Şampiy10
Magazin
Gündem

AKP kendi silahıyla vurulabilir!

Tam bir sürpriz oldu. Dün TBMM kulislerinde çok sayıda AKP, CHP ve MHP milletvekili ve bazı bakanlarla sohbet etme imkanım oldu. Hiçbirinin böylesi bir sonucu beklemediği son derece açıktı. Herkes CHP’nin 110 oyu bulup bulamayacağını; bulursa Anayasa Mahkemesi’nin ne karar alacağını; Yüksek Seçim Kurulu’nun referandum süresi tartışmalarına nasıl nokta koyacağını ve tabii ki muhtemel bir referandumun sonucunun ne olacağını tartışıyordu.

Tek istisna BDP’lilerdi. BDP Grup Başkanvekili Bengi Yıldız’a “tavrınız ne olacak?” diye sorduğumda “Görüyorsunuz, içerde parti kapatma maddesi görüşülüyor ve biz katılmıyoruz. Geçen sefer katıldık ve madde geçti. Bakalım bu sefer ne olacak?” diye epey imalı bir cevap vermişti. Belli ki bir bildiği vardı ve o da gerçekleşti.

Yıldız’ın “bildiği” ne olabilir? Herhalde iktidar partisi yetkilileri parti kapatma maddesinin riskli olduğunu ilk turda da hissetmiş ve BDP’lileri yardıma çağırmışlardı ve madde geçmişti. Bu sefer BDP, paketle ilgili önerilerinin AKP tarafından ciddiye alınmadığı gerekçesiyle hiçbir şekilde oylamaya katılmayacaklarını ilan ettiler. Bu kararda kuşkusuz Abdullah Öcalan’ın “AKP’ye destek vermek ahlaksızlıktır” şeklindeki son talimatının da epey etkisi olmuştur. Sonuçta şunu söyleyebiliriz: BDP’nin bir şekilde el atmadığı AKP ilk ciddi tümsekte çok kötü tökezledi, hatta daha ötesi yere kapaklandı.

Zira parti kapatma konusu bu paketin belki de kalbiydi. Onsuz bir paket tek kelimeyle eksik olacaktır. Daha önemlisi, paketin diğer önemli iki konusu olan HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapılanması maddelerinde de 330’un altına düşme durumunda AKP kendi silahıyla vurulmuş olacaktır.

Hiçbir fireci milletvekili “bu maddeye BDP gibi partiler yüzünden evet demedim” diyemez. Çünkü AKP yöneticilerinin bu düzenlemeyle esas hedeflerinin, parti kapatma riskinin Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde sallanmasını engellemek olduğu gün gibi ortada. O zaman şu soru kaçınılmaz oluyor: Nasıl olur da bir AKP milletvekili, en çok kendi partisinin kaderinde etkili olacağı açık olan bir düzenlemeye karşı çıkar? İşte bu soru, iktidar partisi içinde sanılanın ötesinde bir rahatsızlık ve buna bağlı olarak ciddi bir kriz potansiyeli bulunduğunu gösteriyor.

Bakalım iktidar partisi bundan sonra nasıl bir strateji geliştirecek? HSYK ve Anayasa Mahkemesi düzenlemelerinin de reddedilme riski yüzünden bunları oylatmaktan vazgeçecek mi? Yoksa yeni fireleri engelleme ve mümkünse başka partiler ve bağımsızlardan yeni destek oyları bulma yolunda yoğun bir kulis faaliyetine mi girişecek.

Her durumda AKP’nin işi çok zor ve şu andan bakıldığında iktidar, partisinin kendi yaratmış olduğu bu krizden nasıl çıkabileceğini kestirmek pek mümkün değil.

Son bir not: Milliyet Gazetesi’nin ve emektar foto muhabiri Mustafa İstemi’nin AKP’nin milletvekillerinin oylarını nasıl yakından takip ettiğini ortaya çıkarmış olmasının, dünkü sürpriz sonuçta epey etkili olduğunu düşünüyorum. Bu da bize medyanın gücünü ve siyasetçilerin medyadan neden rahatsız olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Yazının devamı...

“PKK ne yapmak istiyor?”

Kürt sorunu ve buna bağlı olarak PKK sorunu üzerine düşünmek, özgürce tartışabilmek hep zor olmuştur. Türkiye ne kadar demokratikleşirse demokratikleşsin, bu konular birer “tabu” olma özelliklerini hep korumaktalar. Tartışmanın önünde sadece yasal engeller bulunmuyor, hatta bunların giderek önemsizleştiği de söylenebilir. Esas sorun kamuoyu baskısından kaynaklanıyor. Belki de buna “kamuoyları baskısı” demek daha isabetli olur. Kürt sorunu çözülmedikçe ve çatışma ortamı yeniden egemenlik kazandıkça zaten güçlü olan Türk ve Kürt milliyetçilikleri birbirlerine paralel olarak tırmanışa geçiyor. İki kanadın milliyetçilerinin birbirlerine düşmanlık beslemeleri bir yere kadar anlaşılabilir, fakat ilginç olan, her iki uçta yer alanların arada durmak isteyenlere de tahammül edememeleridir.

