Şampiy10
Magazin
Gündem

İki yumruk: Benzerlik ve farklılıklar

Ahmet Türk ve Taner Yıldız’ın maruz kaldıkları yumruklu saldırıların birçok ortak noktası var. İlk aklımıza gelenleri sıralayalım:

1 Her iki olayda da saldırganlar Kürt sorununu ve buna bağlı olarak hükümetin “demokratik açılım” projesini gerekçe gösteriyorlar.

2 Her iki olayda da saldırganlar “yalnız” gibi görünüyor, fakat gerek olayların yaşandığı Samsun ve Kayseri’de, gerekse ülke genelinde hiç de yalnız olmadıkları anlaşılıyor. Nitekim Kayserili saldırganın Samsun olayından övgüyle söz etmiş olduğu bildiriliyor.

3 Her iki olayda da saldırganlar kaçma ihtimalinin yüzde sıfıra yakın olmasına rağmen bu saldırıyı gerçekleştirdiler. Yani bir “vurkaç” değil, “mesaj verme” eylemi söz konusu. Tabii yakalandıktan sonra pek de kötü muamele görmeyeceklerini, hatta daha önceki birçok olayda yaşandığı gibi bazı çevreler tarafından kahramanlaştırılacaklarını da öngörmüşlerdir.

Farklılıklara gelince:

1 Ahmet Türk, yüzde 10 barajını bile aşamamış, üstelik kapatılmış bir partinin yasaklı genel başkanı; Taner Yıldız ise açık arayla tek başına iktidara gelmiş bir partiden bir bakan.

2 Türk memleketi Mardin’de çok uzak bir yerde; Yıldız ise, genel olarak sevildiğini bildiğimiz kendi şehrinde, Kayseri’de saldırıya uğradı. Bu arada Kayseri’nin aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gül’ün memleketi olmasının ve uzun süredir “AKP’nin kalesi” olarak tanınmasının sembolik öneminin altını çizelim. Yıldız da, bilindiği gibi AKP içinde Gül’e en yakın isimlerin başında geliyor.

3 Samsun’daki saldırgan bir çay ocağında çalışıyordu; Kayseri’deki ise bir beden eğitimi hocası. Bu fark, Kayseri saldırısını daha anlamlı kılıyor.

4 Samsun’da Türk’ün çok ciddi bir biçimde korunmadığını biliyoruz, ancak Bakan Yıldız’a da kolaylıkla yumruk atılabilmesi, güvenlik güçlerinin zaafını olduğu kadar saldırganların ne derece cüretkâr olduklarını da gösteriyor.

5 Türk’e saldırının siyasi anlamı üzerine çok fazla kafa yormaya gerek yok, fakat yine Kürt sorunu yüzünden AKP’nin bir bakanına, hem de Kayseri’de yumruk atılabilmesi çok derin ve incelikli tahlilleri gerektiriyor.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kayseri saldırısı, hiç tartışmasız Samsun saldırısından daha fazla önem arz ediyor. Çünkü basit bir şekilde “Türk ve Kürt milliyetçileri” arasında çıkıp çıkmayacağı tartışılan çatışmadan çok farklı ve yepyeni bir durum söz konusu. Şöyle ki, açılıma karşı olanların, diğer bir deyişle Kürt sorununun demokratik yöntemle kalıcı bir şekilde çözülmesine yanaşmayanların en azından bir kısmının tepki ve öfkelerini şiddet yoluyla dile getirebilecekleri zaten kestirilebiliyordu, fakat burada Kürt siyasi hareketinin önde gelen aktörleri ve onların Kürt kökenli destekçileri dışındaki kesimlere de (en azından bu kadar erken) yönelebilecekleri pek tahmin edilmiyordu.

Kayseri saldırısı o kadar önemli ki hükümet bunun çok fazla gündeme getirilip tartışılmasını hiç arzulamıyor. Böylesi bir tartışmanın bazı riskleri olduğu açık, ancak sanki hiç böyle bir şey olmamış gibi bu konuyu geçiştirmenin risklerinin daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz.

Tabii burada şöyle bir sorun var: Kayseri saldırısını derinlemesine irdelemek birtakım adımları atmayı da beraberinde getirecektir. Ne var ki hükümetin açılıma karşı kabaran Türk milliyetçisi tepkiyle nasıl başedebileceğini bilmediğini söyleyebiliriz. İşte bu yüzden böyle bir saldırı hiç olmamış gibi yapmaya çalışıyorlar, fakat bu tutum yeni saldırıların olmayacağı anlamına gelmez. İşin acı tarafı şu ki, ne kadar güvenlik önlemi alınırsa alınsın, bu tür saldırıları engellemek mümkün olmayabilir.

Yazının devamı...

