Şampiy10
Magazin
Gündem

Ne açılım, ne referandum yüzünden

İnegöl, Hatay, Erzurum... Ülkenin dört bir tarafında farklı şekillerde, farklı çaplarda kaygı verici olaylar peş peşe yaşanıyor. Görünüşte farklı nedenlerle ortaya çıkmış gözükse de bütün bu olayların ardında, ülkemizdeki tüm sorunların “anası” olduğu iyice ortaya çıkan “Kürt sorunu” yatıyor.

Aslına bakılacak olursa, PKK’nın şiddet eylemlerine başlamasından bir süre sonra, ülkenin özellikle Batı bölgelerindeki bazı küçük yerleşim birimlerinde, kimi zaman ticari, kimi zaman kişisel nedenlerle başlayan bazı tatsızlıkların, oralarda yaşayan Kürt kökenlilere yönelik saldırılara dönüştüğü olmuştu, fakat bunlar, her ne kadar kaygı verici olsalar da, birbirlerinden kopuk ve sahiden “münferit” olarak tanımlanmayı hak eden olaylardı. Ne var ki bir süredir, özellikle hükümetin bundan bir yıl önce “Kürt açılımı”nı başlatmasından sonra bu tür “sivil çatışmalar”ın yoğunlaştığını ve içlerindeki şiddet boyutunun giderek ürkütücü bir hal aldığını görüyoruz.

Yaşadıklarımız son derece kaygı verici zira bu tür “sivil çatışmalar”, Kürtlere yönelik ayrımcılıkla birlikte tırmanıyor. Yani tanık olduğumuz bu pratiğin çok belirgin bir teorik zemini de var. Daha önce de defalarca bu köşeden tartıştığımız gibi, bazı gazeteciler, öğretim üyeleri, farklı partilerden kimi siyasetçiler, kısacası “kanaat önderi” sıfatı taşıyan ve sayıları şaşırtıcı bir şekilde artan bazı kişiler, PKK’nın terör eylemlerini tırmandırmasını bahane ederek “ver kurtul” diye özetlenebilecek bir yaklaşımı daha yüksek sesle seslendiriyorlar. “Ver kurtul” anlayışının bir dizi saçma ve tutarsız yönü var ama her şeyi bir kenara bırakırsak en temel sorunun “Diyelim ki Kürtler ayrıldı, ülkenin Batısındakiler ne olacak?” olduğu ortadadır. İşte son dönemde artışa geçen “sivil saldırılar”ın alttan alta Batı’daki Kürtleri esas bölgelerine geri döndürmeyi de hedeflediğini söyleyebiliriz.


Herkes kendine yontuyor

Bu sivil saldırıların önlenebilmesi bugünden bakıldığında çok kolay gözükmüyor. Çünkü her şeyden önce Türkiye toplumu bu saldırıların neden yaşandığı konusunda da tam anlamıyla kutuplaşmış durumda. Sorunun özünde olayların içinde aktif bir şekilde yer alanların birbirlerine yönelik suçlamalarını yer almıyor. Bu olayları dışardan, üzüntüyle izleyen kesimlerin bir türlü ortak hareket etmesi mümkün olamıyor. Şöyle ki, AKP’ye muhalif olan kesimler, bu olayların ana sebebinin hükümetin Kürt açılımı olduğunda ısrarlı; buna karşılık AKP yanlıları (ve hükümet yetkilileri) olayları sadece ve sadece “provokasyon” olarak görüyor asıl ve tek hedefinse bizzat hükümet olduğuna inanıyorlar. Onlara göre bu saldırı ve çatışmaların ardında referandumu sabote etmek isteyen güçler var. Sırf bu sonuncu iddia üzerine çok uzun ve alaycı satırlar döşenmek mümkün fakat bu derece kritik bir konuda “bağcı dövme” yerine “üzüm yeme”ye çalışmak ve toplumda bir tür mutabakat için çaba sarf etmek daha isabetli olacaktır.

Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: Bu olayları siyasi amaçlarla, açılımla veya referandumla ilintilendirmenin kimseye bir faydası olmaz.

Sorun Kürt sorunudur ve bunun çözümsüzlüğüyle gelinen noktada Türkiye’de “barış içinde birarada yaşama” gerçek anlamda bir soruna dönüşmektedir. Eğer hep birlikte kaybetmek istemiyorsak, hep birlikte bu soruna el atmalıyız. Ve imkanı olan herkes PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması için elinden geleni yapmalıdır.

Yazının devamı...

Daha önceleri nerelerdeydiniz?

