Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayalci ol, azla yetin!

Şu günlerde birçok kişi birbirine AKP’nin Anayasa paketi hakkında ne düşündüğünü, bir referandum olursa ne oy vereceğini soruyor. Gözlediğim kadarıyla kafalar tam olarak net değil. Değil kendi halinde seçmen, “kanaat önderi” diye tanımlayabileceğimiz kişiler bile olaya tam anlamıyla vakıf olabilmiş değill. Üstelik, zaten dar bir zaman diliminde ve epey heyecansız geçen tartışma ortamı, her olayda olduğu gibi, iki uç ( “evetçiler” ve “hayırcılar” ) tarafından sabote edilmekte.

Sonuçta, son dönemde sık sık olduğu gibi kendimi bir kez daha ortalarda bir yerde konumlandırmak noktasına vardım. Normal şartlarda bu pakete tereddütsüz “evet” oyu verirdim. Fakat şu ana kadar yaşanan birçok gelişme nedeniyle tereddütlüyüm. Önce usul ile ilgili eleştirilerimi sıralamak istiyorum:

1) Normalde yepyeni bir sivil anayasaya ihtiyaç duyduğumuz ortada. Fakat koşullar buna el vermiyorsa pekala bu tür paketlerle köklü değişikliklere gidilebilir. Fakat paketin içeriğinin olabildiğince geniş bir uzlaşmayla belirlenmesi gerekirdi. AKP bunu yapmadı, taslağı kimseye danışmadan hazırladı;

2) Taslağın tartışılması için de çok ama çok az bir süre tanındı ve kısa sürede hazırlanan tasarı TBMM’ye sunuldu;

3) Referanduma gidilmesi durumunda seçmenin madde madde oylamasına yanaşılmayacağı alenen ilan edildi.

Kürt sorunu unutuldu

Bunlar yönteme ilişkin itirazlarım. İçeriğe gelince; yüksek yargının yeniden düzenlenmesi, askeri yargının alanının daraltılması, YAŞ kararlarının bir bölümüne yargı yolunun açılması, parti kapatmaların zorlaştırılması prensip olarak doğru adımlar. Fakat Anayasa Mahkemesi ile HSYK hakkındaki düzenleme önerilerinin, Prof. Ergun Özbudun liderliğindeki heyete yine AKP tarafından hazırlatılmış olan anayasa taslağının epey gerisinde kalmış olmaları düşündürücüdür.

Daha önemlisi, paketin ana gövdesini bunların oluşturması, AKP’nin, paket için Türkiye’den ziyade kendi önceliklerini seçmiş olduğunu bize gösteriyor. Aksi olsaydı, pakette özellikle Kürt sorununun çözümüne yönelik bazı değişikliklerin de yer alması gerekirdi.

Kraldan çok kralcılar

Beni bu paketten en çok “kraldan çok kralcılar”ın soğuttuğunu itiraf etmeliyim. İsim vermeye gerek yok. Genellikle olduğu gibi yine çok kibirli ve çok acımasızlar. AKP’nin paketinin Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarını tam olarak karşılamadığı, yeterince uzlaşma aranmadığı ve bu haliyle referanduma gidilmesinin ülkede zaten var olan kamplaşmayı daha da azdıracağı gibi eleştiri ve uyarılarda bulunan az sayıdaki aklıselim sahibini susturmak ve devre dışı bırakmak istiyorlar.

İlginçtir, onlar da paketin çok eksiği olduğunu kabul ediyor, ama “mükemmel iyinin düşmanıdır” diyerek “küçük bir devrim” olarak tanımladıkları pakete şartsız destek istiyor, hatta dayatıyorlar. Ve tabii bütün bunları “demokratikleşme” adına yapıyorlar. Başbakan’ın son “kaçak Ermeni” şantajını sert biçimde eleştirmiş olmalarından cesaret alarak “gerektiğinde biz de AKP’yi eleştiriyoruz” demeyi de ihmal etmiyorlar.

Aslında çok söz söylemeye gerek yok. Bu kişilerin bir bölümü, temel sloganı “gerçekçi ol, imkansızı iste” olan 1968 kuşağından. Onca yıl sonra “hayalci ol, azla yetin!” noktasına varmış olmaları hem kendileri, hem Türkiye için üzücüdür.



Dünkü yazımda yüzde 10 barajının 12 Eylül 1980 askeri darbesi ürünü olduğunu yazmıştım. Sedat Ergin, 12 Eylülcülerin 1983 seçimlerine katılacak partileri veto yoluyla ayıklamış olduğunu, barajın 1987 seçimleri öncesi ANAP Lideri Turgut Özal tarafından konulduğunu hatırlattı. Kendisine teşekkür eder, okurlardan özür dilerim. Bu arada Özal’ın nerdeyse “cumhuriyet tarihinin en demokrat siyasetçisi” olarak tanımlanmasının, tıpkı yüzde 10 barajı gibi ne kadar gayri adil olduğuna dikkat çekmek isterim.

Yazının devamı...