İşte peşpeşe gelen şehit haberleri, her seferinde olduğu gibi bugün de bu sorunları daha fazla ve serinkanlılıkla tartışmamızı zorunlu kılarken, diğer yandan bunu yapabilmek iyice imkansız hale geliyor. Yakın zamanda Dağlıca ve Aktütün saldırılarının hemen ardından benzer bir atmosferin içine düşmüştük. Her iki seferde de yazacak, söyleyecek sözümün olduğunu düşünmüş ama bir müddet bunu ertelemiştim. Fakat bir an geliyor, “ne olursa olsun” diyerek, gelecek tepkileri göze alarak yazıyor, söylüyorsunuz. İşte bu okumakta olduğunuz da, daha öncekiler gibi, gecikmeli ve tepki çekmeye aday bir yazı. Umarım bu ve sonrasında yazmayı düşündüklerim, her iki kanattan gelecek tepkilerin dışında, sorunun çözümü için kafa yoranlara bir nebze yardımcı olur.

PKK önce PKK’dır

Başlıktaki “PKK ne yapmak istiyor?” sorusu çok kişiye anlamsız ve gereksiz gelebilir. Özellikle örgütü sadece ve sadece bazı güç odaklarının maşası olarak görenler, bu sorunun “PKK’yı kullananlar ne yapmak istiyor?” şeklinde sorulması gerektiğini düşünüyorlar. Aslına bakarsanız bu soruyu sorup cevabını da peşinden veriyorlar: “Anayasa değişikliği paketini sabote etmek; ülkeyi istikrarsızlaştırarak AKP iktidarını zora sokmak; buna bağlı olarak askeri vesayet sisteminin sürmesini sağlamak; sonuçta Ergenekoncuları yeniden güçlendirmek istiyorlar.”

PKK saldırıları bu türden sonuçlara pekala yol açabilir. Hatta örgütün devleti (özellikle de hükümeti) bu tür gelişmelere yol açmakla tehdit ettiğini de ileri sürebiliriz. Fakat bütün bunlardan hareketle PKK’nın sadece başkalarının hesabına hareket eden, kendi gündemi olmayan bir örgüt olduğunu söylemek gerçeklerle birebir bağdaşmaz. Kuşkusuz PKK kurulduğu andan itibaren farklı iç ve dış güç odaklarıyla açık ama çoğu zaman gizli ittifaklar, iş ve güçbirlikleri geliştirdi ama 30 yılı aşkın süreci bir “PKK tarihi” yerine “komplolar tarihi” olarak görmek, hatta bunu sadece bir “Ergenekon komplosu” olarak tarif etmek fazlasıyla aldatıcı olacaktır. Özetle PKK her şeyden önce ve her şeyin sonunda PKK’dır.

Öcalan’ın sözleri

Artık “PKK ne yapmak istiyor?” sorusuna gelebiliriz. PKK’nın Samsun, Giresun, Hakkari, Tunceli, Diyarbakır gibi farklı bölgelerde terör eylemleri gerçekleştirmesi hem bir “güç gösterisi” , hem de “çatışmayı ülke geneline taşıma” stratejisi olarak değerlendirilebilir. Bugün PKK her zaman olduğu gibi ve belki de daha fazla, “muhatap alınmak” istiyor. Çünkü örgütte ciddi bir “tasfiye endişesi” hakim. Ankara’nın Washington, Erbil ve Bağdat üzerinden geliştirdiği temaslardan, kendilerinin Kuzey Irak’tan çıkarılması sonucu çıkmasından kaygılanıyor. Batılı devletler ve kamuoyları tarafından eskisi kadar hoş karşılanmıyor olmaları bu kaygılarını daha da artırıyor. Sonuçta ellerindeki en güçlü koza, silaha başvuruyorlar.

Bu noktada Abdullah Öcalan’ın son avukat görüşmesinde “Eğer demokratik siyasetin önü açılmazsa bundan herkes zarar görür. Çözüm gelişmezse orta şiddette savaştan bahsediliyor. Orta-şiddette savaş gelişirse binlerce kişi gözaltına alınabilir hatta tutuklanabilir. Halkımız da şimdiden tedbirlerini almalıdır” demiş olduğunu hatırlatalım.

Aynı görüşmede Öcalan “Bu koşullarda AKP’ye destek verilemez. AKP samimi değil, dokuz günde birçok anayasa maddesini değiştirebilen bir parti bu yasal düzenlemeleri kolaylıkla yapabilir, isteseler yapabilirler. Tüm bunlar görülmeden AKP’yi desteklemek kuyrukçuluktur, kendini inkar etmektir. Bu koşullarda BDP evet derse siyaseten kendisini bitirir, kendisine olan saygısını azaltır. AKP’yi desteklemek siyaseten çok zarar verir, bunu halka da anlatamazlar, dönüşü zor bir yoldur” demiş olduğunu da hesaba katarsak, PKK’nın saldırılarına paralel olarak iktidar partisiyle BDP arasındaki makasın yeniden açılacağını öngörebiliriz. Bu durum BDP içinden bazı kişi ve çevreleri iyice rahatsız edebilir ve Kürt siyasi hareketi içinde ciddi bir iç tartışma başlayabilir.

Yazının devamı...

Çok şükür nihayet bayramımızı kutlayabildik!

