Şampiy10
Magazin
Gündem

AKP'ye rağmen evet'e karşı 'AKP yüzünden hayır'

SANDIĞIN ARİFESİNDE 4

Hemen hemen her seçim öncesinde benzer ifadelerle karşılaşırız: “Bu seçimin kaderini kararsızlar belirleyecek!” Belki tüm seçimler için isabetli olan bu tespitin en çok Pazar günü yapılacak referanduma yakıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama ufak bir eklemeyle: “Bu referandumun kaderini kafaları karıştığı için kararsız olan seçmenler belirleyecek.”



Düşünsenize bir yanda CHP, MHP, DP, TKP, ÖDP, İP gibi birbiriyle alakasız, hatta yer yer birbirine zıt partilerin oluşturduğu bir hayır bloğu; karşısında AKP, SP, BBP, DSİP, EDP gibi yine biraraya gelmeleri hayli zor partilerin oluşturduğu bir evet bloğu. Bu arada BDP’nin boykot çağrıları. Sivil topluma baktığımızda da benzer bir cepheleşmeyle karşılaşıyoruz. Üstelik taraflar birbirlerine çok sert eleştiri ve suçlamalarla yükleniyorlar.

Rakiplerinin soyunu sopunu kurcalayanlardan, kendilerinden farklı oy kullanacakların zekalarını, vatan sevgilerini sorgulayana kadar tam bir kördöğüşüne tanık oluyoruz. (Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu’nun, benim gibi kendisini yıllardır tanıyan ve sevenlerde büyük bir şaşkınlığa ve toplumda infiale yol alan, TÜSİAD’a yönelik “konsomatris” yakıştırmasını muhakkak kayda geçirmek lazım.)

Güven oylaması

İnsanların kafasını daha çok karıştıran husus, kampanya boyunca oylanacak olan anayasa paketinin hiç denecek kadar az tartışılması ve referandumun daha yolun başında hükümete yönelik bir güven oylamasına dönüşmesi. Çelişkili gibi görünecek bir yorum yapmak istiyorum: Muhalefet referandumu güven oylamasına dönüştürerek, iktidar partisi de bu meydan okumayı kabul ederek peş peşe hata yaptılar. AKP’nin hatasının geç de olsa farkında olduğunu, Başbakan Erdoğan’ın son günlerde “Evet oyları bana ve partime verilmiş olmayacak” diye ısrar etmesinden anlıyoruz. Lakin şu saatten sonra bu imajı değiştirebilmesi imkansız gibi.
Her ne kadar bu referandum hükümete yönelik bir güven oylaması halini almış olsa da anayasa paketinin hiç mi hiç etkili olmayacağını söyleyemeyiz. Bu bağlamda yazımızın başlığına geçebiliriz. Seçmen içinde tercihini evet, hayır ya da boykottan yana yapmış olanları bir kenara bırakacak olursak, kafası karışıkların önünde iki seçeneğin kaldığını düşünüyorum:

1) Bir grup seçmen, belki de son dakikada AKP’ye rağmen evet diyecek. Yani paketin kendisine olumlu, AKP’nin niyetine kuşkuyla bakıp kötünün iyisi olarak evet demeyi tercih edecekler. “AKP’ye rağmen evet” ile “yetmez ama evet” sloganlarının farklı olduğunu düşünüyorum. “Yetmez ama evet”çiler, büyük ölçüde “statükocu” olarak tanımladıkları hayır cephesine bakarak hareket ediyorlar ve AKP’yi hemen hemen hiç eleştirmiyorlar, eleştirileri varsa da bunları erteliyorlar.

2) Diğer bir grup da paketle pek sorunları bulunmasa, hatta ona olumlu baksalar bile, sırf arkasında AKP olduğu için hayır oyu kullanacağa benziyorlar. Başbakan Erdoğan’ın son günlerde dilini yumuşatmasında “AKP yüzünden hayır” diyecekleri engelleme niyetinin bulunduğu aşikâr, ama örneğin “Hayır diyenler darbecidir” anlamına gelecek sözler sarf etmesi, ülkenin demokratikleşmesini arzulamakla birlikte iktidar partisinin demokrasiyle olan ilişkisine zaten kuşkuyla yaklaşanları daha da kaygılandırıyor.

Yazının devamı...

Referandum ve Kürt hareketi

SANDIĞIN ARİFESİNDE 3

Referandumda evet cephesi esas olarak MHP ve BDP tabanlarında gedikler açmak istiyor. Tabii birbirine zıt, dolayısıyla birbirini besleyen iki siyasi hareket (Türk ve milliyetçiliği) söz konusu olduğu için, evetçiler, özellikle de AKP kampanya sırasında yer yer ikili bir dil kullanmak zorunda kalıyorlar.

