Şampiy10
Magazin
Gündem

Cemaat şeffaflaşmadığı müddetçe suçlamalar bitmez

Ruşen Çakır'ın gözüyle olay kitap 4

Vatan Gazetesi’ndeki yazılarımı izleyenler bilir: Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesini ve ülkenin en güçlü iktidar odaklarından biri haline gelmesini ele aldığımı bilir. Örneğin 9 Nisan 2007 tarihli yazımın başlığı “Hükümet-Ordu-Cemaat üçgeni”ydi ve şu tespiti yapmıştım: “Özellikle son iki yılda yaşananlar Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil, üç ana aktörü olduğunu ortaya koyuyor: AKP hükümeti, TSK ve Fethullah Gülen cemaati.”
Bu yazının ardından sohbet ettiğim üst düzey bir AKP’linin şu sözlerini hiç unutmayacağım: “İki taraf çok şiddetli bir siper savaşı yürütüyor ve her ikisi de bizi kum torbası olarak kullanmak istiyor.” O günden bu yana savaşta epey mesafe alındı. Öyle ki TSK’nın etkisi büyük ölçüde kırıldı, buna karşılık cemaat alabildiğine güçlendi. Peki bugün hangi noktadayız?

Şu soruyu soralım kendimize: Bu ülkede gerçek bir demokrasi olmasını arzulayanlar, orduyu yıllarca neden eleştirmişlerdi? Cevap basit: Siyasete müdahil olmak; şeffaf olmamak; kendi halkına karşı psikolojik baskı yürütmek; yargıya müdahale etmek; suçluları suçsuz, suçsuzları suçlu göstermek; medyayı ve gazetecileri kontrol altına almak

Liste uzayabilir. İşte bütün bu listenin, bugün Gülen cemaatine yöneltilen suçlamalarla büyük ölçüde örtüştüğü görülüyor. En azından Hanefi Avcı’nın kitabında dile getirdiği iddialar, bu ülkenin demokratlarının orduya yönelttiği suçlamalarla epey benzeşiyor.
Çünkü bütün bu iktidar mücadelesi sürecinde, cemaat, hadi “düşmanı” demeyelim de “rakibi”ne, yani TSK’ya bayağı benzemeye başladı. Avcı’nın kitabının çıkmasından bugüne yaşananlara bakalım: Toplumun olağanüstü bir ilgi gösterdiği bir kitaba ülkenin medyası ne kadar yer verdi, veriyor? Çıkan yazıların ezici bir çoğunluğunun Avcı’ya ve kitabına karşı olması bir tesadüf olabilir mi? Avcı’nın kitabını “operasyonel” bulanlar, o kitaba karşı örgütlü bir operasyon yürütüldüğünü gerçekten görmüyorlar mı?

İki derin devlet

Avcı bize Türkiye’de aslında iki farklı “derin devlet”in bulunduğunu çok net bir şekilde gösterdi. Basitleştirip söylersek, bu ülkeyi yıllardır otoriter veya yarı-otoriter bir şekilde yöneten Kemalist elitler, bir aşamadan sonra, özellikle dünyadaki gelişmelere paralel olarak ülkemizde de solun yükselişe geçmesiyle birlikte, milliyetçi-muhafazakâr kesimlere, denetimli bir şekilde iktidardan pay verdiler. İlginçtir, bir yandan polis alımlarında milliyetçi-muhafazakâr köken tercih sebebi olurken, diğer taraftan dini cemaatlerle ilişkileri olduğu gerekçesiyle çok kişi ordudan atıldı.

İslam dünyasının dört bir yanında defalarca yaşanmış bir olgudur: İktidardaki otoriter ve totaliter rejimler, kimi zaman milliyetçi ama daha çok solcu muhalefete karşı İslami cemaat ve grupları sık sık kullanmış ama zaman içerisinde o gruplar kendilerinin en büyük rakibi olmuştur. Bunun nedeni, bu rejimlerin dini yapıları ve İslamcı ideolojiyi küçümseyip kendilerini epey önemsemeleridir. Bizde de böyle oldu ve gelinen nokta ortada.

Cemaatçilik suç değil

Türkiye’deki kızgın iktidar savaşında taraf olmaktan akıl, izan, vicdan ve insafları bertaraf olmuş bazı kişiler, Hanefi Avcı’yı (ve onun iddialarını önemseyenleri), insanları sırf Fethullahçı oldukları için suçlamakla, cadı avı düzenlemekle, hatta Nazi olmakla itham edebiliyorlar. Eğer kitabı okusalardı veya NTV’deki açıklamalarını izleselerdi ya da Avcı’nın kendisini az buçuk bilselerdi bu söylediklerinin hiç de doğru olmadığını görürlerdi.
Öğrenciliğinde ışık evlerinde kalmış, iki çocuğunu Samanyolu Koleji’nde okutmuş, adı yıllarca “Fethullahçı”ya çıkmış ve bu kitabı yazana kadar Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr camianın rol modellerinden biri olan Avcı, cemaatin eğitim başta olmak üzere birçok alandaki faaliyetlerini övüyor. Ama cemaatin devlet kurumları içinde örgütlenip yasadışı yollarla, suç işleyerek iktidarını güçlendirmeye kalkışmasından kaygılanıyor ve elindeki bilgilerden hareketle cemaati hem ilgili mercilere, hem de kamuoyuna şikayet ediyor.

Avcı’nın iddialarının doğru olup olmadığını nasıl anlayacağız? Tabii ki öncelikle, layıkıyla yapılacak adli ve idari soruşturmalar sonucunda. Ama şu da şart: Cemaat artık bir an önce şeffaflaşmalıdır. Örneğin Avcı bazı isimler veriyor. Bu kişiler neden ortaya çıkıp iddialara cevap vermiyorlar?

Cemaat psikolojik savaş yöntemleri kullanıp kamuoyu oluşturma alışkanlıklarını terk edip demokrasinin evrensel ilkelerine uygun, özgür, sivil, çoğulcu bir diyalog ortamının oluşumuna katkıda bulunmalı ve gerektiğinde hesap vermekten kaçmamalıdır.

Aksi takdirde ne mi olur? Yarın, er geç bir gün, kendisine benzemekte oldukları TSK’nın bugün içine düştüğü duruma düşerler.

Yazının devamı...