İktidar partisinin referandum kampanyasını “12 Eylül ile hesaplaşma” temeline oturtacağı iyice ortaya çıkmış durumda. AKP’nin bu stratejisi haklı bir şekilde “samimiyet” sorgulamasını da beraberinde getiriyor. Evet, 12 Eylül 1980’deki askeri darbe ve onu izleyen cunta yönetiminin bu ülkedeki hemen herkese zararı dokunmuştur ama bir sıralama yapılacak olursa, bugün AKP çevresinde toplanan kişilerin siyasi gelenekleri herhalde “en az zarar görenler” arasında yer alırlar. Analizimizi bir derece daha ilerletirsek, yine AKP’nin geldiği İslamcı geleneğin, 12 Eylül’ün yarattığı ortam ve atmosferden en fazla yararlananların başında yer aldığını da görürüz. Ve nihayet 30 yılını doldurmakta olan 12 Eylül rejimiyle hesaplaşma konusunda da bu akımın bugüne kadar pek bir performans sergilemediği de ortadadır.

AKP’lilerin 12 Eylül’e karşı olmadıklarını, daha ileri gidip onu desteklediklerini öne sürüyor değilim. Fakat birdenbire 12 Eylül ile hesaplaşma konusunu bu kadar öne çıkartmaları, bunu yaparken kendilerine destek vermeyenleri de “12 Eylül savunuculuğu” ile suçlamaları inandırıcı değil.

Hatırlayalım: Tam da açılımın ilk ilan edildiği geçen yılın yaz aylarında MHP’den gelen yoğun eleştiriler üzerine AKP Grup Başkanvekili kendilerine “Niye Apo’yu asmadınız? Yoksa asacak ip mi bulamadınız?” diye laf yetiştirebilmişti. Kendisine parti üst düzeyinden herhangi bir açık ayar verildiğini hatırlamıyorum. Terörle mücadele konusundaki tartışmalarda başı sıkıştıkça “Apo’yu kim asmadı?” sorusunu ortaya atan bir partinin 30 yıl önceki idamları duygusal bir şekilde ele alması, en basitinden söyleyecek olursak, kuşkulara yol açıyor.


Eğer samimiyse...

Eğer AKP 12 Eylül ile hesaplaşma konusunda gerçekten samimiyse, geçici 15. Madde’yi çoktan gündeme getirmiş olması gerekirdi. Diyelim ki belli bir zamanlama ile hareket ettiler, o durumda da şimdiki paketten ayrı olarak TBMM’ye getirir ve referanduma gerek olmadan CHP, MHP ve BDP’lilerin oylarıyla, yani neredeyse oybirliğiyle bu maddeyi kaldırabilirlerdi. Diyelim o da olmadı, “maddeleri ayrı ayrı oylayalım” çağrılarına kulak verip halkın önüne birden fazla sandık koyarlardı.

12 Eylül’den birinci derecede mağdur olmuş insanların ezici bir çoğunluğunun, AKP’nin 12 Eylül konusunu, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’daki düzenlemeleri geçirtmek için araya kattığına inandığını düşünüyorum. En azından 12 Eylül döneminde birlikte zulüm gördüğümüz arkadaşlarımın hemen tümü bu kanıda. 12 Eylül mağdurlarının çoğu, ister devrimci, ister ülkücü, ister sendikacı, ister aydın vs. olsun onurlu, gururlu ve ayrıntıları fazlasıyla önemseyen kişilerdir. AKP’nin bu kişilerin acı, hayal ve beklentilerini bu derece araçsallaştırması en yumuşak ifadeyle ayıptır. Daha önce de yazmıştım: Normal şartlarda bu Anayasa paketine “evet” derdim fakat AKP’nin başından itibaren uyguladığı yöntemler beni paketten epey soğutmuştu. Geldiğimiz noktada, Erdoğan ve kurmaylarının (ve de destekçilerinin) şu son günlerdeki “12 Eylül ile hesaplaşma” muhabbetlerinin pakete olan her türlü muhabbetimi iyice söndürdüğünü, referandum günü sandığa gitmeme eğilimimin giderek güçlendiğini söyleyebilirim.

Yazının devamı...

SP’ye yazık oluyor

Bir gün Erbakan soyadlı birisine, bu soyadını taşımanın sonuçlarını sorduğumda “1-1 berabere. Yani seveni de, uzak duranı da eşit diyebilirim” cevabını vermişti. Anlaşılan Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih, bu soyadıyla her zaman kazanacağını düşünüyor. Eğer maçları sürekli Milli Görüş sahasında ve kendi aranızda yaparsanız, bu soyadla açık ara şampiyon olmak zor olmayabilir. Ancak deplasmana çıktığınızda, Milli Görüşçü olmayan kişilerin de alkışına ihtiyaç duyduğunuzda Erbakan soyadı yetmeyebilir, hatta aleyhte sonuçlar bile verebilir.