Seçim barajı meselesi

Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesini hedefleyen bir anayasa değişikliği paketi hazırlamak söz konusuysa ilk akla gelen düzenlemelerden biri hiç tartışmasız genel seçimlerdeki yüzde 10 ülke barajını aşağı çekmek olmalıydı. İktidar partisi barajı indirmeyi telaffuz bile etmezken, bu pakete tamamen itiraz eden CHP, MHP gibi muhalefet partilerinin de bu yönde bir talepleri olduğunu görmedik. TBMM’de barajı gündeme getiren tek parti, haklı olarak BDP. Ama en az bu parti kadar Saadet Partisi ve DP başta olmak üzere diğer partilerin de barajdan ciddi bir şekilde şikayetçi oldukları ortadadır.

Yüzde 10’u muhafaza etmek isteyenlerin en çok öne sürdükleri gerekçe “siyasi istikrar”. Yani onlara göre Türkiye gibi bir ülke ancak gayri adil bir seçim sistemiyle istikrara kavuşabilir. Halbuki 12 Eylül cuntacılarının armağanı olan bu barajın ülkeye ne derece istikrar getirdiği tartışmalıdır. Şurası açık: Baraj nedeniyle ülkede siyasi hayat ve seçimler normal kanallardan akmadığı için görünüşte “istikrar” a kavuştuk. Ancak 1983’ten beri, büyük ölçüde yüzde 10 barajından istifade ederek iktidara gelen partilerin hazin sonları ortada. Şunu söyleyebiliriz: Yüzde 10 barajı sayesinde Türkiye’de birçok parti hak etmedikleri ölçüde şiştiler ve ilk ciddi siyasi krizde de bir balon gibi patladılar.

Kaldı ki “istikrar”ın sadece tek parti iktidarıyla sağlandığı da hayli tartışmalı bir konudur. AKP’nin özellikle ikinci döneminde yaşanan toplumsal kamplaşma da bunun açık bir örneğidir. Diyelim ki son seçimlerde baraj yüzde 5 olsa ve o dönemin DTP’si daha fazla, mesela 50 civarı, SP de grup kurabilecek kadar milletvekili çıkarsa Türkiye daha az mı istikrarlı olacaktı?

Bazıları yüzde 10’un 12 Eylülcüler tarafından İslamcı hareketleri engellemek için konulduğunu ileri sürüyorlar. Diyelim ki doğru (ki hedef tek başına İslamcılar değildi), peki ya sonra? Kimileri de yüzde 10 barajının mevcudiyetine rağmen geçmişte uç sağ partilerin, günümüzdeyse Kürt partilerinin, seçim ittifakları yaparak veya bağımsız aday çıkararak bu engeli aştıklarını bahane ediyorlar ki bu tek kelimeyle zalimliktir. 1991’de RP-MÇP-IDP ittifakının, son seçimde de DTP’nin kampanyalarını izlemiş biri olarak, bu partilerin ne zorluklarla karşılaştıklarına bizzat şahit oldum. Zaruretten başvurulan bu tür suni yöntemleri bahane ederek yüzde 10 barajını savunanların diğer yandan en hızlı demokrat havalarında dolaşabilmeleri akıl alır bir şey değil.

Türkiye milletvekilliği yalanı

Bir ara, yüzde 10’un acısını hafifletmek için Türkiye milletvekilliği diye bir formül pazarlanmak istendi, hâlâ isteniyor. Turgut Özal’ın cinliklerinden olan ve Anayasa Mahkemesi’nden dönen bu uygulama, eğer gerçekleşse yüzde 10 barajının yarattığı adaletsizliği katmerleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Şöyle bir örnek verelim: Türkiye milletvekilliği söz konusu olduğunda, BDP ülke genelinde diyelim ki yüzde 7 oy aldı, TBMM’de 7 milletvekili ile temsil edilecek. Halbuki son seçimlerde DTP bağımsız adaylarla 20’nin üzerinde sandalye kazanmıştı ki önümüzde seçimlerde BDP’nin aynı yöntemle bunu en az 30’a çıkarması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.

AKP’liler kuşkusuz baraj düşerse BDP ve SP’ye çok sayıda milletvekilliği kaptırmaktan korkuyorlar. Ama bu ülkeyi gerçekten demokratikleştirme iddiasındaysalar bu tür korkularının üstüne üstüne gitmeleri gerekir.

Lafı fazla uzatmaya gerek yok: Anayasa’nın geçici 15. maddesini, geç de olsa kaldırmakla iyi bir iş yapmaya soyunan iktidar partisinin, 12 Eylül darbesinin bu ülkeye yaptığı en büyük kötülüklerden biri olan yüzde 10 barajına toz kondurmaması utanç vericidir.

Yazının devamı...

Kürtler ne istiyor?

Yoğun olarak anayasa değişikliği paketinin tartışıldığı bir günde “Kürtler ne istiyor?” başlıklı bir yazı yadırgatıcı gelebilir. Ama değil. Eğer iktidar partisi ve onun bu girişimini destekleyenler bu paketle Türkiye’nin daha da demokratik bir ülke olacağını iddia ediyorlarsa, bu tartışmada “Kürtler ne istiyor?” sorusunu sormak ve söz konusu paketin onların taleplerini ne ölçüde giderebileceğini tartışmak kaçınılmazdır. Eğer Kürt sorunu bu ülkedeki tüm sorunların anasıysa, bunu çözmeyi hedeflemeyen adımların demokratikleşmeye katkıları epey kuşkulu olacaktır. Hele bu girişimi yürüten AKP hükümeti, yaz aylarından itibaren “demokratik açılım” adını verdiği ve esas olarak Kürt sorununun kalıcı çözümünü amaçlayan bir süreç başlatmış ve en azından söylem temelinde bu sürecin sürdüğünü göstermek için elinden geleni yapıyorsa, kendilerine bu paketle Kürt sorununa ne gibi çözüm adımları bulunduğunu sormamız şarttır.