Gülen cemaatine yönelik ilk değil ama en inandırıcı ve en ağır suçlamalar

Ruşen Çakır'ın gözüyle olay kitap 3

Hanefi Avcı’nın kitabının ana ekseninde Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki kadrolaşması ve bu kadrolar aracılığıyla yürüttüğü yasadışı faaliyet iddiaları olduğu ortada. Her ne kadar kitaptan hoşlanmayan çevreler “belge yok” dese de 557-563. sayfalarda yer alan ve cemaatten birileri tarafından daha üst bir merciye yollandığı ileri sürülen raporvari şikayet mektubu başlıbaşına yeterlidir. Avcı’nın, cemaatin Emniyet içindeki “imamı”nın “Kozanlı Ömer” kod adını kullanan Osman Hilmi Özdil adlı bir şahıs olduğunu ileri sürmesi de, bu iddiaların doğru ya da yanlış olduğunu anlayabilmek için çok önemli bir ipucudur.
Avcı ile yaptığımız NTV’deki Yazı İşleri programı öncesi Özdil’in avukatından bir ihtarname aldık. Bu da gösteriyor ki o isimde biri var. Ama kendisi ortaya çıkmış ve hakkındaki iddialara cevap vermiş değil. Adli ve idari mercilerin de kendisinin ifadesine başvurduğunu duymuş değiliz.

Avcı, Emniyet (ve devletin MİT, TSK gibi diğer kritik kurumlarındaki) cemaat yapılanmasının kendi önlerinde engel gördükleri kişi, grup, çevre ve kurumlara karşı bir dizi komplo düzenlediklerini ileri sürüyor. Ona göre Şemdinli İddianamesi, Van 100. Yıl Üniversitesi eski Rektörü Yücel Aşkın’a yönelik dava, çoğu üst düzey rütbeli subay olan birçok kişinin özel hayatlarının kayıt altına alınıp internet ve diğer medya araçları üzerinden yayılması, Erzincan’da Başsavcı İlhan Cihaner, Org. Saldıray Berk ve bazı MİT mensuplarını da kapsayan dava gibi birçok olayın arkasında Gülen cemaatinin komploları bulunuyor.
Avcı, Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Sabri Uzun, Celal Uzunkaya, Faruk Ünsal, Ahmet İlhan Güner gibi polis şeflerine yönelik soruşturma, yargılama, görevden alma, kızağa çekilme gibi uygulamaların ardında da yine cemaatin olduğuna inanıyor.

Bütün bunlara ek olarak, kendisinin de, ama yaptığı yasal başvurularda adlarını verdiği ama kitapta vermediği İstanbul’daki iki polis şefi tarafından (ki bunların da cemaate bağlı olduklarını söylüyor) yasadışı bir şekilde dinletildiğini ortaya çıkardığını ileri sürüyor.
Bugüne kadar başta Emniyet olmak üzere devletteki Gülen kadrolaşması üzerine çok şey söylendi ama Avcı’nın kitabının bu konuda bir dönüm noktası olduğu kesindir. Çünkü:

1) Avcı, Gülen cemaatine hiç de uzak birisi değildi. Avcı’nın muhafazakâr bir dünya görüşü ve yaşam tarzına sahip olması, polis teşkilatındaki (ve kamuoyundaki itibarı) kendisini daha inandırıcı kılıyor;

2) Türkiye’nin en önde gelen istihbaratçılarından olan Avcı’nın, Emniyet’teki yaygın ilişki ağını da kullanarak cemaat örgütlenmesi hakkında epey bilgi sahibi olması normaldir. Diğer bir deyişle, o, bazılarının iddia ettiği gibi “olsa olsa” yöntemiyle değil, uzun bir çalışmanın sonucunda iddialarını dile getiriyor olmalı.

Avcı’nın Ergenekon’a bakışı

Özellikle medyada Avcı’ya yönelik son derece yoğun bir karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası yürütülüyor. Ve bu kampanyanın en çarpıcı yönü, Gülen cemaatinin devlet içinde örgütlendiği iddialarını hiç gündeme getirmeden diğer konuların öne çıkarılması. Bu noktada en çok, Avcı’nın Ergenekon soruşturması başta olmak üzere, son dönemin önemli kriminal olayları hakkındaki görüşleri hedef alınıyor. Avcı’nın, örneğin Danıştay saldırısının Ergenekon’la ilişkilendirilmesine itiraz etmesi, Hrant Dink suikastini “bireysel” bir eylem olarak görmesi gibi konularda ben de farklı düşünüyorum. Bununla birlikte, başkalarının yaptığı gibi, Avcı’nın yaklaşımlarının bir çırpıda çöpe atılmak istenmesi de doğru değil. Çünkü:

1) Söz konusu olaylarla ilgili bilgilerimizin birbirinden farklı kanallardan akıyormuş gibi gözükmekle birlikte kaynağının tek, bunun da Avcı’nın hedef tahtasına oturttuğu Gülen cemaatiyle irtibatlı bir olgu olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz. Dolayısıyla bu konularda büyük ölçüde üretilmiş, bozulmuş ve yönlendirilmiş bilgilerle zehirlenmiş olduğumuz göz önüne alınırsa, her türden alternatif görüşe daha fazla kulak kesilmemiz kadar normal bir şey olamaz.

2) Bu bağlamda, bu ülkenin en iyi istihbaratçılarından biri olduğunu bildiğimiz Avcı’nın bu olaylar hakkındaki değerlendirmelerini, bize ne kadar kabul edilemez gelse de, önemsememe gibi bir lüksümüz olamaz.

Başkalarını bilmem ama ben çok önemsiyorum. Çünkü Hanefi Avcı’nın kitabının, nedense görmezden gelinen bir olguyu çıplak bir şekilde gözler önüne serdiğini düşünüyorum: Türkiye’de bir dönem birlikte hareket etmiş ama zamanla yolları ayrılmış ve bir süredir kıran kırana çatışma halinde olan iki ayrı “derin devlet” var. Avcı dün bunlardan birine savaş açmıştı, bugün ikincisinin evrensel hukuk ve demokrasi değerleri içine girmesi için mücadele ediyor.

YARIN: Paralel derin devletlerin savaşı

Yazının devamı...

Hanefi Avcı ile 90 dakika

ANALİZ

Hanefi Avcı’yı kızakta olduğu 2000’li yılların başlarından beri tanırım. En son birkaç ay önce Eskişehir’de kendisiyle sohbet ettim. Şikayetlerini, kaygılarını biliyordum ama bir kitap yazdığını söylememişti. Kitabının haberleri gazeteler düşünce bu nedenle şaşırdım. Ama esas şaşkınlığım, medyanın kitaba alabildiğine az ilgi göstermesiydi. Hükümete ve Avcı’nın suçladığı Gülen cemaatine yakın yayın organlarını anlamak bir yere kadar mümkündü ama “merkez medya” diye adlandırılacak gazete ve televizyon kanallarının ilgisizliği şaşırtıcı olmanın ötesinde ürkütücüydü. Avcı’nın neler söylediği bir yana, görev başındaki bir polis şefinin son derece açıksözlü bir şekilde bir kitap yazması bile biz haberciler için başlıbaşına önemli bir olaydı. Bir dostumun deyişiyle, 10 yıl önce böyle bir olay olsa biz gazeteciler Avcı’nın kapısında yatardık.
Neyse, Vatan’da kitabın analizi üzerine yazı dizisini hazırlarken Avcı’nın Susurluk sürecinde 32. Gün’e çıkmış olduğu aklıma geldi ve “neden olmasın?” dedim. NTV’deki sorumlu arkadaşların da onayını aldıktan sonra kendisini aradım ve canlı yayına çıkması talebimizi ilettim. Avcı talepten memnun olduğunu ama başka bir kanala söz verdiğini söylediğinde başımızdan aşağıya kaynar sular döküldü. “Ne yapalım, yine de aklınızda bulunsun” dedik.