14 yaşında kendini sol hareketin içinde bulan, onca tatsızlık, olumsuzluk, acı, hayal kırıklığı ve yenilgiye rağmen bundan pişman olmayan biriyim. Biz solcular için “bayram” deyince akla 1 Mayıs gelirdi, hâlâ öyle.

Ama ortada hep çelişki bir durum olmuştur. Örneğin 1976, 1977 ve 1978 1 Mayıslarını Taksim Meydanı’nda yaşadım ve bunların her birinde kalabalık, görkem, heyecan ve coşku vardı, ama hiçbirisi bir “bayram” gibi yaşanmadı.

1976 yılında Galatasaray Lisesi’nden bir grup arkadaş olarak Taksim’deydik. Kendimizi “solcu” görüyorduk ancak 1 Mayıs bizim için çok fazla bir anlam ifade etmiyordu. Meydanda hatırı sayılır bir kalabalık vardı, ancak akıllarda kalacak pek bir şey yaşanmadı.

Bir yıl sonra yine Taksim’deydik. Bu sefer daha kalabalık ve örgütlüydük. Muazzam bir kalabalık ve coşku vardı. Öyle heyecanlanmıştık ki hemen okula koşup, ürküp de gelmeyen bazı arkadaşlarımızı da bu coşkuya ortak etmek istedik. Ama onlar haklı çıktı. Tam lisenin kapısından çıkıp alana dönecekken silah sesleri geldi. Binlerce kişi Galatasaray’a doğru kaçışıyordu.

1978’de de Taksim’de 100 binlerce kişi vardı. Bazı arkadaşlarım 1977’den bile daha kalabalık olduğunu iddia ediyorlar ama ben sanmıyorum. Zaten sayının bir yerden sonra önemi yok. 1978 1 Mayıs’ı, bir yıl önceki katliamın gölgesinde yaşandı. Hepimiz tedirgin ve tetikteydik. Bereket hiçbir kötü olay yaşanmadı ancak en ufak bir kıvılcım çok daha büyük felaketlere yol açabilirdi.

Kavgayı kim çıkarttı?

1 Mayıs’ın bu ülkede bir türlü bayram gibi kutlanamamasının sorumlusu emekçiler ve onlara destek olan sol güçler değil, yasaklara, engellemelere, baskılara, tehditlere ve hatta katliamlara başvuranlardır. Hal böyle olunca, 1 Mayıs’a sahip çıkanlar onu bir “bayram”dan çok bir “mücadele”, hatta “kavga” günü olarak gördüler. Bu yüzden ülkenin son 32 yılında 1 Mayıs gerilimle, çatışmayla eş bir anlam kazandı. Örneğin hükümetler değişti ama Taksim’i 1 Mayıs’a açmama ısrarı aynı kaldı. Taksim dışında gösterilen yerlerde de genellikle birtakım olaylar çıktı. Her olay 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlerle buna kayıtsız olanlar arasındaki mesafeyi daha da açtı. Hatta sağ iktidarların her 1 Mayıs öncesi gerilimi bilerek daha tırmandırıp, yaşanması kaçınılmaz olan olaylarla solun halktan daha da kopmasının önünü açtıklarını ileri sürebiliriz.

İlk kez bayram

Ama dün Türkiye’de çok değişik bir 1 Mayıs yaşadık. İtiraf edeyim, bir 1 Mayıs günü, Taksim’de, binlerce kişiyle birlikte hiçbir tedirginlik yaşamadan 1 Mayıs Marşı’nı söyleyeceğimizi, alanda rastlaştığımız dostlarımızla birbirimizin bayramını kutlayacağımızı ve güle oynaya meydanı terk ettikten hemen sonra yakındaki bir kafede (dün korkup dükkânlarını kapatanlar kaybetti, korkmayanlarsa kâr etti) çaylarımızı yudumlayacağımızı hayal bile edemezdim.

İşte dün bütün Türkiye, eğer engellemeler olmazsa, bilerek gerilim tırmandırılmazsa bu ülkenin emekçilerinin ve emekten yana olan güçlerinin tam bir barış havası içinde 1 Mayıs’ı kutlayabileceklerini bize net bir şekilde gösterdi.

32 yıl sonra da olsa Türkiye’nin normal olanı nihayet yaşayabilmiş olması insanı mutlu ediyor. Ne de olsa zararın neresinden dönülse kârdır.

Dün Taksim Meydanı, ne zamandır solun ruhuna Fatiha okuyanların çok feci bir şekilde yanılmakta olduklarını da gözler önüne serdi. Bakalım dünkü bayram coşkusu sol için bir doping etkisi yapacak mı?

Yıllar sonra 1 Mayıs’ın bir bayram olarak kutlanmasında katkıda bulunan herkese çok teşekkürler.

Yazının devamı...