AKP’nin en samimi destekçileri bile paketle Kürt sorunu arasında doğrudan bir ilişki kuramıyorlar. Zira paketin ağırlığı, yüksek yargının güç ve yetkilerinin yeniden yapılandırılması; askeri yargının alanının daraltılması ve YAŞ kararlarına kısmen yargı yolunun açılması gibi, bugünün siyasi konjonktüründe AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmaya yönelik oldukları aşikâr düzenlemelerde. Partilerin kapatılmasının neredeyse imkansız hale getirilmesi bir ölçüden Kürt siyasi hareketinin işine geliyor olabilir fakat DTP’nin kapatılma sürecinde kıllarını bile kıpırdatmamış olmaları, hatta bazı isimlerinin kapatılmaya zemin hazırlayıcı çıkışlar yapması iktidar partisinin tek olmasa bile esas derdinin kendisi olduğunu gösteriyor.

Hangi Kürtler?

Tekrar başlığa dönecek olursak, “Kürtler ne istiyor?” sorusu dün önemliydi, bugün de önemli, yarın da önemli olmaya devam edecek. Ancak bu soruyu sorduğumuz anda hemen ikinci bir soruyla karşılaşıyoruz: Hangi Kürtler? Kimileri bu ikinci soruyu, ilk soruyu geçiştirmek için devreye sokuyorlar, ama olsun. Evet “Hangi Kürtler?” sorusunun cevabı “her görüş ve eğilimden Kürtler” olacaktır. Hiç kuşku yok ki yaşadıkları coğrafyaya, yaşlarına, mali ve eğitim durumlarına vs. bağlı olarak Kürtlerin görüşleri de farklılaşacaktır. Ancak ortada çok ciddi bir realitenin de olduğu açıktır: Yıllardar beri Türkiye’de, yasadışı, yasal ve yarı-yasal ayaklarının içiçe geçmiş olduğu bir Kürt siyasi hareketi mevcuttur ve bu hareket onca çabaya rağmen her geçen gün güçlenmiştir ve gelecekte daha da güçlü olma potansiyeline sahiptir.

Diğer bir deyişle, söz konusu Kürt siyasi hareketini by-pass ederek, Kürtlere doğrudan seslenmenin imkanı her geçen gün azalmakta, bu mümkün olsa bile bu seslenmeden belirleyici gelişmeler çıkarmak zorlaşmaktadır.

Artık şunu kabul edelim: Türkiye’de halkın çoğunluğu dini açıdan muhafazakâr ve milli açıdan milliyetçi değerlere yakındır. Özellikle son yıllarda ülkenin Batısı ile Güneydoğusu, daha açık söylemek gerekirse Kürtlerle Kürt olmayanlar arasındaki mesafe iyice açılıyor ve zaten dinsel açıdan muhafazakâr bir topluluk olan Kürtlerde milliyetçilik de buna paralel olarak yükseliyor.

Söz konusu olan tabii ki Kürt milliyetçiliğidir. Ve Kürt milliyetçiliği inatla görmezden gelinmek istenmekte, onunla yüzleşme sonsuza kadar ertelenmek istenmektedir. Türkiye yakın bir geçmişe kadar Kürt sorununun varlığını yadsıyordu ve bunun bedeli çok ağır oldu. Şimdiyse Kürtlerdeki güçlenen milliyetçi eğilimler göz ardı edilmek isteniyor ki bunun da bedelinin ağır olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir.

Biraz açacak olursak, Kürt siyasi hareketinin ana kavramının “azadi” olduğu anlaşılıyor. 1970’li yıllarda “Kurdara azadi” (Kürtlere Özgürlük) sloganı atılırken esasında “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”na gönderme yapılırdı. Peki bugün “azadi” derken esas olarak ne kastediliyor? Yine bağımsızlığa kapı aralayacak ölçüde bir kaderini tayin hakkı mı, yoksa kültürel haklar mı?

Diyarbakır’da izlediğim Nevruz kutlamaları sırasında bu hayati sorunun cevabını bulamadım. En azından basitçe “sadece bazı kültürel haklar talep ediyorlar” deme noktasında olmadığımı söyleyebilirim.

1991 yılında Ömer Laçiner, “Kürt Sorunu: Henüz Vakit Varken” adlı bir kitap yazdığında kendisini fazla kötümser bulmuştum. Yaklaşık 20 yıl sonra henüz vakit varken Kürt sorununa hızla el atmak gerekiyor diyorum.

Yazının devamı...

BDP “anahtar parti” oluyor

AKP’nin Anayasa paketi taslağının geleceğinde kilit rolü BDP oynayacağa benziyor. Zira CHP içerik, MHP ise usul konusundaki itirazları nedeniyle taslağın tasarıya dönüşmesi sürecinde aktif rol almayacaklarını alenen belirttiler. Hatta özellikle CHP’nin bu süreci engellemek için elinden geleni yapacağını da tahmin edebiliriz. Geriye bir tek BDP kalıyor.