Ertesi gün Avcı kendisi arayarak, diğer kanalın vazgeçtiğini söyledi ve iki gün sonra, Perşembe 11.10’da NTV’de Yazı İşleri için sözleştik ve dün yaklaşık 90 dakikalık programı gerçekleştirdik.

Cevap hakkı

Mirgün Cabas’la birlikte programı iki konsept üzerine oturttuk: 1) Kitabın içeriği; 2) Medyada çıkan eleştirilere Avcı’nın cevapları. Bu eleştirilerin büyük çoğunun üzüm yemek değil de bağcı dövmek gibi bir amacı olduğunun şahsen ben farkındayım. Ancak medyada zaten, bilinçli olduğu açık bir şekilde yer bulan yazara ve kitabına bu kadar çok saldırı gelmesi Avcı’ya geniş bir “cevap hakkı” tanıyordu. Bu hakkı kendisine verdik ve sanıyorum bu sayede Avcı kendisini daha iyi ifade edebildi.

Avcı aleyhine yazıları kaleme alanların çoğu kendisini tanıdıklarını ve bu kitabı ona yakıştıramadıklarını belirtiyorlardı. Onlara göre Susurluk ve 28 Şubat döneminin şövalye ruhlu polis şefi, kişisel nedenlerle kızmış ve intikam almak için Ergenekonculuğun kara sularına doğru savrulmuştu. Ancak Avcı’yı yakından tanıyanlar onun, tıpkı dün Susurluk ve 28 Şubat süreçlerinde olduğu gibi bugün de kişisel hırs ve öfkeyle böyle bir şeye kalkışmayacağını çok iyi bilirler. Yayında da kendisinin ve yakın çevresinin başına gelenlerin etkili olduğu ama genel bir sorumluluk duygusuyla bu kitabı yazmış olduğu net bir şekilde ortaya çıktı diye düşünüyorum. Avcı ile Ergenekon, Hrant Dink suikasti gibi son dönemin bazı önemli olaylarında epey farklı olduğumuz noktalar var ve bunları yazı dizimizin ilerki bölümlerinde ele alacağım. Yalnız onun “dün muhafazakârlar baskı görüyordu, onların yanında yer aldım; bugün muhafazakârlar baskı uyguluyor onların karşısında yer alıyorum” anlamındaki sözlerinin çok anlamlı ve kilit öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Avcı’nın kitabını dikkatli bir şekilde okuyanlar ve dünkü yayını izleyenler onun Ergenekoncu filan olmadığını çok net bir şekilde görmüşlerdir. Bu nedenle Ergenekonvari bazı çevreler ve kişilerin Avcı’dan “ikinci bir Nurettin Veren” çıkartma çabaları boşunadır. Veren, bilindiği gibi bir dönem Fethullah Gülen’in çok yakınında bulunmuş ve muhtemelen kişisel nedenlerle ayrılmış bir isim. Ayrıldıktan sonra cemaat hakkında ifşaatda bulunan Veren bir dönem kısmi bir ilgi gördü ama sonra samimi bulunmayıp unutuldu gitti. Cemaat ile hep iyi ilişkileri olmuş ama belli bir mesafeyi de korumuş olan Avcı Veren gibi bir “itirafçı” değil. O bir gözlemci ve bambaşka bir noktadan hareket ediyor, kendine göre bir sistem eleştirisi getiriyor ve Gülen cemaatini de bu kapsamda hedef alıyor. Hal böyle olunca Avcı’nın eleştirilerini değersizleştirmek kolay olmuyor, olacağa da benzemiyor.

Kimi çevreler Avcı’nın bu kitabı hükümetle koordineli bir şekilde yazdığına inanıyor veya inanmak istiyor. Avcı yayında böyle bir durumun söz konusu olmadığını belirtti ki benim de izlenimlerim o yönde. Hatta anladığım kadarıyla kitabın referandum kampanyasına denk gelmesi AKP çevrelerini epey rahatsız etmiş ve bunun ardında bir bit yeniği aramaya sevk etmiş. Sırf bu nedenle bile hükümetin Avcı’nın çağrılarına cevap vermeyeceği düşünülebilir. Fakat Avcı’nın medya ablukasının kırılmış olması ve kitabın gördüğü yoğun ilgi hükümetin tam anlamıyla kayıtsız kalmasına izin vermeyeceğe benziyor. Hele Avcı elinde olduğunu söylediği bazı belgeleri açıklamaya başlarsa iş iyice kızışabilir. Örneğin cemaatin Emniyet sorumlusu olduğu söylenen kişi hâlâ ortaya çıkıp “bütün bunlar iftira” demedi.

Son olarak Avcı’ya sorduğum işkence sorusuna değinmek istiyorum. Yayında da söylediğim gibi kitabın en büyük eksiği işkence konusuna hemen hemen hiç değinilmemesidir. Halbuki Avcı’nın meslek hayatının özellikle ilk yılları işkencenin en yaygın olduğu bir dönemdir. Buna şahsen tanık olmuş, yaşamış biriyim. Yayından önce Avcı’ya bunu belirttim ve o da bana tıpkı yayında söylediği gibi 1999’a kadar işkencenin devletin neredeyse tek sorgu metodu olduğunu itiraf etti. Avcı’nın bundan sonra işkence konusuyla doğrudan yüzleşecek bir çalışma kaleme alabileceğini belirtmesini çok önemsiyorum. Umarım Türkiye’nin işkence gerçeğinin sadece mağdurlar tarafından anlatılması geleneği de parçalar ve başka birinci elden tanıklıkların önünü açar.

Avcı’nın yayındaki son sözleriyle bugünkü bölümü noktalamak istiyorum: “Türkiye’de bugün ben de dahil birçok insan , başına bir iftira gelmeyeceğinden emin değil ama herkesin emin olması lazım. Bu inanç Türkiye’de yok. Herkes demeli ki ‘Türkiye‘de adalet vardır, ne olursa olsun benim başıma bir şey gelmez. ’ Ama ben de dahil kimse böyle düşünmüyor, komploya uğrayabilirim düşüncesi var herkeste. ” Doğru.

Yazının devamı...