Erdoğan, Ahmet Türk’ün değerini çok geç kavradı

Ahmet Türk’e yapılan alçakça saldırı hiç kuşkusuz, ülkemizde zaten uzun süredir yaşanan kutuplaşmayı daha uç noktalara taşıma potansiyeli taşıyordu. Birilerinin (ki kim olduklarını saldırıyı sevinçle karşılamalarından veya onu meşrulaştırmaya ya da onu önemsiz göstermeye çalışmalarından anlıyoruz) şiddetli bir şekilde bunu arzulamasına rağmen, hayırlara vesile oluyor. Bunda Türk’ün başına gelenleri, olağanüstü soğukkanlı ve sağduyulu bir şekilde karşılaması belirleyici rol oynamıştır. Kendisini biraz tanıyanlar da onun bu tutumuna hiç mi hiç şaşırmamışlardır. Çünkü Türk, siyasi hayatımızda sayılarının giderek azaldığına tanık olduğumuz “akil insanlar”dan biri, hatta önde gelenlerindendir.

Ama insan düşünmeden ve hayıflanmadan edemiyor: Türk’ü, biri ABD’den olmak üzere iki kere arayan ve tutumundan dolaylı kendisine minnettar olduğunu gizlemeyen Başbakan Erdoğan keşke onun değerini 2007 seçimlerinde arkadaşlarıyla birlikte TBMM’de grup kurdukları andan itibaren bilebilseydi. TBMM’nin açılışında MHP Lideri Bahçeli ile DTP Lideri Türk’ün, sembolik anlamı çok yüksek tokalaşmalarına, Abdullah Gül’ün, cumhurbaşkanı seçildiği andan itibaren Köşk’ün kapılarını ve yurt dışı gezilerinde uçağını DTP’liler ve doğal olarak Türk’e açmış olmasına rağmen Erdoğan, Türk’ün yüzüne bile bakmadı, kendisinin ve partisinin adını bile anmadı. AKP Lideri’nin DTP’den, polis ağzıyla “malum parti” diye söz etmesinin gerekçesi çok basitti: PKK’yı terör örgütü olarak görmüyor ve kınamıyorlar!

O zaman şu soruları sormak şarttır: Ahmet Türk, hükümet açılıma start verdiğinde PKK’yı terör örgütü olarak görüyor muydu? Bugün böyle bir şey yapıyor mu? Tabii ki iki sorunun cevabı da “hayır”dır. Bu son olay da bize çok net bir şekilde göstermiştir ki, Türk ve Kürt siyasi hareketinde yer alan ona benzer az sayıdaki isim, PKK’yı kınamasalar bile bu ülkeye lazımdırlar. Hatta daha ileri giderek şöyle de söyleyebiliriz: Türk gibi siyasetçiler, sistemin kendilerine biçtiği rolü oynamayı kabul ettikleri andan itibaren önemsiz ve değersiz kalırlar.

Türk’ün zor görevi

Ahmet Türk’ün (ve profil olarak ona benzeyen diğer siyasetçilerin) Kürt siyasi hareketindeki serüveni normalin üzerinde bir zorluk ve çileyle geçmiştir. Çünkü başta Öcalan ve PKK yöneticileri olmak üzere, bu hareketin esas aktörleri Türk tarzı siyasetçileri asla tam olarak benimseyememiş ama sistemle aralarında bir köprü olabileceklerini düşünerek yanlarına alıp sık sık önlerini açmışlardır. Ancak Türk ve arkadaşları, siyasal sistemin merkezinde yer alan odakların yanaşmaması ve PKK ile Öcalan’ın çok kez kendilerini zor durumda bırakması nedeniyle köprü rolünü bir türlü hayata geçiremediler. Sonuçta iki ucun arasında sıkışıp kaldılar ve birçok kez kendilerini geri plana çektiler veya çekilmek zorunda kaldılar.

Açılımla birlikte Türk ve arkadaşlarının mâkus kaderlerini değiştirme fırsatının ciddi anlamda ilk kez doğmuş olduğunu söyleyebiliriz. Fakat açılıma kadarki süreçte AKP ve Erdoğan’dan görmüş oldukları dışlayıcı tavır nedeniyle DTP’liler hükümete tam anlamıyla güvenemiyorlardı. Habur’da yaşananlardan sonra Başbakan’ın geri adım atması ve kısmen de olsa DTP’ye yönelik tehditvari üslubuna dönmesiyle birlikte mesafe iyice açıldı. İktidar partisinin DTP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasını engellemek için hiç ama hiçbir şey yapmaması, hatta Bask örneğini ortaya atarak kapatılmaya meşru zemin hazırlamaları DTP’liler için bardağı taşıran son damla oldu.

Toparlayacak olursak: Dün DTP’liler, bugün BDP’liler “Muhatabınız biz değil İmralı ve Kandil’dir” dedikleri için kuşkusuz haklı bir şekilde eleştiriliyorlar. Ama Erdoğan ve arkadaşlarının, 2007 ile 2009 yazına kadarki zaman dilimini, neredeyse MHP’yi bile sollayacak popülist bir milliyetçi söylemle heba etmiş olduklarını da akıldan çıkarmamak lazım.

Yazının devamı...