Normal şartlarda iktidar partisinin BDP’ye pek ihtiyacı olmaması gerekirdi. Çünkü sadece BDP’nin katkısıyla bu paketin TBMM’den geçmesi mümkün değil. Ne var ki, AKP yönetimi, partili milletvekilleri içinden şu ya da bu nedenle fire çıkmasından ciddi bir şekilde endişeleniyor. Bu yüzden Anayasa değişikliğini referanduma götürmeyi garantileyebilmek için AKP başkalarının desteğine muhtaç.

Tabii ki akla ilk ve belki de tek gelen parti BDP. Ve BDP’nin pakete desteği konusunda en ciddi engel yüzde 10 seçim barajının pakette yer almaması. Barajın BDP’nin “kırmızı çizgisi” olduğunu biliyoruz fakat dün Genel Başkan Selahattin Demirtaş’ın konuşmasını dinlediğimizde bu çizginin bir şekilde aşılabileceği sonucuna varabiliriz.

Demirtaş açık bir şekilde, diğer partilerin aksine pakete katkı sunmak istediklerini ifade etti. Onun “Paket katkıya açıksa değişme ihtimali var demektir. Taleplerimiz olacak, bunlar karşılanmazsa şu andaki olumlu, pozitif tavrımızı gözden geçireceğiz” demiş olması BDP’nin AKP ile pazarlık için kolları sıvamış olduklarını gösteriyor.

Seçim barajı sorunu

Peki bu pazarlık nasıl gelişebilir? Öncelikle, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un Anayasa değişikliğinin ardından Meclis’e dönebilecekleri yolundaki söylentilerin BDP’lileri hiç heyecanlandırmadığını, hatta “ağza bir parmak bal çalma” olarak görülüp ters tepki yarattığını hatırlatalım. Muhtemel bir pazarlıkta BDP’nin Anayasa’da Kürt kimliğinin alenen tanınmasını talep etmesi beklenmiyor. Öte yandan masaya ilk olarak seçim barajını sürecekleri de muhakkak. Ancak bu paketin en büyük eksiği olan barajın düşürülmesine AKP’nin yanaşacağını beklemek de gerçekçi olmaz. İktidar partisinin bunun yerine “Türkiye milletvekilliği” ni sürmesi de hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü BDP’liler bunun kendi yaralarına asla merhem olmadığını biliyorlar. Geçen seçimde olduğu gibi, seçimlere bağımsız adaylarla girmeleri halinde kolaylıkla grup kurmaya yeter sandalyeye ulaşmak varken, 6-7, en fazla 8 Türkiye milletvekilliğine razı olmaları asla söz konusu olamaz.

Kimileri, yüzde 10 konusunun çözümsüz görünmesinden hareketle BDP’nin bu süreçte AKP’ye hiçbir şekilde destek olmayacağını ileri sürüyor. Katılmıyorum. BDP’liler eğer, diğer partiler tarafından yalnızlaştırılmışken AKP ile pazarlık etme imkanını ciddi bir fırsat olarak görürlerse -ki Demirtaş’ın dünkü sözleri bu konuda hayli ipucu veriyor- bu iki parti ülkeyi anayasa referandumuna götürmede ortak hareket edebilirler. Tabii böylesi bir gelişmenin, AKP yönetimini hayli ürküten fire riskini daha da artırmasının ihtimal dahilinde olduğunu da akılda tutmak lazım. BDP’nin muhtemel bir desteğinin CHP ve MHP tarafından AKP’ye karşı alabildiğine kullanılacağı da kesindir.

Bütün bu risklere rağmen AKP’nin BDP’ye sırt çevirmesi beklenemez çünkü “demokratik açılım” sürecinde epey tökezlemiş olan iktidar partisi Anayasa sürecini kazasız belasız tamamlamak istiyor. Yani BDP’yi dışlama lüksü yok.

Yazının devamı...

Nevruz’un ortaya çıkardığı, yüzleşmemiz gereken gerçekler

Önceki gün Diyarbakır Nevruz Meydanı’nda bana en büyük hayal kırıklığını Leyla Zana yaşattı. Geçen yıl aynı yerde düzenlenen kutlamalarda önce Kürtçe, ardından Türkçe konuşan Zana, gerek Türk kamuoyuna, gerekse doğrudan Başbakan Erdoğan’a seslenerek dikkat çekici ölçüde pozitif ve yapıcı mesajlar vermişti. Birkaç ay sonraysa hükümetin Kürt açılımını ilan etmesi, Zana’nın hiç de boşuna konuşmadığını bizlere göstermişti.

İşte bu nedenle önceki gün Zana’nın konuşmasını büyük bir merakla ve onun tıkanmış olan açılımın kaldığı yerden devam etmesine katkıda bulunacağı umuduyla bekledim ancak olmadı. Çünkü Zana hiç de kısa olmayan konuşmasını Kürtçe yaptı ve Türkçe bir şey söylemeden kürsüden indi. Kendisine “Neden?” diye sorduğumda “Bugün Türkçe konuşmak hiç içimden gelmedi” cevabını aldım. Ardından Kürtçe bilen meslektaşlarımdan çeviri için yardım istememi önerdi.