Susurlukçuların belalısı yoksa Ergenekoncu mu oldu?

Medyada Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında, beklenenin altında yazı çıkıyor ve bunların çoğu kitabı ve yazarını eleştiriyor. Eleştirilerin odağında Avcı’nın Ergenekon soruşturmasıyla ilgili sorduğu sorular ve dile getirdiği kuşkular yer alıyor. Bazıları, Danıştay saldırısı, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner ve diğerleri hakkındaki soruşturma üzerine söylediklerinden hareketle Avcı’yı neredeyse “Ergenekoncu” ilan edecek noktaya gelmiş durumdalar. Öte yandan, başta Doğu Perinçek olmak üzere bazı Ergenekon sanıklarının, tabii bu arada Ergenekon soruşturmasını bir “komplo” olarak görenlerin hatırı sayılır bir bölümünün Avcı’ya ve kitabına sahip çıkması da işeri daha da karıştırıyor. Karıştırıyor çünkü Avcı, Susurluk döneminde epey bir riski göze alıp JİTEM’i, Veli Küçük’ü ve devlet içindeki “derin” yapıları alenen deşifre etmiş bir polis şefiydi. Hatta MİT’e ait bazı telefon numaralarını açıkladı diye kısa süre hapis yatmışlığı bile vardı. Avcı 28 Şubat sürecinde de bugün Ergenekon kapsamında adı geçen kişi ve odakların tam karşısında yer almıştı. Örneğin denizci er Kadir Sarumsak sayesinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde “Batı Çalışma Grubu” adlı bir birim oluşturulduğunu ve askerlerin bir tür darbe hazırlıkları içinde olduğunu ortaya çıkaran isim de Avcı’nın ta kendisiydi.



Avcı’nın kitabında en çok, hiç kuşkusuz, başta Emniyet olmak üzere devletin birçok biriminde Fethullah Gülen cemaatinin kritik bir şekilde örgütlenmiş olduğu iddiası dikkat çekiyor. Halbuki bir zamanlar, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ve Ankara İstihbarat Şube Müdürü Osman Ak Emniyet içinde “cemaatçi avı”na çıktıklarında karşılarına Hanefi Avcı ve bir grup arkadaşı çıkmıştı. Hatta bu yüzden Avcı uzun bir süre “Fethullahçı” olarak bilindi.

Avcı kitabında muhafazakâr bir kişi olduğunu, öğrenciliği döneminde Gülen cemaatine bağlı bir “ışık evi”nde bir süre kaldığını, Gülen’in özellikle eğitim faaliyetlerini takdir ettiğini, hatta iki çocuğunu, cemaate ait Samanyolu Koleji’nde okuttuğunu anlatıyor. Zaten Avcı’nın son çıkışlarını, bu geçmişi ve muhafazakâr yapısı daha da ilginç kılıyor.

Perinçek’in sözleri

İP Lideri Doğu Perinçek önceki gün Ergenekon duruşmasında “Hanefi Avcı çok doğru söylüyor. ‘O Ergenekon davasında karşılaştığınız hakimler hakim değil, savcılar savcı değil, polisler de polis değildir. Onlar gizli bir örgüttür’ diyor. Bu davanın özü budur. Avcı’nın dediği adamlar burada sanık sandalyesine oturacak. Hem de öyle uzun bir zaman da değil, kısa bir süre içinde” demiş. Perinçek-Avcı ilişkisini bilenler için son derece şaşırtıcı sözler bunlar. Zira Avcı kitabında uzun uzun anlattığı gibi , Perinçek ve onun denetimindeki yayın organları yıllar boyunca Avcı’yı bir hedef olarak görmüş ve göstermişlerdi. Avcı Perinçek hakkında şöyle yazıyor: “Perinçek grubunun İşçi Partisi hiçbir zaman klasik anlamda bir siyasi parti olmadı. Her zaman askeri, güvenlik ve istihbarat konularının içinde oldu. İddiaları ve söylemleri sanki herhangi bir istihbarat teşkilatının söylemleri gibiydi. Öyle ki sıradan bir istihbarat örgütünün toplayamayacağı bilgileri topluyor ve anlatıyordu.”

Bazılarının iddia ettiği gibi, Veli Küçük’ü ve onun karanlık ilişkilerinin deşifre olmasında epey katkısı bulunan Avcı’nın bugün onunla aynı noktaya gelmiş olması hiç de gerçekçi değil. Nitekim medyadaki üstünkörü eleştiriler yerine kitabın kendisini dikkatle okuyanlar, Avcı’nın Ergenekon soruşturmasına karşı olmadığını ancak onun içindeki bazı öğeleri, özellikle de soruşturmanın yürütülüş biçimini eleştirdiğini göreceklerdir. Yarınki yazımızda Avcı’nın Ergenekon, Hrant Dink suikastı gibi konularda dile getirdiği yaklaşımları eleştirel bir şekilde ele alacağız.



Avcı: Öcalan ve PKK ile görüşmeden hangi sorun
halledilebilir?


Hanefi Avcı, kitabının önemli bir bölümünü 1984-1992 yılları arasında görev yaptığı Diyarbakır’da görüp, duyup yaşadıklarına ayırmış. PKK’nın ilk ciddi silahlı eylemleri olan Eruh ve Şemdinli baskınlarını 15 Ağustos 1984 günü gerçekleştirdiği düşünüldüğünde Avcı’nın güvenlik bürokrasisi içinde Kürt sorunu ve PKK’yı en iyi bilen isimlerden biri olduğu anlaşılacaktır.

Her ne kadar Güneydoğu Anadolu bölgesinin merkezi Diyarbakır olsa da PKK uzun yıllar bu ilde önemli silahlı eylemler düzenlemedi. Avcı da 8 yıl boyunca Diyarbakır’daki işlerin azlığından istifade edip bölgenin, PKK’nın daha etkili olduğu diğer illerine gitmiş, orada görev yapan subaylarla tanışmış. Bu arada JİTEM’in önde gelen isimlerinden Cem Ersever ile çok yakın bir ilişkisi olduğunu, onun PKK ile mücadele adına yasadışı yollara başvurmuş olduğunu anladığını, hatta kendisini uyarmış olduğunu da kitaptan öğreniyoruz.

Avcı’nın kitabı bize, devletin PKK ile mücadele adına bölgeye yoğun bir şekilde kaynak ve kadro aktarmasına rağmen neden bir türlü başarılı olamadığını anlamamıza yardımcı olacak bir dizi ipucu sunuyor. Özellikle istihbarat konusundaki eksikliklerin altını sıklıkla çizen Avcı Kürt sorununun bugün geldiği noktada tek bir çözüm yöntemi görüyor: “Sorunları diyalogla, barış içinde çözme yöntemi olarak demokratik açılım.”