Daha önce de dile getirdiğimiz gibi, kampanyanın ilk günlerinde AKP’liler, CHP, MHP ve BDP’nin birlikte hareket ettiklerini, yani “ruh üçüzü” olduğunu söylüyorlardı. BDP’nin diğer iki parti gibi “hayır” değil de “boykot” kararında olması gerçeğini çarpıtma temelindeki bu yaklaşım, PKK’nın birden “eylemsizlik” kararı almasına pararlel olarak boykotun gevşeyebileceği, hatta tamamen kalkabileceği umuduyla büyük ölçüde askıya alınmıştı. Fakat zaman içinde BDP’lilerin geri adım atmaması, daha önemlisi İmralı ve Kandil’in “boykotun derinleştirilmesi” çağrısı yapmasıyla tekrar eski söyleme dönüldüğünü görüyoruz.



Boykot kime yarar?

Evetçiler boykotun hayırcılara, hayırcılar da evetçilere yaradığında ısrarlı. Bugün itibarıyla boykotun evet’in aleyhine olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz zira BDP’nin etkisi altındaki seçmenin ezici bir çoğunluğunun normal şartlarda bu paketi destekleyeceğini biliyoruz. Yine de boykotun referandumda neyi değiştirip değiştirmediğini anlayabilmek için 12 Eylül gecesini beklememiz şart. Eğer katılma oranı BDP’lilerin umduğu gibi epey düşük çıkarsa ve sandıktan az farkla hayır çıkarsa, işte o zaman BDP’nin (dolayısıyla Öcalan ve PKK’nın) ülkenin kaderini değiştirmiş olduğunu söyleyebileceğiz. Zaten Kürt siyasi hareketi bütün hesaplarını böyle bir sonuç üzerine yapıyor.
Fakat boykota rağmen sandıktan evet çıkarsa, hele hayır’lara epey bir fark atılırsa, AKP, Kürt siyasi hareketine koymuş olduğu mesafeyi daha da açabilir. Bütün bunlara ek olarak Güneydoğu’da katılımın, boykota rağmen normal düzeylerde seyretmesi halinde iktidar partisi BDP ve onun gerisindeki güçlere “size hiçbir şekilde ihtiyacım yok” diyebilecektir.

Farklı açmazlar

Bu referandumda AKP’nin en büyük açmazlarından biri şu: Evet’i garantilemek için Kürt seçmenin oyuna şiddetle ihtiyacı var. Fakat Kürt siyasi hareketiyle bir şekilde pazarlık ettiği, işbirliği yaptığı gibi bir imajın ortaya çıkması durumunda ülkenin Batısında, en çok da İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’de ciddi oy kayıpları yaşayabilir. Bu nedenle Başbakan Erdoğan, siyasi temsilcilerini baypas ederek doğrudan Kürt seçmene seslenmeye çalışıyor.
BDP’ninse birçok açmazı bulunuyor: Örneğin daha önce sine-i millet kararında olduğu gibi Öcalan son dakikada boykot kararından vazgeçilmesini dayatabilir. Her ne kadar bu ihtimal her geçen gün azalıyor olsa da yine de belli olmaz. Örneğin PKK içinden bazı unsurlar, eylemsizlik kararına rağmen şu ya da bu bahaneyle her an bir terör eylemi gerçekleştirebilirler. Ama en önemli açmaz, BDP tabanının 12 Eylül Anayasası’nda yapılacak her türlü desteğe baştan sıcak bakmasıdır. Yani BDP yönetimi seçmenini ikna etmekte yer yer zorlanabilir.

Son bir not: Her ne kadar evetçi medya epey abartsa da, AKP’nin, bazı meslek kuruluşları yöneticileri ve PKK dışındaki kimi Kürt milliyetçilerini evet saflarına çekmesinin nispi bir etkisi olacağını düşünüyorum. Adı geçen kişilerin neredeyse hiçbirinin Kürt siyasi hareketinin anaakımıyla organik bir ilişkisi yok. Fakat şunu tekrarlamakta da yarar var: Güneydoğu’da referandumu boykot edecek seçmenin hatırı sayılır bir bölümü bunu canı gönülden değil de tatsız bir vazifeyi yerine getirir gibi yapacağa benziyor.

YARIN: Referandumda ne olur?

Yazının devamı...

Referandum ve ülkücü hareket

SANDIĞIN ARİFESİNDE 2

Bu referandumun iki kilit partisi olduğunu düşünüyorum: MHP ve BDP. Çünkü, ilk bakışta çelişkili görünüyor ancak her iki partinin tabanlarıyla AKP’nin tabanı birbirlerine epey yakın, hatta yer yer geçişken oldukları da söylenebilir. Daha açmamız gerekirse: Örneğin İç ve Doğu Anadolu’da ya da Karadeniz’de hem muhafazakâr, hem de Türk milliyetçisi kimliğine sahip olan bir seçmen bir seçimde MHP’ye, bir diğerinde AKP’ye (geçmişte bunun yerine FP, RP, hatta MSP’yi bile koyabiliriz) rahatlıkla oy kullanabilir. Yine Güneydoğu’da (bir ölçüde Batı’ya göç etmiş Kürt seçmenlerde) benzer bir durumla karşı karşıyayız: Hem muhafazakârlığa, hem Kürt milliyetçiliğine yakın hatırı sayılır bir seçmen kesimi mevcut ve bunlar da şartlara göre parti tercihlerini değiştirebiliyorlar.