Böyle bir ihtiyaç hissetmedim çünkü o andan itibaren Zana’nın ne söylemiş olduğu benim için önemli olmaktan çıkmıştı. Eğer Kürt siyasi hareketinde, “Türk kamuoyu” nun duyarlık ve kaygılarını en fazla ciddiye alan isimlerden biri olan Zana’nın Türkçe konuşmak istemiyor olmasının çok derin sembolik ve buna bağlı olarak siyasal anlamları olduğunu düşünüyorum.

Gerçeklerle yüzleşmek

Kürt sorununda mümkün olduğunca samimi olmanın ve gerçeklerle çekinmeden yüzleşmenin zamanı geldi ve geçiyor. Dünkü gazeteler, Nevruz kutlamalarını genellikle olaysız ve şenlik havasında geçmiş olmalarıyla işlediler. Bunda bir mahsur yok. Ama bunun ötesine gitmek gerekiyor. Örneğin şöyle bir soru soralım: Her yaş ve cinsiyetten, her sosyal katmandan on binler, hatta yüz binlerce insan nasıl bir motivasyonla, güneşin altında saatlerce bir şenlik havasında bir araya gelir. Yine aynı insanların hatırı sayılır bir bölümü, nasıl Öcalan’ı, PKK’yı ve PKK’lıları övmek gibi kanunlara göre suç sayılan şeyleri hiç çekinmeden, hatta göstere göstere yapar?

Kimseyi ihbar ediyor filan değilim. Sadece şunu söylemek istiyorum: Geçen yıl ve dün Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında sadece bir bayram şenliğine değil aynı zamanda siyasi bir kimliğin, duruşun aleni deklarasyonuna tanık oldum, olduk. Nevruz’u sadece asayiş açısından ele alan medya, katılımcıların sayısını komik bir şekilde düşük göstermeye çalışan güvenlik güçleri böyle yaparak Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunmuyor, tam tersine çözüm imkanlarını sabote ediyor.

Tekrar başa, Zana’ya dönecek olursak: Türkiye’de her geçen gün daha da netleşen bir gerçek var: Ülkemizde birçok konuda (asker-sivil ilişkileri, laiklik) olduğu gibi Kürt sorunu söz konusu olduğunda, hatta en çok o zaman, iki farklı kamuoyuyla karşılaşıyoruz. Basitçe “Türk” ve “Kürt” sıfatlarıyla ayrıştırabileceğimiz bu kamuoyları yaşanan her gelişmeye tamamen zıt tepkiler veriyor. Örneğin Kandil ve Mahmur’dan dönüşler Kürt kamuoyunu sevindirip coştururken Türk kamuoyunu tedirgin etti. Her iki kanadın önde gelen isimleri de, kendi tabanlarını ötekilerin hassasiyetlerini dikkate almaya çağırmadı, belki de çağıramadı. Sonunda açılım sekteye uğradı.

Öcalan duyarlığı

Kamuoyu farklılıkları kuşkusuz en fazla Öcalan ve PKK gündeme geldiğinde belirginleşiyor. Ülkenin bir bölümünün tepeden tırnağa nefret ettiği Öcalan, sayıları hiç de az olmayan bir kesim tarafından “önder” olarak görülebiliyor. Örneğin Nevruz kutlamaları sırasında Öcalan’ın uzun bir mesajı okundu ve Nevruz konusunda eskiden yaptığı konuşmalardan derlenmiş bir sinevizyon gösterisi yapıldı. Ama benim dikkatimi en çok, “Öcalansız bir dünyayı başınıza yıkarız” yazan dev Öcalan posteri çekti.

Dünkü “Mesafe kötü bir şekilde açılıyor” başlıklı yazıma kimi okurlar “Bütün bunlar açılım yüzünden” diye tepki gösterdi. Çok feci yanılıyorlar. Bütün bunlar yılların birikimi. Ve bu birikimin ülkemizde kardeşçe bir arada yaşamamızı yok etme ihtimalini ortadan kaldırabilmenin tek yolu Kürt sorununu çözmektir. Yani bizi açılım bu noktaya getirmedi. Tam tersine açılım bizi bir felaketin eşiğinden döndürebilir. Bu nedenle hükümetin seçimleri filan beklemeden, cesaretle, açılımı kaldığı yerden sürdürmesi gerekiyor.

Yazının devamı...

Solculara İslam konusunda pratik öneriler

SOL VE İSLAM/8

Birikim dergisinin Şubat 2010 tarihli 250. sayısındaki “Sol ve İlahiyat” başlıklı dosyasından hareketle kaleme aldığım “Sol ve İslam” dizisini sonlandırıyorum. Bu yazılara olağanüstü tepki almış değilim. Dolayısıyla bunları “yanlış zaman ve yerde yazılmış yanlış yazılar” olarak değerlendirenler çıkacaktır. Olabilir ancak İslam-sol ilişkisinin (daha doğrusu ilişkisizliğinin) Türkiye’nin kronik ve önde gelen sorunları arasında yer aldığını; bunu tartışmak için yer ve zaman seçme lüksümüz olmadığını düşünüyorum.

Gelen tepkilerin büyük kısmını, hiç de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde sol ile İslam’ın pekala bağdaşabileceği, dindar bir Müslümanın pekala solcu olabileceği tespitinin reddine odaklanmıştı. Kimileri bana solu ve solculuğu; kimileri de İslam’ı anlatmaya ve bu yolla tespitimi çürütmeye çalıştı. İlginçtir, sol ile İslam’ın bağdaşamamasına ana neden olarak solu gösterenlerin çoğu İslamcı; İslam’ı gösterenlerin çoğuysa solcuydu.