Avcı kitabında, PKK ve Öcalan’ın günümüzdeki tavırlarını “Türkiye için bulunmaz şart” olarak niteliyor ve şöyle devam ediyor: “Türkiye bu nimetin farkında değildir. Bu savaşın bitmesi için bütün şartlar olgunlaşmış ve her şey hazırdır. Örgütün, devlet istese ve planlasa dahi öngöremeyeceği kadar iyi bir noktaya gelmiş ve çok iyi bir fırsat yakalanmış olmasına rağmen, devlet hâlâ bu fırsatın farkında değildir.”

Avcı son günlerin en kritik tartışma konularından biri olan PKK ve Öcalan’ı muhatap alıp almama konusundaki görüşünü de açık bir şekilde dile getiriyor: “Şimdi de ‘Öcalan ve PKK ile görüşülemez’ deniyor. Peki kiminle görüşülecek? Sorun oradaki sıradan halk değil ki. Sorunu davanın şahsında somutlaştığı Öcalan ve örgüttür. Onlarla görüşülmeden hangi sorun halledilebilir? Daha doğrusu onlardan başka konuşacak bir muhatap var mı ki? Bugün muhatap alınacak herkes ancak oradan izin aldığı zaman konuşabilir.”

Ortada çok çelişkili bir durum var: Avcı’nın kitabı tam da referandum kampanyasının ortasında çıktı. Hatta birçok “evet” yanlısı, Avcı’yı, kitabı bilerek böyle bir zamanda çıkardığı iddiasıyla eleştiriyorlar. Bunda, “hayır” cephesinden birçok kişinin Avcı’ya ve kitabına sahip çıkması da etkili oluyor. Ancak kampanyanın şu anki ana eksenini, devletin (ve hükümetin) PKK ve Öcalan ile görüşüp görüşmediği tartışmalarının oluşturduğu akılda tutulursa işler karışıyor.

PKK ve Kürt sorununa bakışı bile, Avcı’nın siyasi çizgi olarak muhalefetten ziyade iktidar partisine yakın olduğunu gösteriyor. Fakat ülkedeki kamplaşma öyle boyutlarda seyrediyor ki ak ile kara arasındaki renklere, yani griye kimse bir alan açmak istemiyor. Bu nedenle Avcı’nın kitabı da birbirinden farklı konularda çok ciddi gözlem, analiz ve öneriler içermesine rağmen çatışan kamplardan hangisinin daha çok lehine, hangisinin daha çok aleyhine olduğu gibi basit bir hesaplama ışığında ele alınıyor.



YARIN: Avcı’nın gözüyle Ergenekon soruşturması, Erzincan davası ve Hrant Dink suikastı

Yazının devamı...

Avcıydı av oldu, şimdi avcılarını avlıyor

Amerikan filmlerinde sık sık karşımıza çıkan bir olguyla karşı karşıyayız. Sistemin tam içinden biri, kendisini var eden değerleri de sonuna kadar sorgulamayı göze alarak, o sistem dediğimiz arı kovanına çomak sokuyor, hatta o kovanı alıp yere çarpıyor.

Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” adlı romanı “Bir gün bir kitap okudum bütün hayatım değişti” diye başlar. Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat” kitabı için pekala “Bir gün bir kitap yazdı, bütün hayatımızı değiştirebilir” diyebiliriz.
Bu kadar iddialı bir cümleyi şu hususlardan hareketle kurabiliyorum:

1-Bugün Türkiye’de “polis” denince ilk akla gelen isimlerden birisi, belki de birincisi Hanefi Avcı’dır;

2-Avcı, Türk polis teşkilatının çoğunluğunu oluşturanlar gibi milliyetçi-muhafazakâr bir düşünce yapısı ve yaşam biçimine sahiptir;

3-Avcı’nın Emniyet Müdürlüğü’nde istihbarat dairesinin kökleşmesi ve etkili hale gelmesinde; özellikle teknik istihbarat altyapısının kurulup geliştirilmesinde çok önemli rolleri olmuştur;

4-Bugün Emniyet’te, özellikle istihbaratla ilgili birimlerde görev yapan çok kişinin yetişmesinde Avcı’nın doğrudan payı vardır;

5-Avcı, o sırada görevde olmasına rağmen tanıklık yaparak ve hatta medyaya çıkarak Susurluk sürecinde çok etkili bir rol oynamıştır;

6-Avcı 28 Şubat sürecindeki çalışmaları nedeniyle de TSK’nın tepkisine yol açmıştır;

7-Susurluk ve 28 Şubat sürecindeki pozisyonları nedeniyle zaten “dürüst” olarak bilinen Avcı’nın “demokrat” bir polis şefi olduğu da tescillenmiş, bu sayede medyada birbirinden farklı görüşlere sahip gazeteci ve köşe yazarlarıyla çok iyi ilişkiler kurmuştur;

8-AKP’nin iktidara geldikten kısa süre sonra Avcı’yı KOM Daire Başkanlığı görevine getirmesi genel olarak olumlu karşılanmış, daha sonra Edirne Emniyet Müdürlüğü’ne sürülmesi de yadırganmıştır;

9-Avcı bugün Emniyet’i ve devletin birçok organını ele geçirmekle suçladığı Fethullah Gülen cemaati üyelerini yakından tanımaktadır, hatta bazılarını bizzat kendisi yetiştirmiştir. Cemaat üye ve yöneticileri de bir zamanlar adı “Fethullahçı”ya çıkmış Avcı’yı yakından tanırlar.

Avcı’ya çamur yapışır mı?

Hanefi Avcı gibi birinin, Türkiye’de eşine az rastlanır bir biçimde, aktif görevdeyken bir kitap yazması; bu kitapta sadece anılarını, o da üstü kapalı bir şekilde, anlatmakla yetinmeyip ülkenin bugünü hakkında çok derinlikli analizler yapıp bazı kişi ve çevrelere açık ve net bir şekilde çok ciddi suçlamalar yöneltmesi son derece normaldir. Anormal olan, bu kitabın medyada bir türlü hak ettiği ilgiyi bulmaması, hakkında yazılanların çoğununsa, kitabın içeriğinden, orada dile getirilen iddialar ve sergilenen belgelerden çok Avcı’nın neden bu kitabı, bugün yazıp yayınladığı üzerine yoğunlaşmasıdır.

