Kürtler ne istiyor?
.
Yoğun olarak anayasa değişikliği paketinin tartışıldığı bir günde “Kürtler ne istiyor?” başlıklı bir yazı yadırgatıcı gelebilir. Ama değil. Eğer iktidar partisi ve onun bu girişimini destekleyenler bu paketle Türkiye’nin daha da demokratik bir ülke olacağını iddia ediyorlarsa, bu tartışmada “Kürtler ne istiyor?” sorusunu sormak ve söz konusu paketin onların taleplerini ne ölçüde giderebileceğini tartışmak kaçınılmazdır. Eğer Kürt sorunu bu ülkedeki tüm sorunların anasıysa, bunu çözmeyi hedeflemeyen adımların demokratikleşmeye katkıları epey kuşkulu olacaktır. Hele bu girişimi yürüten AKP hükümeti, yaz aylarından itibaren “demokratik açılım” adını verdiği ve esas olarak Kürt sorununun kalıcı çözümünü amaçlayan bir süreç başlatmış ve en azından söylem temelinde bu sürecin sürdüğünü göstermek için elinden geleni yapıyorsa, kendilerine bu paketle Kürt sorununa ne gibi çözüm adımları bulunduğunu sormamız şarttır.
AKP’nin en samimi destekçileri bile paketle Kürt sorunu arasında doğrudan bir ilişki kuramıyorlar. Zira paketin ağırlığı, yüksek yargının güç ve yetkilerinin yeniden yapılandırılması; askeri yargının alanının daraltılması ve YAŞ kararlarına kısmen yargı yolunun açılması gibi, bugünün siyasi konjonktüründe AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmaya yönelik oldukları aşikâr düzenlemelerde. Partilerin kapatılmasının neredeyse imkansız hale getirilmesi bir ölçüden Kürt siyasi hareketinin işine geliyor olabilir fakat DTP’nin kapatılma sürecinde kıllarını bile kıpırdatmamış olmaları, hatta bazı isimlerinin kapatılmaya zemin hazırlayıcı çıkışlar yapması iktidar partisinin tek olmasa bile esas derdinin kendisi olduğunu gösteriyor.
Hangi Kürtler?
Tekrar başlığa dönecek olursak, “Kürtler ne istiyor?” sorusu dün önemliydi, bugün de önemli, yarın da önemli olmaya devam edecek. Ancak bu soruyu sorduğumuz anda hemen ikinci bir soruyla karşılaşıyoruz: Hangi Kürtler? Kimileri bu ikinci soruyu, ilk soruyu geçiştirmek için devreye sokuyorlar, ama olsun. Evet “Hangi Kürtler?” sorusunun cevabı “her görüş ve eğilimden Kürtler” olacaktır. Hiç kuşku yok ki yaşadıkları coğrafyaya, yaşlarına, mali ve eğitim durumlarına vs. bağlı olarak Kürtlerin görüşleri de farklılaşacaktır. Ancak ortada çok ciddi bir realitenin de olduğu açıktır: Yıllardar beri Türkiye’de, yasadışı, yasal ve yarı-yasal ayaklarının içiçe geçmiş olduğu bir Kürt siyasi hareketi mevcuttur ve bu hareket onca çabaya rağmen her geçen gün güçlenmiştir ve gelecekte daha da güçlü olma potansiyeline sahiptir.
Diğer bir deyişle, söz konusu Kürt siyasi hareketini by-pass ederek, Kürtlere doğrudan seslenmenin imkanı her geçen gün azalmakta, bu mümkün olsa bile bu seslenmeden belirleyici gelişmeler çıkarmak zorlaşmaktadır.
Artık şunu kabul edelim: Türkiye’de halkın çoğunluğu dini açıdan muhafazakâr ve milli açıdan milliyetçi değerlere yakındır. Özellikle son yıllarda ülkenin Batısı ile Güneydoğusu, daha açık söylemek gerekirse Kürtlerle Kürt olmayanlar arasındaki mesafe iyice açılıyor ve zaten dinsel açıdan muhafazakâr bir topluluk olan Kürtlerde milliyetçilik de buna paralel olarak yükseliyor.
Söz konusu olan tabii ki Kürt milliyetçiliğidir. Ve Kürt milliyetçiliği inatla görmezden gelinmek istenmekte, onunla yüzleşme sonsuza kadar ertelenmek istenmektedir. Türkiye yakın bir geçmişe kadar Kürt sorununun varlığını yadsıyordu ve bunun bedeli çok ağır oldu. Şimdiyse Kürtlerdeki güçlenen milliyetçi eğilimler göz ardı edilmek isteniyor ki bunun da bedelinin ağır olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir.
Biraz açacak olursak, Kürt siyasi hareketinin ana kavramının “azadi” olduğu anlaşılıyor. 1970’li yıllarda “Kurdara azadi” (Kürtlere Özgürlük) sloganı atılırken esasında “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”na gönderme yapılırdı. Peki bugün “azadi” derken esas olarak ne kastediliyor? Yine bağımsızlığa kapı aralayacak ölçüde bir kaderini tayin hakkı mı, yoksa kültürel haklar mı?
Diyarbakır’da izlediğim Nevruz kutlamaları sırasında bu hayati sorunun cevabını bulamadım. En azından basitçe “sadece bazı kültürel haklar talep ediyorlar” deme noktasında olmadığımı söyleyebilirim.
1991 yılında Ömer Laçiner, “Kürt Sorunu: Henüz Vakit Varken” adlı bir kitap yazdığında kendisini fazla kötümser bulmuştum. Yaklaşık 20 yıl sonra henüz vakit varken Kürt sorununa hızla el atmak gerekiyor diyorum.