Medyadan yayılan nefret

Önceki gün, çarpıcı bulgular içeren çok önemli bir araştırma kamuoyunun dikkatine sunuldu, ancak (en azından şimdilik) medyada pek fazla yer bulamadı. Bu ilgisizliğin nedeni olarak, araştırmanın bizzat medyayı, üstelik eleştirel bir gözle ele alması olabilir mi? Mümkündür. Çünkü biz gazeteciler, bizim dışımızdakileri ve birbirimizi eleştirmeyi pek severiz ancak iş kendimize geldi mi, toz kondurmayız. Hiç kuşkusuz medyanın yeterince ilgi göstermemesi Sosyal Değişim Derneği tarafından gerçekleştirilen “Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl, 10 Örnek” araştırmasının değerini azaltmıyor, hatta artırdığı da söylenebilir.

Önce Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT), nefret suçu tanımına bakalım:

“Mağdurun, mülkün ya da işlenen bir suçun hedefinin, gerçek veya hissedilen ırk, ulusal ya da etnik köken, dil, renk, din, cinsiyet, yaş, zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel yönelim veya diğer benzer faktörlere dayalı olarak benzer özellikler taşıyan bir grupla gerçek ya da öyle algılanan bağı, bağlılığı, aidiyeti, desteği ya da üyeliği nedeniyle seçildiği, kişilere veya mala karşı suçları da kapsayacak şekilde işlenen her türlü suçtur.”

Araştırmada nefret suçu örnekleri olarak şunlar sıralanmış: “Fiziksel saldırı; şiddet ya da saldırı tehditleri; taciz; mülke ya da eşyalara zarar verme; ırkçı, nefret içerikli ya da saldırgan duvar yazıları; kundaklama; saldırgan broşürler ve posterler; okulda ya da iş yerinde zorbalık yapma...”

Kimse masum değil

Kuşkusuz medya ve medya mensupları bu suçları bizzat işlemiyorlar (işleyenler varsa da araştırmanın konusu bu değil) fakat bu araştırmanın çok net bir şekilde kanıtladığı gibi, siyasi yelpazenin neresinde yer alırlarsa alsınlar, gazetelerimiz bazı haberleri okuyucuya duyururken, köşe yazarları da bunları yorumlarken bu tür suçlara elverişli zeminler hazırlayabiliyorlar.

Araştırmada 10 ayrı gazeteden 10 ayrı haber ve bazı köşe yazıları ele alınmış. Bunların hepsini birden anlatma imkanım yok. İçlerinden bazılarını seçersem, diğerlerini kayırıyormulş gibi görünebilirim. Bu yüzden hiçbir örneği aktarmayacağım. Meraklısı http://www.aciktoplumvakfi.org.tr/pdf/medyada_nefret.pdf linkinden raporu okuyabilirler.

10 örneğin seçilmiş olması, gazetelerde nefret söyleminin alt düzeylerde seyrettiği gibi bir izlenim yaratmasın. Eğer herhangi bir etnik gruba, cinsel yönelime, ulusal kimliğe, toplumsal statüye vb. yönelik nefret duyguları aşılayan haber ve yorumların herbiri ele alınacak olsa herhalde binlerce sayfalık bir araştırmayla karşı karşıya kalırdık.

Kuşkusuz şu ya da bu gruba yönelik nefretlerini mesleklerinin ayrıcalıklarını kullanarak kusanlar vardır ancak 25 yıllık gazetecilik deneyimimde, bazı meslektaşlarımın bilinçsiz ya da yarı bilinçli bir şekilde nefret söyleminin tuzağına düştüklerine tanık oldum. Özellikle haberleri daha çekici kılmak için başlık atarken veya spot çıkarılırken, kamuoyunun bir kesiminde potansiyel olarak varolan nefretin büyüsüne kapılmak maalesef mümkün olabiliyor.

Gazetecilere tavsiyeler

Rapordaki, medya kurum ve mensuplarına yönelik bazı tavsiyeleri aktarmak istiyorum:

* Medya kurumunun yetkilileri ve gazeteciler, haberlerin dilinden seçilen konu başlıklarına, manşetlerden sayfa düzenine kadar, ırkçılığa, ayrımcılığa ve nefret söylemine izin vermemeli, bunun için gerekli altyapı oluşturmalıdır,

* Medyada çalışan herkesin özellikle ırkçılık, milliyetçilik, ayrımcılık, cinsiyetçilik, nefret suçları ve nefret söylemi gibi kavramlar konusunda bilgilenmesi gerekir; kuşkuya düştükleri ya da bilgiye gerek duydukları konularda konunun uzmanlarından destek almalıdır,

* Gazeteciler sonuç itibariyle kurumun genel yayın politikası çerçevesinde mesleğini icra edebildiği için, basın organlarının ırkçılık, ayrımcılık, nefret söylemine karşı kurumsal bir politika belirlemesi zorunludur,

* Bu doğrultuda medya kurumunun sosyal sorumluluk anlayışıyla etik kurallar belirlemesi, bunların uygulanmasını sağlaması ve çalışanlarını meslekiçi eğitimden geçirmesi gerekir,

* Gazeteci meslek örgütleri, gazetecilik ilkelerinin uygulanmasında daha fazla müdahil olmalıdır.



YAŞASIN 1 MAYIS!

1 Mayıs 1976 günü Taksim Meydanı’ndaydım.

1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’ndaydım.

1 Mayıs 1978 günü Taksim Meydanı’ndaydım.

Bugün yine Taksim Meydanı’nda olacağım.

En azından aradaki 32 yılın hesabını sormak için.

Yazının devamı...

