini ağlattığı ve Güneydoğu’da da büyük bir ilgi ve beğeniyle karşılanan konuşması geldi. Her ne kadar Erdoğan ısrarla geri adım atmadıklarını, atmayacaklarını söylese de, daha bir yıl bile dolmadan söylem ve üslubunun çok ama çok değiştiği ortada. Bu değişimin ileriye değil geriye doğru olduğu da sanırım açık.

PKK’nın son Şemdinli saldırısının ardından Başbakan’ın söz ve davranışlarındaki değişim üzerine söylenecek çok şey var. Öncelikle, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ile yaptığı “siper ziyareti” ni çok daha önce yapması gerektiğini söyleyebiliriz. Ayrıca, yine PKK’nın İskenderun’da düzenlediği ve stratejik olarak, daha sonraki Şemdinli saldırısından kesinlikle çok daha önemli olan saldırıya hak ettiği ilgiyi göstermediğini, bütün enerjisini Mavi Marmara olayına aktarmış olduğunu hatırlatabiliriz. Yine Erdoğan’ın, kendi deyimiyle “ağır” bir şekilde bazı medya organlarını ve gazetecileri “PKK yandaşı” olarak suçlamasındaki acayipliğin altını çizebiliriz. Kuşkusuz isim vermediği için Başbakan’ın gözünde kimlerin “PKK yandaşı” olduğunu bilemeyiz, fakat bu yüklenmenin, MHP Lideri Bahçeli’nin açılımın ilk çalıştayına katılan -benim de aralarında olduğum- gazetecilere yapıştırdığı “12 kötü adam” yaftasından ne farkı olduğunu rahatlıkla sorabiliriz?

PKK razı olmalı

Daha fazla uzatmak istemiyorum. İyimser davranıp Erdoğan’ın “demokratik açılım kesinlikle bitmedi, bitmeyecek” sözlerinden hareketle, açılımın eğer gerçekten bitmediyse, bundan sonra nasıl yürüyebileceği üzerine birkaç söz söylemek daha isbaetli olabilir.

Evet, diyelim ki açılım bitmedi, bundan sonra ne yapılabilir? Bu sorunun cevabının hiç de zor olmadığı kanısındayım. Madem ki gündemi PKK’nın terör eylemleri belirliyor, ağırlık noktası kesinlikle PKK’nın silahsızlandırılması olmalıdır. Aslında hemen herkes bu noktada birleşiyor gibi fakat bunun “nasıl” gerçekleşeceği yolunda iki birbirine zıt görüş çarpışıyor. İlk olarak, PKK’nın askeri yöntemlerle tasfiye edilmesi gerektiği, bunun pekala mümkün olduğu görüşü karşımıza çıkıyor ki yıllardır bu yaklaşım ülkemizde egemen ve geldiğimiz nokta da ortada. Ancak her PKK eyleminin ardından, psikolojik olarak bu yaklaşımın öne çıkıyor olması da normal.

İkinci görüş ise, PKK’nın mutlak anlamda silahtan arınmasının ancak kendi rızasıyla olabileceği önermesini temel alıyor. Benim de içinde yer aldığım bu görüşün sahipleri, PKK bugün tasfiye edilse bile, ülkemizde kök salmış olan Kürt milliyetçiliğinin çok geçmeden bir başka örgütü doğurarak gündemi yeniden belirleyebileceğine inanıyor.

Nasıl bir silahsızlanma?

Ancak ikinci görüş sahipleri arasında da farklılıklar var. Daha önce de yazdığım gibi çatışmanın sona ermesinin kabaca üç yolu mevcut:

1 İlk adım devletten gelir. PKK’ya yönelik operasyonlar durdurulur ve çözüm arzusu dile getirilir. Mesela “genel af” çıkarılır. Bunun üzerine PKK da silahları bırakır.

2 Devlet ve PKK aynı anda çatışmaları sona erdirir.

3 PKK hiçbir şart koşmadan silah bırakır, bir süre sonra devlet de benzer bir adım atar.

İlk iki şıkkın hiçbir şekilde söz konusu olabileceğini sanmıyorum. Zira bunların her ikisi de bir şekilde devletin pes ettiği anlamına gelir ki Türk devlet geleneğinde böyle bir örnek bildiğim kadarıyla yok. Fakat yine aynı tarihe baktığımızda, devletin en beklenmedik anlarda alabildiğine gerçekçi davranabildiğini, kendi içinden çıkan ayaklanmaların sorumlularını kolaylıkla affedebildiğini, hatta bazı durumlarda bunları mevcut sisteme dahil etmekten çekinmediğini görüyoruz.

Bu arada ikinci şıkkın, yani her iki tarafın da aynı anda adım atmasının, ancak ciddi ön müzakereler sonucunda gerçekeleşebileceği ortadadır ki tıpkı önceki hükümetler gibi AKP iktidarının da PKK ile şu ya da bu şekilde masaya oturması asla söz konusu olamaz.

Dolayısıyla geriye tek alternatif olarak ilk adımın PKK tarafından atılması kalıyor.

PKK, yıllar içinde elde etmiş olduğunu düşündüğü bazı kazanımlar ve mevzilerden feragat edebileceğini tartışmasız bir şekilde kanıtlamadan hiçbir çözüm formülü mümkün olamaz. Evet, çözüm için ilk şart PKK’nın “kayıtsız şartsız silah bırakması”dır. İmkanı olan herkesin PKK’yı buna ikna etmeye çalışması boynunun borcudur.

Yazının devamı...

Taşeron diye diye...