Bir milliyetçiliği başka bir milliyetçilikle bertaraf edemezsiniz

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa Mahkemesi’nin üyeleri, eğer dün Ahmet Türk’ün hastane önündeki açıklamasını izlemişlerse acaba ne düşünmüşlerdir? DTP’nin kapatılmasının hiçbir şeyi değiştirmediği, yerini alan BDP’nin daha güçlü bir şekilde yola devam etmesiyle kısa süre içinde ortaya çıktı. Mahkeme’den, DTP’nin en ılımlı bilinen iki ismi Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’u siyasi yasaklı yapmış olmasının faturasının ne denli ağır olacağını da yine çok zaman geçmeden görmüş olduk.

Şöyle düşünelim: Eğer Ahmet Türk, saldırının hemen ardından ve dün taburcu olduktan sonra yaptığı açıklamalarda, örneğin BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in söylediklerinin yarısını söylese ülkede neler yaşanırdı? Çok acı bir cümle olacak ancak Samsun’da o alçakça saldırıya uğrayanın Ahmet Türk olması her şeye rağmen şansın bu ülkeden yana olduğunu göstermiştir.

Tabii bu arada Türkiye’nin atlattığı bir diğer badireyi de dile getirmek şart: Bilindiği gibi Türk 68 yaşında ve uzun süredir kalp rahatsızlığı çekiyor. Samsun’da sadece burnun kırılmasını da bir başka teselli olarak düşünebiliriz, zira bu saldırı pekala çok daha kötü sonuçlara da yol açabilirdi ve o zaman Türk’ün bugün yaptığı gibi “kamuoyunun her iki kesimini de yatıştırma” gibi zor bir görevi üstlenebilecek bir başka kişi bulamayabilirdik.

Mesafe açılıyor

“Kamuoyunun her iki kesimi” diyorum, çünkü bir süreden beri Türkiye’de Kürt sorunu ekseninde taban tabana zıt iki duyarlık ve buna bağlı olarak kamuoyu oluşmuş durumda. Her iki kanadın milliyetçileri birbirlerini besleyerek her geçen gün daha da güçleniyorlar. İşin kötüsü, her iki taraf içinden, giderek açılan mesafeyi kapatma güç ve cesaretine sahip kişi ve çevrelerin sayısı da giderek azalıyor.

Bu noktada hükümete çok büyük sorumluluklar düşüyor. Ülkeyi yönetiyor oldukları için her türden toplumsal çatışmayla mücadele etmek zaten görevleri. Öte yandan bu görevi yerine getirebilme konusunda hayli avantajlı oldukları da ortada. Zira son yıllarda yapılan seçimlerin haritalarına baktığımızda, her iki kamuoyuna birden seslenebilen yegane partinin AKP olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan geçen yaz startı verilen Kürt açılımı ülke için çok büyük bir şanstı ve başarılı olma ihtimali hayli yüksekti. Ne var ki hükümetin bunu istikrarlı bir şekilde sürdürememesi nedeniyle açılım karşıtlarının eli epey güçlendi.

Açılım başarıyla sürseydi...

Yani Türk’e yönelik saldırı ve daha önceki her türden tatsız olayı açılımın ilan edilmesine bağlamak tek kelimeyle çarpıtmadır. Tam tersine bu olumsuz gelişmeler, büyük ölçüde açılım sürecinin kesintiye uğramış olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer Habur’da yaşananlar nedeniyle “iki farklı kamuoyu” arasında sıkışan hükümet bundan sıyrılma becerisini gösterebilse, örneğin Kandil’den, Mahmur’dan ve Avrupa’dan dönüşler tempolu bir şekilde devam eder ve bugün bambaşka şeyler konuşuyor olurduk. Hiç kuşkusuz, açılımın sekteye uğramaması durumunda da birçok taraftan süreci sabote etmek isteyenler çıkardı, ancak, en azından Muş Bulanık’ta o korucu kalabalığa ateş açmaya cesaret edemeyebilirdi; diyelim ki etti, bu dava herhalde Samsun’a taşınmazdı; diyelim ki taşındı, Samsun’daki polisler Türk’ün yumruk yemesine asla yol açmazlardı. Daha önemlisi, dün birçok gazetede fotoğrafını gördüğümüz gibi, sivil polisler Hakkari’nin göbeğinde 14 yaşındaki bir çocuğu hastanelik edemezlerdi.

Milliyetçilik yarışı

Önceki gün çıkan “Ahmet Türk Türkiye’dir” yazıma çok tepki aldım. O yazıda da belirttiğim gibi, bu alçakça saldırıyı önemsiz, mazur, hatta haklı göstermeye çalışanlarla tartışacak bir şey yok. Dün Başbakan Erdoğan, “kanı kanla yıkayamazsınız” dedi. Bense “bir milliyetçiliği başka bir milliyetçilikle bertaraf edemezsiniz” diyorum. Ve bunu her iki kanadın milliyetçilerine birden söylüyorum.

Herhangi bir tarafın, kendi milliyetçiliğini ve bunun yol açtığı saldırganlığı, karşı tarafın milliyetçiliğiyle açıklama, meşrulaştırmaya çalışmasının bu ülkeye çok büyük zararı dokunuyor.