Bir gazeteci olarak yıllardır Milli Görüş hareketini izlerim. Bu süre zarfında Fatih Erbakan’ın, Necmettin Erbakan’ın oğlu olması dışında herhangi bir özelliğine vurgu yapılmış olduğunu hatırlamıyorum. Akşam Gazetesi’nden Nebahat Koç’a verdiği mülakatı okuyunca, babasının adının üstüne kendinden pek bir şey koymadığını, koyamadığını da görmüş oldum. Normal şartlarda genç (bu arada yaşı 30’u da aşmış) Erbakan’ın zehir zemberek sözleri Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un işine yaraması gerekirdi. Ama Milli Görüş hareketi onca zorluklara rağmen 40 yılı aşkın süredir varkalmışsa, bunun bir nedeni de fazla normal olmamasıdır.

Kurtulmuş ne yapacak?

Nitekim, normal koşullarda oğlunu uyarması ve kongre sonuçlarına saygılı olmaya davet etmesi beklenen Erbakan yazılı bir açıklamayla “kongre önümüzdeki seçim çalışmaları döneminde birlik, beraberlik, kardeşlik, sevgi ve heyecanla çalışmayı temin bakımından istenen neticeyi vermemiştir” diyerek olağanüstü bir kongre toplanması talimatını verdi.

Kurtulmuş ve ekibinin yeni kongreyi engelleyebileceklerini sanmıyorum. Artık ilk merak edilen Kurtulmuş ve ekibinin SP’de kalıp kalmayacakları olacak. Kalırlarsa ne gibi görevler üstlenecekleri de ayrı bir merak konusu. Ama hiç kuşkusuz en can alıcı sorulardan biri şu olacak: Kurtulmuş ve arkadaşları SP’yi terk ederlerse ne yapacaklar? Başka bir partiye mi gidecekler, yeni bir parti mi kuracaklar, dışardan SP’deki gelişmeleri mi izleyecekler yoksa siyasetten mi kopacaklar?

Küçük olsun, benim olsun

SP, Kurtulmuş’un liderliğinde 21. yüzyıla uygun bir İslamcı söylem ve eylem geliştirme konusunda hayli yol katetmişti ve parti dışı çevreler de SP’deki bu gelişmeyi yakından ve ilgiyle izliyordu. Erbakan’ın son müdahalesinden sonraysa SP’nin, bir tür “Soğuk Savaş İslamcılığı”na, yani yeni bir Milli Selamet Partisi olmaya doğru evrilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu da SP’nin hızla etkisiz bir partiye dönüşmesine yol açabilir.

Tekrar yazının başına dönecek, Numan Kurtulmuş SP’yi, bu partiye yabancı çevrelere ciddi bir şekilde açmış, ama bunu yaparken Milli Görüş çizgisinden de sapmamaya özen göstermişti. Onun başına gelenlerden sonra SP’nin, kendisinden olmayan kesimlerin oyunu alabilecek genel başkan ve yönetim kadrosu bulması imkansız gözüküyor. Kimbilir belki böyle bir niyetleri de yoktur.

Sonuçta “küçük olsun benim olsun” yaklaşımının ne Türkiye’ye, ne de Milli Görüş hareketinin kendisine herhangi bir yararı olacağı söylenemez.

Yazının devamı...

Kürt milliyetçiliğiyle yüzleşebilmek

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan ile yaptıkları görüşmede kendisine beş somut öneri götürdüklerini söyledi:

1) Seçim barajı indirilsin; 2) Özel yetkili mahkemeler kaldırılsın; 3) Devletin bölgede fabrika kursun; 4) Et Balık Kurumu yeniden güçlendirilsin; 5) Mayınlı araziler temizlenerek topraksız köylülere verilsin.

Bu önerilerin herbirinin hayata geçirilmesinin ülkenin hayrına olacağı kesindir, ancak; bunlar ve benzeri öneriler Kürt sorununun ve buna bağlı olarak PKK sorununun çözümüne en fazla katkıda bulunabilirler. Çözümün kendisi içinse daha bütüncül bir perspektif ve strateji gerekir.

Hükümet yaklaşık bir yıl önce açılım için start verdiğinde, işte bu türden bir yaklaşımın nihayet hayata geçirileceği ümidiyle toplumun hatırı sayılır bir bölümünde belli bir heyecan yaratmıştı. Fakat Habur’la birlikte yaşanan krizler, hükümetin bu krizleri yönetememesi ve PKK’nın şiddetini yeniden tırmandırmasıyla birlikte silbaştan yaptık. Sonuçta yıllardır dile getirilen ve tartışılan “terörle mücadelenin profesyonel güçlere devri”, “istihbaratın her bakımdan güçlendirilip tek elde toplanması”, “bölgenin ekonomik açıdan kalkındırılması” gibi önermeler yine önümüze konulmak isteniyor.