Ortaya çıktığı andan itibaren PKK’nın bağımsız bir varlık değil taşeron bir örgüt olduğu söylenir. İlginç olan, PKK’yı böyle niteleyen kişi ve kesimlerin, Türkiye ve bölgedeki gelişmelere paralel olarak sürekli değişmesidir. Buna bağlı olarak PKK’nın “kimin adına” hareket ettiği sorusuna da değişik zamanlarda değişik cevaplar verilir. ABD, İsrail, dağılan Sovyetler Birliği, yerine kalan Rusya, Saddam Hüseyin dönemi Irak, şimdiyse Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, Suriye, İran ve şu an aklıma gelmeyen nice ülke ve esas olarak da bunların gizli servisleri, dönem dönem “PKK’nın ardındaki gerçek güç” olarak görüldü, gösterildi. Tabii bu arada Türkiye’nin içindeki bazı odakların PKK’yı kurduğu ve/veya kontrolü altında tuttuğu da sıklıkla dile getirildi. Son olarak PKK’nın Ergenekon yapılanmasının doğrudan ürünü olduğu yolunda iddialar öne çıkıyor. Öyle ki PKK’ya atfedilen eylemlerin bazılarının doğrudan Ergenekoncular tarafından kotarıldığı veya onların doğrudan ya da dolaylı yönlendirmeleriyle PKK’cılar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürenler var.
Bu iddialar dün vardı, bugün de var, yarın da olacak. Bunları kanıtlamaksa hiçbir zaman dört dörtlük mümkün olamayacak. Ancak kesin olan bir nokta var: Doğru ya da yanlış, “taşeron örgüt” saptaması bir aşamadan sonra bizi hiçbir yere götürmüyor. Şöyle basitleştirebiliriz.

Size “PKK taşeron bir örgüt” diyene önce “Kimin taşeronu?” diye sorun. Bunun cevabı şu ya da bu ülke veya odak olacaktır. Ardından “Ee sonra?” diye sorun, cevap “Ne sonrası?” olacaktır.

Şunu söylemek istiyorum: PKK’nın şu ya da bu odağın taşeronu olması, örgütün lojistik ve kısmen de istihbarat imkanlarını anlamamızı kolaylaştırabilir ancak onun hiç de yabana atılmayacak toplumsal desteği onca gencin neden gönüllü olarak saflarına katıldığını gibi sosyal, psikolojik, kültürel öğeleri kavramamızda hiçbir işe yaramaz, hatta işimizi çok daha zorlaştırabilir.


Hep aynı tartışma

Yazının buraya kadarki bölümünü 7 Ekim 2008 günü yine Vatan’da yayınlanan “PKK taşeron bir örgüt mü?” başlıklı yazımdan olduğu gibi aldım. Yine Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde, bu sefer Aktütün Karakolu saldırıya uğramıştı ve her zaman olduğu gibi bir dizi komplo teorisi gündemi meşgul ediyordu. Tıpkı Aktütün’den bir yıl önce yaşanan Dağlıca baskınından sonra olduğu gibi.

Hatırlıyorum, Dağlıca’nın ardından birkaç gün susmuştum. Yanlış bir şekilde “sözün bittiği yer” de olduğumuzu düşünmüştüm. Halbuki tam da sözün başlaması gereken yerdeydik. Sonuçta, 19-22 Ekim 2007 tarihleri arasında “PKK’yı anlamak” başlıklı dört yazı kaleme aldım. Öylesi bir atmosferde, sorumluluğu bazı “iç ve dış odaklar” a atıp, PKK’yı “zavallı bir taşeron” olarak görmemek riskliydi, ama gerekliydi.

Bugün de susmamak, konuşmak; olup bitenleri anlamaya çalışmak şart. “Anlayacağız da ne olacak?” diyenlere şunları söylemek isterim:

1- Anlaşılacak bir şey yoksa, her şey çok basitse Türkiye neden yıllardır bu belayla başedemiyor? Ezbere konuşmayı bırakmazsak daha çok bedel öderiz.

2- Bir şeyi “anlamak” onu “anlayışla karşılamak” anlamına gelmek zorunda değildir. Hiç hoşlanmadığınız, rahatsız olduğunuz sorunları çözmek için de anlamanız gerekir.

3- PKK’yı anlamaya çalışmak onu hak etmediği yüce bir makama yerleştirmek anlamına kesinlikle gelmez.

4- Türkiye’nin yıllardır en önde gelen sorunlarından biri,
PKK’yı küçümseme, onu “sıradan bir piyon”, değişik patronların “taşeronu”, dolayısıyla kolaylıkla tasfiye edilebilecek önemsiz bir aktör olarak görmektir. Bu yaklaşımının sadece genel kamuoyunda değil, aynı zamanda elitlerde ve hatta devletin birçok katında egemen olmasıdır.

Önceki yazımdaki önermemi tekrarlamak istiyorum: Yapılması gereken “taşeron” lafını daha uzun bir süre kullanmamak üzere rafa kaldırmak ve PKK’yı her türlü dış gücün etkisine açık, ancak kendi gündemi, bağımsız yapılanması olan bir örgüt olarak görmek, görebilmektir.

Son bir not: Söz konusu yazıyı pekala 10 yıl önce de yazmış olabilirdim. Umarım bundan 5-10 yıl sonra da aynı tür yazılar yazmak zorunda kalmam.

Yazının devamı...

Sil baştan

Dün Diyarbakır 4. Ağır CezaMahkemesi’nde ilk duruşması yapılan davada, 19 Ekim 2009 günü Irak’ın kuzeyindeki Kandil Dağı’ndan ve Mahmur Mülteci Kampı’ndan ülkeye dönüş yapan 34 kişiden 10’u tutuklandı, üçü hakkında da gıyabi tutuklama kararı verildi. Bu durumda, bir süredir, “ara verildi”, “rafa kaldırıldı” gibi cümlelerle varlığını sürdürdüğünü kanıtlamaya çalıştığımız, hükümetin yaklaşık bir yıl önce ilan etmiş olduğu ve üç kez adı değişen “Kürt açılımı”nın geleceği hakkında iyimser olabilmenin imkanı iyice ortadan kalkmışa benziyor.