Bu nedenle AKP başta olmak üzere evet cephesi, referandumu garantiye alabilmek ve hayır oylarına fark atabilmek için ülkücülere ve Kürtlere özel önem atfediyorlar. Gözlemlerime göre ağırlığın ülkücü harekete verildiğini söyleyebilirim. Çünkü bu referandum açık bir şekilde önümüzdeki genel seçimlerin bir provası olacak ve genel seçim kampanyasının ana eksenini Kürt sorununun oluşturacağı şimdiden kesinleşmiş durumda. Öyle ki referandum kampanyası bile büyük ölçüde İmralı, Kandil vs. üzerinden sürdürülüyor. Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasıyla birlikte CHP’nin Kürt sorununda dilini epey yumuşattığı göz önüne alınacak olursa iktidar partisine en büyük tehdidin MHP’den geldiği açıktır.

MHP’nin, yer yer CHP’den daha fazla hayır’a angaje olmasının AKP’yi şaşırttığını söyleyebiliriz. MHP’den, herhalde cumhurbaşkanlığı seçimindeki gibi daha “nötr” bir pozisyon bekliyorlardı. Bahçeli’nin beklenmedik ölçüde aktif bir şekilde hayır demesi özellikle İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’de AKP’yi epey sarsıyor.

İkili strateji

Evetçilerin ülkücü tabanda gedik açma stratejilerinin iki eksende yürüdüğünü söyleyebiliriz: 1) MHP yönetiminin ülkücü hareketi layıkıyla temsil etmediği iddiası;
2) MHP’nin CHP ve BDP ile birlikte hareket ederek asli değerlerinden uzaklaştığı iddiası.

Başbakan Erdoğan nasıl Kürt siyasi hareketinin temsilcilerini değil de doğrudan Kürt seçmeni muhatap almaya çalışıyorsa ülkücü hareket için de benzer bir strateji izliyor. Fakat ülkücülük, Kürtlük gibi doğuştan edinilmiş bir kimlik değil. İnsanlar şu ya da bu şekilde kendi iradeleriyle ülkücü oluyorlar ve MHP, Ülkü Ocakları gibi kuruluşlar, kim ne derse desin onların siyasi hareketlerinin iki ana üssü.

Öte yandan, bilmeyenler olabilir, ülkücü hareket tarih boyunca iç çekişmeler, çatışmalar ve tasfiyelere tanıklık etmiştir. Bu nedenle tarihin her anında “küskün”, “kırgın” ülkücüler bulunmuş ve bunlar hareketin merkezine karşı mücadele etmişlerdir. İşte evet cephesi, en çok da Fethullah Gülen cemaatinin yayın organları, ülkenin dört bir yanındaki küskün ülkücüleri ön plana çıkartarak hareketin tabanında gedik açmaya çalışıyorlar.

Ne kadar etkili olur?

Ülkücü hareketi olabildiğince yakından izlemeye çalışan bir gazeteciyim. Şu ana kadar “tabii ki evet” diye ortaya çıkan ülkücü şahsiyetlerden hiçbirinin beni şaşırttığını söyleyemeyeceğim. Benzer bir şekilde, bazılarının adını ilk kez duyduğum (ve hemen unuttuğum) bu kişilerin bu harekette belli bir temsil kabiliyetleri olduğunu veya bir zamanlar böyle bir iktidara sahip olsalar bile bugün koruduklarını düşünmüyorum.

Bununla birlikte evetçilerin bu stratejilerinin tamamıyla boşuna olduğunu söyleyemeyiz zira MHP tabanında Anayasa paketi konusunda kafaları karışık belli bir kesimin olduğunu kestirebiliriz ve bazı ülkücü şahsiyetlerin evet yönündeki çıkışı onları da paketi desteklemeye yöneltebilir.
Bitirirken, kimi yorumcular referandumdan evet de çıksa hayır da çıksa esas kaybedenlerden birinin MHP olacağında ısrarlı. Katılmıyorum: Eğer MHP 12 Eylül’de etkili olduğu bölgelerde güçlü bir şekilde hayır çıkmasını başarabilirse Türkiye’de siyasi hayat tepeden tırnağa değişebilir.
Tabii bu kadar angaje olduğu kampanyada istediği sonucu elde edemezse, Bahçeli liderliğindeki MHP’nin genel seçimlerde işi hayli zor olacaktır.

Yarın: Referandum ve Kürt hareketi

Yazının devamı...

Referandum ve sol hareket

SANDIĞIN ARİFESİNDE 1

Başbakan Erdoğan önceki gün İstanbul Kazlıçeşme Mitingi’nde “hayır” cephesini sayarken CHP ve MHP’ye ek olarak Türkiye Komünist Partisi (TKP) ve İşçi Partisi’ni (İP) de saydı. Doğru, bu partiler hayır oyu için propaganda yapıyorlar. Ama Erdoğan, kendini solda tanımlamakla birlikte “evet” için çalışan partileri, örneğin yakınlarda kurulan, Ziya Halis’in genel başkanı olduğu Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ile Troçkist eğilimli Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin (DSİP) adlarını anmadı. Yine aynı konuşmada, evet diyecek olan “bağımsız ülkücüler” ile “bağımsız Kürt aydınları”na vurgu yaptı ancak “bağımsız sol aydınlar”dan söz etmedi.