Geçeklerle yüzleşememe

Ülkemizdeki mevcut siyasi sistemin ve onun etkisi altındaki kamuoyunun Kürt sorununda sahici çözüm üretememesinin altında gerçeklerle yüzleşmeme, yüzleşememe, yüzleşmek istememe yatıyor. Peki nedir bu gerçekler? 21 Mart’ta Diyarbakır’da yapılan Nevruz kutlamalrının ardından Vatan’da peşpeşe iki yazı yazdım. Bu yazıları kaleme alırken kendimi epey kontrol etmeye çalışmış ve bazı tespitlerimi, gereksiz reflekslere sebep olmamak için dolayımlı bir şekilde dile getirmiştim. Ancak konuyla yakından ilgili kişi ve çevrelerin meramımı çok iyi anlamış olduğunu çeşitli vesilelerle öğrendim.

Türkiye’nin gerçekten kritik bir aşamaya doğru evrildiği bir dönemde olabildiğince özgür, diğer bir deyişle olabildiğince az otosansürlü konuşmak gerekiyor. Bu nedenle Nevruz izlenimlerimi biraz daha açarak tekrar tartışmaya sunmak isterim. O gün Diyarbakır’da yıllardır resmi yetkililerin ağzında sakız olmuş “teröristle halk arasında ayrım yapmalıyız” sözünün artık pek bir anlamı kalmadığına şahit olmuştum. Devletin ve Batı’daki kamuoyunun “terörist” dediğine Nevruz’a katılan yüzbinlerce kişi “özgürlük savaşçısı”, “teröristbaşı” dediğineyse “halk önderi” muamelesi yapıyorsa ve bundan da korkmuyorsa birçok eşik çoktan aşılmış demektir.


Kürt milliyetçiliğinin doğuşu

Bütün bunlardan nasıl bir sonuca varabiliriz? Benim iddiam şu: Ülkemizde Kürt milliyetçiliğinin inşası bir şekilde tamamlanmıştır. Evet, bu milliyetçilik Kürt kökenli vatandaşların hepsinde baskın eğilim olmayabilir; özellikle İslami grup ve cemaatlere yakın olan kesimlerde dini muhafazakârlık daha fazla öne çıkıyor fakat onların da bu milliyetçi dalgaya kayıtsız kalmadıklarını, Kürt kimliklerine geçmişe nazaran daha fazla sahiplendiklerini görüyoruz.

Dolayısıyla, Türkiye’yi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar, öncelikle bu Kürt milliyetçiliği olgusuna karşı nasıl bir pozisyon aldıklarını ve alacaklarını açıklamak durumundalar. Bu milliyetçiliği yok mu sayacaklar, onun belini kırmayı mı hedefleyecekler ya da bu gerçeği kabullenip yeni bir Türkiye inşa etmeye mi yönelecekler?

Yazının devamı...

Diyelim ki profesyonel ordu başarılı oldu...

Başbakan Erdoğan, muhalefet partileriyle görüşmelerden gerçek anlamda sonuç alabilmek için, ne yapıp edip MHP ve BDP’yi de işin içine katmalıydı. Ama olmadı, “terörden nemalanıyorlar” gerekçesiyle bu iki partiye görüşme önerisi bile götürülmedi. MHP konusu bir ölçüde anlaşılabilir zira Devlet Bahçeli başından böyle bir görüşmeye yanaşmayacaklarını açıklamıştı, fakat BDP’nin böyle bir tutumu yoktu. Sonuçta Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin iki temel siyasi oluşumunu dışarda bırakan bir girişimin, Kürt ve PKK sorunlarını çözmede pek verimli olmayacağı açıktır.

Başbakan’ın liderlerle ne görüşmek istediğinin belirsiz olması da bir başkan sorun. Hükümet bir yandan “demokratik açılım devam ediyor” diye ısrar ederken diğer taraftan muhalefetle “Terörle mücadele”yi konuşmak istediğini söylüyor ve şu ana kadar gerçekleşen buluşmalarda esas olarak bu çerçevenin içinde kalınmış olduğu anlaşılıyor. Ne var ki hükümetin yaklaşık bir yıl önce ilan ettiği “açılım”ın en belirgin özelliği, soruna silah dışında çözüm arayışlarını merkeze almasıydı. Kısacası hem “demokratik açılım sürüyor” deyip hem de önceliğin terörle mücadeleye verilmesi hayli çelişkili bir durum.