Kimileri 1999’da Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK yine, kendi deyimiyle “barış grupları” nı ülkeye yolladığını ve bu kapsamda gelen herkes hemen tutuklanıp yıllarca hapis yattıklarını hatırlatarak dünkü davada yaşananlara çok şaşmamızı istiyorlar. Ancak haksızlar. Şöyle ki, on yıl önce Öcalan ve örgüt, devlete bir tür “oldubitti” yapmış, bir grup üyesini bu uğurda feda etmişti. Ancak o tarihte devlet Öcalan’ın yakalanmış olmasıyla PKK’nın kısa sürede etkisini yitireceğini düşündüğü için örgütle hiçbir şekilde “silahtan arınma” pazarlığına girmek istemiyordu. Halbuki bu sefer durum tamamen farklıydı. Habur’dan ülkeye girişler, devletin ilgili birimlerinin uzun süreli çalışmaları sonucu kotarıldı. Diğer bir deyişle, örgütün üst düzey yöneticileri, Habur ve Kandil’den dönüşler düzenlemeye ikna edildi.

Her ne kadar bir dizi beceriksizlik ve yanlış yapıldıysa da o dönüş sırasında yaşananlar bize herşeyin devletin bilgisi ve rızası dahilinde geliştiğini net bir şekilde göstermişti. Nitekim Başbakan Erdoğan da bir gün sonra partisinin grup toplantısında bu dönüşlerden övgü ve coşkuyla bahsetti. Fakat muhalefetin yönelttiği sert eleştirilerin kamuoyunun geniş bir bölümü tarafından benimsendiği görüntüsü hükümeti paniğe sevk etti ve yine Erdoğan’ın deyişiyle “sil baştan” yapıldı.

“Kurbanlık koyunlar”

Dünkü tutuklamalar bana Barış Meclisi tarafından Ankara’da düzenlenen bir paneli ve burada yaşadıklarımı hatırlattı. Daha ortada “açılım” ın adı yoktu ancak bir şeylerin hazırlanmakta olduğu da seziliyordu. Konuşmamda, birçok yazımda ısrarla tekrarladığı gibi, barış ve dolayısıyla Kürt sorununun çözümü için ilk şartın PKK’nın “kayıtsız şartsız silah bırakması” olduğunu söyledim. Bunun üzerine salondan onlarca yazılı soru geldi ve bunların hemen hepsinde bana “iyi güzel de bu kişiler devlete nasıl güvenecek?” diye soruluyor ve PKK’lılara “kurbanlık koyun” muamelesi yaptığı ileri sürülüyordu. Tabii birçoğu örnek olarak 10 yıl önceki “barış grupları” nı ve onların başlarına gelenleri gösteriyordu.

Ben de cevaben, devletin asla PKK ile pazarlık yapmayacağını ve böyle bir görüntü yaratmak istemeyeceğini, buna karşılık sorunun barışçıl yöntemlerle çözümü için her türlü imkanı zorlayacağını; bu bağlamda PKK’lıların hiçbir şart dayatmadan silahları bırakmasının birçok olumlu gelişmeyi tetikleyeceğini ve sonuçta ülkenin adım adım çözüme yaklaşacağını söyledim. Devletin beni bu kadar kısa sürede tekzip edeceğini düşünmemiştim.

Lafı fazla uzatmanın gereği yok. Sözü sanık avukatlarından Sezgin Tanrıkulu’ya bırakalım. Tanrıkulu dünkü duruşmada mahkeme heyetine şöyle seslenmiş: “Burada barışa ilişkin bir tutum vardır. Gelenler barış için gelmiştir. Siz de barış için, çatışmalar olmasın diye tutum almalısınız. Savcıların takipsizlik, mahkemenizin ise bu iddianameyi reddetmesi gerekirdi. Bu davayı zamana bırakmalı ve bir yıl sonraya gün verilmeliydi. Hep birlikte barışa katkı sağlamalıyız.”

Heyetin bu çağrıya itibar etmediği ortada. Herhalde kamuoyunun büyük bölümü “örgüt üyesi olduklarına ve pişanlık bildirmediklerine göre tabii ki tutuklanacaklar” diyecektir.

Ben de onlara, devlet verdiği sözleri tutmazsa, sorunu güvenlik güçlerine ve adli makamlara havale etmeyi sürdürürse, Kürt sorununun çözümü için daha çok ama çok bekleriz, derim.

Yazının devamı...

Keşke hiç açılmasaydık

Adı üç kere değişen “Kürt açılımı”nın ilk ilan edilmesinden bu yana daha bir yıl olmadı fakat çoktan “keşke hiç açılmasaydık!” noktasında gelmiş durumdayız. En azından, benim gibi, başından beri, Kürt sorununun barışçı ve kalıcı bir çözümünü isteyen, yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen bu açılım sürecinden sonuç alınabileceğine inanan; bu inancını korumak için epey gayret sarf eden biri bu noktaya gelmiş durumda.

Hâlâ umudumu korumaya çalışıyorum ancak önce neden hayal kırıklığı yaşadığımı birkaç olguyla izah etmeye çalışayım:

1) Terör, hız kazanarak, kaldığı yerden devam ediyor. PKK eylemlerini giderek daha fazla ülkenin batısına doğru kaydırıyor ve büyük şehirlerde, daha önce yaptığı türden “kör terör” eylemlerine yönelebileceği yolunda şantaj yapıyor. Bilindiği gibi örgüt uzun bir süre “eylemsizlik” kararı almıştı. Her ne kadar, kimi zaman merkezin onayı, kimi zaman da bilgisi dışındaki bombalı ve mayınlı saldırılarla ve pusularla sık sık delinmiş olsa da “eylemsizlik” dönemi ehven-i şerdi. Şimdi çok daha kötü günler bizleri bekliyor.

2) BDP’nin olup bitenlerden yakınma ve giderek kötüleşen durumdan tek sorumlu olarak devleti, hatta hükümeti gösterme dışında yaptığı pek bir şey yok. Bundan sonra da yapacağını, hatta yapabileceğini düşünmek saflık olur.