Açık konuşmakta yarar var: Her iki türden eleştiriden hiç ama hiçbir şey öğrenmedim. Bir kere bunların hiçbiri yeni değil. Kendimi bildim bileli, her iki uçta yer alan küçük iktidar sahiplerinin, “bilimsel” iddialı değerlendirmelerle sol ile İslam’ın neden asla biraraya gelemeyeceğini, dindar bir Müslümanın neden zinhar solcu olamayacağını açıklama çabalarına tanık oluyorum. Bunlarla bir arpa boyu yol gidemediğimiz de ortada.

Onları kendi katı sol ve/veya İslam yorumlarıyla baş başa bırakıp, daha özgürlükçü, çoğulcu, dayanışmacı, eşitlikçi sol ve İslam yorumlarının olduğunu; yoksa da varedilmesi gerektiğini söylemeye çalışıyorum ve bu noktada yalnız olmadığımı çok iyi biliyorum. Ayrıca en basitinden kendi aile çevremde gözlediğim gibi günümüz Türkiyesi’nde kendilerini itikat olarak tereddütsüz Müslüman, siyasi olaraksa tereddütsüz solcu gören çok sayıda insan var. Öte yandan bir gazeteci olarak yakından tanıma şansını yakaladığım İslami hareket içerisindeki çok kişinin dünyaya ve olaylara aslında soldan baktıklarını, fakat sol siyasi hareketlerdeki İslam karşıtı, hatta yer yer düşmanı tutumlar nedeniyle normalde yaşanması gereken buluşmanın hayata geçmediğini de gözlüyorum.

Korkmayın, tanımaya çalışın

Dünkü yazımda da belirtmeye çalıştığım gibi sol Türkiye’de örgütlü İslam’ı tanımalı, bilmeli, cemaat ve gruplarla belli ilişkiler geliştirmeli fakat önceliği dindar bireye vermeli. Şu ana kadar yazdıklarımı toparlayacak olursak sol hareketler ve solculara İslam, İslamcılar ve dindarlar konusunda şunları öneriyorum:

1) Dini, İslam’ı ve Müslümanları küçümsemeyin, onları ciddiye alın;

2) Türkiye’nin aslında dinsel anlamda muhafazakâr bir ülke olduğunu ve bu olgunun kolay kolay değişmeyeceğini kabullenin;

3) İslam’dan ve Müslümanlardan korkmayın;

4) İslam hakkındaki bilgilerinizi gözden geçirin ve hatta sil baştan yapın;

5) İslam’ı hem temel kaynaklarından, hem de dindarların kendilerinden öğrenin;

6) İslami hareketin yekpare bir yapı olmadığını, kendi içinde çok derin ayrılıklar, tartışma, rekabet ve hatta çatışmalar barındırdığını dikkate alın. Fakat yeri geldiğinde bu ayrılıkların rafa kaldırılıp birlikte hareket etme potansiyeline sahip olduğunu da unutmayın;

7) Dindarların, dinlerini daha özgürce yaşama yolundaki taleplerini önemseyin ve onlara destek verin. Üniversitelerdeki türban yasağı, katsayı adaletsizliği gibi sorunları kendi gündeminizin öncelikli maddeleri haline getirmekten çekinmeyin;

8) Nasıl dindar bir Hıristiyan, Musevi ya da Budist solcu olabiliyorsa dindar Müslümanların da olabileceğini kabul edin; sol hareketlere giren gençlerden ilk fırsatta dini inançlarından vazgeçmelerini beklemeyin; hele bunu dayatmayın.

9) Ateizm propagandasını solculuk diye yutturmaya çalışanları aranızda barındırmayın.

Bir mektup

Bu diziyi bir okur mektubundan alıntıyla bitirmek istiyorum. Kendisinden izin almadığım için adını vermediğim bu okurun sözleri, yazıp çizdiklerimin pek de boşuna olmadığını düşündürttü bana. Kendisine teşekkür ederim:

“Bendeniz 80 küsur yaşındayım ve kendimi bildim bileli solcuyum. Bunun için başıma gelmedik kalmadı, çünkü öğretmendim. Babam rahmetli müftüydü. Emekli olunca kısa bir dönem CHP ilçe başkanlığı yaptı. Ben emekli olduktan sonra SHP ilçe başkanlığı yaptım. Namazımı kıldım, orucumu tuttum ve hacca gittim. Bunlar benim inanışım gereği yapmam gereken ibadetler. Ama ben hiç kimsenin hakkına tecavüz etmedim. Kimseyi sömürmedim. Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmadım. Bilerek yalan söylemedim. Hırsızlık yapmadım. Küfür ağzımdan çıkmamıştır. Bitişiğimdeki komşum açken ben tok yatmadım. Elimden geldiğince yetime, düşküne elimi, imkanım nisbetinde uzattım. Şimdi ben hâlâ solcuyum. Keşke solu öcü gibi görenler de böyle olsa.”

Yazının devamı...

Solcular İslami cemaatlerle temas etmeli mi?