Uzlaşmadan korkmayalım

AKP’nin hazırladığı Anayasa değişikliği paketini eksik, kimi yönlerini kusurlu bulmakla birlikte bir bütün olarak baktığımda Türk demokrasisi için olumlu, ileri bir adım olarak görüyorum. Ne var ki iktidar partisinin Anayasa değişikliği sürecini yönetme tarzı yüzünden, daha önce de yazıp söylediğim, bu pakete bir süredir sıcak bakamıyorum. Eğer “amaç için her yol mübahtır” diyenlerden olsaydım bir sorun çıkmazdı. Bunun yerine “başvurduğunuz araçlar, tuttuğunuz yollar amacınızı belirler, gölgeler” diye düşündüğüm için AKP’nin üslubu beni paketten epey soğutmuş durumda ve bu noktada pek de yalnız olmadığımı düşünüyor ve biliyorum.

Burada sorun, AKP’nin demokrasiye “çoğulcu” değil “çoğunlukçu” bir perspektiften bakmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle diyalog, müzakere, pazarlık, uzlaşma, oydaşma (konsensü) gibi kavramlara ya hiç itibar etmiyorlar ya da bunları kendi kafalarına (ve tabii ki çıkarlarına) göre yorumluyorlar.

Örneğin AKP taslağı siyasi partilere ve sivil toplum kuruluşlarına iletti ancak paketin şekillenmesinde itiraz, eleştiri ve önerilerin pek etkili olmadığını biliyoruz. BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras gelinen noktayı “AKP’liler ‘herkes fikrini söylesin’ dedi ama kendi bildiğini okudu” diye özetliyor.

Aslında iktidar partisinin başından beri ciddi bir tartışmayı arzuladığını, bunu gerçekleştirmek için herhangi bir çaba içine girmiş olduğunu söyleyemeyiz. Başbakan Erdoğan’ın muhalefete sadece bir hafta vermiş olması bile bu hevessizliği tek başına kanıtlayabilir. AKP’lilerin, yaptıkları bazı hesaplara güvenerek bu paketi referanduma götürmeyi hedefledikleri ve bu nedenle “uzlaşma” ihtimalini baştan devre dışı bırakmak istedikleri bile söylenebilirdi.

Kaldı ki, başta uzlaşma aramış olsalar bile, CHP ve MHP’nin ilk günden itibaren alabildiğine katı ve diyaloğa kapalı tutumları nedeniyle işleri epey zor olacaktı.

CHP ve MHP’nin uzlaşmaz tutumları önemli olmakla birlikte, iktidar partisinin uzlaşma imkanlarını sonuna kadar zorlamamasına tek başına mazeret oluşturamaz. Örneğin BDP kendi eleştiri ve önerilerini sıralayıp her türlü müzakereye açık olduğunu defalarca tekrarlamış olmasına rağmen AKP tarafından muhatap bile alınmadı. Daha ötesi, kendi partilerinden fire çıkma riskine karşılık BDP’lilerin oy desteğine ihtiyacı olan AKP’liler, bu parti üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak muazzam bir baskı uyguladılar.

CHP Lideri Baykal’ın üç konunun (Anayasa Mahkemesi, HSYK ve parti kapatma) ayrılması durumunda pakete destek verecekleri yolundaki ısrarlı açıklamaları da AKP’liler tarafından başta olumlu karşılandı, fakat sonradan spekülatif gerekçelerle kaale alınmadı.

Bir hayat felsefesi olarak uzlaşma

Paketi kayıtsız şartsız destekleyenlerle konuştuğunuzda tartışma dönüp dolaşıp “uzlaşma” kavramında odaklanıyor. Aslında son dönemde çeşitli vesilelerle bu tartışmayı yaptık ve bir sonuca varamadık. Gelinen noktada “uzlaşma” nın iktidar partisini ve onu değişik konularda destekleyenleri en fazla rahatsız eden bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu tartışmaya bir katkıda bulunabilir düşüncesiyle Fethullah Gülen’den bir alıntı yapmak istiyorum. Şöyle demiş Gülen:

“Bugün Türkiye’yi idare edenler gerekli performansı ortaya koyamadılar zannediyorum. Çünkü idarede uzlaşma çok önemlidir. Benim şahsen hayat felsefem, böyle idare adına birşey söylemem gerekirse şayet, idare felsefem de diyebilirim, iyi bir idareci en kötü insanlarla dahi arızasız, çok iyi geçinen insandır. Şimdi, iktisadi, siyasi, kültürel bazı faaliyetlerde bizi idare edenler başarılı olabilirler. Fakat aynı zamanda kendilerine muhalif, hatta kendilerine zıt bir cephede bulunan insanlarla eğer iyi geçinemiyorlarsa hiç olmazsa aralarındaki müşterek meselelerde konsensüs sağlayamıyorlarsa iyi idareci sayılmazlar.”

Bu alıntıyı www.fgulen.com adlı siteden yaptım. Gülen bu açıklamayı 16 Nisan 1997 günü, yani 28 Şubat sürecinin en sıcak yaşandığı bir dönemde, Kanal D televizyonunda gazeteci Yalçın Doğan’a verdiği mülakatta yapmış. Arzu edenler mülakatın tamamını http://tr.fgulen.com/content/view/1463/154/ linkinden okuyabilirler.