Özel timler deneyimi

Hükümetin terörle mücadele konusunda yeni ne söyleyeceğine gelecek olursak, yıllardır dillerde olan ve TSK’nın özellikle Güneydoğu’da kısmen hayata geçirdiği “profesyonel ordu” konseptinin sahiplenilmesi ve projelendirilmesiyle karşı karşıyayız. Muhalefetin “iki farklı ordunun oluşması sakıncalı” diye özetlenebilecek eleştirilerini, haklılık paylarını akılda tutarak şimdilik bir kenara bırakıp şu hayati soruyu soralım: Profesyonel ordu hangi sorunu, nasıl çözecek?

Önce “nasıl” konusunu irdeleyecek olursak, “profesyonel ordu” denince akla ister istemez özel timler ve onların Güneydoğu’da bir zamanlar yaratmış olduğu korku ve dehşet atmosferi geliyor. Bugün bazıları güzellemeler düzüyor olabilir ancak o tarihlerde bir şekilde bölgede gözlem yapma imkanı bulanlar, örneğin gazeteciler çok iyi bilir ki özel timlerin Kürt sorununun çözümüne herhangi bir katkısı olmadığı gibi hayli zararları olmuştur. Aklıma 1994 yılında Şevket Kazan başkanlığındaki bir RP heyetinin yaklaşık iki hafta süren Güneydoğu gezisi geliyor. Kazan ve arkadaşları gittikleri hemen her yerde özel timler hakkında şikayetler aldıkları gibi bizzat kendi gözleriyle bir dizi tatsızlığa tanık olmuş; hatta bir-iki kez kendileri de ufak çaplı tacize maruz kalmışlardı.


Son mu başlangıç mı?

Özel timlerin belleklerde halen taze olan kötü anıları, eğer bölgede profesyonel orduya geçilecekse nelere dikkat edilmesi konusunda yol gösterici olabilir. Ama ortada çözümü belki de imkansız bir sorun var: Özel timlerin halka kötü muamelelerinin temelinde onların büyük kısmını PKK ile özdeş görmeleri yatıyordu. Aradan geçen süre içinde PKK toplumsal tabanını iyice genişletti ve daha derinlere kök saldı. Dolayısıyla bugün kırsal bölgelerde ve dağlarda PKK’lıların peşine düşecek olan profesyonel ordu mensuplarının bölge halkıyla benzer tatsızlıklar yaşamaları kuvvetle muhtemeldir.

Diyelim ki sorunlar en alt düzeyde yaşandı ve profesyonel ordu askeri anlamda epey başarılar elde etti, sorun çözülmüş olacak mı? Daha açarak soracak olursak, imkansıza yakın bir zorlukta olmakla birlikte, PKK’nın dağlarda askeri anlamda yenilmesi onun bittiği anlamına mı gelecek?

Hiç sanmıyorum. Dünyada benzer örgütlerin hemen hepsi zorla tasfiye olur veya kendisini lağvederken 30 yılı aşkın süredir Ortadoğu gibi netameli bir coğrafyada varkalmayı bilmiş bir örgütü kimse hafife almasın. Hele bu örgüt çok güçlü bir toplumsal zemin üzerinde yükseliyorsa, dağ biterse ova başlar; daha net konuşalım: çatışmanın merkezi şehirlere taşınabilir.

Bu ihtimali daha geniş tartışmayı şimdilik erteleyip şunu söylemek istiyorum: “Profesyonel ordu” ile kırsal alanda askeri anlamda başarılar elde edilse bile bu PKK’nın ve dolayısıyla terörün “sonu” anlamına gelmeyebilir, ülke için daha tehlikeli yeni bir dönemin başlangıcına kapı aralayabilir.

Yazının devamı...

Barış sağlansa bile Kurtulmuş ve SP’nin işi zor

Yıllar önce, daha Refah Partisi kapatılmadan önce, o dönem çalıştığım Milliyet Gazetesi’nde Numan Kurtulmuş hakkında bir haber yapmış ve kendisini “Erbakan’ın veliahtı” olarak tanımlamıştım. Recai Kutan’ın Erbakan’ı nihayet ikna edip koltuğu bırakmasıyla Kurtulmuş Saadet Partisi’ne genel başkan olunca öngörüm epey yıl sonra gerçekleşmiş oldu. Fakat aynı Kurtulmuş, “Erbakan’ın veliahtı” olmaktan “SP’nin lideri” olmaya kalkıştığı anda her şey altüst oldu.