Avcı’nın bu kitabı kişisel ihtirasları veya kırgınlıkları nedeniyle yazdığını ileri sürenler onu yakından tanıdıklarını ve bu yaptığına şaşırdıklarını eklemeyi de ihmal etmiyorlar. Onu tanıyan gazetecilerden Gürkan Zengin ise dün Star Gazetesi’nde “Bazı adamlar, bazı isimler vardır, onların üzerine çamur yapışmaz. Ne yapsanız, ne etseniz o isimleri yıpratamazsınız. Bizim tanıdığımız Hanefi Avcı öyle bir adamdır. İşini iyi yapan, devlet aidiyeti kuvvetli ama bundan önce devlet telakkisi sağlam bürokratlardan biridir” diye yzdı. Belli bir süredir Hanefi Avcı’yı tanıyan biri olarak, ben de Gürkan gibi düşünüyorum. Avcı ile dünya görüşü ve yaşam tarzlarımız büyük ölçüde farklıdır. Bununla birlikte kendisiyle birçok kez son derece verimli sohbetler yaptık. O benim kitaplarımı okumuş ve eleştirmiştir. Ben de onun kitabını bir solukta okudum ve birkaç gün boyunca, kitabının olabildiğince objektif ve serinkanlı bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağım.

Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında yazılanlarda tabii ki Fethullah Gülen cemaati hakkındaki suçlamaları, Ergenekon ve benzer davalar hakkındaki görüşleri ve özellikle Güneydoğu’da görev yaptığı yıllarla ilgili anıları öne çıkartılıyor. Daha sonraki günlerde biz de bu konuları ayrı ayrı ele alacağız ancak kitabı değerlendirmeye giriş bölümüyle başlamak daha isabetli olur. Zira “Neden yazıyorum?” diye başlayan 3. sayfadan “Köydeki okul yıllarım” başlıklı 22. sayfaya kadarki bölümün kitabın kalbini oluşturduğunu düşünüyorum.

“Hiçbir polis benim kadar değişik olay yaşamamıştır. Suçlu gördüğüm kişilerle fiziken ve ruhen mücadele etmekten, silahlı çatışmaya; en teknik cihaz ve sistemlerle onlara karşı çıkmaya kadar her sahada ve her türlü polisiye olayda yer aldım” diyen Avcı hemen ardından şu çarpıcı değerlendirmeyi yapıyor:

“Sonra bir anda polislikten, devletin güvenlik gücü olmaktan, yani avcılıktan sistemin istemediği, yanlış bulduğu bir hedef, bir av konumuna düştüm.”
Bunun, Avcı’nın kişisel nedenlerle bu kitabı yazdığını ileri sürenler için kullanışlı bir cümle olduğu açık. Nitekim Avcı kitabın ilerki bölümlerinde, bizzat kendi yetiştirdiği bazı polis şeflerinin nasıl yasadışı yollarla kendisini dinlediklerini; en yakın arkadaşlarına nasıl bazı meslektaşlarının komplolar kurduğunu; kefil olduğu bazı polis şeflerinin nasıl, sırf “cemaat” ile farklı düştükleri için yerlerinden olduklarını anlatıyor. Ama kitabın bütününü okuduğunuzda bü kitabın bir “kişisel hesaplaşma” değil Türkiye’deki mevcut devlet sisteminin, içeriden ve cesur bir sorgulaması olduğunu görüyorsunuz.

Türk sağına içerden eleştiri

Hanefi Avcı’nın şu sözlerinin altı defalarca çizilmelidir: “Başta fark edemesem de yaşadığım her olaydan bir emare alarak 32 yılın sonunda çok samimi olarak inandığım, hiçbir karşılık beklemeksizin uğruna gece gündüz çalıştığım, varlık sebebi gördüğüm değerlerin, ihtiyaca cevap vermediğini, hatta tüm sorunlarımızın kaynağı olduğunu anladım. Bu gerçeği kabullenememenin, kendime bile itiraf edememenin öldürücü tesirini yaşadım.” Avcı’nın milliyetçi-muhafazakâr değerlerle yoğrulmuş bir polis şefi olduğu, Emniyet teşkilatının ezici bir çoğunluğunun da tıpkı onunki gibi bir profil çizdiği, hatta Türkiye’nin çoğunluk itibariyle Sünni muhafazakârlık ve Türk milliyetçiliğinin egemenliği altında olduğu bilindiğinde onun bu değerlendirmeleri daha fazla değer kazanıyor. Sonuçta Amerikan filmlerinde sık sık karşımıza çıkan ama Türkiye’de pek rastlamadığımız bir olguyla karşı karşıyayız: Tam içinden biri, kendisini var eden değerleri de sonuna kadar sorgulamayı göze alarak, o sistem dediğimiz arı kovanına çomak sokuyor, hatta o kovanı alıp yere çarptığını bile söyleyebiliriz.

Avcı’nın bu kitabı, avcıyken ava dönüşmesine duyduğu tepkiyle, yani kendi avcılarını ava giderken avlama amacıyla yazmış olabileceği gerçeği onun 32 yıllık deneyiminden hareketle geliştirdiği sistem eleştirisini gölgelememeli.

Yarın:

*Avcı’ya göre devlet neden PKK’yı dize getiremedi?

* PKK sorununun çözümü için devlet kimi muhatap almalı?

Yazının devamı...

Anayasa paketini mi oylayacağız, yoksa?..

12 Eylül’de seçmen neyi onaylayacak? Toplam 26 maddelik bir Anayasa değişikliği paketini. İşin özünde Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısını yeniden düzenleyen maddeler var. Bir de 12 Eylül 1980 askeri cuntasının sorumlularını koruyan Geçici 15. maddenin kaldırılması.

Fakat CHP ve MHP’nin bu referandumu, hükümete yönelik bir güven oylamasına dönüştürmek istediklerini görüyoruz. Yanlış yapıyorlar ama siyasetin doğası gereği, bir noktadan sonra anlaşılabilir bir strateji. Hükümet de, bir bakıma referandumun bir güven oylaması şeklinde algılanmasından rahatsız değil. Daha doğrusu, eğer “Evet” oyları daha çok çıkarsa, hele açık bir ara olursa, “seçmen hem paketi onayladı, hem bize güvenoyu verdi” diyecek. “Hayır”ın çok çıkması durumundaysa, seçmenin kendilerini değil paketi reddettiğini söyleyecek. Muhalefetin de benzer bir şekilde, “Hayır” çıkarsa hükümetin güvenoyu alamadığını, “evet” çıkarsa seçmenin sadece paketi onayladığını söyleyeceğini kestirmek zor değil.

Psikolojik harekat

Ama referandum kampanyası o kadar sert geçiyor ki, olay hükümetin oylanmasını da çoktan aşmış durumda. Özellikle iktidar partisi yetkilileri ve ona destek veren çevreler propagandanın ötesinde, bıktırıcı bir psikolojik harekat yürütüyorlar. Bu harekatta beş ana kesime ayrı ayrı yüklenildiğini görüyoruz: 1) Muhafazakâr kesimde yer almakla birlikte, şu ya da bu nedenle AKP’ye güvenmeyen kişi ve çevreler; 2) MHP’nin “hayır” kampanyasını delmek için ülkücüler; 3) CHP’yi sarsmak için her türden solcular;
4) BDP’nin boykot kampanyasını aşmak için Kürtler; 5) Evet konusunda istekli olmayan meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri.