Yazının devamı...

Ahmet Türk Türkiye’dir

Aslında bugün Kürt sorunuyla ilgili güzel şeyler yazmayı düşünüyordum. Pazar akşamı Ali Sami Yen Stadı’nda açılan “Diyarbakır Türkiye’dir” pankartını; bütün Galatasaray tribünlerinin sırayla Diyarbakırsporluları çağırmalarını; Diyarbakırspor’un golünü tüm stadın alkışlamasını.

Ayrıca dün Milliyet Gazetesi’nde Devrim Sevimay’ın BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile anayasa değişikliği paketi üzerine yaptığı mülakattan uzun uzun söz etmeyi planlamıştım. Kendilerine, AKP’nin paketini kayıtsız şartsız desteklemeyi dayatan bazı kişi ve çevreleri “Biz AKP’yi yaşatma, koruma derneği değiliz. Biz siyasi bir partiyiz. Müsaade ederlerse bizim de bir siyasetimiz var” diyen Demirtaş’ın özellikle şu sözlerinin altını çizecektim: “AKP statükoya karşı demokrasi mücadelesi yürütmüyor, iktidar mücadelesi yürütüyor. ’Senin elindekiler benim olsun’diyor.”

Fakat kapatılan DTP’nin, siyasi yasaklı genel başkanı Ahmet Türk’e Samsun’da yapılan alçakça saldırı bütün heyecan, şevk ve umudumu(zu) yerle bir etti. Bu alçakça saldırıyı kayıtsız şartsız kınama ve onun doğurabileceği sonuçları engellemek için çaba gösterme yere bunu destekleyecek, meşrulaştırmaya veya önemsiz göstermeye çalışacaklar muhakkak çıkacaktır. Bu türden kişi ve çevrelerle konuşacak, tartışacak hiçbir şey olduğunu sanmıyorum. Yapılacak tek şey, bu türden saldırgan ayrımcılık ve ırkçılığa karşı, sonuna kadar meşru çerçevede kalarak mücadele etmek olabilir.

Çocuk oyuncağı değil

Bu saldırı üzerine sorulacak çok soru ve söylenecek, söylenmesi gereken çok şey var: İşe, Bulanık’taki cinayet davasının neden Samsun’a taşındığını sormakla başlayabiliriz. Kuşkusuz zanlıların can güvenliği gerekçe gösterilecektir. Ama yaşananlar bize, zanlılar korunurken mağdur ve müdahillerin sahipsiz bırakılmış olduğunu gösteriyor. Rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Dün Ahmet Türk’ü koruyamayan güvenlik güçleri, eğer bu dava Güneydoğu’nun herhangi bir yerinde görülüyor olsaydı, zanlıları olağanüstü tedbirlerle pekala korurlardı. İkinci olarak, hiç kuşkusuz saldırgan (veya saldırganların) böylesi bir saldırıyı göstere göstere nasıl yapabildiklerini sorgulamamız gerekir. Çok sayıda kamera tarafından farklı açılarla kaydedilmiş bir saldırı nasıl olur da engellemez? Önceden yapılmış bütün uyarılara karşın güvenlik güçleri, Türk gibi önemli bir şahsiyeti nasıl olur da koruyamaz? Bu konuyu çok fazla uzatmanın anlamı yok. Bakalım Başbakan Erdoğan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve diğer yetkililer ne derece hızlı hareket edecek ve sorumluları nasıl cezalandıracaklar.

BDP Lideri Demirtaş’ın saldırı sonrası söylediği gibi bu saldırı gerçekten bir “çocuk oyuncağı” değil, olamaz. Organize olduğu yolunda derin kuşkular bulunan bu saldırının Türkiye’yi çok kötü yerlere sürüklemeye yönelik bir provokasyon olduğunu söyleyebiliriz. Bu “kötü yerler” in ne olduğunu konuşup tartışmak bile başlıbaşına “kötü” dür.

İki milliyetçilik arasında

Şu kadarını söylemekle yetinelim: İlk andan itibaren Samsun saldırısını “Türklerin Kürtlere saldırısı” olarak göstermeye çalışanlar var. Eğer bu düşünce yaygınlaşır ve böyle düşünenler Samsun saldırısının hesabını kendi başlarına görmeye kalkarsa durum iyice vahimleşir. İşte bu yüzden, bu saldırıya karşı devletin ve toplumun göstereceği refleksler, bu ülkenin geleceğinin belirlenmesinde birinci derecede rol oynayacaktır.

Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarının ardından yazdığım yazılarda Kürt milliyetçiliğinin inşaasında nasıl ileri bir noktaya gelinmiş olduğu yolundaki gözlem ve değerlendirmelerimi aktarmıştım. Muhtemelen Ahmet Türk’e saldıran kişi ve onun yardakçıları da “milliyetçi duygular” la hareket ettiklerini söyleyeceklerdir. Tıpkı daha önceki bir dizi insanlık dışı fail-i meçhullaeri, saldırı ve suikastleri düzenleyen ve düzenletenlerin yaptıkları gibi. Ama çok iyi gördük ki bu türden “milliyetçi refleksler” Kürt siyasi hareketini etkisizleştirmediği gibi, onun daha keskin milliyetçi bir çizgiye evrilmesine vesile oldular. Türkiye’nin iki milliyetçilik arasında sıkışıp kalması çok acı!