Erdoğan’ın evet’e soldan gelen destekleri bilinçli bir şekilde anmadığını düşünmüyorum. Bana göre AKP Lideri, sandıktan evet’i garantilemek, hatta mümkünse hayır oylarına fark atmak için esas olarak ülkücü hareket ve Kürtler içinde gedikler açmaya çalışıyor. Halbuki adını andığım sol partiler ve bazı sol aydınlar, yaptıkları işi hayli önemsiyorlar ve bazı yayın organlarının (ki bunların neredeyse hiçbiri solcu olarak tanımlamaz) geniş desteğiyle, sol hareket içinde baskın olduğu görülen hayır eğiliminin etkisini kırmak için epey çaba sarf ediyorlar.
Sonuçta, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden beri üstüste kırılmalar yaşayan Türkiye solunda, bu referandum nedeniyle kafalar yine karışmış durumda. Üstelik ne zamandır yaşanmayan bir olgu, “sol içi çatışma”, küçük çaplı da olsa kendisini yeniden gösteriyor: “Yetmez ama evet” kapsamında yapılan bazı toplantılara, farklı sol gruplardan gelen ve hiçbir nedenle asla onaylanamayacak saldırılardan söz ediyorum.

“Yetmez ama evet”

Bu referandum kampanyasının sol açıdan en azından şöyle bir yararı oldu: Evet cephesinde yer alan bazı sol aydınlar, ülkenin dört bir tarafında muhafazakâr kuruluşlar tarafından düzenlenen faaliyetlere çağrıldılar ve bu sayede bu ülkedeki din gerçeğini yerinde görme imkanına kavuştular! Bu tanışıklıklardan orta ve uzun vadede ne çıkacağını kestirmek mümkün değil, galiba gerekli de değil, fakat şu “yetmez ama evet” sloganına kısaca değinmek isterim.

Türkiye solunun en belirgin özelliklerinden biri çok güzel sloganlar üretmesi ve rakip gruplar tarafından taklit edilmesidir. Bu nedenle, bildiğim kadarıyla sol bir çevre tarafından üretilmemiş bu slogana bazı solcuların bu kadar sarılmaları şaşırtıcı. Esas şaşırtıcı olan, Türkiye’de, özellikle sosyalist solun geleneğinde “yetmez ama...” diye başlayan bir yaklaşımla hemen hemen hiç karşılaşmamış olmamızdır. “Tek Yol Devrim” yılları epey geride kalmış olabilir ama solun, solcu olmayan bir siyasi hareketin projesine bu kadar angaje olup bu kadar azla yetindiğini şahsen pek hatırlamıyorum.

Kılıçdaroğlu faktörü

Anayasa Mahkemesi’nin kararının ardından CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun referandumda alt süzeyde bir kampanya yürütmesinin ve esas enerjisini bir yıl içinde yapılacak olan genel seçimlere saklamasının daha doğru olacağını yazmıştım. Kılıçdaroğlu tabii benim gibi düşünenleri dinlemedi ve elinden geldiğince yoğun bir kampanya yürüttü. Gelinen noktada, parti teşkilatlarının ayak uyduramama bir yana, engel çıkarmasına (İstanbul Avcılar’daki afiş skandalı tek başına yeterli) rağmen Kılıçdaroğlu’nun performansının başarılı olduğunu, genel başkanlıktan öte liderlik konusunda da iyi bir sınav verdiğini söyleyebiliriz.

Kılıçdaroğlu bu kampanya aracılığıyla, partisinin uzun süredir kopuk olan diğer solla ilişkilerini de belli ölçülerde onardı, hatta Kürt sorunuyla ilgili verdiği mesajlarda da Kürtlerin yıllar sonra CHP’ye kulak kabartmasını sağladı. Dolayısıyla, eğer Baykal kasetini piyasaya sürenler, bu yolla CHP’yi referandum kampanyasında zayıf düşürmeyi hedeflemişlerse (ki ben büyük ölçüde böyle düşünüyorum) hayatlarının en büyük hatalarından birini yaptıkları kesindir.

YARIN: Referandum ve ülkücü hareket

Yazının devamı...

İstanbul Diyarbakır’ı gölgede bıraktı

AKP’nin dünkü İstanbul mitinginin Cuma günkü Diyarbakır mitingi kadar ilgi ve merak uyandırmadığı kesindi. Fakat dünkü mitingin Diyarbakır’dakine kıyasla hayli başarılı geçtiğini söyleyebilirim. Çünkü Başbakan Diyarbakır’da Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin arasında kalmış ve siyasiden çok duygu yüklü mesajlar vermişti. Dünse kendisini böyle bir ipotek altında hissetmediği için olacak son derece rahattı. Zaman zaman yağan yağmura ve Ramazan olmasına rağmen hatırı sayılır bir kalabalığın Kazlıçeşme’de toplanmış olmasıyla morali de yerine gelince iyi bir performans gösterdi.