Sonuç olarak “evet” cephesi, aynı anda İslamcıya İslamcılığı, solcuya solculuğu, ülkücüye ülkücülüğü, Kürt’e Kürtçülüğü, STÖ’lere de sivilliği aynı anda öğretmeye kalkıyor. İşin ilginç yanı, bir tarafı ikna etmek için diğer tarafı ötekileştirmekten de çekinmiyorlar. Örneğin bir ülkücüye “Ne yani PKK ile aynı çizgide olmayı nasıl kabul edersin?” diye sorarken, bir Kürt’e de “MHP ile birlikte hareket etmeyi nasıl sindiriyorsun?” diyebiliyorlar.

Vatan Cephesi gibi

Özellikle iktidar partisinin temsilcilerinin referandum kampanyasında demokrasinin evrensel değer ve kurallarını hiçe saydıklarını da sıklıkla görüyoruz. Örneğin Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın “Paketin ülkeye neler kazandıracağını gördükten sonra bu pakete hayır diyenin ya aklından bir zoru vardır ya da vatan sevgisiyle ilgili bir sıkıntısı vardır” sözlerinin (faşist olmayan) herhangi bir Avrupalı siyasetçinin tüylerini ürperteceği kesindir.

Referandum kampanyasında rol çalmaya kalkan (kimbilir bu yolla Kılıçdaroğlu’ndan intikamını alacağını sanan) Melih Gökçek’in CHP Liderinin soy-sopunu kurcalamasına kendi partisinden açık bir itirazın gelmemesi de son derece ürküntü vericidir.

Tabii bu arada Başbakan Erdoğan’ın “taraf olmayan bertaraf olur” sözünün hakkını yememek lazım. Erdoğan bu sözü esas olarak pakete açıkça evet demeyen TÜSİAD’a yönelik etti. Onun TÜSİAD’ı herhangi bir tarafı tutmaya değil de kendi yanında olmaya çağırdığı açık. Bir zamanların radikal İslamcı örgütü İbdacıların meşhur ettiği çoğulculuğu yadsıyan, dolayısıyla anti-demokratik olduğu su götürmez olan bu sloganın Başbakan’ın şiarı haline gelmesi hazindir.
Erdoğan bu kampanyada sık sık Adnan Menderes’e ve DP’ye de olumlu anlamda atıfta bulunuyor. Babası da DP’li olduğuna göre anlaşılır bir şey. Ama AKP’lilerin ağızlarından son dönemde çıkan birçok sözün bana DP’nin son yıllarındaki “Vatan Cephesi”ni çağrıştırdığını da söylemeliyim. Çünkü benim babam da CHP’liydi ve DP’nin iktidarı döneminde CHP Hopa İlçe Başkanı olarak maruz kaldığı baskıları, çektiği çileleri kendisinden çok dinlemişliğim vardır.

Yazının devamı...

Erdoğan'ın Gökçek'e ihtiyacı var mı?

Melih Gökçek’in başlattığı “soy-sop” meselesine girmek aslında hiç de istediğim bir şey değildi. Bunun iki ana nedeni var:

1) Bir gazeteci olarak, her ne kadar kendisi ilgi alanlarımın tam ortasında yer alsa da, Gökçek’ten söz etmek, hakkında yorum yapmak öteden beri hoşlandığım bir şey değildir. Kendisinden çekindiğimden filan değil, fakat kendisini bir şekilde muhatap aldığımda benden bir şeylerin eksileceğini düşünmüşümdür.

2) Bu soy-sop muhabbetleri dönüp dolaşıp her toplumda alttan alta varlığını etkili bir şekilde sürdüren ırkçılığın ve buna bağlı olarak “sıradan faşizm”in işine yarar. Sık sık öyle anlar gelir ki, bir ırkçıya ırkçı olduğunu söylediğiniz için siz “düşünce ve ifade özgürlüğüne karşı” olmakla itham edilebilirsiniz.
Ama dün Yeni Şafak’ta, benim “gerilla gazeteci” olarak tarif ettiğim, dostum Hakan Albayrak’ın yazısını (http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t= 18.08.2010&y=HakanAlbayrak ) okuduktan sonra Gökçek ve onun beslediği ırkçı-faşist söyleme karşı sessiz kalmanın söz konusu olamayacağını düşündüm. Hakan haklı olarak Gökçek’in “Bütün etnik kimliklere saygılıyız. (Kılıçdaroğlu’nun) Anne tarafından Ermeni olması hiç sorun değil, ama bunu gizlemesi yakışık almıyor. Ermenilik utanılacak bir şey değil ki...’ teviline kim inanır?” diye soruyor. Gerçekten tam Gökçek’e uygun bir davranış. Kılıçdaroğlu’nun soy-sopunu kurcalamasının ayıbını yoksayarak CHP liderini “yakışıksız” davranmakla suçlayabiliyor. Aslında bu konuyu daha fazla uzatmaya gerek yok. Gökçek ve onu türündekilere en güzel cevabı Hrant Dink’in cenazesinde onbinlerce vatandaş “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla vermişti.

İki farklı akım

Hakan Albayrak’ı en çok şaşırtansa Başbakan Erdoğan’ın Gökçek’i uyarmak yerine Gaziantep’teki konuşmasında “Ben buradan muhaliflere sesleniyorum; önemli olan boy değil, önemli olan soy, soy!” demesi olmuş. İşte bu noktada soy-sop meselesini bırakıp Erdoğan-Gökçek ilişkisini biraz irdelemek yararlı olabilir. Bilindiği gibi 1994 yerel seçimlerinde RP adayı Erdoğan’ın İstanbul, Gökçek’inse Ankara büyükşehir belediyelerini kazanmaları deprem etkisi yaratmıştı.

O seçimlerin hemen ardından çıkan “Ne Şeriat Ne Demokrasi, RP’yi Anlamak” adlı kitabımda Erdoğan ile Gökçek’in RP’de iki ayrı akımı temsil ettiklerini söylemiş ve şu tahlili yapmıştım: “Erdoğan’ın başını çektiği yenilikçi kanat RP’nin ruhuyla ‘83 ANAP ruhu’nu harmanlayabilir. Erbakan sonrasının en güçlü lider adayı olan Erdoğan, RP’den, ‘yeni ve daha İslami bir ANAP’ çıkarabilir. Erdoğan’ın globalleşmeyi gözeten liberal-kentli stratejisinin karşısına Gökçek’in İç ve Doğu Anadolu’daki ‘ezan-bayrak’ duyarlığını gözeten faşizan-taşralı stratejisinin çıkması ihtimal dahilindedir.”