3) Abdullah Öcalan, devlet tarafından muhatap alınmamanın hıncını, devreden çıkarak ve böylece sıcak çatışma ortamının startını yeniden vererek almaya çalışıyor. Kürt siyasi hareketi onun karşısına ve yerine kimseyi çıkartamadığı için İmralı bir süredir süreçte hep “negatif” rol oynuyor.

4) Hükümet, Habur olayının doğurduğu krizin ardından, Başbakan Erdoğan’ın telaffuz ettiği şekliyle “sil baştan” yapıyor. Her ne kadar bazı kesimlerle peş peşe “açılım buluşmaları” gerçekleştirilse de ne PKK’nın silahsızlandırılması, ne de Kürt sorununun çözümü konusunda herhangi bir adım atılmıyor; seçimlere kadar da atılacağa benzemiyor. Hükümet o kadar frene basmış durumda ki muhalefet partileri bile “açılım eleştirileri”ni büyük ölçüde azaltmış durumdalar.

Operasyonlar ve davalar

Sonuçta kısa süren bir genel hareketliliğin ardından sorunun çözümünü yine güvenlik güçleri ve adliyeye havale etmiş durumdayız. Güneydoğu’da askeri operasyonlar yoğunlaşarak sürüyor; Kuzey Irak’a düzenli olarak hava saldırıları düzenleniyor; hatta her an yeniden bir kara operasyonuna tanık olabiliriz. Şehirlerdeyse polis hiç boş durmuyor. KCK operasyonları adı altında yurdun dört bir yanında, hemen hepsi yasal siyasi alanda faaliyet gösteren, bir bölümü halkın oylarıyla belediye başkanlığı ve belediye meclis üyeliklerine seçilmiş çok sayıda kişi gözaltına alınıyor; plastik kelepçelerle götürüldükleri adliyede çoğu tutuklanıyor ve haklarında, binlerce sayfalık iddianamelerle çok ağır cezalar isteniyor.

Bu arada açılımın ilk ayağını yerine getirmek için Mahmur ve Kandil’den ülkeye dönüş yapan 34 kişinin “örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılanmasına bu Perşembe günü Diyarbakır’da başlanıyor.

Benim gazetem de dahil medya, bu operasyonların ve davaların aslını astarını pek kurculamadan, Kürt sorununun çözümüne yarar mı zarar mı getireceğini sorgulamadan, tıpkı bir zamanlar olduğu gibi tek yanlı manşetler döşeniyor. Bu arada bazı meslektaşlarımız hakkında sırf bazı PKK yöneticisi ve üyeleriyle konuştukları için davalar açılıyor, İrfan Aktan gibi bazıları mahkum ediliyor. Bu konudaki haberlerse nedense hep geri plana itiliyor.

Başladığımız yerden daha kötü bir noktaya gelmek üzereyiz. Ve kötü gidişatı durdurabilecek herhangi bir güç, odak veya kişi ufukta gözükmüyor.

Yazının devamı...

Gülen üzerinden Erdoğan zayıflatılabilir mi?

Fethullah Gülen kamuoyunun karşısına ilk kez 1994 yılında, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşu vesilesiyle İstanbul Dedeman Oteli’nde çıkmıştı. Ardından söz konusu vakıf üzerinden toplumun farklı kesimleriyle yoğun bir diyaloğa girişti. Onun ortaya çıkışıyla Refah Partisi’nin yükselişe geçmesinin, örneğin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara büyükşehirleri başta olmak üzere birçok belediye başkanlığını kazanmasının eşzamanlı olması herhalde tesadüf değildi. Yine bir başka tesadüf olmayan nokta, Gülen ve kurmaylarının bu dönemde RP’nin önde gelen isimleri ve bu partiye destek veren çevreler yerine, merkez sağ ve sol partilerin lider ve temsilcileri ve RP’den ürken kesimlerin elitleriyle görüşmeleriydi. O tarihlerde Milliyet Gazetesi’nde çalışıyordum ve gerek Milliyet’te, gerekse diğer büyük gazetelerde görev yapan çok sayıda üst düzey yönetici ve yazarın Gülen cemaatini “RP’yi durdurabilecek bir ve belki de yegane güç” olarak gördüklerine, Gülen’in değişik davetlerine icabet edip kendisini cesaretlendirdiklerine bizzat tanık oldum.
Sonuçta Gülen hareketinin, RP’nin yani Milli Görüş hareketinin “panzehiri” olarak algılandığı oranda önünün açılmış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle RP güçlendikçe Gülen hareketi de güçlendi. Fakat 28 Şubat süreci her iki harekete de “geçici” olarak ciddi darbe indirdi. Unutmayalım, 28 Şubat’ın başlarında Gülen kendisini RP’den iyice ayrıştırmaya çalışmış, bu partinin gücünün nasıl kırılabileceği yolundaki önerilerini televizyon ekranlarından dile getirmiş, fakat TSK’yı ikna edememişti. atv’de aleyhine yayınlanan kaset Gülen’in “geçici tasfiyesi” nin başlangıcıydı ve işareti alan birçok kişi ve çevre Gülen hareketine vermiş oldukları destekleri gürültülü bir şekilde geri çekmekten bir an bile tereddüt etmediler.