Erdoğan’ın dünkü konuşmasının ana temaları “herkes için özgürlük, demokrasi, hukuk ve adalet”ti. Altını ısrarla çizdiği bir diğer husus da, 12 Eylül’de partilerin değil Anayasa paketinin oylanacak olmasıydı. Birkaç kez “evet oyları AK Parti’ye değil demokrasiye verilmiş oylardır” dedi. Konuşmasının bir yerinde “ne evet diyenler, ne de hayır diyenler bu ülkeye ihanet içinde değillerdir” demesini özellikle not ettim. Çünkü kampanya boyunca birçok AKP önde gideni, hayır oyu kullanacakları “darbeci” olmakla, “düşük akıllı” olmakla suçlayıp vatan sevgilerini sorgulamışlardı. Erdpğan’ın, oylama günü yaklaştıkça belaltı suçlamalardan arınma çabasının dikkat çekici olduğunu düşünüyorum.

Bununla birlikte Erdoğan birçok yerde CHP, MHP ve BDP’ye karşı çok sert sözler etti. MHP’yi ve lideri Bahçeli’yi adlarını anmadan “kafatası milliyetçisi” olmakla suçladı; kendilerinin Öcalan’la görüştüğü iddialarını dile getirenleri bunu kanıtlamaya çağırdı, aksi takdirde “şerefsiz” olacaklarını ifade etti.

Cephede gedik açmak

Erdoğan evet cephesinde SP ve BBP’nin, bazı sivil toplum kuruluşlarının, Hak-İş’in, Memur-Sen’in ve ayrıca bazı “bağımsız ülkücüler” ile “bağımsız Kürt aydınları”nın bulunduğunu söyledi. (Kendini solda görüp de “yetmez ama evet” diyen bazı parti ve bazı şahsiyetleri anmayı herhalde unutmuş olsa gerek.) Bağımsız tavır alanlara vurgu yapmasının temelinde, özellikle MHP ve BDP tabanında gedikler açma niyetinin yattığı ortada. Başta da belirttiğimiz gibi referandumda partilerin oylanmayacağını söylemesi de aynı stratejinin ürünü. Peki bunda ne derece başarılı olur? Miting sırasında görüştüğüm bazı iktidar partisi kurmayları, CHP tabanının hayır konusunda çok kararlı olduğunu, ama MHP’de büyük kopuşlar beklediklerini söylediler. Bu öngörülerin ne derece isabetli olduğunu sandıklar açıldıktan sonra göreceğiz ancak AKP ve Erdoğan’ın doğrudan muhalefet partilerinin tabanlarına seslenmesinin akıllıca olduğu da açık.

Yaşam tarzlarına saygı

Erdoğan dünkü konuşmasının ilk bölümlerinde herkesin yaşam tarzlarına, siyasi tercihlerine saygılı olduklarını, ayrımsız herkese hizmet götürdüklerini söyledi ve İzmir, Diyarbakır, İstanbul’da Adalar’ı örnek olarak gösterdi. 27 Temmuz 2007 gecesi AKP Genel Merkezi’nin balkonunda yaptığı konuşmayı çağrıştıran bu sözler, AKP’nin “çoğunlukçu” demokrasi yerine “çoğulcu” demokrasiye doğru evrildiğinin kanıtı olarak görülebilir mi? En azından bu yönde bir niyet bildirimi olduğu için olumlu bir çıkış olduğu kesin.
Fakat ayrımcılığa karşı olduklarını göstermek için Alevi ve Sünniler arasında hiçbir ayrım yapmadıklarını vurgulayan AKP Lideri’nin konuşmasının sonraki bölümlerinde şiir okuduğu için aldığı cezadan “Yagıtay’daki bir mezhep grubu”nu sorumlu tutması son derece yadırgatıcıydı. Erdoğan’ın kastettiği hiç kuşkusuz Alevi kökenli bazı yüksek yargı üyeleridir. Bu kişiler gerçekten Alevi olabilirler ve Erdoğan’a haksızlık yapmış olabilirler. Ama onların tutumlarını mezhepleriyle ilintilendirmenin, Erdoğan’ın o çok sevdiği deyimle “bu ülkenin Başbakan’ına” yakıştığını sanmıyorum.

Yazının devamı...

Kazasız belasız atlattı

Recep Tayyip Erdoğan’ı Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda ilk kez 2004 yerel seçimleri kampanyası sırasında dinlemiştim. Ardından 2007 genel ve 2009 yerel seçimleri öncesi Erdoğan’ı aynı yerde yine izledim. Dünkü referandum mitinginin, bunların hepsinden daha kritik olduğu ortadadır. Ancak bütün sembolik ve siyasi anlamına rağmen dünkü mitingin bunların en mütevazısı olduğunu rahatça söyleyebilirim.

