Ne vurarak, ne vererek
.
Turgut Özal’la bir kez karşılaştım, o da ABD’nin New York şehrinde. 1993 yılının başları, yani vefatının hemen öncesiydi. Cumhurbaşkanı Özal, son ABD ziyaretinin New York ayağında, prestijli Columbia Üniversitesi’nde, benim de izlediğim bir konuşma yaptı. Konuşmasının ardından Amerikalı bir akademisyen kendisine Kürt sorununu nasıl çözmeyi düşündüğünü sorunca Özal, “Kürtlerin en az yarısı ülkenin batısında yaşıyor” diye kaçamak bir cevap verdi. Bunun üzerine sorunun sahibi “Peki geri kalan yarısı ne olacak?” diye üsteleyince Özal da “Merak etmeyin, onlar da daha sonra Batı’ya göçecek” demişti.
Özal’ın şakaya sığınmasının temel nedeni, o tarihte, tıpkı bugün olduğu gibi Kürt sorunuyla PKK sorununun iç içe geçmiş olması ve çözümün neredeyse imkansız gözükmesiydi. Ama aynı Özal’ın, çözümün zorunlu başlangıç etabı olarak PKK’nın silahsızlandırılması için ciddi girişimler başlatmış olduğunu ve bu uğurda epey riski de göze aldığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki onun bu çabaları içerden ve dışarıdan sayısız odağın engellemeleri sonucu başarılı olamadı.
Özal, “vur kurtul” olarak özetlenebilecek geleneksel devlet anlayışıyla Kürt sorununun çözülemeyeceğini, hatta tam tersine sorunun daha da derinleştirileceğini kavramış ilk devlet adamlarından biriydi. Nitekim onun vefatından sonra Süleyman Demirel’in Köşk’e çıkması ve Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla “vur kurtul”cular altın dönemlerini yaşadılar: PKK’ya yardım ettikleri tahmin edilen işadamları kaçırılarak öldürüldü; gazete binaları havaya uçurulup gazeteciler kurşunlandı; çok sayıda kişi yazıp söyledikleri yüzünden tutuklandı; milletvekillerine TBMM bahçesinde kelepçe vuruldu; nice insan yargısız infazlara kurban gitti ve bütün bu baskı ve zulüm uygulamalarına karşılık ciddi soruşturmalar açılmadı. Peki sonuç ne oldu? O dönemin anlı şanlı iktidar sahiplerinin hemen hepsi tarih oldu, unutuldu gitti ve tabii ki ne PKK bitti, ne Kürt sorunu çözüldü.
Benzerlik ve farklar
Dün de yazdım. Tam da Çiller’in başbakan olduğu dönemde bir grup “liberal” görünümlü gazeteci ve aydın, “vur kurtul” stratejisiyle sonuç almanın mümkün olmadığını savunup bir başka alternatifi piyasaya sürdüler: Ver kurtul! Bu teze göre, eğer Kürtler gerçekten ayrılmak istiyorlarsa pekala ayrılabilirlerdi ki böylesi bir durum en çok Türklerin işine yarardı. Yani Kürtlerin ayrılması, diğer bir deyişle ülkenin bölünmesi durumunda kurtulacak olan Kürtler değil, Türkler olacaktı.
O günlerde bir tür “entelektüel ukalalık ve zevzeklik” olarak görülen “ver kurtul”un günümüzde alabildiğine yaygınlaşıp destek bulması aslında çok şaşırtıcı değil fakat hayli üzücü ve endişe verici. Çünkü bu zihniyet, “vur kurtul” anlayışından daha geri ve daha tehlikeli. Açıklamaya çalışayım: “Vur kurtul”cuların hedefinde PKK ve ona destek veren kesimler var. PKK’ya vururken, her ne kadar asla beceremeseler de, onunla ilgisi olmayan Kürtleri ayrı tutma, hatta “kazanma” gibi bir kaygıları var. Buna karşılık “ver kurtul”cular tüm Kürtleri aynı kefeye koymaktan çekinmiyorlar. İki eğilim arasındaki farkı şu şekilde daha da belirginleştirebiliriz: “Vur kurtul”cular, vurarak hem Türkleri, hem Kürtleri kurtarma peşindeyken “ver kurtul”cuların Kürtleri pek düşündükleri söylenemez. Hatta çoğu, “çekip gitsinler de biz huzura erelim, onlarsa ne halleri varsa görsün” diye özetlenebilecek bir akıl yürütmeye başvuruyorlar.
“Ver kurtul” yaklaşımı hakkında söylenecek çok şey var. Şimdilik, Türkiye’nin vurmadan ve vermeden bu kangren olmuş sorunu çözebilecek ölçüde büyük, zengin ve tecrübeli bir ülke olduğunu vurgulamakla yetinelim.