Karşısındaki blokta gedik açtı


Yakın tarihimize bu hızlı bakışın ardından Gülen’in Wall Street Journal’a vermiş olduğu mülakata dönebiliriz. Dün Gülen’in Mavi Marmara katliamı hakkında konuşarak İsrail, ABD ve kendi cemaatine ayrı ayrı mesajlar verdiğini yazmıştım. Ama Gülen’in sadece bu kesimlere seslendiği söylenemez. Öncelikle kendisine mesafeli kesimleri de bu vesileyle muhatap aldığını düşünebiliriz. Şöyle ki Gülen hareketinin güçlenmesine paralel olarak, onu Türkiye’deki her kötülüğün başta gelen, hatta belki de tek sebebi gösterme yaklaşımı da gelişti. Özellikle Ergenekon süreciyle birlikte, “F Tipi” klişesiyle çok şey yazılıp söylenmiş olmasının bir bakıma cemaatin lehine olduğunu söyleyebiliriz. Fakat belli bir aşamadan sonra düşmanlarının bu kadar çok artıyor olmasının Gülen ve cemaatini rahatsız etmeye başlayacağı da açıktır. Hele bunlardan bazılarının Gülen hareketi aleyhine propagandalarını yurtdışına da taşıdıkları ve cemaatin “ılımlı” imajını yer yer zedelemeye başladıkları düşünülürse Gülen’in bir şeyler yapması da kaçınılmaz olacaktı.

Son günlerde “Fethullah Hoca’nın ilk kez bir çıkışını beğendim” diyen çok sayıda kişiyle karşılaştım. Yani AKP hükümetini “baş sorun” görenler, tıpkı RP dönemlerinde olduğu gibi Gülen üzerinden Erdoğan ve arkadaşlarını zayıflatmayı düşünmeye ciddi ciddi başladılar. Bu anlamda, amacı bu olmasa bile, Gülen’in bir-iki cümleyle karşısındaki blokta gedik açabildiğine şahit olduk. Eğer bu tür çıkışlarını sürdürürse, örneğin diyelim ki İran krizinde hükümetin tutumuna belli ölçülerde gölge düşürürse çok ilginç gelişmelere tanık olabiliriz.


Kardeş değil kuzenler

Tam da bu noktada Gülen’in İsrail krizi üzerinden hükümete belli mesajlar verip vermediğini tartışabiliriz. Son günlerde muhafazakâr medyada, Gülen’in sözlerinin hükümeti zor durumda bıraktığını kabullenmekle birlikte sorunun büyütülmemesi gerektiği konusunda çok yazı çıktı. Bunların tümünün ana fikri “düşmanlarımızı sevindirmeyelim”di. Gerçekten tek bir konu üzerinden AKP hükümeti ile Gülen hareketi arasındaki ittifakın sona ermesini beklemek isabetsiz olacaktır. Ama bir çatlağın oluştuğu da aşikârdır.

Zira AKP ile Gülen hareketi çok farklı geçmişlere ve yaklaşımlara sahiptir. Örneğin AKP adımlarını küresel sistemi gözeterek atmakla birlikte, kimi durumda ona “rağmen”, hatta bazen ona “karşı” hareket ettiği de olmaktadır. Gülen cemaatininse güç odaklarına “rağmen”, hele onlara “karşı” stratejiler geliştirdiği pek görülmez.
Kısacası bazılarının sandığı gibi AKP ile Gülen hareketi arasında bir “kardeşlik” bağından söz edilemez, olsa olsa “kuzen” olduklarını söyleyebiliriz. Hal böyle olunca bu iki odak arasında ittifaklar kurulabilir ve herhangi birinin çıkarlarının tehdit altına girmesi durumundaysa bu ittifaklar pekala bozulabilir.

Yazının devamı...

Hem İsrail’e, hem ABD’ye, hem kendi cemaatine seslendi

GÜLEN’DEN FARKLI KESİMLERE FARKLI MESAJLAR/1

Bir süre sonra Deniz Baykal kasetiyle ilgili pek çok ayrıntı unutulacak ancak onun istifasını açıklarken “ABD’den Pensilvanya’dan aldığım destek mesajlarının samimiyetine inandığımı söylerim” sözleri, yani ABD’nin Pensilvanya eyaletinde yaşayan Fethullah Gülen’i bu olaydan sorumlu tutmadığını vurgulaması hep akıllarda kalacak.

İsrail devletinin Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisinde düzenlediği katliamla ilgili pek çok ayrıntı unutulacak ancak Fethullah Gülen’in Wall Street Journal’a verdiği mülakatta, gemiyle yardımı organize eden İHH’nın İsrail ile uzlaşmamasını eleştirip yaptıklarını “faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” olarak tanımlaması ve yine İHH’nın “politik amaçları olabileceği”ni söylemesi hep akıllarda kalacak.

Neden böyle oluyor? Neden birbiriyle ilişkisiz gibi gözüken kriz anlarında Gülen’in ve cemaatinin duruşu, tarafların onlara bakışı birinci derecede önem arz ediyor? Bu sorular yıllardır gündemde. Örneğin üç yıl önce Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olmasını engellemek için genellikle internet üzerinden yürütülen yoğun kampanya sırasında da Gülen cemaati belli ölçülerde mercek altına alınmıştı. Bu tartışmalar kapsamında 2 Nisan 2007 günü Vatan’da “Hükümet, ordu, cemaat üçgeni” başlıklı bir yazı kaleme almış ve şöyle yazmıştım: “Özellikle son iki yılda yaşananlar Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil üç ana aktörü olduğunu ortaya koyuyor: AKP hükümeti, TSK ve Fethullah Gülen cemaati.”

Daha sonra yaşananların, özellikle Ergenekon sürecinin, bu önermeyi fazlasıyla haklı çıkardığı kanısındayım.

Cemaate ayar

Evet, Gülen cemaatinin, Türkiye’nin son beş yılına damga vurduğunu rahatlıkla söyleyebilir ve yakın gelecek için de benzer bir durumun söz konusu olacağını öngörebiliriz. Bu noktada Gülen’in Wall Street’e söylediklerinin kesinlikle “irticalen”, diğer bir deyişle “ayaküstü” olmadığını düşünüyorum. Kendisinin sarf ettiği bir-iki cümlenin sadece ülkemizde değil dış dünyada da hızla dolaşıma girmesi ve geniş yankı bulması da kendisinin planlı bir şekilde mesaj vermek istediğini ve bu amacına ulaştığını kanıtlıyor.