Önce katılım konusuna değinmek istiyorum. Birçok meslektaşımın aksine miting izlemeyi çok severim. Yine birçok meslektaşımın aksine mitinglere kaç kişi katıldığı yolunda tahmin yapmayıysa hiç sevmem. Bununla birlikte dünkü mitinge, daha önce izlediklerimden daha az bir katılım olduğunu gözledim. Bunda havanın aşırı sıcak olması ve mitingin hafta içi yapılması muhakkak etkili olmuştur. Yine de mitingden kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan başta olmak üzere hükümet ve parti kurmaylarının ısrarla mitinge yönelik beklenti çıtasını aşağıya çekme çabalarının da önem taşıdığı kanısındayım.

Düşük çıta

Çıtanın neden aşağıya çekilmek istendiği malum: Bu referandum kampanyası, doğrudan hiçbir maddesi onunla alakalı olmasa da Kürt sorununun gölgesinde gerçekleşiyor. “Evet” için bastıran iktidar partisi, Güneydoğu’da BDP’nin boykotunu kırmaya, en azından gevşetmeye çalışırken, Batı’da da Kürt siyasi hareketiyle (BDP, PKK, Öcalan...) pazarlık içinde olduğu görünümü vermemeye çabalıyor.

Bu bağlamda AKP’nin Diyarbakır mitinginin, MHP Lideri Bahçeli’nin Erzurum mitinginde söylediklerinin ipoteği altında gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Nitekim dün Erdoğan Diyarbakır’da, MHP başta olmak üzere AKP’yi Türk milliyetçiliğinin argümanlarıyla vurmak isteyenlere hemen hiçbir malzeme sunmadı. (Kuşkusuz çok zorlarsanız bir şeyler muhakkak bulursunuz). Yine Erdoğan dün, kendisini ve partisini Kürt milliyetçiliğinin argümanlarıyla köşeye sıkıştırmak isteyenleri de hayal kırıklığına uğrattı.
Burada bir parantez açmak isterim: Sanki Erdoğan daha önceki Diyarbakır mitinglerinde Kürt milliyetçilerinin suyuna giden konuşmalar yapmış gibi bir hava yaratılıyor. Yerinde izleyemediğim 2005’teki o tarihi konuşmayı bir kenara bırakırsak, AKP liderinin üç ayrı seçim mitinginde Diyarbakır’da (ve izlediğim diğer Güneydoğu mitinglerinde) hep üniter devlete vurgu yaptığına, zaten siyaseti mümkün olduğunca az konuşup bölgeye götürdükleri hizmetleri anlattığına tanık oldum. Dolayısıyla dünkü konuşması bir “kopuş”un değil “süreklilik”in söz konusu olduğunu kanıtlıyor.

Nereye kadar başarı?

Sonuçta Erdoğan dünkü mitingi kazasız belasız atlattı. Kuşkusuz bu bir başarıdır. Ama bir yere kadar. Zira rakiplerinin eline koz vermemiş olması Erdoğan’ın elini daha da güçlendirdiği anlamına gelmiyor. Belki şöyle özetlemek mümkün olabilir: Erdoğan’ın dün söyledikleri AKP’ye (ve evet kampanyasına) fazladan oy getirmez ama AKP’den “hayır” cephesine oy da götürmez.

Peki bu nasıl oldu? Erdoğan dün duygu yüklü, bölge halkının gönlünü okşayıcı ama siyasi olarak alt düzeyde bir konuşma yaptı. Kürt siyasi hareketini doğrudan muhatap aldığı yorumuna yol açabilecek hiçbir şey söylemedi, doğrudan bölge halkına seslendi. Başbakan’ın yakın bir zamana kadar hep altını ısrarla çizdiği “demokratik açılım” sürecine atıfta bulunmaması dikkat çekici ama mantıklıydı. Çünkü açılımın ilan edilmesiyle epey heyecanlanmış olan bölge halkı onun Habur’dan sonra rafa kaldırılmasıyla ciddi bir hayal kırıklığı yaşıyor ve Erdoğan’ın en azından şu aşamada bu hayal kırıklığını bir nebze azaltabilecek bazı vaatlerde bulunması pek mümkün gözükmüyor.

Yazının devamı...

Erdoğan Diyarbakır’da MHP’lilerin iştahını kabartmaz

REFERANDUM kampanyasının en merakla beklenen olaylarından biri bugün Diyarbakır’da yaşanıyor. Tabii ki Başbakan Erdoğan’ın mitinginden söz ediyorum. Ancak başta Erdoğan olmak üzere hükümet ve iktidar partisinin yetkilileri mitingin uyandırdığı ilgi ve meraktan rahatsızlar, bu yüzden verdikleri demeçlerle heyecanı aşağıya çekmeye çalışıyorlar.