Saadet Partisi kongresinde onca kavga gürültünün neden yaşanmış olduğunu biliyoruz: Kurtulmuş’un, Erbakan’ın oğlu Fatih, kızı Elif Erbakan Altınöz ve onun kayınbiraderi Orhan Altınöz gibi aileden; Şevket Kazan, Mete Gündoğan, Ahmet Tekdal, Temel Karamollaoğlu gibi Milli Görüş’ün “çelik çekirdek”inden isimleri listesine almayınca ortalık karıştı.


Herkes Erbakancı ama...

Halbuki Kurtulmuş’un Genel İdare Kurulu listesine baktığımızda Fazilet Partisi, Refah Partisi, hatta Milli Selamet Partisi’nden tanıdığımız çok sayıda siyasetçi görüyoruz: Recai Kutan, Ahmet Cemil Tunç, Bahri Zengin, Cevat Ayhan, Ertan Yülek, Hüsamettin Korkutata, Lütfü Esengün, Mukadder Başeğmez, Musa Demirci, Şeref Malkoç, Teoman Rıza Güneri, Turhan Alçelik...

Açıkçası Kongre öncesi Kurtulmuş’un GİK listesinde daha büyük bir yenilenmeye gitmesini bekliyordum. Doğacak tepkilerden çekinerek epey muhafazakâr davranmış olmalı. Ancak bir kez daha “korkunun ecele faydası yok” sözü bir kez daha doğrulandı ve listeden yeterince memnun olmayanlar kongreyi alenen sabote etmek istediler.

Bu noktada Oğuzhan Asiltürk’ün “değişmeden yenilenme” önermesinin altını çizmek gerekiyor. Bu kadar küçük çaplı bir değişikliğe bile tahammül edemeyenler nasıl bir “yenilenme”nin hayalini kuruyor olabilirler?

Peki bu kavganın taraflarını nasıl tanımlayacağız: Kurtulmuş’a kazan kaldıranları “Erbakancı” olarak tanımlamak hem SP liderine, hem de onun listesindeki isimlerin hemen tümüne haksızlık etmek olur. Öyle ki, Kurtulmuş ve onun yakın çalışma arkadaşlarının çoğu isteseler başından beri veya belli bir aşamasında Tayyip Erdoğan’la yollarını birleştirebilirlerdi. Onları bunu yapmaktan alıkoyan en temel motifin Erbakan sevgisi ve ona bağlılık olduğunu biliyoruz. Tek bir örnek yeterli olabilir: Abdullah Gül’ün bütün ısrarlara rağmen yenilikçilerin adayı olarak katıldığı FP Kongresi’nden, Erbakan’ın adayı Recai Kutan, o sırada İstanbul İl Başkanı olan Kurtulmuş’un üstün gayretleri sayesinde genel başkan çıkmıştı.


Kongreyi kazandı ama...

Kongre öncesi Kurtulmuş liderliğindeki SP belli bir rüzgar yakalamıştı. TBMM’de yer almamasına rağmen etkili ve temel konularda görüş ve davranışları merak edilen bir parti haline gelmişti. Hatta Başbakan Erdoğan’ın Gazze gibi konuları fazlasıyla öne çıkarmasını “Saadet kaygısı”na bağlayanlar da vardı. Normalde bu kongrenin SP’nin önümüzdeki genel seçimlere alabildiğine iddialı hazırlanmasının zeminini oluşturması bekleniyordu. Fakat pazar günü yaşananlar bu partinin hızını belirgin bir şekilde keseceğe benziyor. Çünkü Kurtulmuş resmen kongreyi kazandı ancak işinin hiç kolay olmayacağı aşikârdır. Eğer Erbakan sürece onun lehine müdahale etmezse, Kurtulmuş’un genel başkanlığının tepesinde hep bir Demokles’in kılcı sallanacaktır. Hele Hoca’nın bağlılarına bu yolda bir işaret vermesi durumunda parti ciddi oranda boşalabilir.

Ama böyle bir durumun yaşanacağını düşünmüyorum. Sonuçta bir ara formül üzerine çalışılacağını ve bunun bulunacağını düşünmemiz için pek çok neden var. En azından şurası kesin ki pazar günü birbirlerine girenler uzun bir süredir beraber yürümüş ve daha uzun bir süre beraber yürüyecek kişiler.

Fakat barış sağlansa bile SP ile Numan Kurtulmuş’un ciddi bir yara almış olduğu kesindir. Bu durumun en fazla AKP’yi memnun edeceğini kestirmek hiç de zor olmasa gerek. Ama şunu da unutmamak lazım: Erbakan’la karşı karşıya gelmiş olmak Milli Görüş kökenli bir siyasetçi için pekala “yolun sonu” anlamına gelmeyebiliyor, hatta tam tersine “yolun başlangıcı” bile olabilir.