Yazının devamı...

BDP’ye Anayasa paketi için “mahalle baskısı”

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Milliyet’ten Devrim Sevimay’a verdiği mülakatta partilerinin Anayasa paketine bakışını, başlığa çıkarılan şu cümleyle özetlemişti: “Biz AKP’yi yaşatma derneği değiliz.” Gazetede yayınlandığı 12 Nisan günü Samsun’da Ahmet Türk’e yapılan yumruklu saldırıyla gölgede kalan bu mülakatta BDP Lideri, bazı çevrelerin “Karşılıksız bir şekilde AKP’yi desteklemek gerekir”, “En kötü değişiklik bile şu durumdan iyidir”, “Darbe anayasasında açılacak en küçük bir gediği mutlaka desteklemek gerekir” gibi önermelerle partisini, yine Demirtaş’ın terimleriyle söyleyecek olursak, “AKP’nin kuyruğu, AKP’nin koltuk değneği” gibi gördüklerinden yakınıyordu.

Aradan yaklaşık 20 gün geçmesine rağmen BDP’ye yönelik “mahalle baskısı” aynen sürüyor, hatta paketin ikinci turunda iktidar partisinden daha fazla fire verilme ihtimali karşısında bu baskının şiddetlenerek arttığını söyleyebiliriz. Son günlerde moda suçlamaysa, pakete destek vermemenin “Ergenekonculuk” anlamına geleceği. Örneğin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, dün Taraf Gazetesi’ne verdiği (ki söz konusu gazetenin BDP’ye yönelik baskıların önde gelen odakların biri haline geldiğini söyleyebiliriz) mülakatta şunları söylebildi: “BDP şu anda ulusalcılarla birlikte hareket ediyor. Ergenekoncularla beraber hareket ediyor. Tabanına da ihanet ediyor. BDP’yi bu yönüyle son derece tutarsız buluyorum. Ben diyorum ki işte Ergenekoncularla ve ulusalcılarla birlikte hareket etmeyin. Siz eğer demokratikleşmeden yanaysanız, siz Türkiye’deki haksızlıkların giderilmesinden yanaysanız. Bu işin anası Anayasa’nın değiştirilmesidir.”

Bu “Ergenekonculuk” ithamında, BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras’ın “bu paketin geçmemesi Ergenekoncuların zaferi olur” sözüne sık sık atıf yapılıyor ve böylelikle parti içinde bir gedik açılmak isteniyor. Uras’la paket üzerine sohbet ettiğimde bana, paketi eksik bulduklarını, taleplerini iktidar partisine ilettiklerini ama hiçbir olumlu gelişme yaşanmadığı için ikinci turda da oylamalara katılmama ihtimallerinin yüksek olduğunu söyledi. “Ergenekoncuların zaferi” sözüne de şöyle açıklık getirdi: “Eğer iktidar partisi bu paketi geçiremezse siyasi anlamda ciddi bir zaaf ortaya çıkar ve bu da Ergenekoncuların işine yarar.” Ne var ki Uras, hiç de Ergenekoncular zafer kazanmasın diye AKP paketine kayıtsız şartsız destek verme düşüncesinde değil. Böyle bir durumda sorumlunun BDP değil, onun taleplerini göz ardı eden AKP olacağını vurguluyor.

Yine yüzde 10 barajı

BDP’nin önde gelen talebi hiç kuşkusuz yüzde 10 seçim barajının aşağı çekilmesi veya temsildeki mağduriyetlerin giderilmesi için başka formül arayışına gidilmesi. AKP’liler uzun bir süre bunu “baraj Anayasa meselesi değil” diyerek geçiştirmeye çalıştılar ki hiç inandırıcı değildi. Nitekim Hüseyin Çelik dün sözünü ettiğimiz mülakatta yüzde 10 barajını açık açık, şöyle savundu: “Türkiye’de Meclis’in işleyişini görüyorsunuz, işte dün bir madde Meclis’ten beş saatte geçti. Meclis’te dört parti grubu var. Dört değil de 14 parti grubu olduğunu varsayın. Bu Meclis’ten kolay kolay kanun çıkaramazsınız o zaman. Bu nedenle BDP’nin barajın düşürülmesi yönündeki talebine destek vermemiz söz konusu olamaz.”

Çelik’i yıllardır, siyasetçiliğinden önce siyaset tarihçisi yönünüyle tanırım ve kendisini “özgürlükçü” ve “demokrat” bir kişi olarak bilirim. Onun 12 Eylül cuntacılarının ülkeye armağan ettiği bu aleni adaletsizliği bu kadar basit gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışmasına hiç ama hiç anlam veremiyorum.

BDP üzerine baskılar konusunda söylenecek çok şey var. Şimdilik bir başka noktaya dikkat çekmek istiyorum: Demirtaş’ın sözünü ettiği çevreler BDP’lileri HSYK değişikliğine ikna etmek için son dönemde üstüste gelen KCK operasyonlarını gerekçe gösteriyorlar. Sanki bu operasyonlar hükümetin bilgisi dışında, hatta ona rağmen gerçekleştiriliyormuş; sanki HSYK’nın yapısı değiştirilirse bu türden operasyonlar yapılamazmış gibi.