Başa dönecek olursak: Tıpkı Diyarbakır gibi, Ahmet Türk de Türkiye’dir. Ülkemize, dolayısıyla Ahmet Türk’e sahip çıkalım.

Yazının devamı...

CHP bu fırsatı kullanabilecek mi?

Önceki Perşembe gecesi Show TV’deki siyaset Meydanı’nda CHP Lideri Deniz Baykal’a, AKP’nin Anayasa paketi içinde parti olarak benimsedikleri değişiklikler olup olmadığını; varsa bunlar için TBMM’de evet oyu verip vermeyeceklerini sorduğumda çok açık, net ve o ölçüde çarpıcı bir karşılık aldım. Baykal üç madde, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapılarının değiştirilmesi ve parti kapatmayla ilgili düzenlemeler dışında her maddeye prensip olarak evet dediklerini söyledi ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 367’yi aşacak olan maddeleri referanduma götürmeyeceğini önceden ilan etmesi için çağrıda bulundu.

Baykal daha önce de Hürriyet Gazetesi aracılığıyla Gül’e benzer bir çağrıda bulunmuş ama bunu somutlaştırmamıştı. İşte o canlı yayın sırasında üç madde dışında paketi destekleyeceklerini açıkça ilan etmesi CHP’nin AKP ile Anayasa üzerine hiçbir müzakereye yanaşmayan stratejisini terk etmiş olduğunu gösteriyordu. Fakat o gece kendisine soru soran biz dört gazeteci, Baykal’ı sözlerini daha da açması için teşvik etmedik, başka konulara atladık.

Yeni strateji

CHP Lideri, ilk kez o gece somutlaştırdığı yeni stratejinin olumlu tepkiler aldığını görmüş olacak ki Salı günkü grup toplantısında önerilerini daha da ayrıntılandırdı ve Anayasa değişikliği sürecinde ilk kez gündemi belirleme şansını yakaladı. Medyaya baktığımızda, AKP’nin paketine kayıtsız şartsız destek verenleri saymazsak Baykal’ın çıkışının şaşırtıcı bir destek bulduğunu görebiliyoruz. Düne kadar CHP’yi, özellikle de Baykal’ı sistemli bir şekilde eleştiren bazı isimler de, kimbilir belki içleri kan ağlayarak, CHP Lideri’nin çağrısına kulak kabartma yoluna gittiler.

Bunun ilk nedeni, AKP’nin sürecin başından beri aslında paket üzerine tartışmayı pek arzulamamasının yaratmış olduğu tepki olsa gerek. AKP’liler muhtemelen ana muhalefetin ve bu arada MHP’nin de sürece dahil olmayacaklarını hesaplayıp paketi hızla referanduma götürmeyi hesaplıyorlardı. İlk aşamada bu strateji tutmuştu. Fakat Baykal’ın son çıkışı işleri karıştırdı. Bazı AKP yetkililerinin Baykal’ı “Şark kurnazlığı” ile suçlamasını bir kenara bırakacak olursak CHP’nin önerisine karşı AKP’den bağlayıcı bir cevap gelmiş değil. Kuşkusuz burada CHP Lideri’nin kendilerini değil de Cumhurbaşkanı’nı muhatap almasını da kullanıyorlar. Fakat amaçları bağcı dövmek değil de üzüm yemek olsa, “Cumhurbaşkanı’nı bırakın, gelin bizle müzakere edin” diye karşı bir çağrıda bulunabilirlerdi.

Şans var mı?

Her ne kadar şu ana kadar yapmamış olmaları bundan sonra böyle bir çağrı yapmayacakları anlamına gelmese de Anayasa Komisyonu’nda yaşananlar iki büyük parti arasındaki mutabakatın imkansıza yakın bir zorlukta olduğunu bize gösteriyor. İşte bu noktada CHP yeni bir çıkış yaparak süreci bir kez daha belirleme noktasına gelebilir. O da çağrının adresini Gül’den iktidar partisine çevirmek ve paketin temelini oluşturan o üç maddeyi de tartışmaya hazır olduğunu deklare etmek olabilir.

Bunun zor olduğu muhakkak. Herhalde CHP’liler kolayı tercih edip AKP ile hiçbir şekilde müzakereye oturmama çizgisini sürdürmek isteyeceklerdir. Fakat birkaç senedir yaşananlar “AKP ile sıfır iletişim” politikasının CHP’ye (ve Türkiye’ye) pek bir katkısı olmadığını; şu son birkaç gündür yaşananlarsa CHP’nin diyalog adına attığı her türlü adımın AKP’nin ezberini bozduğunu bize gösterdi.

Keşke CHP ve Baykal, gerek türban, gerek katsayı, gerekse Kürt açılımı başta olmak üzere diğer açılımlar konusunda aktif bir pozisyon takınıp AKP’yi zorlayabilseydi. Ama olmadı, olması da galiba pek mümkün değildi.