SOL VE İSLAM/7

Geçen Temmuz ayının sonlarında Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) eski üst düzey yöneticilerinden olup ardından Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) kurucuları arasında yer alan Zülfü Dicleli, Taraf Gazetesi’nden Neşe Düzel’e bir mülakat verdi. “Sol hep din düşmanı oldu” başlığını taşıyan mülakatta Dicleli, her ne kadar solun bu yanlış tavrında uzun yıllar yönettikleri Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) hayati rolünü özel olarak vurgulamamış olsa da geniş bir özeleştiri yaptı. Onun mülakattaki “Sol, önce, dinin gericilik kaynağı olduğu saçmalığından vazgeçmeli. Bu ülkede halkın yaşadığı bir İslam kültürü var. Sol, İslam’la temas kurmak zorunda” sözleri bana ortak bir anımızı hatırlattı.

Hatırlanacaktır Nabi Yağcı ve Nihat Sargın başta olmak üzere TBKP yöneticileri 1987 sonunda ülkeye dönmüş, bir süre hapis yattıktan sonra serbest bırakılmışlardı. O tarihlerde Dicleli’nin daveti üzerine TBKP’nin yönetici ekibinden küçük bir gruba Türkiye’deki İslami hareketleri anlattım. Sonunda, “bize ne yapmamızı önerirsin?” diye sorduklarında “Herhangi bir İslami cemaat liderinden randevu alıp kendisini ziyaret edin. ’Biz sizi tanıyoruz, sizden de bizi tanımanızı istiyoruz’deyin ve bunu basına da duyurun” demiştim. Bana “henüz böyle bir şey için çok erken” diye tepki vermişlerdi.

Zülfü Dicleli’ye haksızlık etmek istemem, kendisi o tarihlerde de bugünküne benzer görüşlere sahipti, ama belli ki yoldaşlarıyla bu tür konularda tam olarak anlaşamıyordu. Zaten TBKP’lilerin dönüşünün yaratmış olduğu heyecan bir süre sonra dindi ve yasal bir siyasi partiyle yola devam edemeyecekleri ortaya çıktı.

Meşruiyet değiş tokuşu

TBKP’lilere, İslami hareketle “meşruiyet değiş tokuşu” na gitmelerini önermiştim. Zira Türkiye’de yıllardır solcular ve İslamcılar vardır ama nedense karşılıklı olarak aralarına dev duvarlar örmüşlerdir. Kimi durumlarda da üçüncü şahıs veya odaklar bu iki kesimin birbirlerini tanımasına imkan tanımamak için ellerinden geleni yapmıştır. Solcularla İslamcıların illa belli konularda ittifak yapmasını savunuyor değilim. Hiçbir konuda anlaşamasalar bile, bunu birbirlerine doğrudan söyleme cesaret ve görgüsüne sahip olmalarının herkesin (ve ülkenin) hayrına olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Yine bir anektodla konuyu açmak istiyorum: Yıllar önce ünlü İslam alimlerinden Sadrettin Yüksel ile tanışmak için epey uğraşmış ve Fatih’teki kitapçı bir dostum sayesinde kendisini ikna edebilmiştim. 2004 Aralık ayında kaybettiğimiz Sadrettin Hoca ilk olarak şaka yollu “sen komünistsin, ben şeriatçıym. Sen iktidara gelirsen benim, ben gelirsem senin için iyi olmayacak. O zaman oturup neyi konuşacağız!” diye sormuştu. Kendisine “Nasılsa ne siz, ne biz iktidara filan gelmeyeceğiz. Onun için şurada sakin sakin sohbet edelim, birbirimizi tanıyalım” deyince uzun ve gerçekten keyifli bir muhabbet gerçekleştirmiştik.

Öncelik bireylere

Ancak sol önceliği İslamcılar ve İslami cemaatlerden çok dindar bireylere vermelidir. Bu noktada Bülent Ecevit’in geliştirmiş olduğu “inançlara saygılı laiklik” kavramının hayli kullanışlı olduğu söylenebilir. Bir dönem Deniz Baykal da “Anadolu solu” diye bir strateji geliştirmiş fakat bunu ciddi bir biçimde hayata geçirdiğine tanık olmamıştık. Bu bağlamda, son dönemde CHP’nin, İstanbul örgütü ve İl Başkanı Gürsel Tekin (ve bir ölçüde Kemal Kılıçdaroğlu) aracılığıyla din ve dindarlarla barışma yolunda attığı adımları, kimileri küçümsese de, don derece önemsiyorum. Bu türden çıkışlar kısa vadede CHP’ye oy mu getirir, yoksa oy mu götürür, bir yerden sonra pek bir anlamı yok; en azından beni çok fazla ilgilendirmiyor. Fakat CHP gibi bir partinin dindarlarla ilişkisini normalleştimeye en azından niyetlenmiş olması bile orta ve uzun vadede sol ile İslam arasındaki ilişkilerin iyileşmesine katkıda bulunacaktır. Tabii hemen “CHP sol bir parti mi?” diye sorulacaktır. CHP üst yönetiminin ülkenin temel sorunlarına soldan baktığını, sol çözüm önerileri geliştirdiğini iddia edecek değilim. Ama ülkede kendini solda tanımlayanların ezici bir çoğunluğunun, bazıları kerhen, bazıları bilinçli bir şekilde CHP’ye oy verdiklerini de biliyoruz. Bu yüzden, biz solda görsek de görmesek de CHP’deki en ufak gelişme Türkiye’de solun kaderinde etkili oluyor. Sonuçta, bir solcu olarak, Tekin’in başını çektiği yaklaşımın sol çevrelerde yaygınlaşmasını ve kök salmasını temenni ettiğimi söylemekten çekinmem.