Peki Gülen kimlere, nasıl bir mesaj vermek istemiş olabilir? Sırayla gidelim:

1) İsrail’e ve Museviler: Gülen ve cemaatinin geçmişinde İsrail aleyhtarı herhangi bir çıkış, söylem bulmak pek mümkün değildir. Tam tersine “dinler arası diyalog” kapsamında Musevilere de geniş bir şekilde kucak açmışlardır. Ayrıca İsrail ile çok iyi ve yoğun ilişki içinde olan bazı Türkiyeli Musevi işadamının cemaate çok açık ve güçlü bir destek verdiklerini de biliyoruz. Ne var ki ABD’deki kimi İsrail yanlısı düşünce kuruluşları son günlerdeki Türkiye analizlerinde, Ergenekon üzerinden cemaate yönelik eleştiriler yapar olmuşlardı. Bu durum, İsrail ve Musevi odaklarını karşısına alması durumunda tüm dünyaya yayılmış olan cemaat faaliyetlerinin riske girebileceği düşüncesiyle hiç kuşkusuz Gülen’i ürkütmüş olmalı. Bu yüzden Mavi Marmara olayıyla arasına belirgin bir mesafe koyduğunu söyleyebiliriz.

2) ABD’ye: Gülen ve cemaatinin ABD ile de genel olarak çok iyi ve yoğun ilişkileri var. En azından kendisi yıllardır ABD’de yaşıyor ve her türlü faaliyetini rahatça sürdürebiliyor. Gülen, İran krizi nedeniyle Türk-Amerikan ilişkilerinin kötüye gittiğini, Mavi Marmara’nın da işleri daha da kötüleştirdiğini kavrayabilecek bir kişidir. Aynı zamanda, Obama yönetiminin mevcut İsrail hükümetinden pek hoşlanmamasının bir yerden sonra fazla anlamı olmadığını, Washington’ın her zaman zor durumlarda İsrail’e yardım elini uzatacağını da biliyor olmalı.

3) Cemaatine: Gülen’in daha ilk günden itibaren cemaatini çok sıkı bir şekilde denetlediğini biliyoruz. Fakat gerek ABD’de yaşıyor olması, gerek cemaatin her geçen gün daha da büyümesi ve gerekse cemaatin “kendi halinde” olmaktan çıkıp ulusal, hatta küresel anlamda derin iktidar oyunlarının aktörü haline gelmesi nedeniyle her şeyin tam da istediği gibi gidiyor olduğu herhalde söylenemez. Özellikle son yıllarda AKP ile yapılan ittifak ve bunun sonucunda diğer muhafazakâr kesimlerle yol arkadaşlığına gidilmiş olması nedeniyle cemaatte etkilenmeler ve buna bağlı belli savrulmalar olduğu gözleniyor. İşte Gülen, radikal eğilim ve yöntemlerle arasına kalın bir çizgi çekerek cemaatine de yeniden ayar vermiş oluyor.

Gülen’in sözlerinden hem AKP hükümeti ve onun destekçileri, hem de AKP’den hiçbir şekilde hoşlanmayan kesimlere de mesajlar olduğu açıktır. Bunları tartışmayı yarına bırakalım.

Yazının devamı...

Bilderberg’in gündeminde Türkiye yoktu

Her seferinde kamuoyunun belli bir ilgisini çeken Bilderberg Toplantısı bu yıl 3-6 Haziran Günlerinde İspanya Barcelona’da Sitges tatil kasabasındaki Dolce Otel’de yapıldı. Üçte ikisi Batı Avrupa, geri kalanı ABD ve Kanada’dan 130’a yakın kişinin katıldığı toplantıda şu başlıklar ele alındı: Finans reformu, Güvenlik, Siber Teknoloji, Enerji, Pakistan, Afganistan, Gıda Sorunu, Global Isınma, Sosyal Şebekeler Oluşturma, Tıp Bilimleri, Nükleer Silahlar, AB-ABD ilişkileri.

Katılımcıların üçte biri üst düzey hükümet üyeleri ve bürokratlar, geri kalanlarsa finans, sanayi, eğitim, ve iletişim sektöründe üst düzeyde görev yapanlardı.

Yanılmıyorsam bu yılki Bilderberg Toplantısı’nın “en kendi halinde” katılımcısı bendim. Benim dışımda Türkiye’den dört kişi daha vardı. İki bakan davet edilmişti fakat işlerinin yoğunluğu gerekçesiyle olsa gerek katılamadılar ve böylece önceki yılların aksine Türkiye resmi düzeyde Bilderberg’de temsil edilememiş oldu.

Çok sıkı güvenlik tedbirleri altında, katılımcılar ve görevliler dışında kimsenin alınmadığı toplantıda, yukarıdaki başlıkların ele alındığı panellerin dışında, özellikle yemek ve kokteyl saatlerinde çok yoğun sohbetler ve tartışmalar yaşandı.

Bilderberg Toplantısı’nın özellikle ilk iki gününde yabancı basının hemen hepsinin ilk sayfalarında Mavi Marmara baskını ve Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan kriz hali ele alınıyordu. Nitekim katılımcılar biz Türklerle hep bu konuyu ve ek olarak İran’la yaşanan nükleer sorunda Ankara’nın pozisyonunu tartıştılar. Fakat toplantının kendisinde Türkiye, İran konusundaki tutumu nedeniyle çok kısıtlı bir şekilde anılmak dışında hemen hemen hiç gündeme gelmedi. Öyle ki toplantının molaları sırasında internetten Türk gazetelerine baktığımızda, “dünyayı yönetenler”in gündemiyle Türkiye’ninkilerin pek örtüşmediğine tanık olduk.