İşte bugün CHP yeni bir fırsat yakalamışa benziyor. Eğer ana muhalefet partisi bu sefer de demokratikleşme konusunda AKP’den daha ileri pozisyon alma şansını değerlendiremezse hem kendisine, hem de Türkiye’ye bir kez daha yazık etmiş olur.

Yazının devamı...

Taraf tutmak yine çok zor

Türkiye yakın bir geçmişe kadar yoğun bir şekilde Kürt sorununu ve bunu kalıcı bir şekilde çözmeyi hedefleme iddiasındaki “demokratik açılım”ı tartışıyordu. Ne var ki ikitdar partisi kısa bir süre önce gündemi değiştirdi ve karşımıza bir Anayasa değişikliği paketi çıkardı. Bunda yadırganacak bir durum yok çünkü 12 Eylül askeri rejiminin armağanı olan bu Anayasa tepeden tırnağa değiştirilmeyi, hatta tamamen iptal edilmeyi hak ediyor. Ne var ki paketin içinde Kürt sorununun çözümüyle doğrudan, hatta dolaylı bir şekilde alakalı hiçbir madde bulunmuyor.

Geçtiğimiz Ağustos ayından beri açılımı ısrarla gündemde tutan, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP’liler, bu anormal durumu izah etmeye hiçbir şekilde kalkışmadılar. Aslında neden böyle bir tutum izlediklerini anlamak hiç de zor değil: İktidar partisi başından itibaren bu paketi referanduma götürmek istiyor. Eğer içine Kürt sorunuyla ilgili bazı düzenlemeler koyarlarsa, kendi gruplarından, BDP’den gelecek destekten daha fazla sayıda fire vermekten ve bu yüzden referandum için gerekli 330 oyun altına düşmekten ürküyorlar. Ama Kürt sorununu da kapsayan bir paketin referandumda Kürt olmayan seçmenlerin tepki oylarıyla geçmeme riskinin kendilerini daha fazla endişelendirdiğini söyleyebiliriz.

Ne yapmalı?

Zaten açılıma başından beri ve katı bir biçimde karşı olanlar için ortada endişelenecek bir durum yok. Ama işin tuhafı onların ezici bir çoğunluğu AKP’nin bu paketine de başından beri ve katı bir biçimde karşı çıkıyorlar. Bu tutumlarını basitçe “AKP düşmanlığı” ile açıklamaya kalkmak yanıltıcı olur. Onlar Türkiye’nin kangren olmuş sorunlarına cesaretle el atılmasını, ülkenin her geçen gün daha da demokratikleşmesini -şu ya da bu gerekçeyle-arzulamıyorlar.

Öte yandan açılıma destek vermiş kişilerin durumu-ki bilindiği gibi ben de bunlara dahilim-hiç de kolay değil. Her zaman olduğu gibi bu sefer de önümüze iki seçenek sunuluyor: Ya pakete sırtınızı dönecek, hatta aleyhte propagandasını yapacaksınız ya da bağrınıza taş basıp pakete kayıtsız şartsız destek vereceksiniz.

Benimle benzer durumda olduğunu düşündüğüm bazı kişilerin gönüllü ya da gönülsüz bir şekilde bu zıt seçeneklerden herhangi birine yöneldiğini görüyorum. İçlerinden bazılarının kibirli bir şekilde, kendileriyle aynı tercihi yapmayanları sert ve alaycı bir şekilde eleştirmelerini, hatta mahkum etmelerini şimdilik bir kenara kaydedelim. Sonuçta herkes kendi tercihinde özgürdür. Tabii hiçbir şıkkı tercih etmemekte de! Bir kez daha “bertaraf” olmayı göze alıp bu Anayasa paketi tartışmasında da “tarafsız” kalmanın en doğru yol olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda kimi meslektaşlarımın bugünden oylarının rengini açıklamalarını yadırgıyorum. Şunu da itiraf edeyim ki, açıklamaya karar versem bile nasıl oy vereceğimi sahiden bilmiyorum. Nasılsa, eğer yapılacaksa referanduma daha çok var ve o an geldiğinde oy kullanıp kullanmayacağıma, kullanırsam mührü nereye basacağıma karar vermeme yardımcı olacak birçok gelişme yaşanacaktır.

Hep aynı riskler

Sadece paketle ilgili tartışmaları kastetmiyorum. Eğer referandum, öngörüldüğü gibi yaz ortalarında yapılacaksa, o ana kadar Kürt sorununda çok ciddi gelişmelere tanık olabiliriz ve elimizdeki veriler, bu gelişmelerin sorunun çözümüne katkıda bulunmak yerine onun daha da derinleşmesine yol açabileceğine işaret ediyor. Örneğin, eğer BDP’lilerin iddia ettiği gibi TSK Güneydoğu’da geniş kapsamlı bir askeri operasyon düzenleyecekse ve BDP’lilerle bölge halkının bir kısmı bunu engellemek için “canlı kalkan” olmaya soyunacaklarsa Türkiye’yi yeni kara günler bekliyor demektir. PKK’nın askeri operasyonları beklemeden veya onlara misilleme olarak saldırılarını yeniden yoğunlaştırma, özellikle de terör atmosferini ülkenin batısına ve büyük kentlere taşıma ihtimaliyse bir diğer hayati risk olarak önümüzde duruyor.