Tabii burada ilginç olan, “pakete destek verin KCK türü operasyonlar olmasın” diyenlerin bazılarının düne kadar KCK operasyonlarını, “Kürt hareketinde şahinleri tasfiye edip güvercinlerin önünü açıyor” gibi abes bir akıl yürütmeyle meşrulaştırmaya çalışmış, hatta bunları teşvik etmiş olmaları.

Yazının devamı...

Türkiye’ye neler oluyor?

Başbakan Erdoğan, dün Radikal Gazetesi’nin manşetinde yer alan Siirt Pervari’deki çocukların karıştığı tecavüz ve cinayet haberi hakkında çok sert konuştu. Erdoğan bir yıl önce olmuş bir olayın bugün yeniden gündeme getirilmesine o çok sevdiği “çirkin” sıfatını yakıştırdı. Bir yanıyla Başbakan haklı görünüyor. Gazetenin birinci sayfasını okuduğunuzda olayın tam bir yıl önce yaşandığına dair hiçbir bilgi yer almıyor. Ancak iç sayfada haberin üçüncü paragrafında bu olayın 15 Nisan 2009 günü bir babanın ihbarıyla ortaya çıkarıldığı yazılmış. Bir de yine iç sayfada, tepedeki Pervari fotoğrafının altında aynı bilgi yer alıyor.

Ancak Başbakan’ın şu sözlerinin isabetli olduğu asla söylenemez: “Bu olayların içerisinde karışan taraflarla ilgili de bütün adımlar atılmış, ki Milli Eğitim Bakanım bu açıklamayı yaptı. Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanım yaptı, Siirt Valiliği açıklamayı yaptı. Yani 1 yıl önce olmuş bir olay hakkında her türlü yasal yollar, bunun yanında ilgili bakanlıkların atması gereken adımlar, valiliğin atması gereken adımlar, hepsi atılmış ve bugün bu tekrar gündeme getiriliyor.”

İsabetli değil çünkü gazete bu haberi bir “adli skandal” olarak değil bir “ciddi bir toplumsal yara” olarak ele almış ve biz okuyucular da olaya bu yönüyle baktık, bakıyoruz. Yani Erdoğan’ın sıraladığı atılan adımların, yapılan açıklamaların, yürüyen adli süreçlerin hiçbiri bu yaraya merhem olmuyor, olamıyor. Yine Başbakan, bu tür yayınların, olaylarda adı geçenlerde ve hatta ilde (Siirt’te) psikolojik yıkımlara neden olacağını belirterek basını “sorumlu” davranmaya çağırmış.

Medyanın tavrı

Zaten bu tür olayların medyada ne kadar ve nasıl yer alması gerektiği öteden beri tartışılır ve net bir sonuca varılamamıştır. Yine de Erdoğan’ın birçok açıdan haklı olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bu tür haberleri, toplumsal sorunları açığa çıkarıp onlara çözüm bulma arayışını geri plana itip sadece sansasyon için ele almak, en ince ayrıntısına kadar didiklemek asla kabul edilemez. Kabul edilemeyecek bir diğer nokta da, yaşanan herhangi bir olayı, “suçun şahsiliği” ilkesine aykırı bir şekilde, sözümona sosyolojik ve psikolojik (kimi zaman da ekonomik) analizlerle genelleştirmeye, bir gruba, çevreye, yaşam tarzına ve hatta bir yerleşim birimine mal etmeye çalışmaktır. Örneğin Bilge Köyü’nde yaşanan vahşi katliam birileri tarafından, daha ortada çok fazla detay yokken bölge halkının, daha açık söylemek gerekirse Kürtlerin bazı özellikleri (daha doğrusu eksiklikleri) ile açıklanmaya çalışıldı.

Çocuklardaki gizli vahşet

Kuşkusuz ne kadar vahşi ya da rezilce olursa olsun tekil bir olaydan hareketle hiçbir grup veya katmana ayrımcı bir şekilde yaklaşılamaz. Örneğin eğer Pervari’de yaşananlar doğruysa, bu bizlere, çocukların da pekala içlerinde vahşi duygular taşıyabileceklerini, büyükler tarafından gerekli önlemler alınmazsa ve bazı koşullar da elveriyorsa bu duygularını dışa yansıtıp en dehşetli suçlara yönelebileceklerini gösteriyor. (Bu noktada insanın aklına dünya edebiyatından, William Golding’in “Sineklerin Tanrısı”, Yukio Mishima’nın “Denizi Yitiren Denizci”, Ian McEvan’ın “Beton Bahçe” gibi romanları geliyor.) Fakat ne bu romanlar, ne de Pervari’deki gibi “gerçek” olaylardan hareketle asla “bütün çocuklar vahşete yatkındır” sonucu çıkaramayız.