Neden böyle yaptıklarına geçmeden önce, 2004 yerel, 2007 genel ve 2009 yerel seçimleri öncesindeki Diyarbakır mitingleri öncesinde tam tersi bir durumun söz konusu olduğunu hatırlatalım. Zira Erdoğan her seçim öncesinde genel olarak Güneydoğu’ya, özel olarak Diyarbakır’a ayrı ve yoğun bir önem atfetmiştir. Hatırlanacaktır, 2007’de yüzde 47 oy aldıktan birkaç gün sonra ilk hedefini Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı olarak ilan etmişti.)
Bunun iki nedeni var:

1) Erdoğan, Kürt sorununun çözümünde bölge halkına “hizmet” götürmenin kilit bir rol oynadığına inanır. Bu bağlamda bölge milletvekilleri ve en çok da belediye başkanlarının kendi partisinden olmasını arzular;
2) Erdoğan, Kürtler’in gerçek temsilcisinin, dün DTP, bugün BDP gibi partiler değil, AKP olduğunda ısrarlıdır. Bu iddiasını kanıtlamanın tek yolunun da seçimler olduğunu çok iyi bilir.

Hal böyle olunca Diyarbakır mitingleri hep dikkat çekmiş, sembolik bir anlama sahip olmuştur. Ama bunun ötesine gidebildiği pek olmamıştır. Erdoğan’ın Diyarbakır’daki son üç mitingini izlemiş biri olarak, hiçbirinde katılımın “olağanüstü” olduğunu görmedim. Örneğin yine Diyarbakır’da, Hizbullah’a yakın kuruluşların düzenlemiş olduğu gösterilerin ihtişamına yakınlaşamadılar.
Aynı şekilde Diyarbakır mitinglerinde Erdoğan çok ama çok dikkatli konuşmalar yaptı ve Kürt siyasi hareketiyle herhangi bir pazarlık içinde olduğunu çağrıştıracak mesajlar vermemeye özen gösterdi. Hatta 2004’deki konuşmasında “Kürt” kelimesini bile telaffuz etmediğini hatırlıyorum.

Erdoğan’ın işi zor

Bugünkü mitinge dönecek olursak, Erdoğan’ın işinin hiç de kolay olmadığı açıktır. Öyle ki bir yandan bölge insanının gönlünü kazanırken diğer yandan bölge dışındaki seçmeni ürkütmemek, başta MHP olmak üzere muhalefete koz vermemek gibi zor bir işin üstesinden gelmek zorunda. Bu bağlamda, BDP’nin “boykot” kararından vazgeçmek için öne sürdüğü şartlardan herhangi birine yeşil ışık yakması asla söz konusu olamaz. Zaten Kılıçdaroğlu’nun “genel af” çıkışına gösterdiği aşırı Türk milliyetçisi tepki de onun referanduma kadar “Kürt açılımı”nı iyice askıya almış olduğunu gösteriyor.

Sonuçta Erdoğan’ın bugün Diyarbakır’da en fazla “duygu yüklü”, içinde bol bol 12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi geçen bir konuşma yapmasını bekleyebiliriz, ama örneğin MHP’lilerin iştahını kabartacak sözler herhalde etmeyecektir.



“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”

Başlıktaki söz Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye vasiyetinden alınma. Ama benim onu başlığa taşımamın nedeni, Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan’ın son kitabının adı olması. İlginçtir, Akdoğan bu başlığı, altbaşlığı “Demokratik açılım sürecinde yaşananlar” olan bir kitaba uygun görmüş.

Akdoğan’ı yaklaşık 25 yıldır tanırım. Karadenizli olmasına rağmen, İslami hareket içinde Kürt sorunuyla yakından ilgilenen az sayıdaki entelektüelden biriydi. Siyasetbilimcisi olmaya karar verdiğinde bu ilgisini daha bilimsel bir temelde yürüttü. Başbakan’ın siyasi danışmanı olunca da sorunu birinci elden gözleme ve düşünme imkanına sahip oldu.

Akdoğan’ın, hükümetin başlattığı “Kürt açılımı”nda ciddi bir rolü olduğunu biliyorum. Onun Yeni Şafak, Star ve Zaman gazetelerinde çıkan makalelerinin çoğu bu konuya hasredilmişti ve bizler bunları okuyarak hükümetin soruna bakışının ipuçlarını bulabiliyorduk. Akdoğan’ın, bir nevi açılımın teorik altyapısını oluşturma olarak tanımlayabileceğimiz yazıları, kimi zaman Türk milliyetçilerini, kimi zaman da Kürt milliyetçilerini hayli öfkelendirdi. Son Öcalan’la görüşme polemiğinde olduğu gibi, kendisine hayli haksızlık yapıldı. Neyse, daha fazla uzatmadan, hamama giren terler diyelim.

Akdoğan’ın açılım sürecinde kaleme aldığı bu yazılar Meydan Yayınları tarafından “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” başlığıyla yayınlandı. Eğer açılım sürecekse (ki bir süredir alenen askıya alınmış durumda) bu kitaptan daha çok alıntı yapacağa benzeriz.

Yazının devamı...

'12 yaşında Alevi bir öğrencinizi fişlemek ne demek bilir misiniz?'