Yazının devamı...

CHP ne yapmak istiyor?

CHP’liler, üç madde dışında (parti kapatma, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapılanması) Anayasa paketine evet oyu verebileceklerini, fakat Cumhurbaşkanı Gül’ün 367 ve üstü oy alacak maddeleri referanduma götürmeyeceğini önceden ilan etmesi gerektiğini söyleyerek yeni bir çıkış yaptılar. Bu çıkışın sonuç alıcı olup olmadığını tartışmadan önce bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Bu öneriyle birlikte CHP baştan beri izlemekte olduğu stratejiyi terk etmişe benziyor.

Hatırlayalım: Ana muhalefet partisi, AKP’nin Anayasa paketine hem içerik, hem de sürecin işleyişi bakımından bütünüyle karşı çıkıyordu. Öyle ki, kısa bir süre sonra MHP de benzer bir tutum izleyince AKP, BDP ile baş başa kalacaktı. Ne var ki muhalefetin temelden itiraz ve engelleme çabalarına rağmen iktidar partisi paketten vazgeçmedi ve tartışmayı TBMM dışında sürdürmeye ağırlık verdi. AKP’nin paketi referanduma götürme konusundaki ısrarı ilk başta şaşırtıcıydı. Fakat farklı kamuoyu araştırmaları Anayasa değişikliğine halk desteğinin hiç de az olmadığını gösterince işin rengi netleşmeye başladı. Şu ana kadarki süreçte çok sağlıklı bir tartışma ortamının yaşandığı söylenememekle birlikte kamuoyunun 1982 Anayasası’nın değiştirilmesi fikrine hiç de uzak olmadığını, hatta değişime genellikle pozitif baktığını söylenebiliriz. Tabii burada ilginç bir paradoksla karşı karşıyayız: 1982 Anayasası’na, yürürlüğe girdiği andan itibaren en sistemli ve kararlı şekilde karşı çıkmış olan kesimlerin günümüzde sandık başında daha çok CHP’yi tercih ettiklerini söyleyebiliriz. Bu yüzden CHP yönetiminin, Anayasa’ya neredeyse toz kondurmaz tavrının kendi tabanında da belli rahatsızlıklara yol açtığını kestirmek zor olmasa gerek.

Dolayısıyla Baykal’ın, “üç madde dışında pakete evet” şeklinde özetleyebileceğimiz yeni stratejisiyle, toplumdaki değişim beklentisini bir ölçüde karşılamak istediğini söyleyebiliriz.

CHP sürece dahil oluyor

Bu yeni manevra CHP’yi, kenarından da olsa sürecin içine çekmiş ve MHP’yi “külliyen red” cephesinde yalnız bırakmış oluyor. Fakat bu tutum değişikliğinin pek fazla etkili ve sonuç alıcı olacağını söylemek hayli zor.

Öncelikle Gül’ün bu türden bir pazarlığı kabul edeceğini sanmıyorum. Nasıl CHP’liler, “paketi Anayasa Mahkemesi’ne götürecek misiniz?” sorusuna “O zaman bakarız” cevabı veriyorsa Köşk’ten de, daha oylama olmadan bir pozisyon deklarasyonu beklemek inandırıcı olmaz. İkinci olarak, iktidar partisinin CHP’yi sürece tam olarak dahil etme adına o üç maddeden vazgeçmesi asla söz konusu olamaz. Hepimizin çok iyi bildiği gibi AKP bu paketi o üç madde için bu kadar acele bir şekilde gündeme getirdi ve diğer düzenlemeleri, bu üç maddenin TBMM ve esas olarak da referandumda kabulünü kolaylaştırmak için pakete ekledi.

Ancak CHP, son adımına ek olarak yeni bir adım atarsa, Anayasa değişikliği sürecinin akışını gerçekten değiştirebilir. Ana muhalefet partisinin söz konusu üç kilit maddeye dokundurtmama ısrarından vazgeçmesini kastediyorum. Eğer CHP, parti kapatma, HSYK ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişiklik önerilerinin TBMM Anayasa Komnisyonu’nda görüşülmesi sırasında, beklendiği gibi engelleyici bir tutum takınmak yerine iktidar partisiyle tartışmaya yanaşırsa çok şey değişebilir.

Böyle yazdığıma bakmayın, CHP’nin bu tür bir adım atma ihtimali, bugünün verileri ışığında yüzde 0’a yakın. Ama “üç madde dışında diğer değişikliklere varız” tavrı da, mesela bir hafta öncesi için imkansız görünüyordu. Özetle siyasette her şey mümkün, yeter ki siyasetçiler siyaset yapmak istesinler.

Yazının devamı...