Cazibesi kapalı yapılmasında

Mayıs 1954’te Hollanda’daki Bilderberg Oteli’nde bir grup Kuzey Amerikalı ve Batı Avrupalı siyasetçi, işadamı, akademisyen ve bürokrat biraraya gelip “dünya meseleleri”ni konuştular. O andan itibaren “Bilderberg Toplantısı” olarak anılan bu buluşmalar her yıl düzenli olarak farklı ülkelerde, farklı otellerde ve dış dünyaya (ve dolayısıyla basına) kapalı bir şekilde tekrarlandı. Soğuk Savaş’ın doğrudan bir ürünü olan Bilderberg Toplantısı, gerek üst düzey katılımcıları, gerek ele aldığı konular ve gerekse tamamen kapalı yapılması nedeniyle çeşitli komplo teporilerine yol açtı ve özetle “dünyanın geleceğinin şekillendiği toplantı” olarak anılır oldu.

Bilderberg Toplantısı, Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra da devam etti ve her ne kadar “kapalılık” konusundaki ilkelerden taviz verilmese de kamuoyu dolaylı yollarla olup bitenler hakkında kısmen bilgilendirilir oldu.

Bilderberg’in düzenleyicileri bir süredir bu kısmi şeffaflaşmayı daha da genişletip genişletmemeyi tartışıyorlar. Bunun için şu ana kadar uygulanan “Chatnam House” kurallarından vazgeçmeleri gerekiyor. Bu kurallara göre katılımcılar söz konusu toplantıda edindikleri bilgi ve görüşleri iki şekilde kamuya aktarabiliyorlar:

1Bu görüşleri dile getirenlerin ve toplantıya katılan diğer kişilerin adları ve bağlı oldukları kurumlar açıklanamıyor;
2 Buna karşılık bu bilgi ve görüşlerin hangi toplantıda öğrenildiği belirtilebiliyor.

Bilderberg düzenleyicileri Chtanam House kurallarını kaldırılması, hatta gevşetilmesi durumunda toplantıya üst düzey katılımı sağlamakta zorlanacaklarını, gelenlerin de görüşlerini ifade etmede kendilerini yeterince özgür hissetmeyeceklerini düşünüyorlar. Hal böyle olunca Bilderberg etrafındaki efsaneler ve komplo teorileri varlığını sürdürüyor.


Herkes konuşuyor

Durumun daha iyi anlaşılabilmesi için Bilderberg Toplantısı’nın nasıl cereyan ettiğini biraz anlatmak gerekiyor. Önceden belirlenen başlıklara uygun genellikle iki ya da üç tartışmacının katıldığı paneller düzenleniyor. Bazı oturumların bir moderatör ve tek bir kişiyle yapıldığı da oluyor. Toplantı salonuna soyadlarına göre alfabetik sırayla oturmuş olan diğer katılımcılar, panel sürerken söz almak için ellerini kaldırıyorlar ve önlerindeki mikrofondan sıraları gelince ya yorum yapıyor ya da soru soruyorlar. Panellerde 15-20 kişinin söz aldığı oluyor ve panelistler bunların herbirine cevap veriyorlar.
Bilderberg Toplantısı’nda beni en çok şaşırtan, bazı kişilerin, görünüşte kendi meslekleri veya alanlarıyla ilgisi olmayan konularda da çok meraklı ve bilgili olduklarını görmek oldu. Bir diğer ilgi çekici husus, birçoğunu zaten tanıdığımız, tanımadıklarımızın da temsil ettikleri kurumları bildiğimiz katılımcıların çok açık ve direkt bir şekilde konuşmaları ve tartışmalarıydı. Bu arada bir noktanın altını çizmek gerekir: Katılımcıların bağlı bulundukları kurumların değil de kendi kişisel görüşlerini dile getirdikleri ısrarla vurgulanıyor. Bununla birlikte sahiden kendi görüşlerini dile getiriyor olsalar da katılımcıların çalıştıkları kurum ya da şirketi bilince sözlerinin değeri daha da artıyor veya kimi durumda azalıyor.

Sonuçta ortaya “dünyanın nasıl yönetileceği” nin tartışılıp karar verildiği bir zirveden çok, zaten bir şekilde dünyanın yönetilmesinde bir şekilde rolü olan önemli şahsiyetlerin “işler nasıl gidiyor?” gibi genel bir soru etrafında yürüttükleri çok geniş ve hayli verimli bir “beyin fırtınası” çıkıyor.


Muhafazakâr yaklaşım
Bilderberg Toplantısı’nın Soğuk Savaş’ın bitmesiyle bir ölçüde kabuk değiştirdiği ortada fakat yine de belirgin bir muhafazakârlık da göze çarpmıyor değil. Örneğin o kadar adları anılmakla birlikte Doğu ülkelerinden, özellikle Çin ve Rusya’dan katılımcılar yok. Yine şaşırtıcı bir şekilde, Batı Avrupa’ya çoktan entegre olan eski Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden de kimsenin davet edilmemiş olduğu görülüyor. Bu arada Latin Amerika’dan da katılımcı olmadığını hatırlatalım.

Sonuç olarak Bilderberg Toplantısı’na davet edilmekten ve katılmış olmaktan hiç şikayetçi değilim. Bilakis benim için çok yararlı ve öğretici bir toplantıydı. Fakat toplantıya katılırken onun çok sıkı kurallarını da kabul etmiş olduğum için, orada kimin hangi konuda ne dediğini aktaramıyor olmanın benim gibi bir gazeteci için hayli sıkıntılı bir durum olduğu da ortada.

Yazının devamı...

Gülen cemaati ve AKP: Yollar yeniden ayrılıyor mu?

Fethullah Gülen’in The Wall Street Journal’a verdiği röportaj üzerine çok şey yazıldı, söylendi ancak şu soru hâlâ sorulmayı ve cevaplanmayı bekliyor: Gülen’in eleştirileri sadece Mavi Marmara olayıyla mı sınırlı, yani zaman geçtikçe unutulup eskisini yitirir mi, yoksa bu sözler, Gülen cemaatinin, İslami kesimin diğer kesimleriyle arasına “yeniden” mesafe koyma arayışının bir dışa vurulması mı?