Yazının devamı...

Herkes şikayetçi, herkes memnun

Salı gecesi NTV’deki Basın Odası programında Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişikliği paketi konusunda nasıl bir karara varabileceği sorusunun da cevabını aramış ve “herhalde bir ortayol bulur” gibi bir sonuca varmıştık. Ancak son derece karmaşık ve teknik böylesi bir konuda ortayolun ne olabileceği belirsizdi. Fakat önceki akşam bunun pekala mümkün olduğunu gördük. Mahkeme öyle bir karar verdi ki, tarafların hiçbirini tam mutlu veya mutsuz etmedi. Bir tarafının sevindiği bir karara diğeri üzüldü; ancak bir başka karar daha önce sevinmişleri üzerken, üzülmüş olanları sevindirdi. Mahkeme öyle bir karar verdi ki iktidar ve muhalefet partilerinde üst düzey yöneticiler arasında bile derin görüş ayrılıkları çıkabildi.
Mahkemenin kararını uzun uzun tekrarlamaya gerek yok, fakat öne çıkan hususların altını çizelim ve doğurduğu tepkilere bir göz atalım:

1) Mahkeme CHP’lilerin şekil yönünden paketin tümünü iptal talebini reddederek AKP’lileri sevindirdi;
2) HSYK ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili düzenlemeleri Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden hareketle esastan inceleyerek başta AKP’liler olmak üzere çok kişiyi kızdırdı;
3) Yine söz konusu iki düzenlemede özellikle seçimlerle ilgili maddelerde rötuşlar yaparak, muhalefetin kaygılarını kısmen de olsa giderdi, buna karşılık iktidar partisinin bazı hesaplarını bozdu;
4) Mahkeme’nin bütün müdahalelere rağmen 12 Eylül’de referandumun yapılacak olmasını ilan etmesiyse hiç kuşkusuz AKP’yi sevindirdi.

AKP çok memnun

Karar hakkında hemen her taraftan çok sayıda şikayet gelmekle birlikte sonuç itibariyle gelinen noktanın bir şekilde herkesi memnun ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. AKP memnun çünkü:

1) Referandum yapılacak;
2) Mahkeme’nin esastan inceleme yapması ve bazı düzeltmelere gitmiş olması nedeniyle muhalefet referandum sürecinde paketin Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri süremeyecek;
3) Bu durumda paketin kabul edilme ihtimali daha da artacak;
4) Paketin referandumda kabul edilmesi durumunda, daha önce esastan inceleme yapılmış olduğu için yeniden Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi söz konusu olamayacak.

CHP’nin yakaladığı fırsat

Muhalefete gelince; bu durumdan özellikle CHP’nin hayli kârlı çıkabileceği söylenebilir. Çünkü Deniz Baykal’ın üç konunun (siyasi partilerin kapatılması, HSYK ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili düzenlemeler) dışarı bırakılması durumunda pakete destek verme önerisi AKP tarafından reddedilince CHP pakete karşı sert bir muhalefet yürüttü. Bu da 12 Eylül Anayasası’nı savunuyor görüntüsü yarattığı için ana muhalefet partisini epey yaraladı.

CHP’nin paketi Anayasa Mahkemesi’ne taşımasıyla bir müddet referandumun olup olmayacağını tartışan Türkiye peş peşe yaşanan bir dizi gelişmeyle konuya olan ilgisini kaybetti. Özellikle Baykal’ın istifası ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasıyla CHP siyasi/ideolojik temalar yerine ekonomik sorun ve zorlukları öne çıkartan bir parti kimliğine bürününce paket iyice unutuldu.
Şimdi Kılıçdaroğlu’nun önünde iki yol var: Ya Baykal’ın yolunda gidip paketi “yargı bağımsızlığının sonu” olarak ilan edip çok yoğun bir “hayır” kampanyası yürütecek ya da Anayasa Mahkemesi’nin tamamen olmasa bile kısmen kaygılarını giderdiğini söyleyip bir tür “nötr” tutum takınacak.

Kılıçdaroğlu’nun yakalamış olduğu rüzgarı ve CHP’nin iktidar partisininkilerle kıyaslanamayacak ölçüde sınırlı imkanlarını referandum yerine bir yıl içinde yapılacak genel seçimlere saklama ihtimali daha ağır basıyor.

Yazının devamı...