Öte yandan “sorumlu” davranma adına medyadan bu tür olayları hiç görmemesini veya şehir, okul ismi gibi mekanları sansürlemesini beklemek de doğru olmayacaktır. Siirt’e ve Siirtlilere düşen, olayların üstüne örtmek yerine bunlarla yüzleşmek, üstüne üstüne gitmek olmalıdır. Nitekim çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve aktivist böylesi zorlu bir göreve talip oldular ve pek de iyi yapıyorlar. Hükümetin, bu skandalları adli birer vakaya indirgemek yerine ülke çapında çok yoğun bir tartışma ve bilinçlenme kampanyasına önayak olması gerekiyor. Çünkü son olaylardan önce de ülkenin dört bir yanından, toplumun farklı kesimlerinden nice dehşet öykülerine tanık olduk ve bu gidişle daha da olacağa benzeriz.

AKP’lilerden ve tabii ki Başbakan’dan, “eğer biz muhalefette olsaydık bu tür olaylar karşısında ne söyler, ne yapardık?” diye kendilerine sorup ona göre davranmalarını bekliyorum.

Yazının devamı...

Yine seçim barajı meselesi ve bir “bumerang” uyarısı

AKP, daha doğrusu lideri Erdoğan, gerek anayasa değişikliği, gerekse başkanlık sistemi konusundaki söz ve girişimlerinde hep bugünü hesaba katıyor. “Bugün” derken AKP’nin halen ülkede birinci parti gözükmesini ve ilk genel seçimlerde yeniden tek başına iktidara gelme olasılığının yüksek olmasını kastediyorum. Tabii bu arada yapılacak cumhurbaşkanlığı (yoksa “başkanlık” mı demeliyiz?) seçimlerinde kendi adaylarının, muhtemelen de Erdoğan’ın kendisinin seçilmesine nerdeyse kesin gözüyle baktıklarını söyleyebiliriz.

Ama Türk siyasi tarihi, çok güçlü iktidarların, bunu garanti altına almak ve daha da geliştirmek yolunda attıkları, hemen hemen hepsi çağdaş demokratik anlayışa aykırı adımların çok zaman geçmeden başlarına bela olmasının örnekleriyle dolu. Yüzde 10 barajı buna çok çarpıcı bir örnektir.

Fakat baraj konusunu ele almaya bir düzeltmeyle başlamamız gerekiyor. 31 Mart günü “seçim barajı meselesi” başlıklı bir yazı yazmış ve bunu “Anayasa’nın geçici 15. maddesini, geç de olsa kaldırmakla iyi bir iş yapmaya soyunan iktidar partisinin, 12 Eylül darbesinin bu ülkeye yaptığı en büyük kötülüklerden biri olan yüzde 10 barajına toz kondurmaması utanç vericidir” diye bitimiştim. Fakat Hürriyet yazarı Sedat Ergin, barajın 12 Eylülcüler değil Turgut Özal tarafından konulmuş olduğunu belirtince ertesi gün bunu okurlara duyurmuştum.

Hem 12 Eylül, hem Özal

Geçen gün Ergin’den bir e-posta aldım. Şöyle diyor: “Geçenlerde yüzde 10 barajı konusunda hem seni, hem de köşen üzerinden okurlarını yanılttığım için çok mahcubum. Barajın 1983’te askeri rejim döneminde değil, 1987’de Turgut Özal iktidarı sırasında uygulamaya konduğu gibi yanıltıcı bir bilgi verdim. Bu hata 10 Haziran 1983 tarihinde çıkan 2839 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu’nda baraj konusunun düzenlendiği 33’üncü maddede 1987 yılında yapılan değişikliğin bende yarattığı bir yanılsamadan kaynaklanıyor.

Gerek 1983 yılında çıkan yasanın Resmi Gazete’de yayımlanan metninde, gerek yasanın 1987 yılında yapılan değişikliğinden sonraki halinde 33’üncü maddenin giriş cümlesi aynı: ’Genel seçimlerde ülke genelinde, ara seçimlerde seçim yapılan çevrelerin tümünde, geçerli oyların % 10’unu geçmeyen partiler milletvekili çıkaramazlar.’ 23 Mayıs 1987 tarihinde Özal döneminde 33’üncü maddenin birinci fıkrasında bir değişiklik yapılmış. Bu çerçevede yukarıda alıntıladığım giriş cümlesi aynen korunduktan sonra ’Bu siyasi parti listesinde yer almış bağımsız adayların seçilebilmesi de listesinde yer aldığı siyasi partinin ülke genelinde ve ara seçimlerde seçim yapılan çevrelerin tümünde yüzde onluk barajı aşması ile mümkündür’ifadesi eklenmiş. Böylelikle, parti listelerinden seçime giren bağımsız adaylar da baraj kapsamına alınmış. Bu durumda, AKP iktidarının korumak istediği yüzde 10 barajının 12 Eylül cuntasının getirdiği bir uygulama olduğu gerçeği ile bir kez daha yüzleşmemiz gerekiyor.”

Evet bu yüzleşmeyi yapmamız çok isabetli olur. Aynı zamanda AKP’lilere, bu barajın yıllar sonra onu koyanların önünde engel olduğunu da hatırlatalım. Ve şu uyarıda bulunalım: Siyasi sistemle ilgili yapmak istediğiniz tüm düzenlemeleri, “çoğunlukçu” değil “çoğulcu” demokrasi adına ve bir gün iktidardan düşebileceğinizi de hesaba katarak yapın. Aksi takdirde bu silah yarın pekala sizi de vurabilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.