Bu sorunun cevabına koyulmadan önce neden “yeniden” sözcüğünü tırnak içine aldığımı açıklamam gerekiyor. Şöyle ki Fethullah Gülen kendi başlattığı hareketi bugünlere getirmek için ilk aşamada diğer İslami cemaatlerle arasına belirgin bir mesafe koymuştu. Gülen bir yandan öğrencilerinin diğer cemaatlerla ilişkisini en az düzeyde tutarken diğer yandan, başta devlet olmak üzere ilgili odaklara, kendisinin kimseyle birlikte hareket etmediğini göstermek için elinden geleni yapıyordu. Özellikle şu ya da bu alanda, şu ya da bu şekilde “radikal” tavır alanlara uzak kalmakla yetinmiyor, onları alenen eleştirmekten de geri kalmıyordu. Sırf bu stratejisi nedeniyle, başta radikalliğe eğilimli gruplar olmak üzere diğer İslami oluşumlar da Gülen ve cemaatine uzak durmuş, onun niyet ve ilişkilerine kuşkuyla yaklaşmış ve hakkında sayısız komplo teorisi üretmişti.

Gülen cemaatinin Milli Görüş hareketiyle ilişkisi de bu anlattıklarımıza benzer biçimde hayli sorunlu olagelmiştir. 1990 başlarında kendini görünür kılan Gülen birçok lider ve siyasetçiyle görüşmüş ancak o dönemde yükselişte olan Refah Partisi’nin önde gelen isimleriyle pek yanyana görülmemişti. Aynı tarihlerde bazı odakların Gülen’i, RP’nin yükselişini engelleyebilecek bir güç olarak gördükleri, Gülen’in de bu algıdan alabildiğine istifade edip, bir tür “devlet gözetiminde” kendi yükselişini yaşamış olduğu da bir sır değildir.

Sır olmayan bir başka olgu da Gülen’in 28 Şubat sürecinde mağdur RP ile dayanışma içine girmek yerine geleneksel iktidar odaklarıyla iyi geçinmenin yollarını araması, bu uğurda onlara danışmanlık yapmaya bile talip olmasıdır. Fakat 28 Şubat’ı yapanlar, kısa sürede RP’yi ve ona yakın cemaat ve grupları devre dışı bıraktıktan sonra Gülen cemaatine de acımadılar. Gülen de buna bağlı olarak ABD’ye gitti ve hâlâ dönmedi.

Ergenekon’la kapanan ara

İşte Gülen cemaatiyle Milli Görüşçüler arasında, geleneksel olarak varolup 28 Şubat’ta iyice açılan mesafe yıllar sonra, özellikle Ergenekon süreciyle birlikte kapanmaya yüz tutmuştu. Dönem dönem farklı strateji ve taktiklere meyletseler de AKP hükümetiyle Gülen cemaatinin, askeri siyasi alanın dışına atma noktasında, genel olarak başarılı bir ittifak yürüttüklerini söyleyebiliriz. Bu ittifakla birlikte diğer İslami oluşumların Gülen cemaatine bakışlarının da yumuşadığını, eleştirilerin rafa kaldırıldığını da gözledik. Fakat kökleri çok eskiye dayanan “karşılıklı güvensizlik” varlığını hep korudu. Ama asıl varlığını sürdüren, Gülen cemaatiyle diğerleri arasındaki dünyaya bakış farklılığıydı. Bu farkı şöyle özetleyebiliriz: Gülen ve cemaatindekiler, sevsinler ya da sevmesinler, Batı dünyasını çok önemser, ona “rağmen”, hele ona “karşı” çıkarak faaliyet yürütmenin uzun vadede hiçbir işe yaramayacağına inanırlar.

Diğerlerinde, örneğin Milli Görüş geleneğinden gelenlerdeyse tam tersi bir yaklaşım egemendir. Onlar ne kısa, ne uzun vadede meşruiyetlerini Batı dünyasında aramadıkları ve hatta esas olarak onu dize getirmeyi hayal ettikleri için güçlü ve haklı olduklarını düşündükleri her anda Batı’ya rağmen, hatta ona karşı davranmaktan geri durmazlar. Batı derken tabii ki öncelikle ABD’yi kastediyorum ancak İsrail’in de hem Gülen cemaati, hem de diğer İslami oluşumlar tarafından çok önemsendiğini, hatta bazen en önemli güç odağı olarak görüldüğü de aşikârdır. Ve aşikâr olan diğer bir husus, Gülen ve cemaatinin sadece ABD değil İsrail’i de cepheden eleştirmekten, bu arada Filistin sorununu da gündemlerinin ana maddelerinden biri yapmaktan kaçındıklarıdır.

Gülen eksenini koruyor

Gülen’in Mavi Marmara olayı hakkındaki sözlerine dönecek olursak: Nasıl bazı Batılılar, Ankara’nın İran ve Filistin sorunlarındaki son çıkışlarını bir tür “eksen kayması” olarak görüyorlarsa Gülen’in de benzer bir kaygıya sahip olduğunu görüyoruz. En azından, hükümet ne yaparsa yapsın, kendisinin ekseninde bir sapma olmayacağını, Batılı güç odaklarıyla kuracağı her ilişkide onların otoritelerine saygıda kusur etmeyeceğini göstermek istediğini söyleyebiliriz. Ancak nasıl 28 Şubat’taki tavrı kendi cemaati içinde derin tartışmalara yol açtıysa bu sefer de bazı öğrencileri ve bağlılarının onun bu sözlerinden rahatsız olduklarını kestirmemiz güç değildir. Tabii Gazze sorununa ve dolayısıyla Mavi Marmara olayına bu kadar angaje olan hükümetin de bu sözleri kolay kolay unutmayacağı da muhakkaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.