Gecikmiş bir Baykal yazısı

Perşembe gecesi Show TV’de, Ali Kırca’nın yönetimindeki Siyaset Meydanı’nın konuğu CHP Lideri Deniz Baykal’dı ve kendisine Fehmi Koru, Şükrü Küçükşahin ve İsmail Küçükkaya ile birlikte farklı konularda sorular sorduk ve üç buçuk saati aşkın bir tartışma gerçekleştirdik. Yorucu ama ilginç bir program olduğu kesin. Doyurucu olup olmadığıysa izleyiciye göre değişir.

Diğer meslektaşlarım programla ilgili izlenimlerini kaleme aldılar; hatta katılımcı olmamakla birlikte, televizyondan izleyip Baykal’ın söyledikleri hakkında yazanlar da oldu. Bense gecikmeli de olsa, bu programdan hareketle CHP Lideri hakkında bazı görüş ve gözlemlerimi ifade etmek istiyorum. Aslında Baykal gibi, bir yanda “çok sevenleri”, diğer yanda “çok sevmeyenleri” olan bir lider hakkında yazmak çok zordur. “Bütün siyasi liderlerin durumu aynı” denebilir, fakat başta Erdoğan olmak üzere AKP’liler uzun bir süreden beri CHP ile Baykal’ı özdeşleştiriyorlar. Kendini CHP’ye yakın, hatta onun içinde görüp Baykal’dan hoşlanmayan geniş bir çevrenin varlığı ve onların bilerek ya da bilmeyerek katkılarıyla AKP’nin bu stratejisinin büyük ölçüde tuttuğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Baykal hakkında ne yazarsanız yazın birilerini kızdırıp birilerini memnun etme ihtimali (riski) çok fazladır.

Rodos olayı

Baykal’ı yıllardır bilirim fakat kendisiyle ilk ciddi tanışmamız Temmuz 2007 genel seçimleri kampanyasında oldu. Kendisinin meşhur “kaybedersem Rodos’a kadar yüzerim” cümlesini Vatan’da manşete çekmemizden ve bunun AKP’liler tarafından alabildiğine suiistimal edilmesinden sonra, açıkçası Baykal’ın benden uzak durmak isteyeceğini düşünmüştüm. Hiç de öyle olmadı, seçimden sonra TBMM kulisinde karşılaştığımızda beni çok sıcak karşıladı, hatta o röportajı eleştirmek isteyen meslektaşlarıma karşı beni savundu. Daha sonra, özellikle Salı günleri grup konuşmalarının ardından Meclis’teki makam odasındaki sohbetlerde muhabbetimiz epey ilerledi. Bütün bu süre zarfında CHP liderinin ikili ilişkilerinde çok samimi ve sıcak olduğunu gözledim. Ayrıca birbirinden farklı konulardaki derin bilgisi ve analiz kabiliyetinin çok etkileyici olduğu da bir gerçek.

Baykal’la birçok siyasi konuda çok farklı, hatta bazen taban tabana zıt düşünüyoruz. Fakat kendisiyle bütün bunları, gayet medeni, yapıcı ve sık sık esprili bir şekilde tartışabilmek mümkün. Örneğin kendisiyle son dönemde en çok Kürt sorunu ve açılım konusunda ayrı düştük. Bana birçok kez “Senden başka açılımı destekleyen kalmadı” diye takılmıştır. Fakat kendisiyle yine bu konuda çok faydalı tartışmalar da yaptık. Özellikle benim Güneydoğu’ya yaptığım gezilerdeki izlenimlerimi hep ilgiyle dinlemiş, çok can alıcı sorular sormuştur.

Siyaset Meydanı sabah 3’te bitti ve Baykal birkaç saat sonra Van’a yola çıktı. Orada başına gelenlerin hem kendisi, hem Türk demokrasisi için çok can sıkıcı olduğu ortadadır. CHP heyetine kimlerin saldırdığının bir türlü ortaya çıkamaması da hayli yadırgatıcı bir durum. Bölgede en baştan savma eylemde polise birkaç taş atan çocukları kamera görüntülerinden saptayıp evlerinden alan güvenlik güçlerinin Van’da neden bu kadar tutuk davrandıkları bir muamma. Yoksa değil mi?

Ergenekon’a bakış

Baykal’la Ergenekon sürecinde de çok farklı yaklaşımlar sergilediğimiz ortadadır. Örneğin Siyaset Meydanı’nda kendisini “Ergenekon’un avukatı” olarak tanımlamasından rahatsızlık duyduğumu, benzer bir rahatsızlığı CHP’ye yakın olduğunu bildiğim çok kişide de gözlemlediğimi söyledim. Cevabı malum: “Benim ruhsatım var, avukatlık yapabilirim. Ama Başbakan savcılık yapamaz.” Bunun üzerine kendisine, Ergenekon sürecinde neden “müdahil avukat” olmayı düşünmediğini sordum. Bu soruya cevap vermedi.

Baykal üzerine daha yazacak çok şey var. Şimdilik burada kesip kendisini izlemeye devam edelim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.