Bundan 5-6 yıl önce, bir gün İstanbul Eminönü’nden Kadıköy’e geçerken, vapurda bir genç yanıma gelip bana bir teşekkür borçlu olduğunu söyledi. Hatırladığım kadarıyla şöyle konuştu: “Hukuk Fakültesi’nde okurken Gülen cemaatinin bir ışıkevinde kalıyordum. Bir gün abilerden biri, sizin ‘Ayet ve Slogan’ adlı kitabınızı okuduğumu gördü. Bana o kitabı okumamamı söyledi. Daha sonra kitabı tekrar bulunca beni evden çıkardılar. Bu sayede cemaatten kopabildim. Şimdi avukatlık ve AK Parti’de siyaset yapıyorum.”

Gülen cemaatinin esas olarak eğitim alanında faaliyet gösterdiğini biliyoruz. Cemaatin yurtiçi ve dışındaki yüzlerce okul ve dersanesinden şu ana kadar binlerce öğrencinin mezun olduğunu tahmin edebiliriz. Okullara ek olarak ışıkevleri, yurtlar ve pansiyonları da hesaba katarsak fotoğraf daha net görülebilir. Bu okullarda neler yaşandığı hakkında, etkileriyle kıyaslanamayacak ölçüde az bilgiye sahibiz. Cemaatin düzenlediği organize bazı turlara katılan kimi gazeteci ve aydınların, hemen tümü pozitif olan gözlemlerine ek olarak, çoğu Türkiye dışında ve başka dillerde kaleme alınmış birkaç incelemeden başka bir şey yok elimizde. Öyle ki cemaat son yıllarda kendi içinden yetiştirdiği sosyal bilimciler aracılığıyla bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Ama bu doldurma faaliyetinin epey yanlı olduğu da muhakkak.

Cemaatin okullarında yetişen herkesin ona sıkı sıkıya bağlı olduğu asla söylenemez. Örneğin kitabıyla cemaati epey sarsan Hanefi Avcı’nın iki çocuğu da Samanyolu Koleji mezunu! Fakat ilginçtir, değişik dönemlerde, kısa ya da uzun süre cemaatin okullarında okumuş, evlerinde kalmış ama sonra kopmuş kişilerin, bir-iki istisna dışında yaşadıklarını anlatmamaları hayli dikkat çekici. Ancak Avcı’nın kitabından sonra bu geleneğin kırılabileceğinin işaretlerini görüyoruz. Onun açtığı yoldan cemaat tabusu da büyük ölçüde kırılacağa benziyor.

Örneğin NTV’de Avcı ile yaptığımız Yazı İşleri özel programı ve Vatan’da kitapla ilgili yazdığım yazılardan sonra birçok kişi bana cemaatle ilgili anı ve gözlemlerini aktardı. Bu yazının başlığı da böyle bir tanıklıktan geliyor. Kendisinin Gülen cemaati içinde yetiştiğini, bir süre de cemaatin bir eğitim kurumunda görev aldığını söyleyen bu okurum içini şöyle döküyor: “Cemaate sorar mısınız, 12 yaşında çocukları, annelerini ve babalarını fişlemek ne demektir? Bakın 12 yaşında Alevi bir öğrencinizi fişlemek ne demek, bilir misiniz? Bu duygu nasıl ağır bir iğrençliktir, bilir misiniz? Ben bunu yaptım, yaptırıldım. Neden derseniz, Hanefi Bey’in dediği ‘Simon olma’ durumu.”

Her inanca bir numara

Söz konusu okurum, o eğitim kurumuna devam eden öğrencilerin annelerinin başının açık mı kapalı olduğununun, anne ve babalarının oruç tutup tutmadıklarının, namaz kılıp kılmadıklarının tek tek fişlemendiğini ileri sürüyor. Ve devam ediyor: “Benim kaldıgım dönemde 2, 3, 4, 6, 7 denilen kodlar vardı. 7’yi Alevi ve Caferi öğrenciler için kullanırdık. 2’yi tanımadığımız ya da Sünni olup da cemaatini bilmediklerimiz için. 4 şakirtler, 6 ise gayri müslimler içindi.”
“Bir gün Caferi bir öğrencimi fişledim. Iğdır Tuzlucalı bir çocuktu. O çocuğa telefon edip özür bile dileyemedim. Dileyemem de! Düşünüyorum da ben de dersane öğrencisiyken cemaat beni de fişlemiş demek ki!”

Fethullah Gülen, cemaatin önde gelenleri, cemaatin kendi halindeki bağlıları, bu cemaate gönül ve destek verenler, eğer bu kişinin anlattıklarından rahatsız oluyorlarsa yapacakları tek şey cemaatin kapılarını açmak ve şeffaflığı ilke olarak benimsemek olmalıdır. Günümüzde bir toplumda, hele demokrasi iyi kötü varsa, tabular uzun ömürlü olamıyor. İşte düne kadar dokunulmaz bilinen TSK’nın geldiği nokta ortada. Gülen cemaati de şeffaflaşmak yerine, yarattığı dokunulmazlık zırhına güvenirse çok yanlış yapar. Çok geömez TSK’nın bugün düştüğü duruma düşer.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.