İnişli-çıkışlı grafik

O günden bu yana Erdoğan ile Gökçek’in ilişkileri hep inişli-çıkışlı bir grafik izlemiştir. Fazilet Partisi’nin kapatılması üzerine yasaklı Erdoğan’ın siyasi geleceğinin kalmadığı öngörüsünde bulunan Gökçek, AKP’nin kurulmasından önce Demokrat Parti üzerinden sağın liderliğine soyunmuş, hatta Washington’a kadar uzanmış, nihayet gecikmeli de olsa AKP’ye katılmıştı.

Son yerel seçimler öncesi AKP’de adı en son açıklanan adaylardan biri olması da bize, Erdoğan başta olmak üzere iktidar partisi yöneticilerinin (bu arada Köşk’e çıkmış olan Gül’ün) kendisinden sonunda kurtulmak istediklerini düşündürtmüştü.

Gökçek’in referandum sürecinde Kılıçdaroğlu’nu yıpratma işine soyunmuş olması, kendisini partisine yeniden kabul ettirme gayreti olarak bir yere kadar anlaşılabilir, fakat bu anayasa paketiyle Türkiye’yi daha da demokratikleştirme iddiasındaki iktidar partisinin (ve tabii ki Başbakan’ın) onun önünü açıyor olmasını anlamlandırabilmek pek mümkün değil.

Erdoğan’ın ve bu paketin geçmesini arzulayanların Gökçek’e ve onun ırkçı söylemlerine sahiden ihtiyacı var mı?

Yazının devamı...

Bu ateşkesin arkası gelebilir

PKK tarihi boyunca birçok kez “ateşkes” ilan etti. Ancak istisnai durumlar dışında, “ateşkes” süresince militanlarını ülke toprakları dışına çıkartmadığı, güvenlik güçleri de operasyonlarını sürdürdüğü için bu “ateşkes”ler kısa süre içinde anlamlarını kaybetti. Bu arada bir yandan ateşkes sürerken diğer yandan PKK merkezinden bağımsız (en azından özerk) hareket eden bazı grupların, değişik gerekçelerle düzenlediği saldırılara ve merkezin bir-iki günlük gecikmelerin ardından bunları üstlendiğine de tanık olduk. Özellikle bu tür durumlar son dönemde sıklıkla yaşanır oldu ve PKK’nın bazı iç ve/veya dış odaklar tarafından kullanıldığı yorumlarına kapı araladı.

PKK’nın ilan ettiği hiçbir “ateşkes” bir “silah bırakma” değildi ve hemen tümünün belli bir süresi vardı. Kimi durumda süre uzatılırken kim durumda da süresi gelmeden iptal edildiği de oldu. Sonuçta “ateşkes” anlamını iyice yitirdi ve belli bir heyecan yaratmaz oldu. Bunun üzerine örgüt “ateşkes” yerine “eylemsizlik” veya “çatışmasızlık” terimlerini kullanır oldu.

“Ateşkes” denince ilk akla gelenlerden biri Turgut Özal döneminde Celal Talabani aracılığıyla ilan edilen 1993 ateşkesiydi. Ateşkesle doğan umutlar, Bingöl’de sivil giysili 33 askerin 24 Mayıs günü, Şemdin Sakık komutasındaki PKK grubu tarafından şehit edilmesiyle suya düşmüştü. İkinci olarak, Öcalan’ın 1999’da yakalanmasından hemen sonra ilan ettiği ve onun direktifleriyle silahlı örgüt üyelerinin ülke dışına çıkartıldığı ve yıllarca süren ateşkes, devletin gerekli adımları atmaması nedeniyle kalıcı bir barışa dönüşemedi.

Referandumun kaderi

PKK’nın en son olarak ilan ettiği “eylemsizlik” kararı öyle bir döneme denk geldi ki Türkiye’de beklenmedik sonuçlara yol açabilir. Öncelikle 12 Eylül’deki referandumun kaderinin bu son ateşkesle büyük ölçüde değişeceğini tahmin edebiliriz. Bunun iki ana nedeni var:

1) Referandum sürecinde PKK’nın saldırılarını sürmesi durumunda, “hayır” çağrısı yapan muhalefet partileri, özellikle MHP bunun propaganda malzemesi olarak kullanacaklardı. Nitekim hükümet ve onu destekleyen çevreler, PKK eylemlerinin ana amacının “referandumu engelleme” olduğunu ileri sürüyorlardı. Dolayısıyla PKK eylemsizlik kararı alarak referandumu engellemek gibi bir niyeti olmadığını göstermiş oldu.

2) BDP’nin aldığı “boykot” kararının referandum sonucuna doğrudan etki yapacağını kestirmek zor değildi. PKK’nın eylemlerini sürdürmesi durumunda özellikle Güneydoğu’da bazı seçmenlerin sandık başına gitmesinin zor yoluyla engellenmesi mümkündü. Şimdiki durumda oy kullanmak isteyen bölge seçmeninin korkacağı pek bir şey kalmamışa benziyor. Daha da önemlisi, Öcalan avukatları aracılığıyla “boykot” kararını sorguluyor ve PKK tabanının “evet”e doğru yönelmesine kapı aralıyor. Son ana kadar ona bakarak hareket eden seçmenlerin nasıl oy kullanacaklarını tahmin etmek zor olmakla birlikte Öcalan’ın son açıklamaları ve ateşkes kararıyla birlikte “boykot” kararına büyük ölçüde gölge düştüğü açıktır.

Ruh üçüzünden ruh ikizine

Başbakan Erdoğan ve onu destekleyenler, BDP’nin “boykot” kararını çarpıtıp “hayır” gibi gösterdiler ve CHP, MHP ve BDP’yi “ruh üçüzü” olarak tanımlamaktan geri durmadılar. Ancak gerek “eylemsizlik” kararı, gerekse Öcalan’ın net olmayan açıklamalarıyla birlikte durum tersine döneceğe benziyor. Hal böyle olunca muhalefetin, özellikle de MHP’nin AKP ile BDP’yi “ruh ikizi” olarak tanımlamasına tanık olabiliriz.

PKK’nın son “eylemsizlik” kararı sadece referanduma etki etmekle kalmayacak, hükümetin Kürt açılımını kaldığı yerden yeniden hızla devreye sokmasına da sebebiyet verebilir. TSK komuta kademesindeki son düzenlemelerin ardından hükümet, tabii eğer arzu ederse, bu ateşkesi “tek yanlı” olmaktan çıkarıp “iki yanlı” hale getirebilir ve bu süreç silahların tamamen bırakılmasına kadar uzayabilir. Tabii bunun için referandumdan güçlü çıkması gerekiyor. Ve görüldüğü kadarıyla Öcalan ve PKK iktidar partisine bu noktada ciddi anlamda katkı sunuyorlar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.