Ne vurarak, ne vererek

Turgut Özal’la bir kez karşılaştım, o da ABD’nin New York şehrinde. 1993 yılının başları, yani vefatının hemen öncesiydi. Cumhurbaşkanı Özal, son ABD ziyaretinin New York ayağında, prestijli Columbia Üniversitesi’nde, benim de izlediğim bir konuşma yaptı. Konuşmasının ardından Amerikalı bir akademisyen kendisine Kürt sorununu nasıl çözmeyi düşündüğünü sorunca Özal, “Kürtlerin en az yarısı ülkenin batısında yaşıyor” diye kaçamak bir cevap verdi. Bunun üzerine sorunun sahibi “Peki geri kalan yarısı ne olacak?” diye üsteleyince Özal da “Merak etmeyin, onlar da daha sonra Batı’ya göçecek” demişti.

Özal’ın şakaya sığınmasının temel nedeni, o tarihte, tıpkı bugün olduğu gibi Kürt sorunuyla PKK sorununun iç içe geçmiş olması ve çözümün neredeyse imkansız gözükmesiydi. Ama aynı Özal’ın, çözümün zorunlu başlangıç etabı olarak PKK’nın silahsızlandırılması için ciddi girişimler başlatmış olduğunu ve bu uğurda epey riski de göze aldığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki onun bu çabaları içerden ve dışarıdan sayısız odağın engellemeleri sonucu başarılı olamadı.

Özal, “vur kurtul” olarak özetlenebilecek geleneksel devlet anlayışıyla Kürt sorununun çözülemeyeceğini, hatta tam tersine sorunun daha da derinleştirileceğini kavramış ilk devlet adamlarından biriydi. Nitekim onun vefatından sonra Süleyman Demirel’in Köşk’e çıkması ve Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla “vur kurtul”cular altın dönemlerini yaşadılar: PKK’ya yardım ettikleri tahmin edilen işadamları kaçırılarak öldürüldü; gazete binaları havaya uçurulup gazeteciler kurşunlandı; çok sayıda kişi yazıp söyledikleri yüzünden tutuklandı; milletvekillerine TBMM bahçesinde kelepçe vuruldu; nice insan yargısız infazlara kurban gitti ve bütün bu baskı ve zulüm uygulamalarına karşılık ciddi soruşturmalar açılmadı. Peki sonuç ne oldu? O dönemin anlı şanlı iktidar sahiplerinin hemen hepsi tarih oldu, unutuldu gitti ve tabii ki ne PKK bitti, ne Kürt sorunu çözüldü.


Benzerlik ve farklar

Dün de yazdım. Tam da Çiller’in başbakan olduğu dönemde bir grup “liberal” görünümlü gazeteci ve aydın, “vur kurtul” stratejisiyle sonuç almanın mümkün olmadığını savunup bir başka alternatifi piyasaya sürdüler: Ver kurtul! Bu teze göre, eğer Kürtler gerçekten ayrılmak istiyorlarsa pekala ayrılabilirlerdi ki böylesi bir durum en çok Türklerin işine yarardı. Yani Kürtlerin ayrılması, diğer bir deyişle ülkenin bölünmesi durumunda kurtulacak olan Kürtler değil, Türkler olacaktı.

O günlerde bir tür “entelektüel ukalalık ve zevzeklik” olarak görülen “ver kurtul”un günümüzde alabildiğine yaygınlaşıp destek bulması aslında çok şaşırtıcı değil fakat hayli üzücü ve endişe verici. Çünkü bu zihniyet, “vur kurtul” anlayışından daha geri ve daha tehlikeli. Açıklamaya çalışayım: “Vur kurtul”cuların hedefinde PKK ve ona destek veren kesimler var. PKK’ya vururken, her ne kadar asla beceremeseler de, onunla ilgisi olmayan Kürtleri ayrı tutma, hatta “kazanma” gibi bir kaygıları var. Buna karşılık “ver kurtul”cular tüm Kürtleri aynı kefeye koymaktan çekinmiyorlar. İki eğilim arasındaki farkı şu şekilde daha da belirginleştirebiliriz: “Vur kurtul”cular, vurarak hem Türkleri, hem Kürtleri kurtarma peşindeyken “ver kurtul”cuların Kürtleri pek düşündükleri söylenemez. Hatta çoğu, “çekip gitsinler de biz huzura erelim, onlarsa ne halleri varsa görsün” diye özetlenebilecek bir akıl yürütmeye başvuruyorlar.

“Ver kurtul” yaklaşımı hakkında söylenecek çok şey var. Şimdilik, Türkiye’nin vurmadan ve vermeden bu kangren olmuş sorunu çözebilecek ölçüde büyük, zengin ve tecrübeli bir ülke olduğunu vurgulamakla yetinelim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.