Uzattığımın ve birilerini rahatsız ettiğimin farkındayım ancak sol ile İslam ilişkisi konusuna yarın yazacağım yazıyla son vermeyi düşünüyorum. Tabii şimdilik!

Yazının devamı...

“İslami sol” mümkün mü?

SOL VE İSLAM/6

Sol ve İslamiyeti birlikte anmanın bile tek başına bazı kişi ve çevreleri ne kadar rahatsız ettiğinin farkındayım. Sol ile İslam dininin hiçbir şekilde bağdaşamayacağı klişesini tekrarlayarak iktidarlarını korumak istiyorlar. Ama eğer, nüfusunun büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir ülkede yaşıyorsak ve bu ülkenin en büyük arayışları demokrasi, özgürlük ve başta sosyal konularda olmak üzere her türden adaletse, bu küçük iktidar sahiplerini tedirgin etmeyi sürdürmemiz ve onları devre dışı bırakmamız gerekir. Yani sol ile İslam arasındaki ilişkisizliği bir kader olarak görmeyip rehabilite etmek için herkesin elinden gelen katkıyı yapması şarttır.

Aslında umutlu olmak için nedenlerimiz mevcut. Zira solculuğun ve İslamcılığın ayrı ayrı yaşadığı ve giderek derinleşen krizler, bu iki siyasi hareketin saflarında yer alan bazı kişileri, bir süredir, kendi statükolarını, ön kabul ve yargılarını sorgulamaya sevk ediyor. Bugün İslami kesim içinde yer alıp kendilerini aynı zamanda “solcu” olarak tanımlayanları ele almak istiyorum. Özellikle 20. yüzyılda, İslam dünyasının değişik köşelerinde İslam dinini soldan yorumlamaya çalışan düşünürler, aydınlar ve onların fikirleri etrafında oluşan topluluk ve siyasi gruplara tanık olmuştuk. Fakat peşpeşe yaşanan Afgan cihadı ve İran devrimiyle birlikte İslam ile solu bağdaştırma girişimleri ciddi darbe aldı ve adım adım sahneden çekildi. 1980 ortalarından itibarense İslam coğrafyasının hemen her köşesinde siyasi İslamcılık güçlenip egemen hale geldi ve solcu, liberal ve milliyetçi akımları hızla marjinalleştirdi. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte sol İslam dünyasında iyice güçsüzleşti.

Fakat 21. yüzyılla birlikte İslamcılık deneyimlerinin getirdiği hayal kırıklıkları (özellikle 11 Eylül eylemiyle birlikte El Kaide’nin hegemonyasını da ilan etmesi) yeni arayışlara, kimi durumda da eski yorumların yeniden keşfine vesile oldu. Türkiye’de de benzer bir sürecin çok iddialı olmasa da yaşanmakta olduğunu görüyoruz. İçlerinde siyasetçiler, aydınlar, yazarlar, sivil toplum aktivistleri ve ilahiyatçıların da bulunduğu irili ufaklı grupların yürüttüğü tarışmaların ışığında ülkemizde bir “İslami sol”un şekillenmekte olduğunu söyleyebiliriz.

Kısa vadede siyasi hayatta güçlü bir etkisi olma şansı bulunmasa da “İslami sol” hareketin ülkemize birçok açıdan hayırlı olacağı açıktır ki şimdiden bunun meyvelerini vermeye başladığını görüyoruz. Dindarların sağa ve sağcı partilere mahkûm olmadıkları, kendi içlerinden kişiler tarafından dile getiriliyor olması başlıbaşına çok önemlidir. İslami solcuların açıp yürüttükleri tartışmaların özellikle öğrenciler arasında yaygınlaşıp etkili olacağını kestirmek güç değil, fakat bu akımın etkisinin gençlikle sınırlı olmayacağı da açıktır. Özellikle İslam üzerinden siyaset yapan ve kendilerini solda tanımlayan kişi ve gruplar, her ne kadar şimdilik ilgisiz görünseler de ayrı ayrı bu akımı ciddiye almak zorunda kalacaklardır.

Yeni bir sol hareket

İslami sol hareketliliği önemsiyorum fakat ülkemizde sol ile İslam arasındaki sorunları çözmede tek başına yeterli olduğunu düşünmüyorum. Hele bu hareketin bağımsız bir şekilde yoluna devam etme ihtimalinin kimsenin hayrına olacağı söylenemez. Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan, kimsenin dinine, etnik kimliğine, mezhebine, yaşam tarzına karışmayan bir sol siyasi harekettir. Kendilerini “İslami sol” olarak tanımlayan kişiler, birçok açıdan kendilerine benzemeyen kişilerle, böylesi bir hareket içinde solun temel değerleri etrafında bir araya gelebilirlerse Türkiye’nin önü açılabilir.

Tabii bu noktada, ülkemizde böyle bir sol hareket olup olmadığı, daha doğrusu ortaya çıkma şansının bulunup bulunmadığı sorusu karşımıza çıkıyor ki bunu tartışmayı da yarına bırakalım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.